Tekil Mesaj gösterimi
Alt 01-10-2009, 11:41   #1
mezarkabuL
david silva
 
mezarkabuL - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
allan poe-kalabalıkların adamı

Yalnız olamamanın şu büyük mutsuzluğu.
La Bruyere

Almanca bir kitap için yerinde bir deyişle 'er lasst sich nicht lesen.' - kendini okutmuyor - denmişti. Birtakım sırlar da söylenmeye gelmez.İnsanların her gece yataklarında çırpınarak, hortlaksı günah çıkartıcıların ellerine sarılıp gözlerine acıma dilenerek bakmaları -kalp kırıklığından, boğaz düğümlenmesinden ölmeleri, açığa vurulmayı kaldırmayan sırların korkunçluğu yüzündendir.Ne yazık ki ara sıra, kişioğlunun bilinci öylesine ağır bir ürkü yükü altında kalır ki artık onu ancak mezar taşıyabilir.Böylelikle cürümün özü aydınlığa asla çıkmaz.
Kısa bir süre önce, bir güz ikindisinin akşama kavuştuğu saatlerde, Londra'daki D... Kafe'sinin geniş cumbasında oturuyordum. Aylardır sağlığım bozuktu ama o aralar iyileşmiştim, nekahet döneminin etkisiyle kendimi ennuie'nin -sıkıntı,bunaltı- tam tersi olan o mutlu ruh hallerinden birinde buldum -zihnin önündeki tülün sıyrıldığı- elektriklenen zekanın,tıpkı Leibnitz'in parlak ama dümdüz mantığı, Gorgias'ın çılgın ve uçarı söylemi gibi günlük işleyişini kat kat aştığı anlardan birinde. Yalnızca soluk almak bile keyif veriyordu; hatta varlığı tartışılmaz sızılarınçoğundan haz bile duyuyordum.Ağzımda purom, dizlerimde gazetem, ikindinin büyük bölümünü, kah ilanlara göz atarak, kah salondaki karmaşık kalabalığı inceleyerek, kah buğulu camlaradan dışarı, sokağa bakarak oyalanmakla geçirmiştim.
Söz konusu sokak, kentin belli başlı caddelerinden biridir, gün boyunca dolup taşmıştı.Ama karanlık çökerken, kalabalık birden arttı;lambalar iyice yandığında, yoğun bir insan seli iki kol halinde akıyordu kapının önünden.Daha önce, akşamın bu saatinde buna benzer bir durum yaşamamıştım, bu yüzden de insan başlarının çalkantılı denizi içimi yepyeni, tatlı bir duyguyla doldurdu.Sonunda, otelde olup bitenleri gözlemekten vazgeçip dışardaki sahneye daldım.
Önceleri, gözlemlerim soyutlamaya, genellemeye yatkındı.Yoldan geçenleri kitleler olarak olarak ele alıyor, birbirleriyle ilişkilerine göre değerlendiriyordum.Çok geçmeden ayrıntılarına indim, kılı kırk yaran bir özenle gödvelerin, kılıkların, tavırların, yürüyüşlerinin, yüz ve anlatım özelliklerinin sayısız çeşitliliğini inceledim.
Yoldan geçenlerin büyük çoğunluğunda bir hoşnutluk, bir iş ciddiyeti okunuyordu, yalnızca kalabalığı yarmaktan öte bir şey düşünmüyorlardı sanki. Kaşları çatılmıştı, gözleri kıpır kıpırdı; karşıdan gelenler çarpınca, sinirlilik belirtisi göstermiyor, yalnızca üstlerini başlarını düzeltip adımlarını hızlandırıyorlardı.Sayıca azımsanmayacak bir başka bölük, telaşlıydı, yüzleri al aldı, çevrelerini saran kalabalığın yoğunluğundan ötürü yalnızlığa itilmiş gibi kendi kendilerine konuşuyor, el-kol sallıyorlardı.Yolları tıkanınca, birden bire mırıldanmayı kesiyor, el-kol sallayışı iki kata çıkarıyor, dudaklarında dalgın, abartılı bir gülümseyişle yollarını tıkayanların ilerlemesini bekliyorlardı.Böğürlerine dirsek yediklerinde, dirsek atanı iki büklüm selamlıyor, şaşkınlıktan ne yapacaklarını bilmiyorlardı sanki. Bunlar dışında, sayıları kabarık bu iki sınıfın fazla göze çarpan başkaca özellikleri yoktu.Giysileri, altı çizili bir biçimde saygın denilen türdendi. Mutlaka soylu kişilerdiler, tüccarlar, avukatlar, esnaflar, borsa simsarları.Seçkin yöneticilerle sıradan yurttaşlar - vakitlerini boş geçirenlerle vakitlerini nakte çevirmeye çalışanlar, iş bitiriciler.İlgimi fazla uyandırdıkları söylenemez. Memur tayfası hemen belli oluyordu, bence iki kesin öbeğe ayrılıyorlardı aralarında.Yeni türemiş şirketlerin genç katipleri -daracık ceketleri, cilalı çizmeleri, bol briyantinli saçları, kibirli dudaklarıyla dikkati çekiyorlardı.Daha iyi bir sözcük olmadığı için masabaşıcılık diye adlandırılabilecek kambur duruşları bir yana bırakılırsa, bu kişilerin tavırları, on iki ya da on sekiz ay önce bon ton'un doruğu sayılan kusursuzluğun tıpkı-basımı gibiydi.Taşralı toprak sahiplerinin ıskartaya çıkardığı zarafeti devralmışlardı; bence bu sınıfın en iyi tanımı böyle yapılabilir.
Köklü firmaların üst düzeydeki katiplerinden, ya da 'bizim güvenilir eski delikanlılar' dan oluşan öbekte yanılmak olanaksızdı. Üstlerine gevşekçe oturan siyah ya da kahverengi ceketleriyle pantolonlarından, beyaz boyunbağlrıyla yeleklerinden, hantal, sağlam pabuçlarından, uzun kalın çorapları ya da tozluklarından hemen anlaşılıyorlardı.Hepsinin saçı azıcık seyrelmişti, dazlak kafalarının sağından, uzun süre kalem sıkıştırılmış kulakları, garip bir biçimde fırlıyordu.Gördüğüm kadarıyla, şapkalarını giyip çıkartırken iki ellerini kullanıyorlardı hep, saat takıyorlardı, saatlerinin kösteği kısa, altın, geleneksel ve eski modaydı.Onların derdi, saygınlık özentisiydi -böylesine sahici bir özenti saygıdeğerse tabii.Aralarındaki bir sürü çarpıcı görünüşlü kişiyi ilk bakışta tanıdım, bütün büyük kentleri içiin için kemiren züppe,hızlı yankesiciler soyundan geliyorlardı.Bu taşralı beyleri büyük bir merakla izledim ve gerçek beyefendilerin onları nasıl beyefendiden sayma gafletine düştüklerine şaşıp kaldım.Kollarını sözüm ona içtenlikle yerli-yersiz sallamları yeterli bir ipucuydu.
Yine de sayıca hiç de az olmayan kumarbazları saptamak daha kolaydı.Her çeşit kılığa bürünmüşlerdi; Kadife yelekli, fantezi fularlı, altın zincirli, düğmeleri kakmalı, onulmaz üçkağıtçı kabadayı kılığından tutun, sadeliğe özen gösteren ve göze batmayan rahip kılığına kadar, ki daha çok kuşku uyandıran göze batıcı bir kılık asla bulunamazdı.Hepsi, tenlerinin kara-sarılığı, gözlerinin donukluğu, dudaklarının solukluğu ve kenetlenmişliğiyle kendilerini ele veriyorlardı.Dahası, kimliklerini hemen saptamama yarayan iki özellik daha vardı: Özenle alçak sesle konuşma ve başparmağı öbür parmaklara göre bir dikaçı oluşturacak biçimde abartılı sallama alışkanlığı. Bu dolandırıcıların bulunduğu yerlerde, sık sık, ayrı telden çalsalar da aynı meşrebi paylaşan bir insan soyuyla karşı karşıya olduğumu anlamışımdır.Onları zekalarıyla geçinen beyler diye tanımlayabiliriz.Topluma iki koldan saldırıya geçiyorlar anlaşılan -züppeler ve asker taburlarıyla.Birincilerin en çarpıcı özelliği, uzun perçemlerle gülücükler, ikincilerinse;kordonlu üniforma ceketleriyle çatık kaşlar.
Soyluluk denen hiyeraşinin alt kesimlerine indiğimde, üstünde kafa yoracak daha karanlık, daha derin koularla karşılaştım.Yüz çizgileri bütünüyle iğrenç bir yaltaklanma yansıtrken gözlerinden akbaba ışınları saçan Yahudi gezgin satıcılar gördüm; yalnızca umutsuzluğun dürtüsüyle geceye sığınan soylu dilencileri, horlayan anasının gözü sokak dilencileri gördüm; rasgele bir avuntunun, yitirilmiş bir umudun peşinden koşarcasına kalabalıkta düşe kalka ilerlerken karşısına çıkan herkese yakarırcasına bakan, bedenlerine ölümün eli değmiş, kanı çekilmiş düşkünler gördüm; uzun bir iş gününün sonunda, geç saatte, neşesiz bir eve dönen -değil elle sarkıntılıkları- saldırgan bakışları bile önlenemeyen sokak serserilerinin karşısında öfkelerini yutup gözyaşları döken çekingen kızlar; kentin her türden, her yaştan kadınları - teninin Paros mermeri pürüzsüzlüğüyle Lukianos'un söz ettiği yontuyu çağrıştıran eşsiz güzellikteki genç kız, -içi çirkef- paçavralara sarınmış iğrenç bir zavallı, yüzü kırışıklıklar içinde, boya küpüne batmış, takıp takıştırmış, gençlik hevesinde bir dilber-eskisi; bedeni gelişmemiş ama mesleğin tiksinç cilveleriyle nicedir içli-dışlı olduğundan ötürü şehvet dendiğinde ustalarıyla aynı kefeye konmaya can atan işinin ehli kız çocuğu; sayıya ya da tanıma sığmayan nice sarhoş -bazıları hırpani, yalpalıyor, dilleri kenetlenmiş, suratları mosmor, gözleri ışıksız- bazılarının giysileri kirli ama hiç değilse lime lime değil daha, azıcık sendeliyorlar yürüyorken, dudakları etli ve obur, kırmızı yüzleri dost -bazıları bir dönemin iyi kumaşlarını giymişler, üstleirni hala özenle fırçaladıkları belli,- yürürken olağandışı bir hız tutturan, seyirterek koşturanlar, ne var ki bet-beniz atmış, gözleri yırtıcı, kançanağı gibi, o sıkışıklıkta ilerlemeye çalışırken önlerine çıkan her nesneye titrek parmaklarıyla tutnmaya çabalayan insanlar; onların yanı sıra, hamallar, kömürcü çırakları, org çalanlar, maymuın oynatıcıları, sokak şarkıcıları, şarkıcı şakşakçıları; düşkün 'sanatçı'larla tükenmiş emekçilerin her çeşidi, hep birlikte kulağı tırmalayan, göz sinirlerini sızlatan bağırgan bir neşeyle dolup taşıyorlardı.
Gece ilerledikçe, sahneye duyduğum ilgi de arttı; çünkü kalabalığın genel yapısı yalnızca maddi bir değişime uğramıyor (gecenin geç saati her türlü rezilliği ininden dışarı çıkardığından, kalabalığın yumuşak çizgilerini oluşturanlar, ortalıktan çekildikçe, kaba hatlar iyice belirginleşiyordu) gaz lambalarının batan günle savaşırken cılız çıkan ışınları da artık zaferi kazanmışlardı, her yana yarım yamalak, cafcaflı bir parıltı saçıyorlardı.Ortalık karanlık ama olağanüstü görkemliydi -tıpkı Tertullianus'un biçeminin benzetildiği abanoz gibi.
Işığın yarattığı çılgın etkilerin sonucu, tek tek yüzleri incelemeye mıhlandım; pencerenin önünden akan ışık selinin hızı her ne kadar her yüze bir kereden fazla göz atmamı engelliyorduysa da bulunduğum özel ruh durumunda, o kısacık bakış süresinde bile uzun yılların tarihni okuyabildiğim oluyordu sık sık.
Alnımı cama dayamış, kalabalığı gözlemlemeye dalmışken, birdenbire bir yüz sıyrıldı aradan (altmış beş ya da yetmiş yaşlarında, eli ayağı güç tutan bir ihtiyarın yüzü)-benzersiz gariplikteki anlatımıyla bütün ilgimi kendine odakladı ve koyvermedi.Bu yüzdeki anlatımı uzaktan yakından andıran bir şey görmemiştim daha önce.Onu görür görmez, ilk aklıma gelen, Retzch bu yüzü görseydi, kendi çizdiği iblislere yeğlerdi düşüncesiydi.Bir anlık ilk gözlemim sırasında, yüzde okunan anlamın bir çözümlemesini yapmaya kalkıştığımda, kafamda karmakarışık, iç içe ikilemler depreşti, engin bir zihin gücüne, sakınganlığa, pintiliğe, açgözlülüğe, serinkanlılığa, kötücüllüğe, kan-içiciliğe, zafere, neşeye, korkunç bir dehşete, müthiş bir -evet müthiş bir umutsuzluğa ilişkin düşünceler. Tepeden tırnağa sarsıldım, donup kaldım, büyülendim."Kim bilir," dedim kendime, "bu göğüs kafesinde ne yırtıcı bir tarih yazılıdır!" Sonra onu gözümden uzak tutmamak -hakkında daha çok şey öğrenme isteğiyle yanıp tutuştum.Çabucak paltomu üstüme geçirip şapkamla bastonumu kaparak sokağa fırladım, demin onun gittiği yöne doğru yürüdüm kalabalığı yararak; çünkü gözden yitmişti bile.Fazla güçlük çekmeden yetiştim ona, yanına yaklaştım, ilgisini çekmemek için birkaç adım ardından yürümeye başladım.
Artık onu yakından inceleme olanağına kavuşmuştum.Kısa boylu, sıska, besbelli çelimsiz bir adamdı.Üstü başı genelde dökülüyordu; ama ara sıra bir lambanın keskin ışığı üstüne vurduğunda, giysisi kirli olsa da kumaşının nefis olduğunu ayırt ettim; belki gözüm beni yanıltmıştı ama sık düğmeli, besbelli elden düşme roquelaire'inin arasından bir elmasla bir hançer ilişti gözüme.Bu gözlemler merakımı büsbütün arttırdı, yabancı nereye giderse gitsin, peşini bırakmamaya karar verdim.
Gece iyice bastırmıştı, kentin üstünde kalı, nemli bir pus asılıydı.Bu hava değişikliği, kalabalıkta tuhaf bir etki yarattı, hemen yeni bir kımıltı başladı,hepsi şemsiyeler dünyasının gölgelerine sığındı.İtişip kakışma,uğultu on kat arttı.Ben yağmuru pek umursamadım doğrusu -bedenimde sinsice uyuyan eski hummanın yoklayışıyla havadaki nemin verdiği haz, nedense tehlikeli bir boyuta varıyordu git gide.Ağzıma bir mendil bağlayarak yürümeyi sürdürdüm.İhtiyar, yarım saat kadar geniş caddeyle boğuşarak yol aldı; onu gözden kaçırırım korkusuyla dirseğinin dibinden ayrılmadım.Bir kere bile dönüp bakmadığı için beni farketmedi, biraz sonra bir ara sokağa saptı,bu sokak da oldukça kalabalıktı ama deminki ana cadde gibi hıncahınç değildi.Sokağa girince tavrında gözle görülür bir değişiklik belirdi.Daha ağır adımlarla, daha gevşek yürüyordu -daha sık duraksayarak.Boyuna karşıdan kaşıya geçiyordu da belli bir amacı yoktu gördüğüm kadarıyla;itiş-kakış o kadar artmıştı ki peşinden bir ayrılmamam gerekiyordu.Dar, uzun bir sokaktı; ihtiyar, bir saat kadar yürüdü o sokakta, bu arada yoldan geçenlerin sayısı, Brodway'de, park dolaylarındaki olağan öğleüstü kalabalığının sayısına düşmüştü -Londra nüfusuyla uğramadan edilemeyen bir Amerikan kentinin nüfusu arasında böyle bir uçurum yatıyor.İkinci kavşaktan sapınca ışıl ışıl, cıvıltılı bir alana vardık.Yabancı, yine eski bildik haline dönmüştü.Çenesi göğsüne düşmüştü ama çatık kaşlarının altından fıldır fıldır gözleriyle kendisini kuşatan kalabalığı inceliyordu.Alanı bir kere çepeçevre dolandıktan sonra gerisin geri geldiği yola dönmesine şaştım.Aynı döngüsel yürüyüşü birkaç kere yapmasına daha da çok şaştım-bir keresinde, ani bir dönüşünde beni az kalsın yakalıyordu.
Bu temrinle bir saat daha geçirdi,süre dolduğunda aramıza girenlerin sayısı iyiden iyiye azalmıştı.Yağmur hızlanmıştı;hava serinlemişti; insanlar evlerine çekiliyorlardı.Canının sıkıldığını belirten bir el-kol sallayışıyla, gezgin, daha tenha sayılabailecek bir sokağa saptı.Aşağı yukarı dört kilometre yürüdü bu sokakta, o yaşta birinden asla bekleyemeyeceğim bir canlılık, ayakta durmakta güçlük çektiğim bir hızla.Birkaç dakika sonra geniş ve işlek bir çarşıdaydık, yabancının ora esnafını, halkını iyi tanıdığı anlaşılıyordu, satıcılarla müşteriler arasında amaçsızca dolaşırken, oradan oraya koşuştururken yine kendi olmuştu.
Çarşıda geçirdiğimiz yaklaşık bir buçuk saat boyunca dikkatini çekmeden onu göz erimimde tutmakta epey zorlandım.Neyse ki lastik tabanlı pabuçlar giymiştim de çıt çıkarmadan yürüyebiliyordum.Kendisi göz altında tuttuğumu bir an bile fark etmedi.Dükkan dükkan dolaşıyor, ne fiyat soruyor, ne tek söz söylüyor, tezgahtarlara çılgın gözlerle boş boş bakıyordu.Şaşkınlıktan donup kalmıştım, ona ilişkin birtakım doyurucu bilgiler elde etmeden peşini bırakmamaya kesin karar verdim.
Derken, alan saati bangır bangır on biri vurdu, çarşı hızla boşalmaya başladı.Kepengini indiren esnaftan biri, ihtiyara çarptı, o anda yabancının tir tir titrediğini gördüm.Çarçabuk sokağa attı kendini, bir an ortalığı kaygıyla kolaçan ettikten sonra in-cinin top oynadığı eğri büğrü sokaklarda inanılmaz bir koşu tutturarak bizi başlangıç noktamıza,D... Oteli'nin bulunduğu geniş ana caddeye getirdi.Ama sokağın eskisine benzer hali yoktu.Lambalar hala parlaktı ama yağmur iyice bindiriyordu, kala kala birkaç kişi kalmıştı.Yabancı sapsarı kesildi birden.Bir süre önce hıncahınç olan caddede birkaç adım yürüdükten sonra derin bir iç çekişle ırmak yönüne döndü, bir sürü dolambaçlı yola gire-çıka sonunda kentin belli başlı gösterim salonlarından birinin önüne vardı.Salon kapanmak üzereydi; seyirciler, kapılara doluşmuştu.Kendini kalabalığın arasına atarken ihtiyarın hızla soluduğunu gördüm, soluk alamıyordu sanki;yine de yüzündeki yoğun acı seyrelmişti bence.Başı yine göğsüne düştü; ilk gördüğüm halindeydi.Artık seyircilerin çoğunun gittiği yöne doğru yürüdüğünü saptamıştım - ama davranışlarının kökenindeki hınzırlığı çözebilmiş değildim.
O ilerledikçe, kalabalık daha da azaldı ve ihtiyar baştaki tedirginliğine, kararsızlığına döndü yine.Bir süre, on ya da on iki kişilik bir cümbüşler kümesinin ardına düştü; ne var ki kümedekiler teker teker elenince, dar ve karanlık tenha yolda üç kişi kaldı.Yabancı duraladı, bir an, düşüncelere dalmış göründü;sonra yoğun bir huzursuzluğun bütün belirtilerini vererk şimdiye kadar geçtiklerimizden çok farklı yörelerden geçen ve bizi kentin kıyısına götüren bir yolu hızla izledi.Burası her şeyin en iğrenç yoksulluğunun ve en kara suçun en berbat damgasını taşıyan, en gürültülü mahallesiydi Londra'nın.Binde bir bir lambanın loş ışığında, upuzun, epeski, kutların kemirdiği ahşap yapılar, hangi yana yıkılacakları keyiflerine kalmış nice şımarık yapının arasında geçite benzer bir şey bile görünmüyordu. Kaldırım taşları aralarından fışkıran otlarla yerlerinden oynayıp ortalığa saçılmıştı.Dolup taşmış lağım müthiş bir pislik üretiyordu.Havayı bir çaresizlik kokusu sarmıştı.Ama biz yürüdükçe, insan yaşamına ilişkin sesler, güvenilir bir biçimde, derece derece arttı, ve sonunda Londra nüfusunun en dışlanmışları, geniş kollar halinde yalpalamaya başladılar gözlerimizin önünde.İhtiyarın içi, tükenmek üzere olan bir ışığın son gürlüğüyle canlandı.Bir kere daha hızlı bir yürüyüş tutturarak ileri atıldı.Birdenbire bir köşe dönüldü, gözümüzü parlak bir ışık aldı, ve kendimizi gem tanımazlığın taşralı tapınaklarının birinin önünde bulduk -Cin'in saraylarından birinin önünde.
Gün doğdu doğacaktı; yine de görkemli kapıdan onulmaz ayyaşlar girip çıkıyorlardı habire.İhtiyar, kısık bir sevinç çığlığı atarak aralarından geçti, eskiden yaptığı gibi amaçsızsa bir ileri bir geri yürüdü kalabalığın arasında.Koşuşturması fazla uzun sürmedi, kapılara üşüşen kalabalıktan, ev sahibinin kapıları geceliğine kapattığı anlaşıldı.Gözlerimi üstünden bir an ayırmadığım benzersiz yaratığın yüzünde o an gördüğüm, umutsuzluktan da öte bir duyguydu.Öyleyken, bir an bile işini aksatmadı,tersine, dirice bir dirimle gerisin geri, şanlı Londra'nın göbeğine doğru yürüdü hemen.Uzun adımlar atarak hızla uzaklaşıyordu, bense gözlerim faltaşı gibi açılmış, dikkatimi bütünüyle verdiğim bu araştırmadan eli boş dönmemek için onun izini sürüyordum.Biz yürürken güneş doğdu, kalabalık kentin en cıvıltılı yöresine, D... Oteli'nin sokağına vardığımızda, bir akşam önceki kargaşayı, itiş-kakışı aratmayan bir manzarayla karşılaştık.Orada da her an artan çalkantının arasında yabancının peşini bırakmadım.Her zamanki gibi koşuşturup duruyordu, gün boyunca sokağın kargaşasından bir an uzak kalmadı.İkinci akşamın karanlığı çökerken, bitkinlikten ölecek gibiydim, yabancının önünde dikilip gözlerinin içine baktım.Beni görmedi bile, kararlı yürüyüşünü sürdürdü, bense onun peşini bıraktım, yerimde çakılı kalıp düşünceye daldım."Bu ihtiyar," dedim kendi kendime, "kapkaranlık cürümün tipik bir örneği, dehası.Yalnızlığı dışlıyor.Kalabalıkların adamı o. İzini sürmek boşuna; ne kendisi ne de yapıp ettiği hakkında bilgi edinebileceğim.Dünyanın bu en katı yüzünün dökümü, 'Hortulus Animæ'den de kalın bir cilt tutuyor ve ola ki Tanrı'nın en büyük bağışlarından biri 'er sich nicht lesen'"
__________________
TO LİVE İS TO DİE...

Konu mezarkabuL tarafından (06-11-2009 Saat 12:17 ) değiştirilmiştir..
mezarkabuL Ofline   Alıntı ile Cevapla