Guest | DEMOKRASI KAVRAMI Demokrasi iktidarın halkçı kökenli olduğunu savunan ve iktidarı halka dayandıran teoridir. Amerika cumhurbaşkanlarından Abraham Lincoln’un çok ünlü olmuş “demokrasi halkın, halk içim, halk tarafından yönetimidir” tanımına göre bir ülkede uygulamada demokrasi olabilmesi için halkın aynı zamanda yönetilen ve yöneten olması veya en azından yönetilenlerin (halkın) büyük bölümünün iktidarın kullanılmasına katılması gerekmektedir. Birinci bölümün iktidar kavramı ve batı demokrasisi ayrımında demokrasi ile ilgili açıklamalara ek olarak biraz aşağıda deyineceğimiz çok farklı demokrasi anlayışları, çok farklı tanımlar nedeniyle demokrasinin tam bir tanımını yapmak olanaklı görünmemektedir. Kaldı ki, demokrasi konusunda bugün siyasal yaşamın motoru konumunda olan siyasal, partilerin tümü tarafından bir belirsizlik görülmektedir. Bu belirsizliğin nedeni, aşırı sağdan aşırı sola kadar siyasal eğilimleri temsil eden her bir siyasal partinin kitleyi çevrelemek için demokrasiyi özü itibariyle değil biçimsel olarak kullanmasıdır. Aşırı sağ ve sol partilerin özgürlükçü, çoğulcu içerikden yoksun demokrasi anlayışı ile liberal görünümlü (sol merkez, sağ partilerin çoğulcu özgürlükçü ve insan haklarına saygılı demokrasi anlayışı birbirinden çok farklıdır. Kuşkusuz her bir siyasal, eğilim yönetenler yönetilenler çerçevesinde, benimsediği ideolojiye göre belirlenen bir İktidar sistemine dayanmaktadır. Diğer bir deyişle yönetenler ellerindeki güç kullanma ve yaptırım tekeli ile yönetilenlerde seçim aracı ile yönetenleri iş başına getirme olanağı ile uyumlu diyalogun toplum yaşamında ilişkileri belirleyebilmesidir. Demokrasi düşüncesi, genel olarak aşağıdaki öğelerden oluşur: - Kişi - toplum ilişkilerinin belirlenmesi sürecine halkın tümüyle katılması; - Azınlık haklarına saygılı bir çoğunluk yönetiminin sağlanması; - Kişiye ait hak ve özgürlüklerin korunması; - Toplumun tüm üyelerine fırsat eşitliğinin sağlanması, Bu dört niteliği biraz daha açarak demokrasiyi aynı zamanda diğer siyasal rejimlerden ayıran özelliklerden de söz edebiliriz. Demokrasilerde genel politikayı belirleyen ve yapanlar diğer bir deyişle yönetenler, belirli aralıklarla yapılan seçimlerde halk tarafından belirlenmekte ve denetlenmektedir. Ayrıca, seçimlerin bu işlevi, çıkar ve baskı grupları aracılığı ile sürdürülen denetimle de pekiştirilmektedir. Demokrasi, eşitlik kavramını her zaman içermiştir. Ancak fırsat eşitliği ilkesi çok değişik anlamlara gelebilir: - Çalışıp, gayret gösteren her bireye insani yaşam açısından eşit bir hak tanıma anlamına Veyahut bir bireye daha geniş olanaklar sağlayabilmesi için toplum içi yarışmasında eşit hak sahibi olması anlamına gelmektedir. Demokrasilerdeki temel ilkelerden biri olarak kabul edilen siyasal eşitlik, yöneticilerin seçiminde eşit oy hakkı biçiminde uygulamaya yansımakta ve önceden belirlenmiş niteliklere sahip olanlara verilmektedir. Her oy eşit etkinliktedir ve bu nitelikleri taşıyan herkes tek oy hakkına sahiptir. Kuşkusuz, demokrasilerde halkın yönetici kadro üzerindeki etkinliği bazı koşulların da gerçekleşmesine bağlı olup bu koşullar yöneticileri seçeceklerin tercihlerini özgür bir biçimde yapmasını, yönetici adaylarına ise serbest rekabet koşullarının sağlanmasın gerektirmektedir. Tercihlerin özgür bir biçimde yapılıp yapamadığı ve serbest rekabet koşullarının neyi ifade ettiği tartışmaları süregelmektedir. Bunların çözümü genel bir ölçüte bağlanarak getirilemez, ancak sosyal değerler sistemi içinde çözümlenebilir. Demokrasilerde kararların belirlenmesine de çoğunluk ilkesi geçerlidir. Ancak bu ölçütlerin tümü bir arada kullanılarak siyasi sistemin demokratikleştiği konusunda bir fikir edinmek olanaklıdır. Gladstone bu konuda şöyle demiştir: “Bir ulus denilecek büyüklükteki Halk, hiçbir zaman kendisini, yönetmemiştir insan yaşamında erişilmesi mümkün olan en yüksek düzey yönetenlerin seçilmesidir.” Gerçekten demokrasi de bu amaca yardım edebilecek bir araç, ancak temsili bir sistem olabilir. Temsili bir sistemden söz edildiğinde ortaya yeni bir sorun çıkmaktadır: Azınlık hakları ile çoğunluk haklarının karşılıklı durumları. Şöyle ki, bir demokraside çoğunluk hakları nerede sona erer, azınlık hakları nerede başlar? Bu sorunun getireceği geniş tartışmalara girişmeden sadece şunu belirtelim ki; azınlığın çoğunluk olma ve iktidara gelebilmenin çoğunluk tarafından önlenememesi demokrasinin ana ilkesidir. Bu ilkeyle, kitlenin büyük bir kısmının seçme yapması sonucu azınlık çoğunluğa, çoğunluk azınlığa dönüşebilmektedir. Günümüzde ülkelerin büyük çoğunluğu demokrasi anlayışına sıkıca bağlı olduğunu söylemektedir. Bu demokrasinin bir meşruluk ilkesi olmasından ileri gelmektedir. Sistemler kendilerini meşrulaştırmak için demokratik, görünmek zorundadırlar. Demokratik görünüm ise ancak iktidarlar halk otoritesine dayandığı zaman sağlanabilir. iktidarın halk otoritesine nasıl dayandırılacağı sorunu ise hala farklı sistemler arası tartışmalara kaynaklık etmektedir. Temsil mekanizması, çoğunluk yönetimi muhalefet, iktidarın, kontrolü, rekabet bu tartışma konularına verebileceğimiz çok sayıdaki örneklerden sadece bir kaçıdır. İşte bu nedenlerle, demokrasilerinne olduğu ve nasıl işlemesi gerektiği sorunu yapısal ve davranışsal olmak üzere farklı yaklaşımların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Demokrasi kavramı, genel olarak, hem bir fikirler bütününü hem de belirli bir siyasal sistemi ifade etmektedir. Siyasal olarak, yönetenlerin iktidarını sınırlamak için girişilen çaba ve eylemler (halk temsilcileri meclisleri, oy hakkının genişlemesi gibi) sonuçta yönetenler ile yönetilenlerin birbirine kaynaşması ve yaklaşması amacına yönelmiştir. Anayasacılık hareketleri sonucu devletin (siyasal iktidarın) bir anayasayla sınırlandırılması ile demokrasi paralel bir biçimde oluşmuş ve gelişmiştir. Demokratik düşünce mutlak iktidarlara karşı mücadele aracı olarak kullanıldığı sürece görevi, iktidarın sınırlandırılmasının bir değişkeni olarak görünmüştür. Ulus egemenliğinin ve onun iktidarının temsilcileri aracılığıyla kullanılmasının kabulü, kralı bertaraf etmek ya da en azından Kralın iktidarını sıkı sıkıya sınırlamayı amaçlamıştır. İktidar demokratik bir görüntü kazandıktan sonra demokrasi azınlıktan kurtulur ve iktidarı sınırlamak aracı olmaktan çıkar. Böylece demokrasinin işlevi artık sadece iktidarı haklı göstermek olur. Bu durumda temelini tüm vatandaşlara dayandıran ve daha sağlam biçimde doğrulayan iktidarın sınırlanması sorun olma niteliğini yitirebilir. II - KLASİK DEMOKRASİ Klasik demokrasi, batı demokrasisi liberal demokrasi, siyasal demokrasi çoğulcu demokrasi hepsi aynı olguyu ifade eden deyimlerdir. Diğer demokrasi anlayışı ise Marxist demokrasidir. Klasik demokrasi, tarihsel olarak ilk ortaya çıkan demokrasi türü olup demokrasinin klasikleşmiş biçimidir. Bu tür birbirinden farklı değişik siyasal ve kurumsal sistemlerle bağdaşabilmektedir: Başkanlık rejimi, tek ve çift partili parlamenter rejim gibi. Çoğulcu demokrasi toplumda sayıca fazla olanların düşüncesini temsil edenlere iktidarı vermeyi amaç alır. Batı kültürünün bir ürünü olan ve bu kültürün değerler sistemine dayanan liberal demokrasi kapitalist pazar ekonomisine gerek duyduğu, sosyal ve siyasal kurumlardan oluşmaktadır. Piyasa ekonomisinde kişisel girişime dayanan kapitalist ekonominin yeşermesini, güçlenmesini sağlayan ortam liberal demokrasidir. Bu tür demokrasinin özellikleri genel oy, siyasal çoğulculuk ile kişi hak ve özgürlüklerinden oluşmaktadır: Genel oy ilkesi bütün vatandaşların, oy hakkı olacağını varsayar. Ancak yaş ve milliyet gibi koşulların kısıtlayıcı zorunluluğu yanında ülkede oturan tüm kişilerin oy hakkına sahip olması yanında vergi ödeme, gelir durumu, oturma süresi, öğrenim düzeyi gibi fazladan aranılan koşullarla seçmenlerin elenmesiyle bağdaşamaz. Ayrıca genel oy dolaysız olduğunda, yani halkın temsilcilerini aracısız bir biçimde seçebileceği durumlarda daha demokratiktir. Siyasal Çoğulculuk; Vatandaşların örgütlenmiş birçok siyasal eğilimi temsil edensiyasal partiler arasında bir seçme yapabildiği durumlarda bir seçimden söz edilebilir. Bu konuda farklı olasılıklara göre amaçları tanımlamak, faaliyet programlarını hazırlamak ve onları halka sunmak siyasal partilerin görevidir. Seçmenin serbest olabilmesi için halkın rakip partiler tarafından tam olarak aydınlatılması zorunludur. Bu da, basın, dernek, toplantı gibi temel hak ve özgürlüklerin tanınması ve fiilen kullanılması ve radyo, televizyon gibi çağdaş haberleşme ve ifade araçlarının kullanılmasını gerektirir 1- Klasik Demokrasinin Oluşturduğu Ortam Batı demokrasisi ile ilgili açıklamalara dayanarak klasik demokrasi ulus-devlet aşamasına varmış toplumlarda ortaya çıkmıştır. Klasik demokrasi Hıristiyan felsefesinin etkisinde Hıristiyan ülkelerde ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Klasik demokrasi çağa göre ileri sayılabilecek belirli bir kültür düzeyine ulaşmış ülkelerde doğmuştur. Böylece demokrasiyle kültür arasında sıkı bir ilişki vardır. a- siyasal kültür Toplumda birbiriyle etkileşim sürecinde olan insanlar ortak eylemleri konusunda fikir ve beklentileri tutum ve inançlar oluştururlar. Bu fikir, beklentileri tutum ve inançlar bütününe kültür sistemi denilir. Böylelikle her toplumun kendine özgü bir kültür sistemi vardır. Ne var ki, toplum türdeş bir yapı oluşturmadığı ve toplum içerisinde çeşitli ve çoğu kez birbirleriyle rekabet yâda çelişki durumunda olan gruplar,var olduğu için toplumun oluşturduğu genel kültür, sisteminde de toplumsal alt gruplara ait alt kültürler vardır. Genel toplumu ele aldığımızda, ulusal bütünün egemen kültür sistemi içinde bölgesel ve yerel alt kültür sistemleri var olabilir. Bu alt kültür sistemlerinin siyasalalanda önemli etkileri vardır. Bazı alt kültürler ulusal düzeyde egemen olan ve siya§al iktidarca resmileştirilen kültürün doğrultusunda olmayıp, bunu yıpratıcı hiç değilse etkisiz hale getirici eylemlere yönelikolabilir. Toplumun bütün içindeki kültür sistemiyle alt kültürlerin varlığını siyasal bir önem taşıdığı bir gerçektir. Farklılıklar toplumun bütün zenginliğini, yaratıcı dinamizmini getirmekle beraber farklılıklar önemli veyolun çelişkiler getirdiği zaman toplumun devam ettirilmesi için ön koşul olan toplumsal uyum yitirilmiş olabileceğinden sistem dağılır. Bu, bağlamda çalışmaların yoğunluğu ve şiddeti toplumun çözülmesine yol açar. Bu nedenledir ki siyasal sistemin işlerliği için siyasal kültürün asgari bir uyum sağlaması gereklidir: Her siyasal sistemde kişilerineylemlerine anlam veren, kurumlara saygıyı sağlayan ve siyasetinmeşruluğunu kanıtlayan bir siyasal kültür vardır. Siyasal kültür kişininsiyasal davranışını, belirlediği gibi toplumun değer ve normlarından oluşan siyasal sistem yapısını da biçimlendirir. Başka bir deyişle siyasal sistem toplumdaki egemen siyasal kültürün ürünü olup ikisi arasında etkileşim kuvvetlidir. Demokrasiye uygun siyasal kültür nedir? Nasıl olmalıdır? Bilindiği gibi, demokratik hükümetin başlıca özelliği iktidar ile sorumluluk arasında maksimum bir denge kurmasındadır. Demokratik hükümet kararlarını uygulamak için belirli bir hareket serbestîsine ve iktidara sahiptir. Ancak aldığı kararlar yurttaşın istek, umut ve beklentilerinin doğrultusundadır. Demokratik siyasal sistemde yurttaşların isteklerini öğrenmek için hükümetin elinde bilgi alma olanakları vardır. Bununla beraber unutmamak gerekir ki, demokrasinin işlemesi için kusursuz bir anayasa ve kurumlar yeterli değildir. Demokratik siyasal sistemin işlemesi için demokrasiye uygun bir siyasal kültürün de toplum içerisinde egemen durumda olması gerekir. Demokrasi rejiminin biçimsel çerçevesi yanında yurttaşların da otorite anlayışları demokratik fikirler doğrultusunda olmalıdır. Demokrasiye uygun fikirler nelerdir? Toplumdaki egemen görüşe göre bireyin değeri mutlaktır. Bireyin değerinin üstün görülmesi bireylerin fikirlerinin diğerlerince sayılmasına yol açar. Ve siyasal sisteme katılmayı sağlar. İktidar, çoğunluğun fikirlerini temsil edip onlara uygun bir biçimde toplumu yönettiği sürece, toplumun tüm kesimleri ve gruplarınca meşru otoriteye sahip kabul edilir. b - Teknik Çevre Demokrasinin oluşum ve gelişmesi teknik ilerlemelerle ilişkilidir. Klasik demokrasi birinci sanayi devrimi (buhar makinesi, tren, dokuma tezgâhtan) ile ortaya çıkmış, ikinci sanayi devrimi ile (elektrik motoru, patlamalı motor) pelişri1iştir. Batı ülkelerinin varlığı üçüncü teknik devrim (elektronik, atomik güç, otomasyon, kamuoyunu kontrol etmek ve saptamak için modern teknikler) aşamasında ilk baştaki oluşumun koşulları değiştiğinden- klasik demokrasi için bir takım sorunlar ve güçlükler belirmiştir. Klasik demokratik mekanizmaların üstünlüğü teknokrasi olgusu nedeniyle tartışma konusu olmuştur. c- Ekonomik Çevre Klasik demokrasinin doğuşu ve gelişmesi liberal kapitalizmin ortaya çıkması ve' gelişmesi ile aynı zamandadır. Bu beraberlik birçok biçimde yorumlanabilir. Marxist yoruma göre siyasal kurumlar belirli bir sosyo-ekonomik yapıya bağ1ı olarak oluşan üst yapılardır. Toplumun alt yapısını üretim gücü ile üretim ilişkilerinden oluşan ekonomik yapı oluşturur. Toplumsal yaşamın diğer kurumları ve yapıtları (inançlar, sanat, din, siyasal rejim) sosyo-ekonomik alt yapıya dayanan ve ona göre biçimlenen üst yapılardır. Bu yüzden de kapitalizm liberalizmin bir ürünüdür. Marx “su değirmeni feodaliteyi, buhar makinesi kapitalizmi yarattı” derken feodalitenin ortaya çıkışında siyasal etkenlerin önemini göz önünde tutmamıştır, Kuşkusuz su değirmeni feodalitenin oluşmasında rol oynamıştır, Fakat Duverger'in dediği gibi Roma imparatorluğu'nun parçalanmasıyla siyasal otoritenin zayıflamasının da feodalitenin oluşmasında etkisi büyük, olmuştur. Bu nedenle ekonomik yapının kurumları tayin ediciliği mutlak değildir. Ayrıca büyük siyasi biçimlerin algılanması ekonomik düzeydeki değişmelere zorunlu olarak bağlı görünmemektedir. Bütün bunlardan " başka belirli iktisadi yapılar çok kere ideolojiler ve düşünce biçimleriyle ilişkilidir. S.S.C.B.'de belirli bir 'ekonomik yapıyı bizzat ideoloji biçimlendirmiştir. Dolayısıyla ekonomik yapılar, siyasal kurumların bir çevresi olarak kabul edilebilir. Siyasal kurumlar ile sosyo-ekonomik yapı arasında karşılıklı sıkı ilişkiler nedeniyle sosyo-ekonomik yapıya uygun olmayan siyasal kurumlar zamanla görüntü değiştirebilir. Bunun somut örnekleri az gelişmiş ülkelerde görmekteyiz. Batıdan alınan siyasal rejimler ekonomik düzeydeki farklılık nedeniyle bu ülkelerde çok kere diktatörlüğe dönüşmektedir. Klasik demokrasinin ekonomik çevresi olarak liberal kapitalizm gösterilmektedir. Liberal kapitalizm piyasa çevresi içinde birbiriyle rekabet halinde olan çok sayıda ve çeşitli ekonomik birimlerin kapitalizmidir, Firma müteşebbislerinin kendi aralarında rekabeti olduğu gibi, müteşebbisler ile işçiler arasında da bir çekişme vardır. Bunun, sosyoekonomik düzeyde çok çeşitlilik nedeniyle siyasal alana yansıması vebu alanda da yarışmanın olması doğaldır. Siyasal partiler iktidar için yarışma halinde olan örgütlerdir. d - Sosyal Ve Tarihsel Çevre Ortaçağda Avrupa'da yaygın olan sosyo-ekonomik düzen, tarıma dayalı bir ekonomide topraklara sahip olanlarla bu topraklar üzerinde çalışıp üretimde bulunanların karşılıklı ilişkilerini ifade eden feodalite idi. Ülkeler feodal beyliklere ayrılmış ve feodal beylikler de topraklarını kendilerine sadık daha küçük beylere (vasallara) dağıtmışlardır. Bu topraklar üzerinde çalışan (serfler) feodal beylere bağlıydılar. Bu yapı içinde ülkelerin başındaki kralların iktidarları etkin olmayıp asil iktidar ve güç toprak sahibi feodal beylerin (senyerlerin) elinde idi. Feodal beylikler adeta birer küçük devletçiktiler. Ortaçağın sonlarına doğru Batı Avrupa toplumlarının yapılarını etkileyen birtakım değişmeler olmuştur. XI. yüzyıldan itibaren bazı teknik buluşlarla tarımda randımanın artması ve ulaşım koşullarının gelişmesiyle yaşam düzeyi yükselmiş, nüfus artmış; yollar ve köprüler çoğalmış ve insanlar arası ilişkiler gelişmişti. Böylece kapalı devre üretim yerine bir mübadele üretimine yönelinmeğe başlanmıştı. Kuşkusuz tarım gene hâkim sektördü ama bunun yanında tüccar, zanaatkârlar ve malı gücü olanlar giderek önemli bir rol oynamaya başlamışlardı. Bu durumun sonucu olarak kentlerde yaşayan yeni bir sınıf oluşmuştur: Burjuvazi. Burjuvazi yalnız, zenaat, imalat, ticaret, banka ve hizmetler gibi alanlardaki faaliyetleriyle değil aynı zamanda kullanıldığı yöntemlerle de kendini ayırt ettirir. Burjuvaziyle beraber kar ekonominin temel motoru olur. Oysaki randıman düşmesiyle toplumsal derecelenme, ,kişisel ilişkiler, topluluk, hizmet ve ayrıcalık düşüncesinin birbirine karıştığıfeodalite büyük toprakların işletilmesine dayanıyordu. Denizaşırı ülkelerin keşfiyle ticaret yollarının genişlemesinin ticaretle uğraşanları zenginleştirmesi, taşınmaz malların gelirleriyle yaşayan soyluların fakirleşmesi ve tarımda üretim tekniğinin değişmesiyle geleneksel sosyo-ekonomik düzen sarsılmıştı. Ortaçağda kilisenin dini iktidarı çok güçlüydü: Bu da kralların iktidarlarını sınırlıyordu. Genekralların iktidarlarını sınırlayan diğer bir durum feodaliteydi. Kilise ve feodalite krallara karşı mücadele içinde bulunuyordu. Burjuvazi, eski feodal düzenin hukuk ve toplumsal yapısını değiştirip kendi çıkarlarına uygun bir biçime sokmayı arzuladığından feodal beylere ve kiliseye karşı mücadelede kralların tarafını tuttu. Bu mücadelede feodalite ve kilise zayıflarken krallar ve burjuvazi güçleniyordu.Ortaçağın sonuyla sanayi devrimi arasındaki dönem feodalizmin yıkılışı ve güçlü merkezi ulusal devletlerin kuruluşlarına rastlar. Feodalitenin yıkılmasından sonra, merkezci mutlak monarşilere geçildiğinde iktidara ağırlığını koymak isteyen burjuvaziyle sınırsız iktidar olmak isteyen krallar arasında mücadele başladı. Bu arada dinde reform ve düşüncede yeniliğin (Rönesans) etkilerini de belirtmek gerekir. Bütün bu etkenler nedeniyle oluşan değişmeler toplumdaki sosyal değer ve yapıların sarsılmasına yol açmış ve bunun da klasik demokrasiye varan sonuçları olmuştur. Klasik demokrasi Fransız Devriminden önce Avrupa’daki ortam içinde oluşmuş ve fakat evrimi çok yavaş ve uzun olmuştur. XVIII. Yüzyıla kadar yalnız bir ülkede (İngiltere) hızlı bir gelişme göstermiş ve ancak Amerikan ve Fransız Devrimleri ile bütün Batı dünyasına yayılmıştır. 2- Batı Düşüncesi ve Klasik Demokrasi Klasik demokrasinin Batı'nın ürünü olması sadece coğrafi yönden değildir. Batı uygarlığının eğilimleri veya temel verileri kuşkusuz her ülkenin keııdi'1e özgü niteliklerini d,e içermektedir. Ancak genel ve ortak eğilimler olarak, Kişiye Güvenç, Diyalogun Erdemine inanç, Rasyonelliği saptayabiliriz. a- Kişiye Güvenç Batıda, geleneksel olarak, kişinin değer ve önemine karşı inanç, siyasal kurumların temel düşüncelerinden biri olarak kabul edilmektedir bu gelenek, Yunan-Roma (greko-romen) uygarlığının, Hıristiyanlığın feodalitenin ve XVII. Yüzyıl düşünürlerinin (özellikle J.J.Rousseau) katkılarıyla biçimlenmiştir. Yunan. Roma uygarlığı; serbest ve sorumlu maddi değerlere karşı ahlaki değerlerin üstünlüğü, tanrıların; Verdiği görevler yerine getirmenin zorunluluğu, toplumsal ilişkilerde adalet, kamu malı vesiyasal iktidar kavramlarıyla Batı dünyasına katkıda bulunmuştur. Hıristiyanlık, Yunan ve Roma dünyasından alınmış düşünce kavramlarına açıklık getirmiştir. Bu açıklıkla ilk çağ toplumlarında var olan köleliği reddetmiştir. Kişi iradesi hatalar işleyebilir bu nedenle bireysel girişimleri çerçeveleyen bir otoriteye gereksinme vardır. Bu, siyasal iktidar kavramını açıklığa kavuşturmuştur. Adalet düşüncesi, Tanrı adına acıma ve yardımlaşma düşüncesiyle tamamlanmıştır. Öbür dünyada fenalıklarımız ve iyiliklerimizin bir muhasebesi yapılmaktadır. Ancak dünya nimetlerine karşı ilgisizlik, fanilik gibi Hıristiyan ideallerin devlet-vatandaş arasındaki denge bakımından etkisi olumlu olmamıştır. Bu tür idealler vatandaşların siyasal iktidarla mücadele etmesini engellemiştir. Özellikle iktidarın kökeninin ilahi olduğu inancı yaygın olduğundan ilahi, iktidara karşı çıkmak kişilerin aklından geçmemiştir. Bu noktada reform ve rönesansın getirdiği değişiklik ve etki büyük olmuştur. Hıristiyanlık var olan sosyal-ekonomik bağların zayıflamasına yardım ederek yeni bir dönem olan feodaliteyi hazırlamıştır. Feodalite ise toplumun hizmetler mübadelesine dayandığı fikrini, şeref, sadakat, prense bağlılık duygusunu, toplumsal hiyerarşiyi getirmiştir. Eski Yunan - Roma kültürünün Hıristiyanlık ve feodalitenin getirdiği unsurlarla birleşmesiyle ortaya çıkan "bütün" üzerinde Rönesans sırasında yapılan çalışmalarla Batı ülkelerinin hümanist (insancıl) anlayışı ortaya çıkmıştır. Hümanist gelmek yaşam görüşü, insan kişiliğine saygı ve ekonomik düzende özel 'mülkiyete dayanma bakımından bireycidir Ancak kişi doğasının aksayan yönlerini gidermek gayesiyle sosyal örgütler yaratılması zorunluluğunu kabul ettiğinden kollektif yanlar da içermektedir. Kişiyi yanılgıları ve iyi yönleriyle bir bütün olarak ele almak ve kişiliklerin saygıya değer olduğunu kabul etmek ve yanılgılarını gidermek için çeşitli sosyal kurumlarla çerçevelemek (en önemlisi devlet) söz konusudur. Hümanist ve bireyci anlayış XVIII. yüzyıl filozof ve ekonomistleri tarafından büyük bir düşünce hareketli olarak daha da geliştirildi. Rousseau, Voltaire gibi düşünürlerin ve fizyokratların ana fikri, sadece fizik olayları değil aynı zamanda toplumsal, siyasal ve ekonomik sorunları da mantıki düşünmeye, akla dayandırmaktadır. Rasyonalizmle klasik anlayışın esaslarını akla dayandırmak için harcanan büyük çaba sonunda modern bireycilik doğmuştur. Modern bireycilik, klasik anlayıştan daha mutlakçı ve katıdır. Bu nedenle şiddetli eleştirilere uğramış ve tam karşıtı bir akım doğurmuştur: Sosyalizm. Bu son görüşlerce, faşizm ve nasyonal sosyalizm ile beraber, toplum ve sosyal örgüt kişiye üstün tutulmaktadır. Rousseau gibi çağının filozofları ve Fransız Devrimcileri için, insan tabiat olarak iyidir, bozulmuş olan sosyal kurumlardır iyi bir sosyal düzene sahip olmak için insanı var olan kurumlardan kurtarmak kendisine azamı özgürlük tanımak ve tam güvenmek yeterlidir. Toplum kişilerin serbest iradelerini kullanarak anlaşmaları sonunda bir sosyal sözleşme ile bir araya gelmelerinden oluşmuştur. Toplumun örgütlenişi için esas olan, kişi haklarının temel alınması, iyi belirlenmesi ve siyasal iktidarın bu hakları etkileme olanağının en düşük düzeyde tutulmasıdır. 18. yüzyıl düşünürleri dernek kurma hakkı gibi bazı bireysel hakları toplumsal bir örgüt yaratmak gibi bireyciliğe uygun bulmadıklarından kabul etmiyorlardı. Toplum, yasa otoritesi altında çeşitli bireycilik doktrini insan ve kişiye tam güveni, inancı ve onu bu derece övmesi bakımından iyimser bir hava taşımaktadır. Bu nedenle kendisine “iyimser bireycilik” denir. XVIII. yüzyılın sonu bilim ve teknikle büyük buluşların başlangıcıdır. İnsanın doğaya hâkim olmadaki mahareti kendisine v,e girişimlerine karşı sınırsız bir güven yaratmış ve sosyal, siyasal alanda bütün kapıları kendisine açmıştır. Bu nedenle bireyci doktrinin 18. yüzyıl sonunda ortaya çıkışı bir rastlantı değildir. 18. ve 19. yüzyılda toplumun temel öğesi olarak kişiye güvenin görüntüleri çeşitli biçimde ortaya çıkmış ve bu çağda oluşan Batı kurumlarına yansımıştır İlk görüntü kişiye sosyal ve siyasal alanlarda hareket etme olanağı sağlayan özgürlüklerin tanınmasıdır. Bunun yanında düşünce, söz ve yayın özgürlükleri, ekonomik özgürlükler girişim ve faaliyet özgürlüklerini belirtebiliriz. Eşitliğin tanınması kişiye güvenin ikinci görüntüsüdür. Fransız ihtilalcilerinin gözünde eşitlik özgürlüğün bir ötesidir. Bütün insanla tam olarak özgür olduklarından eşittirler. Kuşkusuz burada maddi planda fiilen durumların eşitlenmesi gibi bir eşitlik değil hukuki eşitlik söz konusudur. Çünkü fiili eşitlik bireycilikten uzaklaşır ve kolektivizme varır. Bu nedenle eşitlik hukukla çerçevelenmiştir. Başlangıçta servet durumuna bağ1ı olan oy hakkının giderek genelleşmesi (genel oyun kabulü) siyasal planda kişiye olan güvenin üçüncü görüntüsüdür. Temsili sistem dolayısıyla, seçilene (temsilciye) gösterilen güven ve inanç da kişiye güvenin sonucudur. Demokratik yolla (seçimle) iktidara gelen çoğunluk halkın bir kısmının eğilimini temsil ettiği halde tüm toplumun yönetenleri durumundadır. Bu arada azınlıkların çıkarlarını: da gözeteceği konusundaki demokratik varsayım kişiye olan güvene dayanmaktadır. b - Diyalogun Erdemine İnanç: Diyalogun (tartışma - görüşme) erdemine inanç insanların karşılıklı görüşerek tartışarak gerçeğe daha kolay varabileceklerini ifade eder. Marksist demokrasi ise diyaloga değil diyalektiğe dayanır. Bir anlamda diyalogun erdemine inanç kişiye inancın doğal bir sonucudur. Batı düşüncesinde diyalogun erdemine inanç önemli bir yer tutar. Vatandaş gruplarını, eğilimlerini biçimlendiren siyasal partiler arasındaki tartışma ve mücadele kamu işleri hakkındaki çeşitli eğilimler arasında bir diyalogu ifade eder. Tek partili bir ülkede siyasal yaşam bir diyalog değil bir monolog biçimindedir. Diyalog siyasal özgürlüğün gelişmesini kolaylaştıran bir ortam yaratmaktadır. Çok partinin yer aldığı karar verici meclisler (parlamentolar) diyalog yöntemine göre işlemekte, kararlar çoğunluk ve muhalefet arasın da bir diyalog sonucu alınmaktadır. Devlet iktidarını oluşturan organ v iktidarların birbirinden ayrılmasını belirleyen güçler ayrılığı da (özellikle yasama ve yürütme kudretleri arasında) temel bir diyalogu ifade etmektedir. Diyalog anlayışını seçmen - seçilen ilişkisinde de bulmak mümkündür. Siyasal temsil edilme mekanizmaları diyalogdur. Örneğin temsilcilerin seçim bölgelerine giderek seçmenlere sorunları hakkındaaçıklamada bulunması ve onlardan dileklerini öğrenmesi gibi. Batı demokrasisinin anlamı ulus- devlet çerçevesi içinde özgürlü ile iktidarın barışçı bir biçimde bir arada bulunmasıdır. Ulus-devletin alan büyüklüğü ve milyonları aşan nüfusunun çokluğu doğrudan yönetimi olanaksız kıldığından ulus-devlet çerçevesinde siyasal sistemin temsili olması zorunluluğu vardır. Yönetenler temsilci niteliğini taşımaktadır. Temsilcilerin sınırsız bir süre için iktidara yerleşmeleri halinde özgürlük için gerçek bir garanti söz konusu olmayacağından temsilciler belirli bir süre seçilir. Özgürlük, fikirlerin farklılığına, çeşitli olmasına olanak verdiğinden seçimler bir yarışma görünümündedir. Farklı fikirlere rağmen toplumun yönetim faaliyetlerinin yürütülmesini sağlamak için temsilcilerin karalarının oy birliğiyle değil de oy çokluğu ile oluşması kabul edilmiştir. c- Rasyonellik Demokrasi, iktidara kaynak olarak metefizik kavramları değil (Tanrısallık gibi) rasyonel bir temel bulmuştur. Halk. Bu bakımdan iktidarı halka dayandıran demokrasi, aklı kullanan, rasyonel düşünüşün bir buluşu olduğundan iktidar rasyonellik kazanmıştır. III. DEMOKRASİ BİÇİMLERİ 1- Doğrudan Demokrasi Demokrasi, halkın kendi kendini yönetimi olduğundan doğrudan demokraside halk yasaların kabulü için toplanarak doğrudan doğruya karar alır. Doğrudan demokraside halk kendi kendini araya başka kimseler sokmadan yönetmektedir. Yani yasaları toplanarak kendi yapmaktadır. Kuşkusuz günlük yaşamın basit yönetim işlerini gördürmek için bazı kamu görevlileri tayin edilmekte ve bu tür kararları bunlar almaktadır. Doğrudan demokraside halkın yaptığı bir tür parlamentonun yaptığı iştir. Yani önemli kararları almak, yasa yapmak ama bunun yürütülmesini yöneticilere bırakmak. Doğrudan demokrasi eski Yunan'da site devletlerinde uygulama görmüştür. Bugün ise ancak birkaç İsviçre kantonunda görülmektedir. 2 - Temsili Demokrasi Temsili demokrasi deyimi doğrudan demokrasi ile arasındaki farkı belirtmek için kullanılmaktadır. Doğrudan demokrasi uygulanabilir olduğunu Rousseau'nun bile düşünmediği bir biçimdir. Rousseau'ya kişilere tek ait olan egemenliğin temsili yolla kullanılmasını tercih ettiren etken, büyük topluluklarda herkesin bir araya gelerek karar almasının güçlüğüdür. Bu, temsili demokrasinin uygulanma nedenini oluşturmaktadır. Halkın kendi kendini yönetmek için bir arada toplanarak karar alması güç olduğundan bu egemenliğini ve karar alma hakkını temsilcileri aracılığıyla kullanmak hakkına sahip olmalıdır. Montesquieu ise akılcı bir yoldan giderek temsili demokrasiyi akılcı bir temele dayandırmıştır. Halk karar hakkına sahiptir. Ancak kararları almak için gerekli siyasal kültür ve- zamana sahip değildir. Dolayısıyla, bilgelikleriyle kendini kabul ettirmiş kişileri seçerek egemenlik hakkını kullanmakla yetinmeli, kararların alınmasına doğrudan doğruya katılmamalıdır. Temsili demokraside hukuki temel; seçmenlerle seçilenler arasındaki ilişkiyi belirleyen temsil yetkisine dayanmaktadır. Seçmen ile seçilen arasındaki bu ilişki yani siyasal temsil başlangıçta özel hukuktan temsil kavramına dayandırılmıştır. Buna göre; bir kimse bir diğerine kendi adına hareket etme yetkisi verebilir. Ancak onun yapacağı işlemlerin sonuçlarını vekâlet veren önceden yüklenir. Bu anlayışla milletvekillerinin tayini, seçilenlere seçmenler tarafından verilmiş bir görev gibi kabul ediliyordu. Bundan dolayı da temsil eden (milletvekili) temsil edilenin isteklerine uymak zorunda idi. Bu isteklere uymadığı takdirde seçmenleri kendisini az edebilirdi. Avrupa'da başlangıçta uygulanan bu biçim yetki vermeye “emredici vekâlet” deniliyordu. Daha sonra seçilen temsilciye verilmiş şahsı vekâlet anlayışının “emredici vekâlet” yerini sınırsız ve toplu temsil etme almıştır. Bu, teori ulusal egemenlik teorisi ile aynı zamanda ortaya çıkmıştır. Eski temsil anlayışı, burada Fransız ihtilali doktrini, seçilenemutlak bağımsızlık tanımaktaydı. Seçim bir irade beyanı değil sadece yöneticilerin bir tayin usulüdür. Halkın temsil edilmesinin anlamı, temsilcilerini görevlendirmede değil onların aldıkları kararları peşinen kabul etmekte yatar. Egemenlik sahibi ulus sadece kullanma yetkisini devretmektedir. Bu biçimde de temsilcinin yaptığı işlem doğrudan ulus tarafından yapılmış sayılmaktadır. O halde temsilcilik niteliği ulusun iradesini ifade edebilmek yani ulusu bağlayıcı kararlar almak yetkisinden ibarettir. Halkın siyasal bir irade sahibi olamayacağı görüşünde olan Montesquieu'den esinlenen bu anlayış halka sadece seçme yetkisini tanıyordu. Hukuki olarak, egemenliğin halkı aşan bir kavram olan ulusa ait olduğu noktasından hareket eder. Siyasal olarak ise, gerçek iktidarı halk tarafından seçilen fakat ona hiçbir yönden tabi olmayan meclise devreder. Böylece bir parlamentonun mutlak üstünlüğüne dönüşen bu mekanizmanın demokratik olduğunu ileri sürmek güçtür. Eğer demokrasinin anlamı halkın siyasal yaşamı tam denetimi altında tutması ise halkı seçim hakkı hariç bütün haklarından alıkoyan bu sistemin demokratik görünümü tartışılabilir. Ancak, genel oyun yaygınlaşması ve halkın daha etkin bir rol oynamak istemesiyledir ki, bu mevcut çelişki, dana demokratik bir düzene doğru değişme göstermiştir. Bugün ilk görüş ve uygulamaların izlerini taşımakla beraber temsil anlayışı değişmiş, temsil etmede hukuki ve siyasal temsil etmenin yerini sosyolojik anlayış almıştır. Her şeyden önce seçimin anlamı değişmiştir. Şöyle ki; seçmen kendisi yerine karar almakla yetkili kıldığı bir adayı seçmekten çok bir parti veya bir program için oy kullanmaktadır. Çok partili Fransız ve iki “katı” Partili İngiliz siyasal temsil durumu karşılaştırılırsa: Fransız seçmeni oy verdiği partinin tek başına iktidarı ele alıp programını uygulayabilip uygulayamayacağını göz önünde tutmadan soyut fikirlerine uyduğu için kendisine oy vermektedir. Buna karşılık İngiliz seçmeni iki hükümet (yönetici) ekibi arasında bir tercih yapmaktadır. Çünkü bu iki partiden çoğunluğu elde eden iktidar olacaktır. Bu nedenle İngiliz seçmeninin verdiği oy soyut bir tercih değil yönetime değin iradeler temsil edilmektedir. Parlamento düzeyinde iradelerin temsil edilmesi ancak disiplinli iki partinin yarıştığı bir siyasal rejimde olasıdır. .Siyasal sistemde ikiden fazla parti var olduğunda veya partiler çok çeşitli ve disiplinsiz iseler parlamento ancak fikirleri temsil edebilir. . 18. yüzyılda temsil teorisinin temel ilkeleri saptanırken belli bir siyasal anlayış hâkimdi ve temelinde bireyci felsefe yatmaktaydı. Oysa değişen sosyal; koşullar, örneğin bir sendikacılık akımı, kişilerin yerine grupların temsil, gereğini ortaya çıkarmıştır. Başka bir deyişle demokrasinin yalnız, siyasal değil ama sosyal ve ekonomik bir içerik kazanmaya başlamasıyla temsilin ötesinde temsil biçimleri belirdi. Ulus birçok yöresel veya kooperatif toplulukların, grupların birbirleriyle kaynaşmasından oluşmaktadır. Her vatandaş aynı zamanda ulus topluluğunun ve özel topluluğun üyesidir. Bu özel toplulukların birçoğunda yönetim örgütlenmesi genellikle demokratik temsil etme ilkesine dayanır. Belediye meclisi seçimleri, sendikalarda yönetici kadroların seçimi, özel topluluklarda demokratik usullere göre yöneticilerin tayin edilmesi örnektir. Böylece vatandaşlar bir yandan ulusal topluluğun bir üyesi olarak fikirlerini ve iradelerini ifade eden toplu ve genel biçimde temsil edilirken aynı zamanda öbür yandan yerel topluluğun veya toplumsal kategorinin üyesi olarak da fikirlerinin, sorunlarının savunulması için özel temsil edilmeye ihtiyaç duymaktadır. Günümüzde hemen bütün rejimler, hiç olmazsa söz olarak, iktidara kaynak olan gücün halkta olduğunu kabul etmektedirler. Oysa sosyolojik anlamda halk hiç bir zaman, rejimlerin iktidarlarına dayanarak yaptıkları halk olmamış ve farklı yorumlara uğramıştır. Her sistemde halk düşüncesel bir varlıktır. Rousseau'da, Marx'ta, Hitler'de halk ayrı şeyler ifade eder. Bu farklı görüşlerden en önemli ikisi: Ulus halk: 18. yüzyılda geliştirilen bu kavrama göre halk, bütün ayırıcı ve farklılaştırıcı yanlardan arınmış kişilerden kurulu bir topluluktur. Ulus halk anlayışı birlikçi bir kavramdır. Bu anlayış pratik bazı hedeflere ulaşmak üzere ortaya atılmış ve geliştirilmiştir. Bir yandan siyasal özgürlüklerin korunması, öte yandan rejimin çeşitli sosyal gruplarından' gelebilecek saldırılara karşı korunması ve nihayet temsil sistemi aracılığıyla yöneticilerin bağımsızlığının sağlanması amacına yönelmiştir. Bu ulus-halk anlayışı iktidarın kökeniyle ilgili ulus egemenlik teorisine temel olmuş ve bu yolla geniş halk kitleleri uzun süre oy hakkından uzak tutulabilmiştir. Halk egemenliği kavramı ise egemenliğin ulus denen soyut varlığa değil, kişilere ait olduğu görüşünü getirerek halk kavramının genişlemesi ve böylece oy hakkının genelleşmesini kolaylaştırmıştır. Sosyolojik halk ile iktidar sahibi halk arasındaki boşluk ekonomik ve sosyal hakların yaygınlaşması devletçe kabulü ve gerçekleştirilmeye yönelinmesiyle giderek kapanmaktadır. 3 - Yarı Doğrudan Demokrasi Yarı doğrudan demokrasi temsili demokrasiyle doğrudan demokrasiyi birleştiren bir biçimdir. Temsili demokraside halk, iktidarı tamamıyla temsilcilerine bırakmaktır. Temsili demokraside yönetenler tekrar seçilememe durumu hariç yönetilenler tarafından doğrudan kontrol edilmemektedir. Yarı doğrudan demokrasi usulleri halka bu olanağı vermekte ve halk iktidarı temsilcileriyle paylaşmaktadır. Halk gene temsilcilerini seçer; ancak çok önemli konularda özellikle yasama alanında, kendi karar alma yetkisini kullanır. Halkın bu yetkisinin kullanma usulleri veto, referandum ve teklif hakkı (halkın inisiyatifi)dir. a- Veto Yönetenler tarafından alınmış bir önlem uygulamasına karşı koymak için halka verilmiş olanaktır. Örneğin: yönetenler tarafından hazırlanmış bir yasa halkın olumsuz oylamasıyla ortadan kaldırılabilir. Fakat bu oylama ancak belirli sayıda vatandaşın dilekçe yolu ile yasanın yayımını izleyen belirli bir süre içinde talep etmesi halinde gerçekleşebilir. Böylece halkın sessizliği kabullenme anlamına gelmektedir. b- Referandum Yarı doğrudan demokrasinin en temel uygulama yoludur. Bir yasa halkoyuna sunulacaksa referandumdan söz edilir. Meclislerce hazırlanmış ve kabul edilmiş yasa metinlerinin yürürlüğe girebilmesi için halkoyunca onaylanması demektir. Referandum zorunlu veya ihtiyari olabilir. Zorunlu referandum bir yasanın yasalaşması için mutlaka halkoyuna sunulması ve onun tarafından onaylanması halinde söz konusudur. İsviçre’de anayasa değişiklikleri buna örnektir. İhtiyari referandum ise yasanın halkoyuna sunulmasına meclisin karar vermesi halidir. Yönetenler tarafından alınmış bir yasanın yürürlüğe, girmesi ancak yönetilenlerin açık bir oylamasından sonra mümkün olabilir. Burada yasanın yürürlüğe girebilmesi için halkın aktif katılması zorunlu olup susma söz konusu değildir. Böylece referandum, vetodan daha enerjik yarı doğrudan demokrasi usullerinden birini oluşturmaktadır. Referandumla plebisit'i ayırt etmek gerekir. Referandum bir reformun kabul edilip edilmemesi hususunda halkın irade beyanı olduğu halde plesibitde bir kişiye güvenini verip vermemesi söz konusudur. Referandumda bir metne, ikincisinde ise bir kişinin ismine oy kullanılmaktadır. c- Halkın İnisiyatifi Halkın inisiyatifi, yönetsel çalışmaya halkın, daha da geniş bir katılmasını sağlamaktır. Referandum ve veto usullerinde halk yönetenler tarafından hazırlanmış yasalardan sonra müdahale etmektedir: Tekli hakkında (insiyatif) ise basit bir denetim yerine hükümetsel faaliyete/ doğrudan bir yön verebilmektir. inisiyatif fiilen belirli bir sayıda vatandaş tarafından imzalanmış dilekçe ile bir değişiklik veya yasa taslağının yasama meclislerine götürülmesi ve meclisin bu konuyu görüşüp karar almasıdır. Meclisin teklifi reddetmesi halinde anayasa, yasanın halkoyuna sunulmasını öngörebilir. Bu tip teklif yetkileri İsviçre’de ve ABD'de federe devletler düzeyinde kabul edilmiştir. d -Referandumun Yarar Ve Sakıncaları Referandum, kamuoyunun doğrudan ifadesini sağlamaktır. Temsili demokrasi teorisi, realitede tam bir biçimde uygulanmamaktadır. Özellikle seçmen, kendi milletvekilini, özel yerel çıkarlarını koruyacak bir nevi kişisel görevlisi gibi saymaktadır. Başkanlık rejiminde, bu yerel ve kısmi temsil yanında, başkanın Halk tarafından seçilmesi ulusal bir iradenin ifadesine olanak vermektedir. Disiplinli çift partinin var olduğu ve seçmenlerin hükümet şefini seçme eğilimini taşıdığı parlamenter sistemlerde de (İngiltere) aynı durum söz konusudur. Bunun aksine çok partili parlamenter, rejimde durum değişmektedir. Partilerin sayıca fazla olması ve disiplinsiz durumları ulusal planda oylamanın sonuçlarını ifade yönünden olanak sağlamaktadır. Fiilen seçmenin iradesi sadece yerel planda ifade olunmaktadır. Referandum bu tür sakıncalı durumları giderebilir ve belirli bir sorun üzerinde ulusal iradenin açık bir biçimde özel ifadesini ortayakoyabilir. Bu yoldan ulusal ölçekte halkın iktidara katılması daha gerçek olabilir. İsviçre’de plebisit ve referandum sözcükleri aynı anlamı vermektedir. Fransa'da bir kişi üzerindeki oylamaya da referandum denmektedir. Ama eğer halk, kendisine müracaat eden kişinin işlevinde seçim yapıyorsa referandum kolaylıkla plebisite dönüşebilir. Referandum bir devlet şefine(veya hükümet şefine) parlamentoyu bir kenara bırakarak doğrudan ulusa başvurma olanağını verdiğinden kendisinin popüler olmasına ve rejimi bir diktatörlüğe doğru saptırmasına yol açabilir. Fakat bu tehlikeyi tedbirlerle önleyebilmek, mümkündür. Yarı doğrudan demokrasinin fiili uygulanması çok yaygın değildir. Ülkeler arasında en çok İsviçre’de uygulanmaktadır. Referandum ve inisiyatif, konfederasyonun ve kantonların anayasa/arında mevcuttur. ABD'nin federal anayasasında yarı doğrudan demokrasinin (referandum) yeri yoktur. Ancak, eyaletlerin anayasalarında mevcut olup uygulanmaktadır. |