Konu: Bilge Karasu
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 16-01-2008, 23:53   #1
Ayche
Dişi Kartal
 
Ayche - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Bilge Karasu

Türk romanında farklı bir ekoldu Bilge Karasu. Düş ve gerçeğin birbirine karıştığı, zaman zaman gothic bir atmosere bürünen allegorik öykülerin yaratıcıydı. Gerçeküstü anlatım örnekleri olan kitapları ele aldığımız haftaya en uygun Türk yazarı oydu elbette. Dahası, Karasu'nun yazılışı 12 Mart, basımı ise 12 Eylül sonrasına denk gelen, ama her iki askeri diktatörlüğü de simgeleştiren "Gece"sinin, Saramago'nun "Körlük" romanıyla benzerlikleri hemen farkediliyor. 1930 İstanbul doğumlu olan Bilge Karasu'yu 1995 yılında kaybetmiştik. İÜ Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümünü bitirdi, Ankara radyosu dış yayınlar servisinde çalıştı. 1963 yılında, Rockfeller bursuyla gittiği Avrupa'dan dönerek çevirmenliğe başladı. Son olarak Hacettepe Üniversitesi felsefe bölümünde ders veriyordu. İlk öyküleri "Seçilmiş Hikayeler" dergisinde 1950'de yayınlayan Karasu, öykülerinden derlediği ilk kitabını da 1963'de yayınladı. Lawrence'den çevirdiği "Ölen Adam"la kazandığı TDK çeviri ödülü de aynı tarihe rastlar.
Estetik ideoloji
"Gece"yi, Akşit Göktürk'ün sunuş yazısı ile yayınlamış İletişim. Bu metin için yorum yapmak, gerçekten de onun gibi bir felsefeciye düşerdi. Göktürk, metni tanıtırken; "yer yer salt anlatma işlevinden soyutlanmış sözceleriyle, bir düş düzeninde örülü görünüşte dağınık söylemiyle, temel gereksinimlerimizi, yerleşik beklentilerimizi, bu noktada alt-üst ediyor, bocalatıyor. Çizgisel akışlı bir öyküyü göklere çıkarmaya her an hazır kolaycı okur beğenisine ters düşüp kovulmayı göze alarak. Çetin metin denecek "Gece" için belki. Neden Olmasın?" diyerek, bir kalemde özetlenecek türden bir öykü beklenilmemesi gerektiğini vurgulamış haklı olarak.

Metinde eylemden çok düşünce, olaylar, insanlar, metnin kendisi üzerine tartışmalar var, ama anlatılanların bir kısmının gerçek yaşamla çok yakından ilişkili olduğunu anlıyabiliyoruz. Hele 12 Mart ve 12 Eylül gibi dönemleri yaşamış olanlar için daha da bildik, hatta apaçık görünecektir yazarın imaları. "Gecenin işçileri, onların işi geceye hazırlamak: Genç kasları, gece gelince daha kolay soyunsunlar diye soyunmaya alıştırmak örneğin. Çıplak etlerinin içine doğru ince, soğuk demirler iteleyerek, kızgın saçmalar gömerek bu etlere, onları gecelerin en uzununa alıştırmak", ya da, "demirden yapılmıştır bu aletler, dövmeğe, yırtmağa, delmeğe, kıstırmağa, burmağa, koparmağa yaralar. Yakmağa , kırmağa da. Özellikle genç gövdeler üzerinde çalışmak için düşünülüp tasarlanmış, gerçekleştirilmiştir bu aletler" anlatımları, yalnızca ulusal bir tarihe değil, -Saramago'da olduğu gibi- askeri diktatörlüklerin evrensel tarihine gönderir okuyucuyu. "Günün birinde ortalıktan yitiveren insanları, üç dört gün süreyle sabahları, büyük alanda aramağa alıştı yakınları" diyen yazarın sözettiği büyük alanın Galatasaray Lisesi önü, veya Santiago meydanı ya da Buenos Aires olması fark etmiyor. İşkenceyi, derin devletin şiddetini anlatıyor ve yargılıyor Bilge Karasu, edebi bir metin yazdığını bir an bile unutmadan.
Gothic bir atmosferde geçen "Gece"yi okurken karanlığı hissedebilirsiniz. Mekanlar kasvetli, soğuk ve donuktur. "Başı, sonu, kuytuları, ucu bucağı duyularla saptanamayan, ama tükenmez bir gücüllüğü bütün ağırlığıyla taşıyan karanlık gece, ana simgesi oluyor anlatının". Korkunun bilimselleştirildiği, gündelik hayatın parçası haline geldiği bu dünyada "insanlar artık yalanan ağızlar, pençeler arıyor insanların yüzlerine, ellerine bakarken. Oysa işçiler, gecenin işçileri oldukları için güpegündüz görünmezler sokaklarda. Gecenin işçileri herkes gibi miydi bir zamanlar? Böyle olduğuna inanmak isteyenler var. Daha mı az ürkecekler böyle olsa?" sorusu, öyküdeki gece işçilerinin temsili olan bir siyasi partiyi "değişmiş" gibi göstermeye çalışan bugünlerin medyasına yöneliyor sanki.
"Gece"nin estetik özellikleri
Kitabın sunumunun Akşit Göktürk'e ait olduğunu söylemiştim. Bilge Karasu'yu ve onun anlatım özelliklerini çok iyi tanımlayan bu sunuştan birkaç alıntıyla, roman estetiğine de değinmek istiyorum. "Gece belirli bir gerçekliğin tek tanımla saptanabileceği bir insanlık durunmunun dile getirildiği bir anlatı değil. Belli bir öykü, kişilikler, ya da nedensellik ilkesiyle işleyen bir olay örgüsü sunmuyor bize". Hatta hiç bir karakter yok, anlatıcı ve yazar birbirine karışıyor. "Kim anlatıyor? Dört ana bölümde ayrı ayrı kişilermiş izlenimini veren dört ayrı anlatıcı mı? Yoksa, söylem serüveninin neredeyse bir güncesini bize dipnotlarıyla aktaran, baştaki yazar mı? Anlatıcılardan biri mi yazar? Ya son iki dipnotunda kendini belli eden okur-anlatıcı, daha doğrusu yazar-okur-anlatıcı? Değişik anlatıcıların, birbirleriyle karşıtlaşabilen gözlemleriyle, gerçek yaşamın, sanat biçiminde soyutlanmış yaşamın, anlatılan, yazılan, okunan yaşamın anlamını değişik yorumlar sarmalında kavratmaya yöneliyor metin".

Bu acılı tarihte yaşadığımız kişilik kırılmalarını, bireysel ve toplumsal olarak yitirdiklerimizi; "Aynada tanıyamadığım ben. Binlerce parça. Artık ben de olmayan yüzbinlerce parça" ifadesiyle imgesel olarak özetliyen Karasu; "bunları yazmakla çıldırmaktan kurtulunur mu" diye soruyor okuyucusuna. Belki de bunları görmek, hissetmek, yazmak ve okumak çıldırtıcı olan.
__________________

Türküler Sustu , Halaylar Durdu Hüzün Geldi Baş köşeye kuruldu

Yoruldu Yüregim , Yoruldu



Ayche Ofline   Alıntı ile Cevapla