Tekil Mesaj gösterimi
Alt 06-09-2008, 15:26   #2
Constantin
ยŦยк
 
Constantin - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 

DIŞARIDA ARANAN SÖMÜRGE YA DA “KATLİAM ÇAĞI”
Evvelâ, Haçlı seferleri yoluyla Doğunun gizemli hazinelerine ulaşmak isteyen
Avrupalıya kapıyı Türkler kapatınca, kendilerine aksi istikamette, çok daha
uzaklarda, âdeta Türklerden kaçarcasına sömürülecek yerler araştırdılar. Başka
bir ifadeyle, Avrupa’nın içerisine hapsolmuş bulunan Batılı’nın yeni bir çıkış
bulması gerekiyordu. Zira, Osmanlı’nın Akdeniz’e olan hâkimiyeti ve
karayollarını tutmuş oması, tutulan çıkışlar dışında bir yol bulmayı
gerektirmiştir ki, bu sebeple Ümit Burnu dolaşıldı ve ekmek kadar ihtiyaçları
olduğu Amerika yeniden keşfedildi. İşte denizaşırı bu yerler sömürünün en
dehşetli boyutu ile yaşandığı yerlerdi.
Yeni yerlerin keşfi, kapitalist gelişme doğrultusunda siyasî ortamı hazırladı.
16. yüzyıla gelindiğinde, feodalizm ve malikane sisteminin egemenliği sona
ermiştir. Merkezî monarşiler yeni yeni ortaya çıkıyordu. Dahası, denizaşırı
pazarlar tek bir hükümdarın denetiminde değildi ve Papalık’ın denizaşırı
pazarlara el koyma çabaları Protestan Reformasyonu’nu körüklemekten başka bir
işe yaramadı. Kısacası, bir yetki boşluğu vardı ve yükselen tüccar sınıfı bu
boşluğu enerjik bir biçimde değerlendirerek denizaşırı pazarlarda kapitalist bir
gelişim süreci başlattı. Hattâ, bu gözü açık ve para canlısı tüccar sınıfının
can çekişen Avrupa Feodalizminin içine sızmasının, eski düzene vurulan son darbe
olduğu da söylenebilir. Artık “burjuva”nın egemenliğini sürdüreceği devrin
temelleri atılmaktaydı.11 İşte bu egemenliğin sağlanması sürecinde yaşanan
vahşetler ve soykırımlar bugünkü “medeniyet!”in neler pahasına sağlandığını bize
göstermektedir.
Avrupa’nın 15. yüzyılda başlayan dünyayı sömürgeleştirme süreci, Portekizli
Prens Gemici Henrique ile başlar. Kısa bir askerî sefer dışında gemiye hiç ayak
basmamış olan bu adam, soylu bir prens olarak otoritesi, İsa Mezhebinin Ulu
Efendisi olarak da gelirini, bilinmeyen karanlık okyanusu Atlantik’i ve
Afrika’nın batı kıyılarının keşfini yönetmek için kullandı. Portekiz’in güney
ucundaki tek liman kenti Sapres’te bulunan karargâhından sayısız sefer başlattı.
Bu seferler sırasında, geçmişte astronom Ptolemais’un yaydığı bir efsaneyi, batı
yönünde çok uzaklara yelken açan gemilerin dünyanın kenarından aşağı düşeceği,
güney yönünde iyice uzaklara seyir etmeyi göze alanların ise güneşin dik
ışınlarıyla kızaracağı efsanesini yıktı.12
Batılıların Amerika kıtasını tamamıyla sömürgeleştirmeye çabaları, bütünüyle
neredeyse boş bir toprağı işgal etme meselesi değildi, çünkü bu hadiseyle
oldukça gelişmiş durumdaki Meksika ve Peru’nun Aztek ve İnka kültürleri de yok
oldu. Kızılderili ırkının katliamı ise, Batılıların tarihin sayfalarına
attıkları yeni kara lekelerdi. Elbette bu onların yapmış oldukları ne ilk ne de
son katliamdı. Zira, bu katliamların arkasında kendisinden başkasını insan
olarak görmemek yatmaktadır. Bu zihniyetlerini, coğrafî bilgilerini içeren ve
aslında zihniyetlerinin bir haritası olan, çizmiş oldukları coğrafî haritada
görmek mümkündür.
“Yeryüzü burada suyla çevrelenmiş, merkezinde Kudüs ve Avrupa’nın yan yana
oldukları, yassı bir tepsi gibi gösterilmektedir. Daha uzakta, halkı köpek başlı
maymunlar, tekerlek ayaklılar ve tekayaklar olan kavurucu ve canavarca bir ülke
vardır. Son olarak da bütün bunların çevresinde sudan bir halka vardır. Kıta
tarih’in ne olacağını haber veren simgesel görüş: Avrupa Yeni Kudüs’tür.
Avrupalılar insan, diğerleri canavardır.”13
İşte bu çerçevede modern anlamdaki sömürgeleştirme 1492’de başlamıştır.
Hıristiyan Avrupa geri kalanını belirleyip, ardından adlandırdıktan sonra ele
geçirmektedir. Bu çerçevede Amerika’ya akın akın gidişte önemli rolü olan şey
”altın”dır. Nitekim, Colombus, 1492’de şöyle haykırıyordu: “Altın harika bir
şey! Ona sahip olan istediği her şeyin efendisidir! Altın sayesinde ruhlara
Cennetin kapıları bile açılabilir...” Ancak Kolomb’un hayatı yaptıklarının
diyetini ödeyerek son bulmuştur: “Kolomb hayatının sonlarına doğru Yeni dünyanın
kıyılarında her gün biraz daha çıldırarak dolaşıp durdu. Gemisinin küpeştesi
üzerinde asileri astığı bir darağacı bulunuyordu. Onu o kadar sık kullandı ki
bir ara kendisini zincirleyip Cadiz’e geri götürmek zorunda kaldılar. Son
seferinde tayfaları uçsuz bucaksız kıyılarda Ganj nehrininin ağzını arayan
kaptanlarının eklem iltihahından iki büklüm olmuş bir bedenle ve darma dağınık
saçlarının perdesi altından bakan çılgın gözlerle güvertede toplayarak
dolaşmasını korkuyla seyrettiler Hindistan’da olduklarını yadsıyanları asmakla
tehdit etti. Gemiler dolusu köle ve altın eşya gönderdi. “Ey muhteşem altın”
diye yazdı Kolomb. “Altını alan, her istediğini satın almasını sağlayan bir
hazineye sahip olur. Onunla dünyaya istediklerini kabul ettirir, hattâ ruhunun
cennete girmesini bile sağlar” diyordu. Sonunda yoksulluk içinde öldü.”14
Gerçekten de baharat olmadığı için, altın bu yeni toprakların keşfedilmesini
meşru kılan yegâne şeydir. 1492’den itibaren Kızılderililerin üzerinde fark
edilen ve onlardan çalınan altın, izleyen yolculukların masraflarının
karşılanmasına, baharat satın alınmasına, hükümetlerin denetlenmesine,
bakanların ve piskoposların istenildiği gibi çalıştırılmasına tek başına imkân
sağlayacaktır. Ondan giderek daha fazla gerekmektedir. Bir yüzyıldan fazla bir
süre boyunca, gümüşle birlikte Amerika’nın yegâne ihraç kalemi olacaktır. Yeni
bir tipten insanların bu kıtaya hücum etmelerini tahrik edecektir; bunlar artık
denizciler ya da hayâlperestler değil de, servet avcılarıdır. Artık tüccarlar
değil de çok basit olarak hırsızlardır. 1950’de tapınaklardan çalınan ve
madenlerden veya nehirlerden çıkartılan toplam altın miktarı otuz ile otuz beş
ton arasındadır; bu toplama işlemi adalardaki on binlerce Kızılderili’nin
hayatına mal olmuştur.Öyle ki meselâ Guaxaca madeninde çalışma şartları
öylesine öldürücüdür ki, madenin çevresinde, çapı iki kilometrelik bir alanda,
iskeletlerin ve cesetlerin üzerinde yürümek gerekmektedir.16 İşte Koca Akif’in
“Tek dişi kalmış canavar” şeklinde ifade ettiği medeniyet, bunun gibi
milyonlarca insanların kemiklerinin üzerine bina edilmiştir. Bu öyle bir yok
ediş tufanıdır ki, bu tufandan bütün canlılar etkilenmiştir. Katliamın boyutları
hakikaten korkunç seviyelerde görülmektedir. Zira, insan, hayvan, ağaç vs. canlı
namına ne varsa, hepsi yok edilmişti. Bu yok edilişin ıstırabını derinden
hisseden “Kara Geyik” adlı Kızılderili’nin yürek yangınının alevi dudak
arasından şöyle çıkmaktadır:
“O zaman kaç kişinin öldüğünü anlayamamıştım. Şimdi kocamışlığımın şu yüksek
tepesinden gerilere baktığımda, yerde birbirleri üzerinde yığılı duran
boğazlanmış kadınları ve çocukları, hâlâ o genç gözlerimle görebiliyorum. Ve
orada, o kanlı çamurun içinde bir şeyin daha öldüğünü ve o kar fırtınasına
gömüldüğünü görebiliyorum. Evet, bir halkın düşü öldü orada. Güzel bir düştü
evet... sonra bir ulusun umudu kırılıp paramparça oldu. Artık yeryüzünün merkezi
yok, ölüp gitti kutsal ağaç.”
Bütün bu katliamlarda din de bir araç olarak kullanılmıştır. 1511 yılında Hatuey
adlı bir Kızılderili reisi Küba’da küçük çaplı bir direnme hareketi oluşturma
suçuyla tutuklanmış ve yakılarak idama mahkûm edilmişti. Hıristiyan
hayırseverliğinin bir örneği olarak da, kendisine sonunda cennete gidebilmek
için Hıristiyanlığı kabul etmesi salık verilmişti. Hatuey beyaz adamların halen
cennette olup olmadıklarını sordu ve kendisine bu olasılık konusunda garanti
verilince de şöyle dedi: “Öyleyse ben Hıristiyan olmayacağım; çünkü insanların
bu denli zalim oldukları bir yere, bir daha ayak basmaya hiç niyetim yok.”18
Avrupalı bütün bu katliamları yaparken bir başka şekilde, yaptıklarını
meşrulaştırma yoluna gitmiştir. Vahşetlerini üzerlerine saldıkları bu insanları,
aynadaki kendi görüntülerine bakıp “vahşi” olarak nitelendirerek haklı
olduklarını düşündüler. Bu hususta Duwarmish Kızılderililerinin reisi Seattle
tarafından Amerikan Başkanı Franklin Pierce’ye ithafen yazılan mektupta, “vahşi”
olarak nitelendirilen bu insanların vahşetten ne kadar uzak oldukları ve kimin
böyle bir nitelendirmeyi bihakkın temsil ettiği açık bir şekilde
anlaşılmaktadır:
“Sizin şehirlerinizi anlamıyorum. oralarda sessizlik yok ki... Yaprakların
seslerini, böceklerin vızıltılarını, kuşların ötüşünü ve kurbağaların
şarkılarını dinleyebileceğiniz yerler yok ki oralarda. Bir Kızılderiliyim ve
anlamıyorum. Ben, gölü yalayarak gelen rüzgârın sesini, öğlen yağmurunun
temizliğini ve taze çam yapraklarının kokusunu severim. Hava bizim için
kıymetlidir. Her şey aynı solunumdan pay alır ve hava tüm canlılar tarafından
ortak kullanılır. Bu yüzden onu kirletmeyin. Demir at (lokomotif), öldürüp
çürümeye bıraktığınız binlerce bufalodan nasıl kıymetli olabilir? Nasıl?
anlayamıyorum. Hayvanlar, insanları bıraksa, insanlar ruhlarının yalnızlığından
ölmez mi? Toprak bizim anamızdır ve toprağa tükürülmez. Toprak insana değil,
insan toprağa aittir; insan hayat dokusunun içindeki bir liftir sadece.”19
Katliamı en derin şekilde yaşayan bir diğer önemli kitle de zencilerdir.
Sömürgecilik faaliyetinde, zencilerin hayatta kalmasına, ancak onlara ihtiyaç
duyulduğu müddetçe müsaade edilmiştir. Aksi takdirde öldürülmüşlerdir. Meselâ,
yerli insanların işbirliğine ve emeğine ihtiyaç duyulmadığı avcılık gibi
yerlerde öldürülmüşlerdir. Bu uygulamalarda, biyolojik ya da kültürel hor görme
aracılığıyla da haklı olduklarını ilân etmişlerdir. Bu süreçte zenciler egzotik
bir faunanın parçası olarak ele alınmışlardır. Öyle ki onlar, eğlence sağlayan
fakat hiçbir tehdit oluşturmayan bir oyun parkının tabiî malzemeleridir.20 Ancak
köle ticareti esnasında zencilerin ödediği fatura hayli ağırdır. Amerika’daki
yerlilerin yok olma durumuna gelmiş olmalarıyla birlikte başlayan ve yüz
yıllarca süren köle ticaretinin ne kadar insan hayatına mal olduğu kesin
rakamlarla tespit edilemiyor. Muhafazakâr tahminler Amerika’ya sağ salim varan
köle sayısının 10 milyon civarında olduğundan yola çıkıyorlar. Atlantik
üzerindeki sevkiyat sırasında ölüm oranı % 20 dolayındaydı. Afrika’nın içinde,
kıyı şeridine varmadan önce öldürülen insanların sayısı ise bilinmiyor. En fazla
kazanç sağlayan, 15 ile 25 yaş arası erkek ve kadınlarla yürütülen ticaretti. Bu
insanları ele geçirmek için çoğu kez köylerin diğer sakinleri soğukkanlı bir
şekilde öldürülüyordu. On binlerce insan, iç kesimlerden sahil şeridine doğru
zoraki yürüyüş konvoylarında can vermekteydi. Tarla ve sürülerinin sürekli
tehdit altında kalması veya yok edilmesi sebebiyle açlıktan ölenlerin sayısı da
cabası. Böylelikle 100 milyon kadar insan köle ticaretinin kurbanı olmuş
olabilir.21
Böylece “uygarlık” kölecilik aracılığıyla “gelişme”ye, katliam yoluyla
yerleşmeye başlamaktadır. Bu durum bazı kurtuluş mücadelelerine rağmen, hemen
her yerde geriye döndürülemez nitelikte olacaktır. Tarih tiranlardan
kurtulduğunu, ama dillerinden kurtulunamadığını, onların askerlerinden
kurtulunduğunu, ama mallarından kurtulunamadığını öğretmektedir.”22 Şekil
değişmekle birlikte, sömürü devam etmektedir.
SON SÖZ
Batı’nın yüzyıllardır farklı kıyafetlere bürünerek devam eden sömürü ve
katliamları, basit ve özür diledikleri için geçiştirilecek bir olgu değildir.
Temelindeki felsefî desteği ve uygulamaları ile bir bütün olarak
değerlendirildiğinde, görülmektedir ki, geçmişte olan ve bugün yaşanan boyutları
ile yarın da tahmin edilebilmektedir. Önceleri “köle”leri, arkasından
“serf”leri, daha sonra “Kızılderili”leri, bunların soyu tükenince kara talihli
“zenci”leri, derisini yüzecek kendisinden olmayan insan kalmayınca da “mavi
yakalılar”ı (işçiler), şimdi de “teneke yakalılar”ı (teknolojik ürünleri ya da
robotları) kendilerine köle olarak seçtiler. Çıkardıkları sun’î savaşlarla
katliam arzularını da sürekli olarak yineleyen Avrupalı, kendisine her gün yeni
bir kurban aramakta, gözüne kestirdiği kurbanını ya yok etmekte ya da kendine
bağlamaya diğer bir ifadeyle mahkûm etmeye çalışmaktadır.
Önce Haçlı seferleri ile sonra dünya savaşında bütün gücü ile saldırmasına
rağmen emeline ulaşamayan, Kızılderililere ya da zencilere reva gördüğünü
Türklere yönelik olarak gerçekleştiremeyen, kendi vahşetinin derinliğine batmış
olan Batı, kısa fasılalarla, kendi vahşetini âdeta örtmek istercesine, Türklere
yönelik soykırım iddialarında bulunmaktadır. Ancak beyhude yere kendi vahşetine
ortak aramaktadır. Çünkü, Türk milletinin tarih sayfaları ak ve paktır. Yapılan
ithamlarla asla leke tutmamıştır. Bundan sonra da tutmayacaktır. Zira, bilimsel
çevrelerce, küçücük bir katliam bulabilmek için yapılan araştırmalar, hep
Türkler lehine sonuçlanmış, katledilmiş Ermeni aranırken, Ermeniler tarafından
katledilmiş olan Türklerin toplu mezarlarına rastlanmıştır. Bilimsel çevrelerde
delillerle boşa çıkmış olan sözde Ermeni soykırımı iddiası, siyasî çevrelerde
dile getirilmeye başlanmıştır. Ancak bu çabalar da yeni değildir. Lozan’dan beri
devam eden bir süreçtir. Bu çabaları ilmî delilleriyle birlikte reddederken ilme
film karıştıranlara, ilmî cevaplara ilâve olarak diyoruz ki, “Türk’ün gerek
ilmî, gerek siyasî gerekse askerî olarak eli kolu bağlı değildir.”




DİPNOTLARI
1- POPPER, Karl: Açık Toplum ve Düşmanları, (Çev. M. TUNÇAY) C-1, Ank, 1967.
2- BRAUDEL, Fernand: Maddi Uygarlık, Ekonomi ve Kapitalizm, XV-XVIII. Yüzyıllar,
Gündelik Hayatın Yapıları, C.1, (Çev. M.A. KILIÇBAY), Ank, 1993, sh. 17.
3- BRAUDEL, Fernand: A.g.e., sh. 17-18.
4- GIMPEL. Jean: Ortaçağda Sanayi Devrimi, (Çev. N. ÖZÜAYDIN), Ank, 1996, sh.
200-201.
5- BRAUDEL, Fernand: A.g.e., sh. 55-56.
6- ATTALI, Jacques: 1492, YKY., sh. 233.
7- AKAL, Cemal: Modern Düşüncenin Doğuşu, İspanyol Altın Çağı, Ank, 1997, sh.
44.
8- ATTALİ, Jacques: A.g.e., sh. 185.
9- ATTALİ, Jacques: Aynı eser, sh. 189.
10- BRAUDEL, Fernand: A.g.e., C. 1, sh. 432.
11- ROSENBERG, Nathan-BİRDZELL, L.E.: Batı Nasıl Zengin oldu, (Çev. E. GÜVEN),
İst., tarihsiz, sh. 94.
12- BERRY, Adrian: Bilimin Arka Yüzü, (Çev.R.L. AYSEVER), 2. Baskı, Ank., 1996,
sh. 2-3.
13- ATTALİ, Jacques: A.g.e., sh. 114.
14- BERRY, Adrian: A.g.e., Sh. 2.
15- ATTALİ, Jacques: A.g.e., sh. 233, 241-242.
16- AKAL, Cemal Bali: A.g.e., sh. 93.
17- BROWN, Dee: Kalbimi Vatanıma Gömün, (Çev. C. ÜSTER), İst., 1990, sh. 391.
18- GALBRAITH, JK.: Kuşku Çağı, Ekonomik Gelişmeler Tarihi, (Çev. R, AŞÇIOĞLU-N.
HİMMETOĞLU), İst., 1989, sh. 123.
19- Sevgi Dünyası Dergisi, S. 255, Mart 1990, sh. 24-25.
20- ADAM, Heribert: “Yahudi Düşmanlığı ve Zenci Karşıtı Irkçılık: Nazi Almanyası
ve Ayrımcı Güney Afrika”, (Çev. A. BAHÇIVAN), Doğu Batı, Y. 1 S.2, 1998, sh.
211-213.
21- ROSENKE, Werena: “Sefaletin Mimarı Avrupa”, Niçin Aztekler Avrupa’yı
Keşfetmedi?, (Der. P. WAHL), (Çev. L. KAFADAR), İst., 1993, sh. 60-61.
22- ATTALI, Jacques: A.g.e., sh. 211
Constantin Ofline   Alıntı ile Cevapla