Beşiktaş Forum  ( 1903 - 2013 ) Taraftarın Sesi


Geri git   Beşiktaş Forum ( 1903 - 2013 ) Taraftarın Sesi > Eğitim Öğretim > Dersler - Ödevler - Tezler - Konular > Felsefe

Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
Alt 20-01-2007, 16:48   #1
imparator
Guest
 
imparator - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Platon’un Yaşamı

1-Platon’un Yaşamı:

Platon,dünyanın en büyük felsefecilerinden biri;Atina’da (ya da Aegina’da), büyük bir olasılıkla İ.Ö.428/7 yılında, seçkin bir ailede doğdu. Babasının adı Ariston ve annesininki Perictione idi. Perictione, her ikisi de 404/3 Oligarşisinde yer almış olan Kharmides’in kardeşi ve Kritias’ın yeğeniydi. Ona başlangıçta Aristokles dendiği ve Platon adının ancak daha sonra gürbüz yapısı yüzünden verildiği söylense de, Diogenes’in ilettiği bu bilginin doğruluğu kuşkuludur. İki erkek kardeşi, Adeimantus ve Glaukon ,ayrıca Potone adında bir kız kardeşi vardı. Ariston’un ölümünden sonra Perictione, Pirilampes ile evlendi ve oğulları Antifon (Platon’un üvey kardeşi) doğdu. Hiç kuşkusuz Platon üvey babasının evinde yetiştirildi; ama aristokrat kökenli olmasına ve aristokratik bir evde yetiştirilmesine karşın, anımsanmalıdır ki Pirilampes, Perikles’in bir dostuydu, ve Platon Periklesci bir rejimin gelenekleri içinde eğitilmiş olmalıdır. (Perikles 429/8’de öldü.) Değişik yazarlar tarafından belirtildiği gibi, Platon’un demokrasiye karşı daha sonraki eğilimini her ne olursa olsun yalnızca yetiştirilmesine bağlamak çok güçtür; tersine, bu olumsuz eğilim Sokrates’in etkisi tarafından, ve her şeyden çok Sokrates’in demokrasinin ellerinden gördüğü davranış tarafından yaratılmıştır. Öte yandan Platon’un demokrasiye güvensizliğinin Sokrates’in ölümünden daha önceki bir dönemde başlamış olması olanaklı görülür. Platon’un ülke politikasından uzak durması, hiç kuşkusuz Ustasının yargılanmasından ve suçlu bulunmasından sonra başlar.
Diogenes Laertius’un anlattıklarına göre, Platon “Kendini resim sanatını incelemeye verdi, ve ilk olarak ditirambik şiirler ve daha sonra lirik şiirler ve trajediler yazdı”. Bunun ne ölçüde doğru olduğu bilinemiyor; ama Platon, Atina ekininin serpilme döneminde yaşadı ve nitelikli bir eğitim almış olmalıdır. Aristoteles’in bildirdiğine göre Platon gençliğinde Heraklitoscu felsefeci Kratilus ile tanışmıştı. Ondan duyusal-algı dünyasının bir akış dünyası olduğunu ve bu yüzden gerçek ve pekin bilginin asıl nesnesi olmadığını öğrenecekti. Gerçek ve pekin bilgiye kavramsal düzeyde erişilebilir olduğunu ise gençlik yıllarında tanımış olması gereken Sokrates’ten öğrenecekti.
Platon, Sokrates’in yargılanmasında bulundu ve Sokrates’i, önerilen cezayı bir minadan otuz minaya yükseltmeye zorlayan ve kefil olmayı teklif eden dostlarından biriydi. Ama bir hastalık nedeniyle ölümü sırasında dostunun yanında bulunamadı. Sokrates’in ölümünden sonra Megara’ya çekilerek felsefeci Euklides’in yanına sığındı, ama büyük bir olasılıkla çok geçmeden Atina’ya geri döndü. Bununla birlikte, kesin olan şey Platon’un kırk yaşında İtalya ve Sicilya’ya gitmiş olduğudur. Belki de Pisagorcu Okulun üyeleri ile karşılaşmayı ve konuşmayı istemiş olabilir; her ne olursa olsun, orada bilgili bir Pisagorcu olan Arkhitas ile tanıştı.
Platon 388/7 yılında Atina’ya dönüşünden sonra Akademi’yi kurdu ve bu iş için kahraman Akademus’un türbesi yakınlarında bir yer seçti. Akademi’ye haklı olarak ilk Avrupa Üniversitesi denebilir, çünkü çalışmalar geleneksel felsefe ile sınırlı değildi ve matematik,gökbilim ve fiziksel bilimler gibi geniş bir ikincil bilimler alanı kaplıyordu ve okulun üyeleri hep birlikte Müzler’e tapınırlardı. Atina’nın kendisinden değil ama dışarıdan da gençler geldi ve ünlü matematikçi Eudoxus’un kendi Okul’u ile birlikte Kizikus’tan Akademi’ye gelmiş olması, Akademi’nin bilimsel ruhuna bir övgü ve yalnızca bir“felsefi-gizem” toplumu olmadığına bir kanıttır.
Akademi’nin bilimsel ruhunu vurgulamak gerekir,çünkü Platon’un devlet adamları ve yöneticileri oluşturmayı amaçlamış olması bütünüyle doğru olsa da, yöntemi yalnızca dil uzluğu gibi doğrudan kılgısal uygulamaya açık alan şeyleri öğretmekten değil, ama çıkar beklemeyen bir bilimsel etkinliğin geliştirilmesinden oluşuyordu. Platon, kamu yaşamı için en iyi eğitimin yalnızca kılgısal “sofistik” bir eğitim değil, ama tersine bilimin kendi uğruna izlenmesi olduğuna inanıyordu. Matematik, hiç kuşkusuz Platon'un “İdealar Felsefesi” için olan öneminden ayrı olarak, önyargısız, nesnel bir çalışma için açık bir alan sunuyordu ve daha şimdiden Yunanlıların arasında yüksek bir gelişim düzeyine erişmişti.




Akademi’deki çalışmaları yönetmenin yanı sıra, Platon’un kendisi dersler veriyor ve izleyicileri notlar tutuyordu. Söylendiğine göre; Aristoteles, Platon’un İyi üzerine dersini dinlemeye gelenlerin sık sık aritmetik ve gökbilimden, sınır ve Birden başka bir şey duymamaları yüzünden nasıl şaşırdıklarını anlatırdı. Platon, söz konusu ders üzerine kimilerinin yayımladığı yorumları reddeder. Ayrıca “İdealar Kuramı” Akademi’de öğretilmiş olduğu tam biçimi içinde, yazılı olarak kamuya sunulmadı.
367’de1.Dionisios öldü ve Dion,Platon’a o zaman otuz yaşlarında olan 2.Dionisios’un eğitimini üstlenmek üzere Siraküze’ye gelmesi çağrısında bulundu. Platon gitti ve Tirana geometri dersleri vermeye başladı. Bununla birlikte, çok geçmeden Dionisios’un Dion’a duyduğu kıskançlık, işleri karıştırdı ve Dion, Siraküze’den ayrıldığı zaman, felsefeci belli bir güçlükten sonra Atina’ya dönmeyi başardı ve oradan Dionisios’u mektup yoluyla eğitmeyi sürdürdü. Tiran ve Atina’da yerleşmiş ve orada kendisi ile dostluğunu sürdürmekte olan amcası arasında bir uzlaşma yaratmayı başaramadı. Gene de, felsefi çalışmalarını sürdürmeyi isteyen Dionisios’un içten dileği üzerine Platon, Siraküze’ye tekrar gitmek için yolculuğa çıktı. Platon görünüşte Kartaca tehlikesine karşı Yunan kentleri arasında bir konfederasyona gidilmesi için bir anayasa taslağı çıkarmayı umut ediyordu, ama karşıtçılık çok güçlü çıktı; dahası, varlığına yeğeni tarafından el koyulan Dion’un geri çağrılmasını güvenceye alamayacağını da gördü. Bu yüzden Platon 360’da Atina’ya döndü ve orada 348/7 yılında ölümüne dek etkinliklerini Akademi’de sürdürdü.


2-Platon’un Yapıtları:

2.1-Yapıtların Asıllığı:

Genel olarak denebilir ki Platon’un yapıtlarının bütün kütlesi ve yayımlanmış tüm diyalogları bilinmektedir. Bununla birlikte, Platon’un Akademi’de verdiği derslerin bir kaydı yoktur. Ama Platon’un tüm diyaloglarının büyük bir olasılıkla bilinmekte olduğunu söylemek, bize dek Platon adı altında gelmiş olan tüm diyalogların gerçekten de Platon’un kendisinin olduklarını söylemek değildir. Asıl ve düzmece olanı birbirinden ayırmak büyük bir sorundur. Platon’un düzenlenen toplam otuz altı diyalogu vardır. Bunların tamamının asıl mı, yoksa düzmece mi olduğu belli değildir.

a) Genel olarak reddedilen diyaloglar: Alkibiades-2, Hipharkhus, Amatores ya da Rivales, Theages, Klitofon, Minus. Bu kümeden, Alkibiades-2 dışında tümünün dördüncü yüzyılın çağdaş yapıtları olmaları olasıdır.

b) Asıllığı tartışılan altı diyalog: Alkibiades-1, İon, Menexenus, Büyük Hippias, Epinomis, Mektuplar.

c) Gerçeklikleri kabul edilenler: Geri kalan diyalogların gerçeklikleri kabul edilebilir; böylece eleştirilerin sonucu, otuz altı diyalogun altısının genel olarak reddedildiği, öteki altısının gerçek olmadıkları kanıtlanıncaya dek kabul edilebilecekleri (belki de Alkibiades-1 ve hiç kuşkusuz Mektup-1 dışında), yirmi dördünün ise hiç kuşkusuz Platon’un gerçek yapıtları olduğu biçiminde görünmektedir. Öyleyse bilinen, üzerine Platon’un düşüncesine ilişkin kavrayışımızı dayandırabileceğimiz oldukça önemli bir yazın kütlesi bulunmaktadır.





2.2-Yapıtların Zamandizini:

A-Sokratik Dönem:

Bu dönemde Platon, henüz Sokratik anlıksal belirlenimciliğin etkisi altındadır. Diyalogların çoğu, belirli bir sonuca erişemeden sonlanır. Bu Sokrates’in “Bilmeme” özgeliğidir.
1-Savunma:Sokrates’in yargılanmasındaki savunması.
2-Krito:Sokrates haksız yargılanışına karşın Devletin yasalarına boyun eğerek yaşamını vermeye istekli iyi bir yurttaş olarak sunulur. Krito ve ötekiler tarafından kaçması önerilir ve para sağlanmıştır; ama Sokrates, ilkelerine bağlı kalacağını bildirir.
3-Euthiafron:Sokrates dinsizlik nedeniyle yargılanmasını bekler. Tanrıya saygısının doğası üzerine. İnceleme sonuçsuzdur.
4-Lakes:Yüreklilik üzerine. Sonuç yok.
5-İon:Şairlere ve rapsodistlere karşı.
6-Protagoras:Erdem bilgidir ve öğretilebilir.
7-Kharmides:Ilımlılık üzerine. Sonuç yok.
8-Lisis:Dostluk üzerine. Sonuç yok.
9-Devlet. Kitap-1:Türe üzerine.

B-Geçiş Dönemi:

Platon kendi görüşlerine doğru yolunu bulmaktadır.
10-Gorgias:Kılgısal politikacı ya da felsefeciye karşı güçlerin hakları, ya da ne pahasına olursa olsun türe.
11-Meno:Erdemin öğretilebilirliği ideal kuram göz önüne alınarak düzeltilir.
12-Euthidemus:Geç Sofistlerin mantıksal aldatılarına karşı.
13-Hippias1:Güzel üzerine.
14-Hippias2:İsteyerek mi yoksa istemeyerek mi haksızlık yapmak daha iyidir?
15-Kratylus:Dil kuramı üzerine.
16-Menexenus:Dil uzluğu üzerine bir parodi.

C-Olgunluk Dönemi:

Platon kendi düşüncelerini geliştirmiştir.
17-Sempozyum:Tüm dünyasal güzellik gerçek güzelliğin bir gölgesinden başka bir şey değildir ve ruh Eros yoluyla gerçek güzelliğe özlem duyar.
18-Fedon:İdealar ve ölümsüzlük.
19-Devlet:Devlet. İkicilik,metafiziksel ikicilik üzerine güçlü bir vurgu.
20-Fedrus:Sevginin doğası; felsefi dil uzluğunun olanağı. Ruhun üçe bölünmesi, “Devlet”de olduğu gibi.

D-İleri Yaş Yapıtları:

21-Theaetetus:(Son bölüm Parmenides’ten sonra yazılmış olabilir.) Bilgi duyusal-algı ya da doğru yargı değildir.
22-Parmenides:İdealar kuramının eleştiriye karşı savunusu.
23-Sofist:Yine idealar kuramı irdelenir.
24-Politikus:Gerçek yönetici bilendir. Tüzel Devlet geçici bir önlemdir.
25-Filebus:Haz ile iyinin ilişkisi.
26-Timaeus:Doğal bilim. Demiurge ortaya çıkar.
27-Kritias:İdeal tarım devleti emperyalist deniz-erki “Atlantis” ile karşılaştırılır.
28-Yasalar ve Epinomis:Platon olgusal yaşama ödünler verir. “Devlet”in ütopyacılığında değişiklikler yapar.
29-7. ve 8.Mektuplar:Dion’un ölümünden sonra yazılmış olmalıdırlar.

3-Bilgi Kuramı:

Platon’un bilgi kuramı herhangi bir diyalogda dizgesel olarak anlatılmış ve bütünüyle işlenmiş olarak bulunamaz. Platonik bilgi kuramını özetleme ve dizgesel biçimde verme görevi, Platon’un bilgi kuramını varlık biliminden ayırmanın güçlüğü olgusu tarafından zorlaştırılır. Düşüncelerinde Eleştirel Felsefe’nin bir öncelenişini okumak olanaklı olsa da, bilme yetimizde hiçbir sınırın olmadığını kabul etme eğilimindeydi ve başlıca bilginin gerçek nesnesinin ne olduğu sorusuyla ilgileniyordu.

3.1-Bilgi Duyusal-Algı Değildir:

Sofistler gibi kılgısal davranışla ilgilenen Sokrates gerçeğin göreli olduğu, bilginin dayanıklı hiçbir düzgüsü, kalıcı hiçbir nesnesi olmadığı düşüncesiyle anlaşmayı reddetti. İnanıyordu ki törel davranış bilgi üzerine dayanmalı ve bu bilgi duyuların ya da öznel sanıların kararsız ve değişken izlenimlerinden etkilenebilir olmayan, tersine tüm insanlar, tüm halklar ve tüm çağlar için aynı olan bengi değerlerin bilgisi olmalıdır. Platon, Ustasından nesnel ve evrensel olarak geçerli bilgi anlamında bilginin olabileceği yolundaki bu kanıyı kalıt aldı; ama bu olguyu kuramsal olarak kanıtlamayı istedi ve böylece bilgi sorunları üzerine derinlemesine bir araştırmaya girişerek bilginin ne olduğu ve neyin bilgisi olduğu sorularını getirdi. Bilgi, Platon’un görüşünde “yanılmaz” ve “var olana ilişkin” olmalıdır. Duyusal-algı ne biridir, ne de öteki.
Genç matematik öğrencisi Theaetetus, Sokrates ile konuşmaya başlar ve Sokrates ona bilginin ne olduğunu düşündüğünü sorar. Theaetetus, geometriye, bilimlere ve zanaatlara değinerek yanıt verir, ama Sokrates bunun onun sorusuna bir yanıt olmadığını belirtir, çünkü bilginin neyin bilgisi olduğunu değil, ama bilginin ne olduğunu sormuştur. Sokrates tarafından yüreklendirerek, Theaetetus sorulan soruyu yanıtlamak için bir girişimde bulunur ve “bilgi algıdan başka bir şey değildir” der.
Sokrates, algı nesnelerinin Herakleitos’un öğrettiği gibi her zaman bir akış durumunda olduklarını göstermeye çalışır. Hiçbir zaman var değildirler, her zaman olmaktadırlar, oluş durumundadırlar. (Platon, hiç kuşkusuz Herakleitos’un her şeyin oluşta olduğu öğretisini kabul eder, ama öğretiyi duyusal algı nesneleri açısından kabul ederek, duyusal-algının bilgi ile aynı olamayacağı yargısını çıkarır.) Bir nesne bir kimseye bir zaman beyaz, başka bir zaman gri, kimi zaman sıcak ve kimi zaman soğuk vb. görünebildiği için, “birine görünme” “biri için olma” demek olmalıdır, öyle ki algı her zaman oluş sürecinde olanın algısıdır.
Sokrates, algının bilgi olmadığını iki biçimde açıklar:
a)Algının, bilginin bütünü olmadığını söyler. Çünkü, genellikle bilgi olarak bilinen şeyin büyük bir bölümü hiçbir biçimde algı nesneleri olmayan terimleri kapsayan gerçekliklerden oluşur. Duyulur nesnelerin kendileri konusunda dolaysızca algı ile değil, ama anlıksal düşünme ile bildiğimiz pek çok şey vardır. Platon, örnekler olarak varoluş ya da varolmayışı verir. Varsayalım ki bir insan bir ılgım görmektedir. Onu algılanan ılgımın nesnel varoluşu ya da varolmayışı konusunda bilgilendiren şey dolaysız duyusal-algı değildir, ona bunu söyleyen yalnızca ussal düşünmedir.
b)Duyu-algısı, kendi alanı içerisinde bile, bilgi değildir. Eğer bir şeye ilişkin gerçekliği bilmiyorsak, örneğin onun varoluşunu ya da varolmayışını, bir başka şeye benzerliğini ya da benzemezliğini ilgilendiren gerçekliğe erişmiş değilsek, o şeyi bildiğimizi söylemek hiç kuşkusuz olanaksızdır. Ama gerçeklik düşünmede, yargıda verilir, yalın duyumda değil. Yalın duyum örneğin beyaz bir yüzeyi ve bir ikinci beyaz yüzeyi verebilir, ama ikisi arasındaki benzerliği yargılamak için ansal etkinlik zorunludur. Benzer olarak, demiryolu çizgileri birbirlerine yakınlaşıyor gibi görünürler. Anlıksal düşünmededir ki gerçekte koşut olduklarını biliriz.
Duyu-algısı öyleyse bilgi adına yaraşır değildir. Platon’un duyu nesnelerinin gerçek bilgi nesneleri olmadıkları ve olamayacakları, çünkü bilginin var olanın, dayanıklı ve kalıcı olanın bilgisi olduğu, oysa duyu-nesnelerinin gerçekte var olduklarının değil, ama ancak oluş sürecinde olduklarının söylenebileceği kanısından ne denli etkilenmiş olduğunu belirtmek gerekir. Duyu-nesneleri hiç kuşkusuz bir tür ayrımsama nesneleridir.

3.2-Bilgi Yalnızca “Doğru Yargı” Değildir:

Theaetetus görür ki yargının doğrudan doğruya bilgi olduğunu söyleyemeyecektir, çünkü yanlış yargılar olanaklıdır. Bu yüzden en azından geçici bir tanım olarak, irdeleme doğru ya da yanlış olduğunu gösterinceye dek, bilginin doğru yargı olduğunu öne sürer. Theaetetus’un bilgi doğru yargıdır öne sürümü tartışılırken belirtilir ki; bir yargı, yargıda bulunan insanın, yargının doğruluğu konusunda bir bilgisi olmaksızın da doğru olabilir. Bu gözlemin önemi kolayca kavranabilir. Bir insan, gerçekte suçlusu olmadığı ama durumla ilgili kanıtın ona karşı çok güçlü olduğu ve suçsuzluğunu kanıtlayamadığı bir suçlama üzerine yargılanabilir. Eğer şimdi, suçsuz adamı savunan usta bir avukat, tartışmamızın gidişi uğruna, kanıtı ustalıkla kullanarak ya da jüri üyelerinin duyguları üzerinde oynayarak onlara “Suçsuzdur” kararını verdirecek olsaydı, yargıları gerçekte doğru bir yargı olacaktı; ama tutuklunun suçsuzluğunu bildikleri pek söylenemeyecektir, çünkü varsayım gereği kanıt ona karşıdır. Kararları doğru bir yargı olacak, ama bilgiden çok inandırma üzerine dayanmış olacaktır. Buna göre, bilgi yalnızca doğru yargı değildir ve Theaetetus bilginin doğru tanımına ilişkin olarak yeni bir düşünce ileri sürmeye çağrılır.

3.3-Bilgi Doğru Yargı Artı Bir “Açıklama” Değildir:

Doğru yargı, görüldüğü gibi, doğru inançtan daha ötesi demek olmayabilir ve doğru inanç bilgi ile aynı şey değildir. Theaetetus böylece bir “açıklama”nın (logos) eklenmesinin doğru inancı bilgiye çevirebileceğini öne sürer. Sokrates eğer bir açıklama verme öğesel parçaları sıralama demekse, o zaman bu parçaların bilinen ya da bilinebilir olmaları gerektiğini göstererek başlar: Yoksa bilgi doğru inanca karmaşayı bilinmeyen ve bilinemez öğelere indirgemenin eklenmesi demektir gibi saçma bir yargı çıkacaktır. Ama bir açıklama vermek ne demektir?
1-Bu yalnızca doğru inanç anlamındaki doğru bir yargının sözcüklerde anlatılması demek olamaz, çünkü; eğer denmek istenen bu olsaydı, doğru inanç ve bilgi arasında hiçbir ayrım olmazdı. Ve görülüyor ki, doğru çıkan bir yargıda bulunmak ile doğru olarak bilinen bir yargıda bulunmak arasında bir ayrım vardır.
2-Eğer “bir Açıklama vermek” öğesel parçalara çözümleme demekse, bu anlamda bir açıklamanın eklenmesi doğru inancı bilgiye çevirmeye yeterli olacak mıdır? Hayır, yalnızca öğelere çözümleme süreci doğru inancı bilgiye çevirmez, çünkü o zaman bir arabayı oluşturmaya giren parçaları (tekerlekler, dingil, vb.) sayabilecek biri bir arabanın bilimsel bir bilgisini taşıyacak ve alfabenin hangi harflerinin belli bir sözcüğü oluşturmaya girdiğini söyleyebilecek biri sözcüğe ilişkin olarak bir dilbilimcinin bilimsel bilgisini taşıyacaktır.
3-Sokrates “artı açıklama”nın üçüncü bir yorumunu ileri sürer. Bu “söz konusu şeyin başka her şeyden ayırt edilmesini sağlayan bir imi adlandırabilme” demek olabilir. Eğer bu doğruysa, o zaman bir şeyi bilmek o şeyin ayırt edici ırasalını verebilmek demektir. Ama, bu yorum da bilgiyi tanımlamaya yetersiz olarak bir yana bırakılır.

3.4-Gerçek Bilgi:

Platon daha baştan bilginin erişilebilir olduğu ve bilginin “yanılmaz” ve “olgusalın” olması gerektiği görüşündeydi. Gerçek bilgi bu iki ırasala da iye olmalıdır ve bu iki ırasalı da taşıdığı savını aklayamayan hiçbir ansal durum gerçek bilgi olmaz. Platon, Theaetetus’ta ne duyusal algının, ne de doğru inancın bu iki özelliği taşımadıklarını gösterir. İkisinden hiçbiri o zaman gerçek bilgi ile eşitlenemez. Platon, Protagoras’ın duyuların ve duyusal algıların göreliliklerine inancını benimser, ama evrensel bir göreceliği benimsemez. Tersine, bilgi (saltık ve yanılmaz bilgi) erişilebilirdir, ama duyusal-algı ile aynı olamaz, çünkü bu sonuncusu göreli, kaçıcıdır ve hem özne hem de nesne payına her türlü geçici etkiye açıktır.
Platon da Herakleitos’un duyusal-algı nesnelerinin, bireysel ve duyulur tikel nesnelerin her zaman bir oluş, akış durumunda ve böylece gerçek bilginin nesneleri olmaya elverişsiz oldukları görüşünü kabul eder. Bunlar varlığa gelirler ve geçip giderler, sayıca belirsizdirler, tanımlamada açıkça kavranamazlar ve bilimsel bilginin nesneleri olmazlar. Ama Platon gerçek bilginin nesneleri olmaya uygun olan hiçbir nesne olmadığı yargısını çıkarmaz; tersine, yargısı duyulur tikeller aranan nesneler olamayacaklardır. Gerçek bilginin nesnesi dayanıklı ve kalıcı, durağan olmalı, açık ve bilimsel tanımda (ki, Sokrates’in gördüğü gibi, evrenselin tanımıdır) kavranabilir olmalıdır. Değişik ansal durumların irdelenişi ile ayrılmamacasına bağlıdır.
Bilimsel bilgi, Sokrates’in gördüğü gibi, tanımı amaçlar, bilgiyi açık ve ikircimiz bir tanımda kristalleştirmeyi ve saptamayı amaçlar. İyiliğin bilimsel bir bilgisi örneğin “İyilik ...dır” tanımında sunulmalı ve us, onunla iyiliğin özünü anlatmalıdır. Ama tanım evrenseli ilgilendirir. Bu yüzden gerçek bilgi, evrenselin bilgisidir. Tikel anayasalar değişebilir, ama iyilik kavramı aynı kalır ve bu kararlı kavram ile bağıntı içindedir ki tikel anayasaları iyilik açısından yargılarız. Böylece, bir bilgi nesnesi olmak için gerekenleri yerine getiren şey bir evrenseldir. En yüksek evrenselin bilgisi, en yüksek bilgi türü olurken, buna karşı tikelin bilgisi, en alt bilgi türü olacaktır.
Platon’un biçimler ya da idealar öğretisinin özü yalın olarak şudur; evrensel kavram nesnel içerikten ya da göndermelerden yoksun, soyut bir biçim değildir ve her gerçek evrensel kavrama nesnel bir olgusallık karşılık düşer. Aristoteles’in Platon’u eleştirisinin (Platon “ayrı” evrensellerin aşkın bir dünyasını imgeleyerek kavramların nesnel olgusallığını tözselleştirdi.) ne denli aklandığı kendi başına bir tartışma konusudur. Aklanmış olsun ya da olmasın, Platonik İdealar kuramının özünün, evrensel olgusallıkların “ayrı” varoluşları düşüncesinde değil, ama evrensel kavramların nesnel göndermelerinin olduğu ve karşılık düşen olgusallığın genelde duyusal-algıdan daha yüksek bir düzen olduğu inancında aranması gerektiği olgusu doğru kalır.
Kabul edilmelidir ki, oldukça bulanık kalan birçok önemli nokta vardır, ama Platon hiç kuşkusuz gerçek diye gördüğü şeye doğru bir bakıma el yordamıyla ilerlediğini düşünüyordu ve bildiğimiz denlisiyle, hiçbir zaman tam olarak ne demek istediğini ikircimsiz terimlerde aydınlatmış değildir. Öyleyse, tahminden bütünüyle kaçınmamız olanaksızdır.
İnsan anlığının kendi yolunda bilgisizlikten bilgiye gelişimi iki ana alan üzerinde uzanır; doksa(sanı) alanı ve episteme(bilgi) alanı. Ancak ikincisini bilgi olarak adlandırmak doğru olabilir. Doksanın(sanı) imgeler ile ilgili olduğu söylenirken, episteme ise, en azından “Arı us(noesis)” biçiminde, kökenseller ya da arketipler ile, arkai ile ilgilidir. Bir insana türe nedir diye sorulduğunda, türenin eksik somutlaşmalarını evrensel ideale erişemeyen tikel örnekleri, söz gelimi tikel bir insanın eylemini, tikel bir anayasayı ya da yasalar kümesini gösteriyor ve bir saltık türe ilkesinin, uylaşımsal bir ilkenin ve ölçünün bulunduğu konusunda en küçük bir kavrayış gösteremiyorsa, o zaman o insanın ansal durumu bir doksa(sanı) durumudur. Bununla birlikte, epistemenin ve doksanın iki derecesi vardır. Platon’un dediğine göre en alt derece, tahmin(eikasia) derecesi, nesnesi olarak ilkin “imgeleri” ya da “gölgeleri”, ve ikinci olarak “sudaki ve katı,düz,parlak tözlerdeki yansımaları ve bu türden her şeyi” alır. Bu hiç kuşkusuz oldukça yadırgatıcı görünür- en azından Platon’un bir insanın gölgeleri ve sudaki yansımaları asıl ile karıştırdığını demek istediği düşünülürse- Ama haklı olarak Platon’un düşüncesi bütününde imgelerin imgelerini, ikinci elden yansımaları kapsayacak bir yönde genişletilebilir. Böylece türeye ilişkin biricik düşüncesi Atina Anayasası’nın ya da tikel bir insanın somutlaşmış ve eksik türesi olan biri, genel olarak bir “doksa” durumundadır. Gene de, eğer usta bir konuşmacı ortaya çıkıp da, onu aldatıcı sözlerle ve uslamlamalarla gerçekte Atina Anayasası’nın ve bunun yasalarının görgül türesine bile ters düşen şeylerin haklı ve türel olduğuna inandırırsa, o zaman ansal durumu “tahmin(eikasia)” durumudur(olasılık). Türe diye gördüğü şey, eğer evrensel biçim ile karşılaştırılırsa, kendisi salt bir imge olanın bir gölgesinden ya da karikatüründen başka bir şey değildir. Öte yandan, türe olarak Atina Anayasası’nın türesini ya da tikel bir dürüst insanın türesini alan birinin ansal durumu ise “inanç(pistis)” durumudur.

Platon bize “inanç” kesiminin nesnelerinin, çizginin “tahmin” kesiminin imgelerine karşılık düşen olgusal nesneler olduklarını bildirir ve “çevremizdeki hayvanlar ve doğanın ve sanatın bütün dünyası”nın sözünü eder. Bu örneğin bir ata ilişkin tek düşüncesi tikel olgusal atlara ilişkin düşünce olan ve tikel atların ideal ata, belirli türe ya da evrensele eksik “öykünmeler” olduğunu göremeyen bir insanın “inanç” durumunda olduğunu imler. Bu insan; atın bilgisini değil, ama ancak atın sanısını elde etmiştir. Benzer olarak, dışsal doğanın gerçek olgusallık olduğu yargısında bulunan ve onun görülmez dünyanın az çok “olgusal-olmayan” bir eşlemi olduğunu görmeyen bir insan ancak “inanç” durumundadır. Durumu, gördüğü imgelerin olgusal dünya olduğunu düşünen hayalperestinki denli kötü değildir(tahmin), ama “episteme”ye erişmiş de değildir; gerçek bilgiden yoksundur.
Şimdi çizginin nesne açısından “düşünürlere(noeta)” ve ansal duyurum açısından “epistemeye(bilmeye)” karşılık düşen üst bölümüne gelelim. Genel olarak bu bölüm “orata(görülürler)” ya da duyulur nesneler(çizginin alt bölümü) ile değil ama “aorata(görülmezler)” ile, görülmez dünya ya da “noeta” ile bağıntılıdır. Ama alt bölümün durumu nedir?Sınırlı anlamda “arı us” kesimi “anlak(dianoia)” nasıl ayrılır?Platon “anlak”ın nesnesinin ruhun önceki kesimlerinin öykünmelerinin yardımıyla araştırmaya zorlandığı şey olduğunu söyler. Ruh o öykünmeleri imgeler olarak kullanır, varsayımdan başlar ve bir ilk ilkeye değil ama bir yargıya ilerler. Platon burada matematikten söz eder. Örneğin geometride anlık varsayımlardan, görülür bir çizgenin kullanımı yoluyla, bir yargıya ilerler. Platon’a göre geometrici, üçgeni vb. bilinir olarak alır, bu “gereçleri” varsayımlar olarak kabul eder ve sonra görülür bir çizge kullanarak bir yargıya doğru uslamlamada bulunur, ama ilgilendiği şey çizgenin kendisi değildir. Geometriciler böylece betileri ve çizgeleri kullanırlar, ama “gerçekte bir kimsenin yalnızca düşüncenin gözleri ile gözleyebileceği nesneleri görmeye çalışırlar.”
Geriye sadece çizginin en yüksek kesimini irdelemek kalıyor. Söz konusu ansal durum “noesis/arı us” durumu, “dianoia/anlak” kesiminin varsayımlarını başlangıç noktaları olarak kullanan ama bunların ötesine geçerek ilk ilkelere yükselen insanın ansal durumudur. Dahası bu süreçte (ki Eytişim sürecidir) “dianoia” kesiminde kullanılan türdeki “imgeler”den yararlanmaz, ama ideaların kendilerinde ve kendileri yoluyla, tam anlamıyla soyut uslamlama yoluyla ilerler. Anlık ilk ilkeleri açıkça kavradıktan sonra bunlardan çıkan yargılara iner ve yine duyulur imgelerden değil ama yalnızca soyut uslamlamadan yararlanır. “Noesis”e karşılık düşen nesneler, “ai arkai” ilk ilkeler ya da Biçimlerdir. Bunlar yalnızca bilgi kuramsal ilkeler değil, ama ayrıca varlık bilimsel ilkelerdir.
Platon, bunun yanı sıra bilgi kuramsal öğretisini “Mağara Alegorisi” ile örnekler. Bu alegoride; Platon bizden aydınlığa doğru açılışı olan bir yer altı mağarası tasarlamamızı ister. Bu mağarada ayaklarından ve boyunlarından, çocukluklarından beri mağaranın iç duvarını görebilecekleri ve güneşin ışığını hiçbir zaman göremeyecekleri bir yolda zincire vurulu olarak yaşayan insanlar bulunur. Yukarılarında ve arkalarında, mahkumlar ile mağaranın ağzı arasında bir ateş vardır ve onlarla ateş arasında yüksek bir yol ile bir perde gibi alçak bir duvar bulunur. Bu yüksek yol boyunca hayvanların ve başka nesnelerin yontu ve betilerini taşıyan insanlar geçer, öyle ki, taşıdıkları nesneler alçak duvarın ya da perdenin tepesi üzerinden görünürler. Mağaranın iç duvarına dönük mahkumlar ne birbirlerini ne de arkalarında taşınan nesneleri görürler; gördükleri yalnızca kendilerinin ve bu nesnelerin karşılarındaki duvara düşen gölgeleridir. Yalnızca gölgeleri görürler.
Bu mahkumlar insanlığın çoğunluğunu, insanların tüm yaşamları boyunca “eikasia/tahmin” durumunda kalan, yalnızca olgusallığın gölgelerini seyreden ve yalnızca gerçeğin yankılarını işiten çoğunluğunu temsil ederler. Dünyayı görüşleri “kendi tutkuları ve önyargıları tarafından, ve onlara dil ve diluzluğu ile iletilmiş olarak başkalarının tutkuları ve önyargıları tarafından” en çarpıtılmış, en yetersiz görüştür. Ve çocuklardan daha iyi bir durumda olmamalarına karşın, çarpık görüşlerine erişkinlerin tüm direnciyle sarılırlar ve hapishanelerinden kaçma gibi bir istekleri de yoktur. Dahası, eğer birdenbire kurtarılacak ve önceden gölgelerini görmüş oldukları olgusallıklara bakmaları söylenecek olsa, ışığın parlaklığı ile gözleri kamaşacak ve gölgelerin olgusallıklarından çok daha olgusal olduklarını sanacaklardır.

Bununla birlikte, eğer mahkumlardan kaçmış olan biri ışığa alışırsa, bir süre sonra daha önce ancak gölgelerini görmüş olduğu somut duyulur nesnelere bakmayı başarabilecektir. Bu insan ötekileri ateşin (ki görülür güneşi simgeler) ışığında görür ve “eikones/imgelerin”, önyargıların ve tutkuların ve safsataların gölge –dünyasından “zoa/duyusal” varlığın olgusal dünyasına döndürülmüş olarak bir “pistis/inanç” durumundadır, gerçi henüz anlaşılır, duyulur- olmayan olgusallıklar dünyasına ulaşmış olmasa da. Mahkumları ne iseler öyle, eş deyişle mahkumlar olarak, tutkuların ve safsataların bağları içindeki mahkumlar olarak görür. Dahası, eğer diretip mağaradan güneş ışığına çıkacak olursa, güneş tarafından aydınlatılan duru nesnelerin (ki anlaşılır olgusallıkları simgelerler) dünyasını görecek ve sonunda, ancak bir çaba ile de olsa, güneşin kendisini görebilecektir (Güneş ki, İyi İdeasını, en yüksek Biçimi, “doğru ve güzel şeylerin evrensel nedenini, gerçeğin ve usun kaynağı”nı simgelemektedir). O zaman “noesis/arı us” durumunda olacaktır.
Platon belirtir ki, eğer birisi gün ışığına çıktıktan sonra mağaraya geri dönecek olursa, karanlık yüzünden doğru dürüst göremeyecek ve böylece kendini gülünç duruma düşürecektir. Başka birini kurtarmaya ve yukarıya aydınlığa doğru götürmeye çalışacak olursa, karanlığı seven ve gölgeleri gerçek olgusallık olarak gören mahkumlar, eğer bir yakalayabilseler, yasaları çiğneyeni öldüreceklerdir.
Bu alegori açıkça gösterir ki, çizginin “yükselişi” Platon tarafından bir ilerleme olarak görülüyordu. Gerçi bu süreç, sürekli ve özdevimli bir süreç olmasa da; bu yol çabayı ve ansal disiplini gerektirir. Eğitimin büyük önemi üzerinde durmasının nedeni budur. Ancak eğitim yoluyladır ki genç insanlar aşamalı olarak bengi ve saltık gerçekleri ve değerleri görmeye götürülebilirler ve böylece yaşamlarını yanılgının, yanlışlığın, önyargının, sofistik aldatmacanın, gerçek değerlere körlüğün vb. gölge dünyasında geçirmekten kurtarılabilirler.

4-Biçimler Öğretisi (İdealar Kuramı) :

Platon’un gözünde gerçek bilginin nesnesi, kararlı ve kalıcı olmalıdır. Ve en yüksek biliş durumu, “noesis/arı us” durumu söz konusu olduğu sürece bu gerekler evrensel tarafından yerine getirilir.
Platon’a göre, ne zaman bir bireyler çokluğu ortak bir ad taşırsa, bunların ayrıca karşılık düşen bir “İdea” ya da “Biçim”leri de vardır. Bu evrenseldir, kavramda kavranmakta olan ortak doğa ya da niteliktir. Örneğin; güzellik. Güzel pek çok şey vardır, ama güzelliğin kendisinin tek bir evrensel kavramını oluştururuz. Ve Platon, bu evrensel kavramların yalnızca öznel kavramlar olmadıklarını, ama onlarda nesnel özleri kavradığımızı düşünüyordu.
Bu nesnel özlere Platon “İdealar” ya da “Biçimler” (ideai ya da eide) adını verdi. Gündelik İngilizce’de “idea” anlıktaki öznel bir kavram demektir. Oysa Platon, İdealardan ya da Biçimlerden söz ederken, evrensel kavramlarımızın nesnel içerik ya da göndermelerine iletmede bulunur. Evrensel kavramlarımızda nesnel özleri ayrımsarız ve bu nesnel özlere Platon “İdealar” terimini uyguladı. “Saltık İyi”den ya da “İyi İdeası”ndan söz etmesi arasında hiçbir ayrım yoktur. İkisi de aynı nesnel öze iletmede bulunurlar ki, gerçekten iyi olan tüm tikel şeylerdeki iyiliğin kaynağı odur.
Platon’un görüşünde evrensel kavramlarda ayrımsadığımız nesneler, bilimin ele aldığı nesneler yüklemlemenin evrensel terimlerine karşılık düşen nesneler kendilerine özgü aşkınsal bir dünyada varolan nesneler “İdealar” ya da kalıcı “Evrenseller”dir. Ve bu dünya –“oralarda” bir yerlerde- duyulur şeylerden ayrıdır. Duyulur şeyler bu evrensel olgusallıkların eşlemleri ya da onlara katılmalardırlar, ama bu evrensel olgusallıklar kendine özgü değişmez bir gökte kalırlarken, duyulur şeyler ise değişime açıktırlar. Gerçekte her zaman oluş durumundadırlar ve hiçbir zaman gerçekten varoldukları söylenemez. İdealar kendi göksel dünyalarında birbirlerinden yalıtılmış ve herhangi bir düşünürün anlığından ayrı olarak varolurlar. Platon’un kuramı böyle sunulduktan sonra belirtilir ki, kalıcı evrenseller vardırlar (ki bu durumda deneyimin olgusal dünyasının haksız olarak bir eşlemi üretilmiş olur).


Platon’a göre, gerçeğe bedensel duyular yoluyla değil, ama “gerçekten var olan” şeyleri kavrayan us yoluyla erişilebilecektir. “Gerçekten var olan”, eş deyişle, gerçek varlıkları olan şeyler nelerdir? Bunlar şeylerin özleridir ve Sokrates örnekler olarak türenin kendisini, iyiliğin kendisini, soyut eşitliği, vb. verir. Bu özler her zaman aynı kalırlarken, tikel duyu nesneleri ise kalmazlar. Öte yandan, insanlar dünyaya evrensel özlerin açık bir bilgisi ile gelmez ve büyümezler. Öyleyse tikel şeyleri evrensel bir ölçün ile bağlantılı olarak nasıl yargılarlar? Bunun nedeni ruhun, beden ile birliğinden önce varolmuş ve ön varoluş durumunda özlerin bilgisini taşımış olması değil midir? Öğrenme süreci böylece bir anımsama süreci olacak ve bunda özlerin tikel somutlaşmaları daha önce gözlenmiş olan özlerin anımsatıcıları olarak davranacaklardır. Dahası, özlerin ussal bilgisi bu yaşamda bedensel duyuları aşmayı ve anlıksal düzleme yükselmeyi gerektirdiği için, felsefecinin ruhunun ölümden sonra artık beden tarafından engellenmiyor ve zincirlenmiyor olduğu zaman bu özleri seyredeceğini düşünmemiz gerekmez mi?
Böylece “Fedon”da verildiği biçimiyle İdealar Öğretisinin doğal yorumu ideaların kalıcı ve evrensel olduklarıdır; oysa anımsanmalıdır ki, önceden değinildiği gibi, öğreti deneysel bir anlayışla, bir “varsayım” olarak ortaya sürülmüştür.
Platon, doğada görüp dokunabildiğimiz her şeyin “değişken” olduğunu söylüyordu. Sonsuza dek kalan, yok olup gitmeyen “ana maddeler” yoktur. “Duyular Dünyası”na ait olan her şey, zamanın yok edeceği maddelerden oluşmuştur. Ama aynı zamanda her şey, mutlak ve değişmez bir “biçim”den doğar. Bu mutlak ve değişmez olan şey fiziksel bir “hammadde” değildir. Mutlak ve değişmez olan şey, tüm şeylerin ona benzeyerek oluştuğu bir takım tinsel ya da soyut, örnek resimlerdir.
Platon, etrafımızda gördüğümüz her şeyin, evet, dokunup hissedebildiğimiz her şeyin bir sabun köpüğüyle karşılaştırılabileceğini söylüyordu. Çünkü duyular dünyasında var olan hiçbir şey kalıcı değildir. Duyular dünyasına ait olan şeyler hakkında, yani dokunup hissedebildiğimiz şeyler hakkında bir takım düşüncelerimiz ve kanılarımız olabilir. Sadece aklımızla bildiğimiz şeyler konusunda kesin bilgiye sahip olabiliriz.

Platon’un gerçekliği nasıl ikiye ayırdığını gördük;
a) Birinci bölüm “Duyular Dünyası”dır. Bu dünya hakkındaki yaklaşık ve mükemmel olmayan bilgilerimizi (yine bu kadar yaklaşık ve mükemmel olmayan) beş duyumuzu kullanarak edinebiliriz. Duyular dünyasındaki her şey için “her şeyin değiştiği” ve hiçbir şeyin sonsuza dek varolmadığı gerçeği geçerlidir. Duyular dünyasında hiçbir şey var değildir; burada bir şeyler ortaya çıkar ve sonra ortadan kaybolur.
b) İkinci Bölüm “İdealar Dünyası”dır. Aklımızı kullanarak bu dünya hakkında kesin bilgiye ulaşabiliriz. İdealar dünyası duyularla algılanamaz. Buna karşılık idealar (ya da biçimler) mutlak ve değişmezdir.

Platon’a göre insanlar da ikiye ayrılmış yaratıklardır. “Değişen” bir vücudumuz vardır. Vücudumuz duyular dünyasına bağımlıdır ve bu dünyadaki diğer şeylerin (örneğin bir sabun köpüğünün) kaderini paylaşır. Tüm duyular vücudumuza bağlıdır ve dolayısıyla güvenilmezlerdir. Ancak bir de ölümsüz bir ruhumuz vardır ki, bu ruh aklın yuvasıdır. Ruh maddesel olmadığı için idealar dünyasına girebilir.
Platon daha da ileriye giderek, ruhun bir vücuda yerleşmeden önce de var olduğunu söylüyordu. Ruh önce idealar dünyasında var olur. Ruh daha sonra bir insan vücuduna girer girmez mükemmel ideaları unutur. Böylelikle bir süreç başlar. İnsan doğadaki biçimleri algıladıkça ruhunda ufak kıpırdanmalar olur. Böylece insanın içinde, ruhun gerçek yuvasına bir özlem uyanır. Yani ruh gerçek yuvasına “sevgi dolu bir özlem” duyar. Buna “eros” adını verir. Eros, sevgi demektir. Bu andan itibaren hem vücut hem de duyularla algılanan her şey mükemmelliğini yitirir ve önemsizleşir. Ruh sevginin kanatlarında “yuvasına”, idealar dünyasına doğru yola çıkar. Ruh, “vücudun zindanından” kurtulur.






5-Platon’un Ruhbilimi:

Platon hiçbir biçimde önceki Evrenbilimsel Okulların ruhu havaya ya da ateşe ya da atomlara indirgeyen kaba ruhbilimlerine yenik düşmedi; o bir özekçi ya da epifenomenalist değil ama ödünsüz bir tinselci idi. Ruh açıktır ki bedenden ayrıdır; insanın en değerli iyeliğidir ve ruha gerçek özen insanın başlıca kaygısı olmalıdır. Platon ruhu “kendini başlatan devim”ya da “devimin kaynağı” olarak tanımlar. Bu böyle olunca, ruh bedene üstün olması anlamında bedenden öncedir ve bedeni yönetmelidir. Platon “gerçek olan anlığa iye olan biricik şey ruhtur ve bu görünmez bir şeydir. Oysa ateş, su, toprak ve hava tümü de görülür cisimlerdir” der.
Platon ruh ve beden arasında özsel bir ayrım ileri sürse de, ruh üzerinde beden tarafından ya da onun yoluyla uygulanabilecek etkiyi yadsımaz. Gerçek eğitimin bileşenleri arasına fiziksel eğitimi de katar ve ruh üzerindeki zararlı etkileri nedeniyle belli müzik türlerini yadsır.
Platon arada bir sanki ruh bedende yalnızca yerleşmiş ve onu kullanıyormuş gibi konuşsa da, onu ruh ve beden arasındaki herhangi bir karşılıklı etkileşimi yadsıyormuş gibi göstermememiz gerekir. Etkileşimi açıklamamış olabilir, ama bu ne olursa olsun çok güç bir görevdir. Etkileşim açık bir olgudur ve kabul edilmesi gerekir. Durum hiç kuşkusuz tümüyle açıklanamaz diye etkileşimi yadsımakla ya da herhangi bir açıklama vermenin ya da verilecek bir açıklamanın olmadığını açığa vurmanın zorunluluğunu ortadan kaldırmak için ruhu bedene indirgemekle daha da iyileştirilmiş olmaz.
Platon ruhu üç parçaya ayırır. “Ussal parça / to logistikon”, “yürekli ya da atılgan parça / to tumoeides” ve “itkisel parça / to epitumetikon” dır. “Parça” sözcüğü bu bağıntıda haklı olarak kullanılabilir, çünkü Platon’un kendisi “Meros”(parça) terimini kullanır, ama bu gene de bir eğritileme terimidir ve, ruhun uzamlı ve özdeksel olduğunu imliyor olarak anlaşılmamalıdır.
“Ussal parça” insanı hayvandan ayırt eden şeydir ve ruhun ölümsüz ya da tanrısala yakın olarak en yüksek öğesi ya da biçimselliğidir. Öteki iki biçimsellik (yürekli ve itkisel parçalar) yok olabilirdirler. Bunlardan “yürekli parça” daha soyludur ve insanın doğal bağlaşığıdır ya da öyle olması gerekir, gerçi hayvanlarda da bulunsa da. “İtkisel parça” bedensel isteklerle ilgilidir. Çünkü ruhun ussal parçasının kendi istekleri vardır. Platon, ruhun ussal parçasını kafaya, yürekli parçasını göğse ve itkisel parçasını da diyaframın altına yerleştirir.
Platon, ruhun ölümsüz olduğunu bildirdi ve hiç kuşkusuz, ruhun ancak ussal parçasının bu ayrıcalıktan yararlandığını öğretir. Ama ruhun öteki parçaları ölümlü ve yok olabilir iseler, o zaman ussal parçadan gizemli bir yolda ayrılabilir olmaları ya da ayrı bir ruh ya da ruhlar oluşturmaları gerekir.
Platon ruhun içerisindeki açık çatışma olgusundan ötürü, ruhun üç parçalı doğasını ileri sürdü. Platon’un bir eserinde ussal öğenin arabaya, yürekli ve itkisel öğelerin iki ata benzediği ünlü karşılaştırma yer alır. Atlardan biri iyidir (yürekli öğe ki, usun doğal bağlaşığıdır ve “ılımlılık ve alçakgönüllülükle onuru sever”), öteki at kötüdür (itkisel öğe ki, “tüm başkaldırı ve arsızlığın dostudur”); ve iyi at sürücünün buyruklarına göre kolayca sürülürken, kötü at ise azılıdır ve tensel tutkunun sesine boyun eğme eğilimindedir, öyle ki kamçı ile kısıtlanmalıdır.
Platon’un başlıca ilgisi açıktır ki, ussal öğenin yönetme, sürücü olarak davranma hakkı üzerine diretme biçimindeki törel ilgidir.








6-Ahlak Kuramı:

6.1-Summun Bonum (Mutluluk) :

Platon’un törellik anlayışı mutçudur. Şu anlamda ki, iyeliği gerçek mutluluğu oluşturan en yüksek insan iyisinin kazanılmasına doğru yönelmiştir. İnsanın en yüksek iyisinin onun ussal ve ahlaksal bir varlık olarak kişiliğinin gerçek açınımı, ruhunun doğru gelişimi, yaşamın genel uyumlu gönenci olduğu söylenebilir. Bir insanın ruhu olması gerektiği durumdaysa, o zaman o insan mutludur.
Platon, acı tarafından önlenmeyen hazları, örneğin anlıksal hazları onaylamaya hazırdır. Ama ayrıca suçsuz oldukları ve ılımlılık içinde yararlanıldıkları sürece isteğin doyurulmasından oluşan hazları da. Tıpkı bal ve suyun hoş bir içki yapmak için uygun oranda karıştırılmalarının gerekmesi gibi, hoş duygunun ve anlıksal etkinliğin de iyi insan yaşamını oluşturmak için uygun bir oranda karıştırılmaları gerekir.
Her şeyden önce, der Platon, iyi yaşam doğru türdeki tüm bilgiyi, zamansız nesnelerin sağın bilgisini içermelidir. Ama yalnızca geometrinin sağın ve eksiksiz eğrileri ve çizgileri ile tanışık olan ve bunların gündelik yaşamda karşılaştığımız kaba yaklaşıkların hiçbir bilgisini edinmemiş biri evinin yolunu bulmayı bile başaramayacaktır. Böylece birinci sınıf bilginin yanına ikinci sınıf bilgi de alınmalıdır; bunu insana hiçbir zararı olmayacaktır, yeter ki ikinci sınıf nesnelerin neyi temsil ettiklerini anlıyor ve kaba yaklaşıkları sağın gerçeklikle karıştırmıyor olsun. Başka bir deyişle, bir insanın gerçekten iyi bir yaşam sürdürebilmek için bu ölümlü yaşama ve özdeksel dünyaya bütünüyle sırtını dönmesi gerekmeyecektir; ama gene de, bu dünyanın biricik dünya olmadığını, üstelik en yüksek dünya ise hiç olmadığını, tersine ideal dünyanın yalnızca yoksul bir eşlemi olduğunu anlamalıdır.
Tüm “su” böylece karışım kabına konduktan sonra, şu soru doğar: İçine ne denli “bal” konacaktır? Bu sorudaki belirleyici nokta, ne denli hazzın kabul edileceği, bilgiye dayanır. Platon, “gerçek” ve “katkısız” hazlar sınıfı ile akrabalığında diretecektir; oysa, geriye kalana gelince, bilgi ancak sağlığa ve dengeli bir kafaya ve herhangi bir iyilik biçimine eşlik edenleri kabul edecektir. “Budalalık” ve “kötülük” hazları karışıma almaya bütünüyle uygunsuzdurlar.
İyi yaşamı oluşturan karışımın gizi böylece ölçü ya da orandır; bunun göz ardı edildiği yerde doğru bir karışım değil ama bir karışıklık vardır. İyi böylece Güzelin bir biçimidir ki ölçü ve oran tarafından oluşturulur ve “bakışım /symmetria”, “güzellik/ kalon” ve “gerçeklik/ aleteia” iyide bulunan üç öğe ya da biçim olacaktır. İlk yer “yerindeliğe”
(to kairon) düşer, ikincisi oran ya da güzellik ya da tamlığa (yeterlik), üçüncüsü usa (ya da sağgörüye), dördüncüsü bilgiye (ya da beceri ya da doğru sanıya), beşincisi hiçbir acının karışmadığı hazlara (edimsel duyum kapsasınlar ya da kapsamasınlar), ve altıncısı iştahın ölçülü doyumuna ve hiç kuşkusuz bu zararsız olduğu zaman. İnsanın gerçek iyisi, iyi yaşam (eudaimonia) işte budur ve araştırılması için zorlayıcı güdü ise Eros’tur (iyi ya da mutluluk için istek ya da özlem).
Öte yandan, mutluluk erdemin izlenmesi ile kazanılacaktır ve erdem ise insan için olanaklı olduğu ölçüde Tanrı gibi olmak demektir. “Elimizden geldiğince tanrısal gibi olmalıyız ve bu yine bilgeliğin yardımıyla doğru olmaktır.” “İsteği dürüst olmak ve erdem yoluyla insanın tanrısala benzerliği kazanabileceği ölçüde Tanrı gibi olmak olan herkese Tanrılar özen gösterir.” Platon, “Tanrı her şeyin ölçüsüdür, söylendiği gibi bir insanın olmayı umut edebileceğinden çok daha yüksek bir anlamda” der. “Ve Tanrı için değerli olacak biri olabildiğince Ona benzemeli ve Onun olduğu gibi olmalıdır. Bu nedenle ölçülü insan Tanrı’nın dostudur, çünkü Onun gibidir...” Tanrılara adak adamanın ve onlara yalvarmanın “her şeyin en soylusu ve en iyisi” olduğunu ve “mutlu bir yaşam için de en yararlı” olduğunu ekler ve kötülerin ve inançsızların adaklarının tanrılarca kabul edilemez olduklarını belirtir. Tapınma ve erdem öyleyse mutluluğa aittirler, öyle ki, erdemin izlenmesi ve erdemli bir yaşamın sürdürülmesi mutluluğu kazandırmanın aracı olsa bile, erdemin kendisi mutluluğa dışsal değil ama onu bütünleyicidir. İnsanın iyisi birincil olarak bir ruh koşuludur ve ancak gerçekten erdemli bir insandır ki, gerçekten iyi ve gerçekten mutlu bir insandır.
6.2-Erdem:

Genel olarak Platon, Sokrates’in erdemi bilgi ile özleştirmesini kabul ediyordu. Platon, erdem bilgidir ve bilgi öğretilebilirdir düşüncesine sarılmış görünür, tıpkı hiç kimsenin bilerek ve isteyerek kötülük yapmayacağı düşüncesinde olduğu gibi. Bir insan kötü olanı seçiyorsa, onu iyilik görünüşü altında seçer; iyi olarak imgelemesine karşın gerçekte kötü olan bir şeyi istemektedir. Platon, hiç kuşkusuz önündeki her şeyi götürmeyi çabalayan ve iyi olarak gördüğüne erişmek için çılgınca atağında, kendisiyle birlikte sürücüyü de sürükleyen itkinin dik başlı ırasını göz önüne alıyordu; ama eğer kötü at sürücünün direncini yeniyorsa, bunun nedeni Platon’un ilkelerine göre ancak, ya sürücünün gerçek iyiyi hiç bilmiyor olması ya da iyiye ilişkin bilgisinin geçici olarak tutkunun saldırısı tarafından bulanıklaştırılmış olmasıdır. Gerçek iyinin ne olduğunu bilen bir insan, en azından geçici olarak, yargısının tutku tarafından bulandırılmasına göz yumabilir ve böylece görünüşte iyi olan ona gerçek bir iyi olarak görünebilir, gerçi tutkunun usu öyle karartmasına izin vermekten sorumlu olsa da. Eğer bir insan kötüyü kötü olduğu için bilerek seçebilir diye karşı çıkılacak olursa, Platon’a yalnızca o insanın “Kötülük, benim iyim ol” demiş olduğu yanıtı açık kalacaktır. Eğer gerçekten kötü ya da zararlı olanı seçiyorsa ve bunun en sonunda böyle olduğunu biliyorsa, bunun tek nedeni bilgisine karşın dikkatini nesnenin ona iyi olarak görünen yanı üzerinde toplamış olması olabilir. Gerçekten de dikkatini böyle bağlamanın sorumlusu olabilir ama, eğer seçiyorsa, ancak iyilik görünüşü altında seçebilecektir. Bir insan yine bilebilir ki, düşmanı öldürmek sonunda ona zararlı olacaktır, ama gene de bunu yapmayı seçer, çünkü dikkatini öç isteğini doyurmanın ya da düşmanın ortadan kalkışıyla elde edilecek bir yararın dolaysız iyiliği olarak görünen şey üzerinde toplamaktadır.
Platon, dört ana ya da önemli erdemi irdeler. “Bilgelik/ sofia”, “yiğitlik ya da dayanıklılık/ andreia”, “ılımlılık/ sofrosune” ve “türe/ dikaiosun”. Bilgelik ruhun ussal parçasının erdemiyken; öte yandan ılımlılık yürekli ve itkisel parçaların usun yönetimi altında birleşmelerinden oluşur. Türe ruhun her parçasının kendi özgün görevini yeterli bir uyum içerisinde yerine getirilmesinden oluşan genel bir erdemdir.
Platon, “iyi ve kötü”nün, “haz ve acı” ile özdeşleştirilmelerine karşı ve “üstün insan” ahlakına karşı uslamlamalar getirir. Gerçekten iyi ve mutlu olan insan, aşırıya kaçan değil ama ölçülü olan insandır. Ölçüsüz insan kendine kötülük yapmaktadır.
Platon, birinin dostlarına iyilik ve düşmanlarına kötülük yapması gerektiği düzgüsünü kesinlikle yadsır. Kötülük yapmak hiçbir zaman iyi olamaz.

7-Devlet:

Platon’un politik kuramı onun törebilimi ile yakın bir ilişki içinde gelişir. Yunan yaşamı özsel olarak bir topluluk yaşamıydı, Kent devletinde sürdürülürdü ve Kentten ayrı olarak düşünülemezdi, öyle ki Devletten bütünüyle ayrı duruyorsa bir insanın eksiksiz olarak iyi bir insan olabileceğine hiçbir gerçek Yunanlı inanmazdı, çünkü ancak Toplum içinde ve Toplum yoluyladır ki, insan için iyi yaşam olanaklı olur. Buna karşı, toplumun zorunlu bir kötülük olduğu ve insanın özgür gelişim ve büyümesini güdükleştirmede sonuçlandığı kuramı gerçek bir Yunanlıya bütünüyle yabancı gelirdi.
Platon gibi, insanın mutluluğu ile, insanın gerçekten iyi yaşamı ile ilgilenen bir felsefeci için Devletin gerçek doğasını ve işlevini belirlemek bir görevdi. Eğer yurttaşların tümü ahlaksal olarak kötü insanlar olsalardı, iyi bir Devleti korumak gerçekten olanaksız olurdu. Oysa, evrik olarak, eğer Devlet kötü bir Devlet olsaydı, bireysel yurttaşlar kendilerini iyi bir yaşamı yaşanması gerektiği gibi sürdürmekten yoksun bulunurlardı.
Platon birey için bir ahlakın ve Devlet için bir başkasının varolduğu düşüncesini kabul etmezdi. Devlet bireysel insanlardan oluşur ve iyi yaşama öncülük etmek için varolur: Tüm insanları ve tüm devletleri yöneten saltık bir ahlaksal ilkeler bütünü vardır: Çıkar düşkünlüğü Hak karşısında boyun eğmelidir. Platon, Devlete kısıtlama olmaksızın, Ahlak Yasasına dikkat etmeksizin gelişebilecek ya da gelişmesi gereken bir kişilik ya da örgenlik olarak bakmıyordu. Devlet doğru ve eğrinin hakemi, kendi ahlak ilkelerinin kaynağı ve ne olursa olsunlar kendi eylemlerinin saltık aklanışı değildir.
Platon görgül Devletlerin ne olduklarını değil ama daha çok Devletin ne olması gerektiğini belirlemekle ilgileniyordu ve böylece “İdeal Devlet”i , her edimsel Devletin olabildiğince kendini ona uydurması gereken modeli bulmaya çalışır. Genel amacı; “İdeal Devlet”in çizgilerini saptamaktı.
Devlet insanların gereksinimlerine hizmet vermek için varolur. İnsanlar birbirlerinden bağımsız değildirler, tersine yaşamın zorunluklarının üretilmesinde başkalarının yardım ve işbirliğine gereksinirler. Bu yüzden birlikte olduklarını ve yardımcıları bir yerleşme yerinde toplar ve mu ortak konuta “Kent” adını verirler. Kentin kökensel ereği böylece ekonomik bir erektir ve bundan işbölümü ve emeğin özelleşmesi ilkesi doğar. Değişik insanların değişik doğal yetenekleri ve becerileri vardır ve topluluğa hizmet için değişik yollarda uygunluk gösterirler; dahası, bir insan eğer doğal yetileri ile uyum içinde salt bir meslekte çalışıyorsa, çalışması nitelikte ve ayrıca nicelikte yüksek olacaktır. Tarım emekçisi kendi sabanını ya da kazmasını üretmeyecek, ama bunlar onun için başkaları tarafından üretilecektir. Böylece şimdilik ekonomik bakış açısından düşünülmekte olan Devletin varoluşu çiftçilerin, dokumacıların, ayakkabıcıların, marangozların, demircilerin, çobanların, satıcıların, gündelik emekçilerin, vb. bulunmasını gerektirecektir. Ama bu insanlar tarafından önderlik edilen yaşam çok kaba bir yaşam türü olacaktır. Eğer “lüks” bir kent olacaksa, fazladan bir şeyler daha gerekecek ve müzisyenler, ozanlar, öğretmenler, hemşireler, berberler, aşçılar, şekerlemeciler, vb. kendilerini göstereceklerdir.
Platon’un mağara benzetmesi, “Devlet” adlı diyalogda yer alır. Platon burada “İdeal Devleti” de anlatır. Bu, düşüncelerde yer alan örnek bir devlet ya da “ütopik” bir devlet anlamına gelir. Kısaca, Platon burada devletin filozoflar tarafından yönetilmesi gerektiğini söyler. Bunun niye böyle olduğunu sorarsak bize insanın nasıl oluştuğunu anlatmakla söze başlar.
Platon’a göre insanın vücudu üçe ayrılır; baş, göğüs ve karın. Bu bölümlerin her biri ruhsal bir erdeme karşılık gelir. Baş “akla”, göğüs “isteme”, karın da “haz ya da arzuya” karşılık gelir. Bu üç ruhsal yeti bir ideale ya da bir “değere” de bağlanabilir. Akıl “bilgeliğe” ulaşmaya çalışır, istek “cesaret” gösterir, arzu da insanın “ölçülü” olması için denetlenir. İnsanın bu üç bölümü bir bütün içerisinde hareket etmeye başladığı zaman uyumlu ya da “bütünlüklü” bir insan ortaya çıkar. Okulda çocuklara önce arzunun nasıl denetleneceği öğretilir, sonra cesaretleri geliştirilir. En sonunda da, akılları ile bilgeliğe ulaşan yolu bulacaklardır.
Platon, tıpkı bir insan vücudu gibi yaratılmış bir devlet düşünür. Bu devlet aynı şekilde üçe bölünmüştür. Vücudun “başı”, “göğsü” ve “karnı” olduğu gibi devletin de “yöneticileri”, “bekçileri (ya da askerleri)” ve “ticaretle uğraşanları (bunlara el işçileri ve köylüler de dahildir)” vardır. Burada Platon’un Yunan tıp bilimini örnek aldığı açıktır. Sağlıklı ve uyumlu bir insan, nasıl dengeli ve ılımlı ise, “adil” bir devlet de herkesin bütün içindeki yerini bilmesiyle ortaya çıkar.
Platon’un felsefesinde genel olarak geçerli olduğu gibi onun devlet felsefesi de “rasyonalizm”den etkilenir. İyi bir devlet yaratmanın yolu, bu devletin “mantıkla” yönetilmesinden geçer. Başın vücudu yönetmesi gibi toplumu yönetenler de filozoflar olmalıdır.
İnsan ile devletin üç bölümü arasındaki ilişki kabaca şöyledir:

Vücut Ruh Erdem Devlet
Baş Mantık Bilgelik Yöneticiler
Göğüs İstem Cesaret Bekçiler
Karın Arzu Ölçülülük Tüccarlar

Platon’un ideal devleti eski Hint kast sistemini hatırlatır. Bu sistemde de toplumun iyiliği için her birey özel bir işleve sahiptir. Platon’un yaşadığı zamandan itibaren, hatta bundan daha öncesinden beri, Hint kast sistemi yine bu üçlü bölünmeye dayanmıştır; yönetici kast (veya din adamları kastı), savaşçılar kastı ve ticaretle uğraşan kast.



Günümüzde Platon’un devleti totaliter bir devlet olarak görülebilir. Ancak belirtmek gerekir ki Platon, kadınların da erkekler gibi yönetici olabileceklerini söylüyordu. Bunun da nedeni, yöneticilerin siteyi yönetmesinin tam da “akılla” mümkün olmasıydı. Kadınlar da erkekler gibi aynı mantığa sahipti, yeter ki onlar da aynı eğitimi alsınlar ve ev işleriyle çok fazla uğraşmasınlardı. Platon, aile ve özel mülkiyeti de reddediyor, bunların devleti yönetenler ve koruyanlar tarafından idare edilmesini savunuyordu. Çocukların eğitimi öyle önemli bir şeydi ki bu, teker teker kişilerin eline bırakılamazdı. Çocukları yetiştirmek devletin yönetimi olmalıydı. (Platon, devlet idaresindeki çocuk yuvalarından ve tamgün okullarından söz eden ilk filozoftur.)
Platon politikada bir takım hayal kırıklıklarına uğradıktan sonra, “Yasalar” adlı diyalogunu yazdı. Burada “yasa devletini” ikinci en iyi devlet biçimi olarak tanımlar. Özel mülkiyeti ve aile ilişkilerini bireye bırakır. Böylelikle kadının özgürlüğü de kısıtlanmış olur. Ama burada yine de, kadınlarını yetiştirmeyen bir devletin yalnızca sağ kolunu çalıştırıp güçlendiren bir insana benzediğini söyler.

8-Platon’un Fiziği:

Platon’un fiziksel kuramları onun biricik “bilimsel” diyalogu olan “Timaeus”ta kapsanır. Bu büyük bir olasılıkla Platon yetmiş yaşındayken yazılmış ve bir üçlünün “Timaeus, Kritias ve Hermokrates”in ilk kitabını oluşturmak üzere tasarlanmıştı. “Timaeus” özdeksel dünyanın oluşumunu ve insan ve hayvanların doğuşunu anlatır. “Kritias” Atina’nın mitsel Atlantis’ten gelen istilacıları nasıl yenilgiye uğrattığını ve sonra kendisinin tufan ve deprem tarafından nasıl yıkıldığını anlatır. Ve “Hermokrates”in Yunanistan’da ekinin yeniden doğuşunu ele alacağı ve Platon’un gelecek reform konusundaki önerileri ile sonlanacağı tahmin edilir. Böylece “Ütopya Devleti” ya da “Sokratik Cumhuriyet”, “Kritias”ta geçmişte gerçekleşmiş bir şey olarak sunulurken, gelecek için kılgısal reformlar “Hermokrates”te önerilecekti. “Timaeus” edimsel olarak yazılmıştır ve “Kritias” ise tamamlanmadan önce kesilir ve bitmemiş olarak bırakılır. “Hermokrates” ise hiçbir zaman yazılmamıştır. Oldukça usa uygun olarak öne sürülmüştür ki; Platon, ilerleyen yaşının bilincinde olarak, ayrıntılı tarihsel romanını tamamlama düşüncesini bir yana bırakmış ve “Hermokrates”te söylemeyi istediklerinin çoğunu “Yasalar”a eklemiştir.
Platon dünyanın yaratılışının bir açıklamasını vermek üzere yola çıkar. Duyulur dünya “oluş” sürecindedir ve “oluş sürecinde olan zorunlu olarak bir nedenin aracılığı ile oluşmalıdır”. Söz konusu aracı tanrısal “ustabaşı” ya da bir “Demiurge”dir. O uyumsuz ve düzensiz devim içinde olan her şeyin “denetimini” üstlendi ve onları bir düzene soktu. Özdeksel dünyayı bengi ve ideal bir modele göre biçimlendirdi, onu “ruh ve us ile dirimli bir yaratık” olarak belirledi ve bunu yaparken “İdeal Dirimli Yaratık” modelini, içerisinde “göksel tanrılar ırkının, havada uçan kanatlı şeylerin, suda yaşayanlarının tümünün ve kuru toprakta ayakları üzerinde gidenlerin tümünün” biçimlerini kapsayan biçimin modelini çizdi. Salt bir İdeal Dirimli Yaratık olduğu için, Demiurge salt bir dünya yaptı.
Demiurge’nin bu davranışının güdüsü neydi? Demiurge iyidir ve “tüm şeylerin olanaklı ölçüde onun kendisi gibi olmaya yaklaşmalarını istedi”, düzenin düzensizlikten daha iyi olduğunu yargısını verdi ve her şeyi en iyisi için biçimlendirdi. Elindeki gereçle sınırlıydı, ama bununla elinden gelenin en iyisini yaptı ve onu “olanaklı olduğunca eşsiz ve eksiksiz” kıldı.
Demiurge simgesini nasıl görmemiz gerekir? En azından dünyada işlemekte olan tanrısal usu temsil ediyor olmalıdır. Ama bir yaratıcı tanrı değildir. “Timaeus”tan açıktır ki, Demiurge önceden varolan bir gerecin “denetimini üstlenmiş” ve onunla elinden gelenin en iyisini yapmıştır. Hiç kuşkusuz onu yoktan yarattığı söylenmez. “Bu evrenin yaratılışı” der Platon, “Zorunluluk ile Usun bileşiminin karışık bir sonucu” idi. (Zorunluluğa ayrıca Serseri Neden de denir.) “Zorunluluk” sözcüğü doğal olarak bize değişmez yasaların egemenliğini düşündürür, ama Platon’un demek istediği tam olarak bu değildir. Eğer Demokritos’un ya da Epikürüs’ün evren görüşünü alırsak (ki buna göre evren Usun yardımı olmaksızın atomlardan yapılmıştır), Platon’un Zorunluluk ile demek istediğinin bir örneği önümüzde durur: “Amaçsız” olan, Us tarafından oluşturulmuş olmayan.


Eğer yine Atomcu Dizgede dünyanın kökenini atomların “rastlantısal” çarpmalarına borçlu olduğunu göz önünde tutarsak, Platon’un Zorunluğu Rastlantı ya da Serseri Neden ile nasıl birleştirebildiğini daha kolay anlayabiliriz. Bize bunlar karşıt kavramlar olarak görünebilirler, ama Platon için yakındırlar. Çünkü içinde Usun ve bilinçli Amacın hiçbir pay taşımadıkları bir şeyi gösteriyorlardı. Böylecedir ki “Yasalar”da Platon dünyanın “anlığın ya da bir tanrının eylemi tarafından, ya da sanattan değil, ama doğa ve rastlantı tarafından” ya da zorunlu olarak köken aldığını bildirenlerden söz edebilmektedir. Böyle bir evren görüşü Aristoteles tarafından dünyanın “Kendiliğindenliğe” yüklenmesi olarak belirtilir, gerçi devimin bir başka atomun önceki devimine bağlı olması ölçüsünde evreni Zorunluğa bağlı olarak görmek olanaklı olsa da. Böylece “kendiliğinden”, “rastlantısal” ve “zorunlu olarak” biçimindeki bu üç düşünce bağlaşık düşüncelerdi. Öğeler, eğer bir bakıma kendi başlarına bırakılmış olarak düşünülürse, seçilen bakış açısına göre, kendiliğinden, rastlantısal ya da zorunlu olarak ilerler, ama Usun işleyişi getirilmedikçe amaca hizmet edemezler. Platon böylece usun zorunluğu “kandırmasından”, “kör” öğeleri tasara ve bilinçli amaca yardımcı kılmasından söz edilebilir, gerçi gereç işlenmeye biraz dirençli ve Usun işlemine bütünüyle boyun eğdirilmesi olanaksız olsa da.
Demiurge öyleyse bir yaratıcı tanrı değildi. Dahası Platon büyük bir olasılıkla hiçbir zaman “kaos”un edimsel bir olgu olarak varolmuş olduğunu düşünmemiştir, en azından evrenin yalnızca düzensiz bir kaos olduğu bir tarihsel dönemin olmuş olması anlamında. Her ne olursa olsun, bu birkaç karşıt ses dışında (Plutark ve Attikus) Akademinin geleneği idi. Aristoteles’in “Timaeus”ta evrenin oluşumuna ilişkin açıklamayı bir zaman içinde oluşum açıklaması olarak aldığı (ya da en azından böyle yorumlandığında eleştirdiği) doğrudur, ama açık olarak belirtir ki, Akademinin üyeleri evrenin oluşumunu betimlerken bunu, evrenin gerçekten varoluşa geçtiğini hiç düşünmeksizin, yalnızca onu anlamak için açıklama amaçlarıyla yaptıklarını bildiriyorlardı.
Demiurge neyin “denetimini üstlenmişti”? Platon “tüm Oluşun Kapsayıcısından” bir bakıma süt annesinden söz eder. Daha sonra bunu “ilksiz, sonsuz olan, yok olmayı kabul etmeyen Uzay” olarak betimler ki, “varlığa gelen tüm şeyler için yer sağlar, ama kendisi duyulur olmaksızın bir tür baş belası uslamlama ile kavranır ve bir inanç nesnesi olması güçtür”. Öyleyse, Uzayın ondan birincil öğelerin yapıldığı bir şey değil, ama bunların onda görüldüğü bir şey olduğu ortaya çıkar. Platon’un şekillerinin oluşumunda kullanılan altın ile bir karşılaştırma yaptığı doğrudur; ama konuşmayı sürdürüp der ki Uzay “hiçbir zaman kendi niteliğinden ayrılmaz. Çünkü her zaman tüm şeyleri alır ve hiçbir zaman hangi yolda olursa olsun ona giren şeylerden birine benzeyen bir ırayı üstlenemez”. Öyleyse, olasıdır ki, Uzay ya da Kapsayıcı birincil niteliklerin ondan yapıldığı özdek değil, ama bunların onda göründükleri bir şeydir.
Platon dört öğeden (toprak, hava, ateş ve su) tözler olarak söz edilemeyeceğini belirtir, çünkü biteviye değişirler: “Çünkü sıyrılıverirler ve “şu” ya da “bu” olarak ya da onları sürekli bir varlığa iye olarak gösteren herhangi bir deyim tarafından tanımlanmayı beklemezler”. Bunlar daha çok nitelikler olarak adlandırılmalıdırlar ki, görüngüleri Kapsayıcı içinde bulur ve “onda tümü de her zaman oluş sürecinde bulunur, görüngüye çıkar ve yine ondan yiterler”. Demiurge’nin böylece “denetimini “üstlendiği” şeyler; a)Kapsayıcıdır ki, “görülmez ve ırasız, her şeyi alıcı, çok şaşırtıcı bir yolda anlaşılardan pay alan ve kavranması çok güç olan bir tür şeydir”. Ve, b)Birincil niteliklerdir ki, Kapsayıcıda görünür ve Demiurge tarafından Biçimlerin modeline göre işlenirler.









9-Sanat:

9.1-Güzellik:

Platon Güzel Sanatların gerçek değerini biliyor muydu? Platon ozanların çoğunu “Devlet”ten metafiziksel kaygılarla dışladı; ama hiç kuşkusuz Platon’un onların yapıtlarının çekiciliğine karşı oldukça duyarlı olduğunu gösteren belirtiler de yok değildir. Platon, Sokrates’e “Gençliğimden bu yana Homer’e duymuş olduğum sevgi ve saygı beni duraksatıyor olsa da konuşmalıyım. O usta trajedi yazarları öbeğinde bir yüksek öğretmen ve önder gibi görünür; ama bir insan gerçeklikten daha çok onurlandırılmamalıdır ve bunu söylemek zorundayım”. Yine “Homer’in ozanların en büyüğü ve trajedi yazarlarının en başta geleni olduğunu benimsemeye hazırız; ama anımsamalıyız ki, tanrılara ilahi ve iyilere övgünün Devletimize kabul edilecek biricik şiir türü olması gerekir”.
Platon kesinlikle belirtir ki, eğer şiir ve öteki sanatlar iyi düzenlenmiş bir Devlete kabul edilme haklarını bir kez kanıtlayacak olurlarsa, “onu kabul etmekten sevinç duyacağız, çünkü onun büyülerine karşı çok duyarlı olduğumuzu biliyoruz; ama bu yüzden gerçeği çiğnememeliyiz”.
Bu noktaları göz önünde tutarsak, Platon’u sanatlar ve yazın açısından bir sanat düşmanı olarak küçümsemek olanaksız görünür. Ve eğer ozanların değerini bildiğini gösteren övgülerin ancak istemeyerek yapılan beylik övgüler olduğu öne sürülecek olursa, o zaman Platon’un kendi sanatsal başarısını gösterebiliriz. Eğer Platon’un kendisini hiçbir biçimde sanatçı tinini göstermemiş olsaydı, ozanların çekiciliği üzerine belirttiklerinin yalnızca gelenekten ötürü olduklarına ya da giderek iğneleyici bir tonda olduklarına inanmak olanaklı olabilirdi; ama konuşanın “Simpozyum”un ya da “Fedon”un yazarı olduğunu düşünürsek, Platon’un sanat ve yazını kınamasının estetik duyarsızlığa bağlı olduğuna inanılmasını beklemek gerçekten çok fazladır.
Platon’un Güzellik kuramı neydi? Platon’un güzelliği nesnel anlamda olgusal olarak görmüş olduğu tüm sorgulamanın ötesindedir. Hem “Büyük Hippias”ta hem de “Simpozyum”da tüm güzel şeylerin Evrensel Güzelliğe, Güzelliğin kendisine katılmaları nedeniyle güzel oldukları kabul edilir. Böylece, Sokrates “O zaman güzel de gerçek bir şeydir” dediği zaman Hippias “Elbette gerçek. Sormaya ne gerek var?” yanıtını verir.
9.2-Platon’un Sanat Kuramı:

Platon sanatın kökeninin doğal anlatım içgüdüsünde aranması gerektiğini öne sürer. Metafiziksel yanında ya da özünde sanat “öykünme”dir. Biçim örnekseldir, arketipseldir; doğal nesne bir “öykünme/memesis” örneğidir. Böylece, örneğin bir insan resmi doğal, tikel bir insanın eşlemi ya da ona bir öykünmedir. Öyleyse bir öykünmeye öykünmedir. Oysa gerçekliğin aranması gereken yer Biçimdir; sanatçının çalışması buna göre gerçekten ikinci uzaklık aşamasında durur. Bu yüzden Platon, ki her şeyden öte gerçekle ilgileniyordu, sanatı değersizleştirmek zorundaydı, üstelik yontuların, resmin ya da yazının güzellik ve çekiciliğini ne denli duyabilmiş olsa da. Bu değersizleştirici sanat görüşü “Devlet”te vurgulu olarak ortaya konulur. Orada bu görüş ressam ve trajik ozana vb. uygulanır. Platon’un anlattıkları kimi zaman bir komedi havasına bürünür; örneğin ressam olguya değil ama görüngüye öykünen biri olmakla giderek nesnelerin doğru bir eşlemini bile yapamaz denir. Bir sediri resimleyen ressam, onu duyulara dolaysızca göründüğü biçimiyle salt bir bakış açısından resimlendirir. Ozan iyileşmeyi, savaşı vb. üzerinde konuştuğu şeylerin hiçbir gerçek bilgisi olmaksızın betimler. Yargı “öykünmeci sanat gerçeklikten çok uzakta olmalıdır” düşüncesidir. O “olgusallığın iki aşama altıdır ve onu gerçeğin hiçbir bilgisi olmaksızın üretmesi kolaydır. Çünkü ancak görünüştür ve olgusallık değildir”. Yaşamını bu olgusallık gölgesini üretmeye adayan biri çok kötü bir pazarlık yapmış olmalıdır.



“Yasalar”da sanat üzerine belki de onu biraz daha kaydırdığını düşünülebilecek bir yargı görünür, ama gene de Platon metafiziksel konumunu değiştirmemiştir. Müziğin eşsizliğinin yalnızca yol açtığı duygusal haz miktarı ile ölçülmemesi gerektiğini söylerken, Platon gerçek eşsizliğe iye biricik müzik türünün “iyiye bir öykünme” olan müzik olduğunu ekler. Yine, “en iyi şarkı ve müzik türünü arayanlar hoş olanı değil, ama gerçek olanı aramalıdırlar; ve öykünme gerçekliği, söylediğimiz gibi, öykünülen şeyi nicelik ve niteliğine göre çevirmekten oluşur”. Böylece yine öykünmeci olarak müzik kavramına sarılır (“herkes kabul edecektir ki, müziksel bileşimlerin tümü de öykünmeci ve temsil edicidirler”), ama öykünmenin eğer öykünülen şeyin kendi ortamında yapılabileceği en iyisiyle çeviriyorsa “gerçek” olabileceğini kabul eder. Müzik ve sanatı Devlete kabul etmeye hazırdır, yalnızca eğitimsel amaçlar için değil, ama ayrıca “zararsız haz” için de; ama gene de sanata ilişkin öykünme kuramında diretir ve eğer “Yasalar”ın ikinci kitabı okunursa Platon’un öykünme düşüncesinin biraz dar ve imgelemeden yoksun olduğu açıkça görülecektir.
İnsanın değişik duyguları ya da heyecanları vardır, kimileri yararlı, başkaları ise zararlıdır. Us, öyleyse, hangi sanatın benimseneceğini ve hangisinin dışlanacağını saptamalıdır.

10-“İdea-Felsefe” İlişkisi:

Felsefe “İdea” ile ilgilenir. “İdea” ilkin bütünüyle genel bir anlamda “Düşünce”dir. Ama Düşünce sonsuz küçüklükten sonsuz büyüklüğe dek, insanın ruhsallığından evrenin özdekselliğine dek “her şeyi” anlatmak için kullandığımız evrenseldir. Ne yerde ne de gökte, ne insan ruhunda ne de özdeksel evrende “hiçbir şey”, saltık olarak “hiçbir şey” insan düşüncesinin belirlenimlerinden, evrensellerden kaçamaz. Varolan her şey düşüncenin öznel belirlenimlerinde anlatılır ve varolan her şey kendi nesnel belirleniminde vardır. Varolan her şey bir evrensel olduğu için, türünden, ideal Biçiminden, belirli ideasından pay aldığı için vardır. İdeadan, Biçimden, evrenselden yoksun bir şey “hiçbir şey”dir, bir varlık değil ama yokluktur, olmayandır. Ve bilinemeyen, belirlenimsiz olan var olamayandır.
Bireysel şey, İdeadan yalnızca pay alan şey, belirlenimini kendinde değil, ama İdeada bulan nesne geçicidir, sonludur. Yiter. İdeanın, Biçimi varoluşu duyusalın, fizikselin, bireyselin varoluşu gibi değildir. Pisagor Teoremi fiziksel üçgenler üzerinde varolmaz. Duyulur-üstü, fiziksel-üstü varoluşu salt kuramsal düşünce içindir. Sonsuzluktadır ve sonsuza dek varolur. Görgül Zaman ve Görgül Uzay arı düşüncenin, İdeanın çevresine çit çekmez. İdea Türlerin, Biçimlerin olmadığı görgül evrende Türlerin ve Biçimlerin ideal olanağıdır. Dünya oluşurken, yaşam oluşurken, insan oluşurken, İdealar tümünün Biçimi, tümünün Belirlenimleridirler. Onların varoluş biçimleridirler, onların doğa yasaları, onların matematikleri, onların özsel nitelikleridirler. Duyusal değildirler, görülmezler, dokunulmazlar, koklanmazlar ve ölçülmezler. Varlıkları yalnızca düşünce içindir. Ve böyleyken duyulur bireyselden çok daha başka, çok daha güçlü, çok daha yüksek bir anlamda gerçektirler. Eğer varlık kalıcılık ise, duyulur bireyseller değil ama evrensel İdealar gerçek varlıktır. Eğer varlık güç ise, sonlu bireyseller değil ama evrensel İdealar güçtür. Eğer varlık değişilmezlik ise, evrensel İdealar değişmezdir.
Felsefe, başından bu yana, ideal belirlenimlerin bilgisidir. Bu bilim özsel olarak “Mantık”tır, özsel olarak “Us”tur. Tüm öznel geçicilikten, tüm yanlışlıktan özgür Nesnelliği konu alır, düşüncenin tüm dışsal güdülenmesinden bağışık özgür deviminin, eytişiminin açınımıdır. Eytişim İdeanındır, onun doğasıdır, onun özüdür, onu bir dizge yapan dinamiktir. İnsan düşüncesi aynı İdeanın etkinliği, eytişimi, gerçekliğidir. İnsan usu aynı İdeanın gizilliğidir. Ve gizilliğin edimselleşmesi ne denli olanaklıysa, insanın gerçekleşmesi o denli zorunludur. İdeada zorunluk olan şey insanın özgürlüğüdür.






11-Platon’un Etkisi Üzerine Notlar:

Platon’un örneği kendi başına bir etkidir. Yaşamı bütünüyle gerçeğe, kalıcı, bengi ve saltık gerçeğe erişmeye adanmış bir yaşamdı. Gerçeğe sarsılmaz ve sürekli bir inancı vardı ve Sokrates’in yapmış olduğu gibi, us nereye götürecekse oraya gitmeye hazırdı. Akademiyi bu tinle damgalamaya çabaladı, büyük bir öğretmenin üstünlüğü altında kendilerini Gerçeğe ve İyiye erişmeye adayacak bir insan topluluğu yarattı. Ama anlıksal alandaki gerçekliğe erişme düşüncesine bağlanmış büyük bir kurgul felsefeci olmasına karşın, Platon, gördüğümüz gibi, salt bir kuramcı değildi. Yeğin bir ahlaksal dürüstlük taşıyarak ve saltık ahlaksal değerlerin ve ölçünlerin olgusallığına inanarak, insanları en değerli iyelikleri için, ölümsüz ruhları için düşünmeye ve onları mutlu kılacak biricik şey olan gerçek erdemi geliştirmek için çabalamaya yöneltti.
Platon’un kişisel etkisi büyük öğrencisi Aristoteles üzerinde yarattığı izlenimde görülebilir. Anısına Aristoteles’in şiiri tanıktır:
“O eşsiz insanın
Anılması kötülerin dudaklarında adı
Övmeye hakkı yoktur onu sözlerinin.
İlk kez o bildirmişti açıkça
Sözle ve eylemle:
Mutludur erdemli olan.
Yazık, hiçbirimiz eşit olamayız ona.”
  Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bu konuyu arkadaşlarınızla paylaşın


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
You may not post new threads
You may not post replies
You may not post attachments
You may not edit your posts

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-KodlarıKapalı
Trackbacks are Açık
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık




Türkiye`de Saat: 14:03 .

Powered by vBulletin® Copyright ©2000 - 2008, Jelsoft Enterprises Ltd.
SEO by vBSEO 3.3.2

Sitemiz CSS Standartlarına uygundur. Sitemiz XHTML Standartlarına uygundur

Oracle DBA | Kadife | Oracle Danışmanlık



1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147 148 149 150 151 152 153 154 155 156 157 158 159 160 161 162 163 164 165 166 167 168 169 170 171 172 173 174 175 176 177 178 179 180 181 182 183 184 185 186 187 188 189 190 191 192 193 194 195 196 197 198 199 200 201 202 203 204 205 206 207 208 209 210 211 212 213 214 215 216 217 218 219 220 221 222 223 224 225 226 227 228 229 230 231 232 233 234 235 236 237 238 239 240 241 242 243 244 245 246 247 248 249 250 251 252 253 254 255 256 257 258 259 260 261 262 263 264 265 266 267 268 269 270 271 272 273 274 275 276 277 278 279 280 281 282 283 284 285 286 287 288 289 290 291 292 293 294 295 296 297 298 299 300 301 302 303 304 305 306 307 308 309 310 311 312 313 314 315 316 317 318 319 320 321 322 323 324 325 326 327 328 329 330 331 332 333 334 335 336 337 338 339 340 341 342 343 344 345 346 347 348 349 350 351 352 353 354 355 356 357 358 359 360 361 362 363 364 365 366 367 368 369 370 371 372 373 374 375 376 377 378 379 380 381 382 383 384 385 386 387 388 389 390 391 392 393 394 395 396 397 398 399 400 401 402 403 404 405 406 407 408 409 410 411 412 413 414 415 416 417 418 419 420 421 422 423 424 425 426 427 428 429 430 431 432 433 434 435 436 437 438 439 440 441 442 443 444 445 446 447 448 449 450 451 452 453 454 455 456 457 458 459 460 461 462 463 464 465 466 467 468 469 470 471 472 473 474 475 476 477 478 479 480 481 482 483 484 485 486 487 488 489 490 491 492 493 494 495 496 497 498 499 500 501 502 503 504 505 506 507 508 509 510 511 512 513 514 515 516 517 518 519 520 521 522 523 524 525 526 527 528 529 530 531 532 533 534 535 536 537 538 539 540 541 542 543 544 545 546 547 548 549 550 551 552 553 554 555 556 557 558 559 560 561 562 563 564 565 566 567 568 569 570 571 572 573 574 575 576 577 578 579 580