|
Ana Sayfa | Kayıt ol | Yardım | Ortak Alan | Ajanda | Bugünkü Mesajlar | XML | RSS | |
10-12-2007, 11:46 | #1 | ||
Üyelik tarihi: Nov 2007 Yaş: 62
Mesajlar: 29
Tecrübe Puanı: 17 |
Ahlak anlayışının safhaları... "Birinci dönem, eudaimonia ve erdem arasında kurduğu bağ ile ereklilik kavramını temel alan İlkçağ felsefesinin ahlak anlayışı ve ortaçağın dinsel nitelikli ahlak felsefesini de içine alarak Kant’a kadar devam eder. (Sonuçta her ikisi de mutluluğa ulaşmak istediği için aynı kategoriye giriyor.) Bu Kant’ın; özgürlüğü, otonomiyi, ahlak yasasının gerekliliğini temel alan ahlak anlayışı ikinci dönemi oluşturur. Üçüncü dönem Nietzche’den başlayarak Max Scheler ve Hartmann’dan günümüze kadar gelen ve günümüzde de devam eden değerler etiğidir." Alınan Kaynak;Bedia Akarsu armağanı, hazırlayan Betül Çotuksöken-Doğan Özlem, İnkilap kitapevi-2000 baskısı-Sayfa 156 Bu paragrafı açacak olursak insanoğlunun ahlak anlayışı üç safha geçirmiştir. Birinci safha mutluluğu aramak ta Kant'a kadar. İkinci safha Kant'ın ahlak anlayışı, birinci safha ile arasındaki fark, mutluluğa ulaşmak olan temel ahlak anlayışının felsefesi, Daha önceleri eski Yunan'da mutluluğa ulaşmak için, zevki temel alan ahlak anlayışları ya da Diojen gibi acı çekerek mutluluğa uluşılacağı görüşündeki ahlak anlayışları, sonuçta temel olan mutluluğa ulaşmaktı, aynı ahlak anlayışının uzantısı evrim geçirerek, ortaçağda din yoluyla öbür dünyada mutluluğa ulaşmak olarak gelişim göstermiştir. İkinci safha olan Kant'ın ahlak anlayışı, gelinen durumda ahlak dinin içindeydi yani dinsiz olan birisi otomatikman ahlaksız oluyordu. Osmanlı'da zındıkların(ateistlerin) şahitliği kabul edilmiyordu, çünkü dini inancı olmadığı için ahlaklı olarak doğru cevap vermez felsefesi var temelinde. Kant ahlağı dinden bağımsız hale getirdi, herhangi bir dini inancı olmayan insanında ahlaklı olabileceğini savundu. Örneğin milletvekilleri yemin ederken "namusum ve şerefim üzerine" diye yemin eder. Kuran'a el bastırılmaz. Bu dini inanca değil, senin bağımsız bir karektere sahip olarak, insan olarak, insan olmanın onuru ve şerefiyle hareket etmendir. Dini inançlar değişebilir, Kuran'a el basarsınız ertesi günü ateist olursunuz, o zaman yemininize sadık kalmanız gerekmiyor. Ama insan olmanın şerefi ve onurunu taşıyorsanız ki bu temel alınarak yemin kabul edilir. Üçüncü safha ikinci safhanın bir üst aşamasıdır. Değerler anlayışı, en çok değer verdiğiniz şeyden öncelik olarak tercihleriniz olarak sıralanabilir. Yeni değerler ahlak anlayışına göre benim için en yüksek ve birinci değer vatanım. İkincisi ailem, sonra Türk toplumunun geleceği ile ilgili çalışmalarım ve devam eder değer anlayışlarım. Örneğin ailemi seviyorum ama vatan görevine çağrılınca ailemi terkederek askere gidiyorum, çünkü değerler anlayışıma göre o bir üst değerdir. Sonuç olarak Kant'ın özerk ahlak anlayışının üstüne kendi ahlaki değerlerimizi, değerler ahlağımızı inşa ediyoruz. Sevgi ve saygılarımla Mustafa Altınay
__________________ Lütfen forum kurallarını okuyunuz.. | ||
|
10-12-2007, 11:48 | #2 | ||
Üyelik tarihi: Nov 2007 Yaş: 62
Mesajlar: 29
Tecrübe Puanı: 17 | Ahlak Felsefesi Nedir ? Ahlak felsefesi iyi nedir diye sorar, iyi olana nasıl ulaşmalıdır sorusuna cevap arar. Amaç iyi olana, mutluluğa ulaşmaktır. Ahlâk felsefesi konumuz İlkçağ, Ortaçağ ve Yeniçağ olarak bölümleme yapılmıştır. İlk çağ ahlâk felsefesi Sokrates’in şu deyişinde gizlidir.”Bildiğim bir şey var, o da hiçbir şey bilmediğimdir.” Ortaçağ ahlak felsefesi Augustinus’un şu deyişinde gizlidir.”Şüphe ediyorum, demek ki varım.” Ortaçağda egemen olan ahlak öğretisi tamamen dini bir tavır sergiler. Söz konusu olan mutluluk öbür dünya mutluluğudur. İnsan erek olarak öbür dünyadaki mutluluğu için eylemek durumundadır. Yeni çağ ahlâk felsefesi Francis Bacon’un şu deyişinde gizlidir.”Bilmek egemen olmaktır” ya da “Bilgi güçtür” İlk çağ ahlak felsefesi Sokrates’in şu deyişinde gizlidir.”Bildiğim bir şey var, o da hiçbir şey bilmediğimdir.” Sokrates’in bu deyişinde şüphecilik vardır. Doğru bildiğim şeylerin bazılarının sonradan yanlış olduğunu öğreniyorum. O zaman diğer doğru bildiğim şeylerin doğruluğuna da güvenemem der ve şu sonuca varır. “Bildiğim bir şey var, o da hiçbir şey bilmediğimdir.” Sokrates’in ahlâk felsefesi ise şöyledr. Yaşamın ereği olan mutluluk erdem ile gerçekleşir. Erdemde bilgidir. Bilgi erdemli yaşam için tek koşuldur. Erdemli olan bilendir. Bilen erdemli olup mutlu da olandır. İnsan doğası gereği mutluluğu erek edinir. Bu mutluluğa vardıracak yol bilmekten geçer. Bütün kötülüklerin anası bilgisizliktir. Kimse bilerek, isteyerek kötülük yapmaz. Bilen kişi kötü eylemeyi yeğlemeyecek, kötüyü istemeyecektir. Bunun için de kişi önce kendini bilmeli ve tanımalıdır. “Kendini tanı”, “Kendini bil!” bunlar yaşam ilkeleridir Sokrates’in. Ortaçağ ahlak felsefesi Augustinus’un şu deyişinde gizlidir.”Şüphe ediyorum, demek ki varım.” İnsan doğruyu ancak kendi ruhunda ve kutsal kitapta bulabilir. Ruh birdir ve bedenin her yerindedir ve tanrı da birdir ve her an her yerdedir. Ruhumuzun varlığından, algılarımızın ve yaşantılarımızın olmasından dolayı kuşku duyamayız. Bu doğru olan bilgi yüzünden varlığımızdan kuşku duyamayız. “Şüphe ediyorum demek ki varım” diyerek, bu doğruyu bilmekle, bu doğrunun sahibi olmakla mutlak doğru olan Tanrıyı da bilmek olanaklı olur. Sonuç olarak Tanrı’ya şüphe ederek ulaşabilirim. Yeni çağ ahlâk felsefesi Francis Bacon’un şu deyişinde gizlidir.”Bilmek egemen olmaktır” ya da “Bilgi güçtür” Yeni çağ ile bu durum değişti. İnsan yeniden bu dünya değerlerine döndü. İnsan bir birey olduğunun bilincine erdi. Birey olma bilinci “millet” olma kavramını da beraberinde getirdi.Yaşam öbür dünyaya geçilecek bir geçiş dönemi değil, başlı başına bir değerdir. Dine dayalı bir devlet idealinden bilime dayalı bir devlet idealine geçiştir. Bilgiyi temel alan, bilgiye dayalı bir yaşam felsefesi. Bunu da sağlayan Din ile ahlâk’ın birbirinden bağımsız hareket etmesidir. Bacon, ahlâk anlayışı içinde din ile ahlâk konularının birbirini bağlamadığını belirtmesiyle, ahlâk alanına özgürlük kazandırır. Dinsel kanıların yokluğunun ahlâkta yıkıcı bir etki yapacağını söyler. Din olmadan da pekala ahlâklı olunabilir savındadır. İnsan din olmadan da mutluluğa erişebilecek eylemlerde bulunabilir. Boş inançların ve dogmatik tutumların ahlâklılığı çökertebileceğini söyler. Boş inançların olduğu yerde ahmaklar ve düşüncesizler vardır. Bunlarında “bilenler”i toplumu ahlâksal çöküntüye ve devletlerin yıkımına götürür. Din karşısında bağımsızlığını kazanan ahlâkın kaynağını doğa yasasında bulan Bacon için “iyi” kavramı “yararlı” kavramı ile özdeştir. Yararlı olan içinde iki erek taşır. Bunlar bireysel iyilik ile toplumsal iyiliktir. Gerçek erdem toplumsal iyinin olduğu yerde söz konusudur. Topluluğun iyiliği bireyin iyiliğinden önce gelir. Öncelik toplumun iyiliğidir. Topluma yararlı eylem gerçek eylemdir. Kaynak;John Stuart Mill’in ahlâk anlayışı- Sibel Öztürk Güntöre-İlya Yayınları-2004-İzmir-1.baskı Arslan Kaynardağ—Son yıllardaki çalışmalarında ahlâk öğretileri üzerinde yoğunlukla durdun. Felsefenin tümü içinde ahlâk öğretilerinin yeri nedir? İncelediğin düşünürler arasında seni en çok etkileyen kim oldu? Niçin? Bedia Akarsu—Felsefenin bütünü içinde ahlâk felsefesi, bilgi felsefesi ile aynı ağırlıkta bana göre. Felsefe, her şeyin nedenini, niçinini sormakla başlamış. Sordukları içinde doğa kadar insan da yer almakta. Ahlâk da insanlar arasındaki ilişkilerin, bağlantıların bir düzenlenmesi olarak karşımıza çıkıyor. Felsefe(1) sözcüğünün kökeninde; ahlâkla ilgili öge var: philosophia, sophia düz bir bilgi değil, bilgelik anlamında, bilgelik de erdeme götüren bir bilgiden başka bir şey değil. Felsefenin görevi de yalnız bilgi değil, erdeme götüren yolu da bulmadır. Nitekim ahlâk, bütün filozofların temel sorunlarından biri olmuştur. Benim üzerimde en çok etki bırakan ahlâk öğretileri ise Kant ve Scheler’in ahlâk felsefeleri olmuştur diyebilirim. Kant insana saygıyı, Scheler sevgiyi öğrettiği için. Saygı ve Sevgi ahlâk felsefesinin temel kavramları olduğu gibi insan olmanında temel nitelikleri bana göre. Sevgi ve Saygılarımla; Alınan Kaynak;Bedia Akarsu armağanı, hazırlayan Betül Çotuksöken-Doğan Özlem, İnkilap kitapevi-2000 baskısı-Sayfa 38 .(1) Felsefe sözcüğü philo-sophia=Sevgi-bilgi yani bilgi sevgisi anlamına geliyor. “Philosophia” kelimesi Arapçaya “Falsafa” olarak geçmiş, Arapça’dan da Türkçe’ye “Felsefe” olarak geçmiş. Philo-sofos=bilgi-sever anlamına geliyor. “Philisofos” kelimesi dilimize Fransızca’dan(18.asır olabilir.) “Filozof” olarak geçmiştir. “Feylesof” kelimesinin karşılığı sözlükte Arapça kökenli olarak gözüküyor, “Filozof” kelimesiyle eş anlamlı. O da “Felsefe” kelimesi gibi bir evrim geçirmiş olsa gerek. Ahlak felsefesinin dönemleri; Tüten Anğ’ın makalesi Birinci dönem, eudaimonia ve erdem arasında kurduğu bağ ile ereklilik kavramını temel alan İlkçağ felsefesinin ahlak anlayışı ve ortaçağın dinsel nitelikli ahlak felsefesini de içine alarak Kant’a kadar devam eder. (Sonuçta her ikisi de mutluluğa ulaşmak istediği için aynı kategoriye giriyor.) Bu Kant’ın; özgürlüğü, otonomiyi, ahlak yasasının gerekliliğini temel alan ahlak anlayışı ikinci dönemi oluşturur. Üçüncü dönem Nietzche’den başlayarak Max Scheler ve Hartmann’dan günümüze kadar gelen ve günümüzde de devam eden değerler etiğidir. Alınan Kaynak;Bedia Akarsu armağanı, hazırlayan Betül Çotuksöken-Doğan Özlem, İnkilap kitapevi-2000 baskısı-Sayfa 156 Ahlak felsefesi; Ahlak felsefesi tarihinde üç önemli dönemden söz ederken İlkçağı ve Ortaçağı bir bütün, tek bir dönem olarak ele aldık. Bunun nedeni, gerek İlkçağ gerekse Ortaçağ ahlak felsefesinin her ikisininde eudaimonizmi ve erekliliği temele koymalarıdır. İlkçağda amaç mutluluğa ulaşmak ise Ortaçağda amaç Tanrı’ya ve Tanrı’nın inayetine ulaşmaktır.(Sonuçta her ikisi de mutluluğa ulaşmak istediği için aynı kategoriye giriyor.) Burada amaç “Tanrı’ya ulaşmak için nasıl eylemeliyim?” sorusunda gizlidir. Bu dünyada nasıl eylemeliyim ki öte dünyada bana sunulacak ödülü alabileyim? Bu ilişkide inanma, halis bir inanma olmaktan çıkıyor; bir amaç niteliğine dönüşüyor. Ödülü kazanmanın ve cezadan kurtulmanın bir aracı haline geliyor. Dinsel temele dayandırılan bütün ahlak anlayışlarında eylemlerimizi belirleyen temel değer, ve ana ilke sevap ve günahtır. Sevap işlemek ve günahtan kaçınmak için çabalarken eylemlerimize eleştirel bir bakış hiçbir zaman söz konusu olamaz. İnsandan istenen kuşku duymak, eleştirmek değil sadece ve sadece boyun eğme ve itaat etmektir. Sonuçta artık insanın özgürlüğünden değil, insanın kulluğundan söz edebiliriz. Bu bağlamda insan kişi olma özelliğini kaybediyor zaten buna pek de gerek kalmıyor. Çünkü onun yerine isteyen, düşünen ve karar veren bir güç var. İnsana düşen rol sadece onun kararlarına, ve isteklerine karşı çıkmaksızın, sorgulamaksızın boyun eğmektir. Dine dayalı bir ahlak anlayışında insanın ancak, bir kul alarak transcendental(aşkın) varlığa karşı bir sorumluluğu olabilir. Yaptığı eylemlerin sonuçları bu dünyada değil öte dünyada sorulur. Ve değerlendirilir. Bu bağlam içinde eylemlerimizin hukuk açısından da ele alınması söz konusu olamaz. Çünkü eylemlerimizin yargılanması transcendental(aşkın) varlık tarafından yapılacaktır. Psikolojik açıdan bakıldığında ise dine dayandırılan ahlak anlayışlarında belirsizlik ve korku duygusu baskın bir rol oynar. Dine dayalı ahlak anlayışında bir başka tehlike insanın bütün eylemlerinin, bütün yapıp etmelerinin sömürüye ve sömürülmeye açık olmasıdır. Ödüller ve cezalar bu sömürünün araçlarıdır. Oysa ahlaksal olarak nitelendirilen her türlü eylemimiz, kararımız ve seçimimiz sömürüyü dışlayan eylemler, kararlar ve seçimlerdir. Sömürüyle birlikte ona eşlik eden bir başka tehlike de dinin herhangi bir çıkar uğruna kutsallığını, yüceliğini yitirmesidir. Böylece din egemen güçlerin geniş halk kitlelerini baskı altında tutmasının bir aracı haline gelir, çürük inanç ve hurafelere dönüşür. İŞTE TAM BU NOKTADA VE BU BAĞLAMDA LAİKLİK İLKESİ, DİNİN KENDİ KUTSALLIĞI VE YÜCELİĞİNE ULAŞMASININ VE KORUNMASININ GÜVENCESİ OLARAK KARŞIMIZA ÇIKMAKTADIR. Özellikle bu nokta ülkemiz açısından son derece önemli bir noktadır. Her şeyin din açısından temellendirilmesi gayretleri karşısında, dine dayanmayan bir ahlak anlayışını savunmanın, bunun gerçekleştirilmesine yardımcı olmanın, din ve ahlak alanlarının birbirinden farklılığını göstermenin ama bütün bunlara rağmen, onların insanın ve toplumun vazgeçilmez ögeleri de olduğunu kabul etmenin insanın yetkinleşmesinde önemli olduğunu düşünüyorum; bunu söylerken temelde inanmanın insanın bir varlık koşulu olduğu düşüncesinden hareket ediyorum. Ele aldığımız konuyu eğitimle bağlantılı olarak noktalamak istiyorum. Nasıl bir eğitim söz konusu olmalı ki hem ahlak hem de dinin kendi alanlarının birbirinden bağımsızlığı ortaya çıkabilsin ve aynı zamanda her iki alanın da insan için onsuz olunamazlığı gözler önüne serilebilsin. Bu noktada özgür ve otonom olabilen, eleştirel düşünebilen, önyargılara bağlı olmayan insanların yetiştirilmesi gündeme gelmektedir. Çağdaş eğitim idesi, dine dayalı bir ahlak anlayışındaki insanın kulluğunun karşısında din ve ahlak alanlarının bağımsızlığında gelişen ve gerçekleşen insanın özgürlüğünü ve otonomisini savunur ve bunun gerçekleşerek gelişmesinin ortamını hazırlar. Felsefenin ve felsefecilerin bu noktada kendilerine düşen sorumluluğun farkına varmaları ve bunu eyleme dönüştürmeleri gerekmektedir. Kanımca dinci çevrelerin felsefeye ve felsefecilere karşı duydukları korkunun nedenlerinden birisi de bu olsa gerek. Alınan Kaynak;Bedia Akarsu armağanı, hazırlayan Betül Çotuksöken-Doğan Özlem, İnkilap kitapevi-2000 baskısı-Sayfa 162-Tüten Anğ’ın makalesi. NİCOLİA HARTMAN’IN AHLAK FELSEFESİ 1. İYİLİK; Bunlardan en yüksek ve en temel olanı, hiç kuşku yok ki, iyiliktir. Tıpkı Platon’un dünyamıza anlam değer kazandıran İdea olarak iyi İdeasını bütün ideaların üstüne, varlık ve bilginin ötesine yerleştirmesi gibi, Hartmann’da iyiyi değerlerin temeline koyar. Bütün değerler gibi iyilikte tanımlanamaz olup, onda ahlâken değerli olan en yüksek ahlâkî değerle özleştirilir. Ona göre, iyilik ne ideal varlık ya da değer kavramı, ne de sadece değerlerin fiilî varoluşudur, fakat sadece değerleri gerçek dünyada en yüksek amaçlar olarak arama ve hayata geçirmeye çalışmadır. 2.YÜCEGÖNÜLLÜLÜK; “ Onun iyilikten sonra gelen ikinci değeri yücegönüllülüktür. Yaygın tavırlara karşıt olan ağır bir ahlakî değer olarak yücegönüllülük, Hartmann’a göre, değerle ilgili bütün uzlaşımları küçümseyerek, kendisini özgürce büyük, kendine yeter ve yüksek ruhlu olana adayan bireyin tutumunda örneklenir. 3,DENEYİN ZENGİNLİĞİ Üçüncü değer ise deneyin zenginliği olup, o yeni, zengin, tam deneyimler peşinde koşma ve bunları “mümkün en büyük çeşitlilikteki en büyük birlik ilkesini” hayata geçirecek şekilde bir birlik içinde sentezleme çabasında ifadesini bulur. Hartmann hiyerarşinin(basamakların) ahlâken yüksek değerlerini ele almaya geçtiğinde; “ Onun iyilikten sonra gelen ikinci değeri yücegönüllülüktür. Yaygın tavırlara karşıt olan ağır bir ahlakî değer olarak yücegönüllülük, Hartmann’a göre, değerle ilgili bütün uzlaşımları küçümseyerek, kendisini özgürce büyük, kendine yeter ve yüksek ruhlu olana adayan bireyin tutumunda örneklenir. Üçüncü değer ise deneyin zenginliği olup, o yeni, zengin, tam deneyimler peşinde koşma ve bunları “mümkün en büyük çeşitlilikteki en büyük birlik ilkesini” hayata geçirecek şekilde bir birlik içinde sentezleme çabasında ifadesini bulur. Söz konusu üç değere dayanak oluşturan veya onları tamamlayan değer ise, saflıktır. İçtenliğin, cesaretin ve açıklığın temelini de meydana getiren, ve bir kez yitirildiğinde bir daha ele geçirilmesi mümkün olmayan saflık, yürek temizliğine dayanır. Söz konusu değerler, en yüksek değerler olmakla birlikte, Hartmann’ın “güç ile yüksekliğin ters orantısı yasası”na göre, aynı zamanda en güçsüz olan değerlerdir. İnsan bir değer duygusuyla onlara sokulur ve bu değerleri bedeniyle bağlı bulunduğu maddi dünyaya, yeryüzü gerçekliği içine çekebilir ve değerleri burada gerçekleştirebilir. İnsan böylelikle, gerçek varlık dünyasından değerin taşıyıcısı, gerekliliğin yürütücüsü olur; o bundan dolayı, değerleri dünyaya sokan bir kapıdır, dünyanın anlam vericisidir. “Değerlerin güçsüz oluşu insanın gücünü kurabilmesinin koşuludur.” Diyen Hartmann, İNSANIN GÜCÜNÜ YİNE DEĞERLERLE İLİŞKİ İÇİNDE OLACAK ŞEKİLDE, ONUN ÖZGÜRLÜĞÜNDE BULUR. Kaynak;Etiğe Giriş-Ahmet Cevizci- Sayfa 327 MAX SCHELER’İN AHLAK FELSEFESİ Değerler son olarak niteliksel farklılıklara göre, hiyerarşik bir düzen içinde sınıflanır. Buna göre, hiyerarşinin en üstünde .1-DİNİ DEĞERLER; Değer hiyerarşisinin en tepesinde, değerlerin değeri sonsuz bir kişisel Tanrı’da temellenen dini değerler bulunmaktadır. .2-TİNSEL DEĞERLER; Hiyerarşide daha aşağıda bir yer işgal eden değerler ise, daha çok sosyo-kültürel bir ortamda ortaya çıkan tinsel değerlerdir. Bunları Scheler üç ana başlık altında toplar. .a)-Güzellikle ilgili olan ”Estetik Değerler” .b)-Hak ve doğruluk etrafında dönen “Adalet Değerleri” .c)-Bilim ve felsefeyle ilgili olan “Salt Bilgi Değerleri Ve Ahlaki Değerler” .3-DİRİMSEL DEĞERLER; Bundan sonra da insanın hayatiyeti, refahı, sağlığı, gücü açısından önem taşıyan dirimsel değerler gelir. .4-DUYUSAL DEĞERLER; Yani insanların nesneleri hoş ve nahoş, yararlı yararsız, vs., bulmalarından kaynaklanan değerler vardır. Bu tür değerlerle kurulan ilgi kişisel hazla sonuçlanır. Kaynak;Etiğe Giriş-Ahmet Cevizci- Sayfa 321 NİETZSCHE’NİN AHLAK FELSEFESİ; “ Başka bir deyişle, insan için mutluluğun, hazda değil de, güçlü olmakta yattığını söyleyen, Nietzsche’ye göre, böyle mutluluğa varmak, sert bir disiplini gerektirir; çünkü hayvani içgüdülere, basit hazlara kapıldığı sürece, insan gerçek ve üstün güçten yoksun kalır. Duygularını eğilimlerini yücelten insan, hayvanların içinde bulunduğu durumdan sıyrılarak yükselir ve gerçek insan varlığına ulaşır. İşte bu ideal insan Nietzsche’nin üstinsanıdır. Ona göre üstinsan, insanoğlunun amacıdır. Nietzsche’nin insanın yenilmesi, aşılması gereken bir varlık olduğunu söyler. Her varlık kendisinden üstün bir şey yaratmıştır; bundan dolayı, insanın kendisini de aşması gerekir. .... insanın gözünde ne ise, insan da üstinsan gözünde o olmalıdır. Nietzsche, yeryüzünün anlam ve amacının üstinsan olduğunu söyler, çünkü insanın doğasına yaraşan, güçlü, korkusuz ve acımasız olmaktır; yaratıcılığa ve ileriye yönelmektir. Nietzsche insanın ahlakı değerleri olduğu gibi benimsemek yerine, yeni değerler yaratması gerektiğini savunur. İnsan değeri hazır bulamaz, çünkü değerleri ona aktaracak hiç kimse yoktur. İnsanoğluna, iyinin ve kötünün ne olduğunu anlatacak, açıklayacak ve kabul ettirecek üstün otoriteler bulunmamaktadır. İnsan yapayanlızdır ve hayatının anlamını, bağlanacağı değerleri yeni baştan özgürlük içinde kendisi yaratmak zorundadır. Nietzsche’ye göre yaşamın temelinde güçlü olma isteği var ise, eşitlik, toplumsal barış ve çıkarlarda uyum söz konusu olamaz. O, Hristiyanlığın ve genel olarak idealizmin ahlak anlayışının, bir sahtekarlık ve yanıltmaca olduğunu söylemiştir. Nietzsche acıma ve sevgi ahlakını, güçlü insanı yolundan çeviren, onu güçsüz insanlar düzeyine indiren ve küçülten bir tuzak ve bir tür ikiyüzlülük olarak görmüştür. O, zamanın bu ahlakını bir köle ahlakı olarak nitelemiş ve hristiyanlığın tüm değerlerine karşı çıkmıştır. İnsanlığı bu köle ahlakından kurtarma çabası veren Nietzsche, bunun yerine efendi ahlakını önermiş ve böylelikle insanlara yeni amaçlar, yeni değerler getirmeye çalışmıştır. Felsefe Sözlüğü-Ahmet Cevizci- Paradigma yayınları-ekim 2002-Sayfa;752 İlkçağ ve Ortaçağ ahlak felsefesi mutluluğa ermek amacını güdüyor. İlk çağ’da mutluluğa erdem yoluyla erileceği, erdemli insanların mutlu, cahillerin mutsuz olacağı düşünülüyordu. Ortaçağda ise Tanrıya ulaşılarak mutluluğa erişileceği düşünülüyordu, her iki çağda da amaç mutluluğa erişmek. Ahlak felsefesinin ikinci safhası, Kant’ın felsefesi insanın özgürlüğünü ve özerkliğini temel almakla beraber, her şeyi akılla çözümlemesi yanlışlığını gösteriyor. Bir üst aşama olan Değerler’i temel alan ahlak felsefesi ise Nietzche, Scheler ve Hartmann’ın felsefeleridir. Yani çağımızın ahlak felsefesi değerler felsefesidir. Scheler’in Kant’ın akla dayalı ahlak felsefesine eleştirel yaklaşımı ve kendi değerler felsefesini savunması ise şöyle; Apriorizmi ve insanın özerkliğiyle ilgili görüşleri dolayısıyla, Scheler’in kendisine büyük bir saygı beslediği Kant bile, insanı salt bir akıl varlığına götürürken, etiği,(Ahlak’ı) akıl yasalarına boyun eğip, duygularından, isteklerinden, sevgi ve nefretlerinden arındırılmış bir akıl varlığına bağlamıştır. Söz konusu akıl varlığı, Scheler açısından, sanki yaşamayan, hissetmeyen, acıları, sevgileri, umutları, nefretleri, vs., olmayan bir form, boş bir yaratık gibidir. Böyle bir formel yaratığın ahlaklılığından söz etmek hiç kolay değildir. Üstelik, ahlaklılık dediğimiz zengin ve derinlikli yaşantılar bütününün temelini akılda bulmak, etiğin içini boşaltmaktan, onu mantığa ve bilgi teorisine indirgemekten başka bir şey olmaz. Çünkü akıl insanın sadece belli bir yönünü ya da niteliğini tanımlar. İnsan aklı sayesinde elbette tefekkürde bulunur, bilgi üretir, aletler yapıp çevresini düzenler. Başka bir deyişle, insan aklı sayesinde sadece neden-etki değil, fakat amaç-araç ilişkilerini de kavrayabilir. Bununla birlikte insan hayatına bakıldığında, onu ve eylemlerini yönlendiren nedenlerin, akıl yoluyla kavranabilen veya akıl tarafından konmuş ilkelerden ziyade, sezgisel veya duygusal olarak kavranan yada anlaşılabilen değerler oldukları kolaylıkla görülebilir. Dolayısıyla, insanı sadece akıl varlığı olarak görüp, değerleri ve insanın değeri hissetme tarzlarını veya değer duygusunu ihmal eden bir etik, Kant’ınki bir ödev etiği, insanı sadece bir “kalem efendisi” olarak gösterirken, sonuçta bir bürokrat ahlakına yol açar. “Scheler işte bir Kant eleştirisine paralel olarak, Pascal’ın meşhur “yüreğin, aklın kendilerinden bihaber olduğu, kendi gerçeklerinin olduğu” deyişini benimseme durumuna gelir. Onun gönül düzeninde ya da yüreğin mantığından hareketle de, gönlün kendine ait bir alanı olduğu, yüreğin, zihnin mantığı ve mantıksal değerleri kavramasına benzer bir tarzda, değerleri hissettiği sonucuna varır. Buna göre, değer dünyası kendisiyle, aklın yardımı olmadan, yani zihinden bağımsız olarak temas edebilen bir gerçeklik alanı meydana getirmek durumundadır.” Kaynak;Etiğe Giriş-Ahmet Cevizci- Sayfa 327 En Ağır Küfür “Ahlaksız” Kelimesidir. Ortaçağda ahlak dinin içindeydi, adam dinsiz yani zındık(Allahsız) oldu mu otomatikmende ahlaksız oluyordu. Zındık insanın şahitliğide kabul edilmiyordu. Yeniçağ da ahlak dinden bağımsız hale geldi.İnsanın ahlaklı ya da ahlaksız olması dinden bağımsızdır. Zındıkta olsa şahitliği kabul ediliyor. Ortaçağda en ağır küfür “dinsiz” kelimesidir. Çünkü dini olmayanın ahlakı da olmuyor, hiçbir değere değer vermeyebilir anlamına geliyor. Şimdi ise en ağır küfür “ahlaksız” kelimesidir. İnsan hırsız olabilir ama kadınlara sarkıntılık yapmaz. Kadınlara sarkıntılık yapar ama hırsız olmaz, ahlaksızlık insanın iradi olarak iyi ve kötü arasındakini bildiği halde kötü olanı yapmasıdır. Bir konuda ahlaksızlık yapması her konuda onun ahlaksız olduğu anlamına gelmiyor, “ahlaksız” dendiği zaman ise her konuda iradi olarak kötüyü yapan insan anlamına geliyor, bu ise en ağır suçlamadır. Öyleyse ahlakın dayanakları bizim bilinç koşullarımızda oluşurlar. Bu durumda her gerçek ahlak, varlık nedenini bireyin genel insanla ilgili felsefi bakış açısında bulur, bir başka deyişle bireyin dünya görüşünde bulur. Belli bir dünya görüşü olmayan kişiler ahlak kurallarını dıştan edinmek zorundadırlar. Onlar için göreneklerin katı belirleyici yapısı kaçınılmaz bir dayanak oluşturacaktır. Kendi kafalarıyla düşünmeyi beceremeyenler ortak bir bilincin kalıplarına uymak zorunda kalırlar. O koşulda ahlak değeri dediğimiz şey bir toplumun önyargılarından oluşmuştur. O durumda ahlakın özgür seçişle ilgili olamayacağı, bir yaptırımdan başka bir şey olamayacağı açıktır. Yaptırım özgürlüğü kesin bir biçimde ortadan kaldırır ve insana körü körüne uyma zorunlulukları getirir. Böylesi bir ahlak tutsaklık ahlakından başka bir şey olmayacaktır. Buna karşılık özgürlük ahlakı her zaman önericidir, evrensel kılınması gereken bir takım değerler ortaya koyar yani insan için indirgenemez amaçlar sunar. Bilincin temel özelliği yönelgenliktir, bu yönelgenlik ahlakta önericilik olarak kendini gösterir. Önermek zorlamak demek değildir. Ahlaki zorunluluklar özgürce seçilmiş zorunluluklardır ya da öyle olmalıdır. Buna göre gerçek ahlak aykırı ahlaktır, özellikli bir kavrayışın ürünü olmakla yadırgatıcıdır. Gerçek aydın ahlakı bir yönelgenlikte kendini ortaya koyarken başka ahlaklarla çatışmaya girer. Bu çerçevede gerçek aydın ahlakı bilgiyi gerektirdiği kadar davranışlarda tutarlılığı gerektirir. Gerçek aydın hayır demeyi bilen kişidir. Evet demek herkesin kolayca yapabileceği bir iştir, hayır demek yürekliliği gerektirir. Bu yüzden pek çok kişide ahlak ikili ya da ikiyüzlü bir yapı ortaya koyar. İnsanlar çok zaman kendi ahlak değerlerini kalın ve sırıtkan maskelerin arkasına gizlerler ve genelgeçer ahlakın yaptırımlarını istemeyerek de olsa benimserler. Bu noktada ahlakın ahlaksızlığı kendini gösterir. Büyük ahlaklılar ve hatta büyük ahlakçılar çok zaman büyük ahlaksızlar arasından çıkarlar. Kendi ahlak değerlerini oluşturamadığı için genelgeçer ahlak kurallarını benimsemiş olan kişiye ahlaksız diyemeyiz ama kendi ahlak değerlerini sakıncalı görüp genelgeçer ahlak değerlerini benimseyenlere rahatça ahlaksız diyebiliriz. Alınan Kaynak; Ahlak değerlerinin bilgi temeli-Prof. Dr.Afşar Timuçin Kocaeli Üniversitesi Felsefe Bölümü- Muğla Ünüversitesi Felsefe Bölümü Bilgi ve Değer sempozyumu bildirileri-Editör:Yrd. Doç. Dr. Şahabettin Yalçın- Vadi Yayınları-1.baskı 2002 İlkçağ’da, Uzakdoğu’da felsefe ahlâkî bir içeriğe sahiptir. Çünkü toplum ahlâkî bir yozlaşma içindedir. Konfiçyüs, Tao gibi düşünürler de toplumdaki insanların erdemli hale getirilmesine ilişkin düşünceler geliştirmişlerdir. “Bilen erdemli olup mutlu da olandır. İnsan doğası gereği mutluluğu erek edinir. Bu mutluluğa vardıracak yol bilmekten geçer.” Ahlak felsefesinin amacı iyi ile kötünün ayrımını araştırmaktır. Konfiçyüs ve Tao’da toplumu iyi’ye yöneltmek için uğraşmışlardır daha doğrusu toplumun iyi’ye yönelmek ihtiyacı Konfüçyüs ve Tao gibi filozofların doğmasına sebebiyet vermiştir. Alıntıdır.
__________________ Lütfen forum kurallarını okuyunuz.. | ||
10-12-2007, 11:55 | #3 | ||
Dişi Kartal Üyelik tarihi: Apr 2007
Mesajlar: 1.845
Tecrübe Puanı: 20 | Çok Güzel Bir konuyu paylaşmışsınız.. Bazı insanların okuyup Ahlak konusunda Ders almasını umuyorum ...
__________________ Türküler Sustu , Halaylar Durdu Hüzün Geldi Baş köşeye kuruldu Yoruldu Yüregim , Yoruldu | ||
10-12-2007, 14:37 | #5 | |||
Dişi Kartal Üyelik tarihi: Apr 2007
Mesajlar: 1.845
Tecrübe Puanı: 20 | Alıntı:
Biz de paylaşımlarınız için Teşekkür ederiz Devamını bekleriz
__________________ Türküler Sustu , Halaylar Durdu Hüzün Geldi Baş köşeye kuruldu Yoruldu Yüregim , Yoruldu | |||
18-02-2008, 12:13 | #9 | ||
Üyelik tarihi: Nov 2007 Yaş: 62
Mesajlar: 29
Tecrübe Puanı: 17 | Laik Ahlak Bence ahlak felsefesini anlatmaya din ve ahlak bağından başlıyarak anlatmak gerekiyor. Ortaçağda ahlak dinin içindeydi, dolayısıyla dinsiz insan otomatikmen ahlaksız oluyordu. Kant'la ahlak bağımsızlığını kazandı, ahlak dinden bağımsız olarak ortaya çıktı ve ahlak felsefeleri dinden bağımsızlığını kazandı. Ahlak anlayışı yeni bir paradigma kazandı. Geri dönecek olursak dine bağımlı ahlak anlayışlarıyla yani şeriatçı ya da aşırı katolik anlayışlarla dine bağlı ahlak anlayışı gelişiyor ve toplumun yasaları dine bağlı ahlak anlayışı ile düzenleniyor. Bu binlerce yıllık ataerkil gelenekten gelen bir süreç. Fransız ihtilalinde laikler yani halktan insanlar, ruhban sınıfından olmayanlar, laikliğin kelime anlamı bu, ruhban sınıfından olmayanlar. Ruhban sınıfının iktidarını yıkarak kendi iktidarlarını kurdular. Burada artık kutsalın değil aklın kanunlarının egemen olduğu bir yönetim çıktı. İnsanın temel alındığı bir yönetim biçimi, burada kutsal değerler ve kutsaliyet sadece birer insan hakkıdır. Laik devlet ve toplum, kutsal değerlere değer verdiği için değil, o kutsal değerlere inanan insanların özgürlüklerine ve insan haklarına saygı duyduğu için onun haklarını göz önünde bulundurur. Maalesef ülkemizde hala din ve ahlak bilgisi diye ders kitapları okutulmakta, kutsal değerlere bağlı ahlak anlayışı yani Kant'ın öncesine, bağımsız ahlak anlayışının öncesine geri dönülmüş oluyor. Laiklik dinsizliktir söylemi aslında, laik düzenin İrandaki gibi mollalar rejimine benzer ya da suudi arabistan krallığındaki gibi vahabi tipi şeriat devletinin oluşturduğu ruhban sınıfının tekrar egemenliğine dönük ülkemizde fettullahçı bir ruhban sınıf oluşmuştur. Başbakanı, Cumhurbaşkanı ve devletin bütün kademeleri tamamen bu fettullahçı kadrolarca ele geçirilmiş ve kutsalın egemen olduğu, belki de Türkiye'ye özgü bir şeriat devleti yolunda gidiyoruz. Doğal akış buraya gidiyor, feodalitenin ve ruhban sınıfının binlerce yıllık tecrübeleri vardır, demokratik yolları araç olarak görüp tekrar iktidarlarını, kanlı ya da kansız geri almaları söz konusudur. Laiklik bir medeniyet dairesidir. Batı medeniyeti dairesi, laiklik medeniyeti dairesidir. Biz İslam Medeniyeti dairesinden, laiklik medeniyeti dairesine zihinsel dönüşüm yaptık, bu da Cumhuriyet devrimleriyle gerçekleşti. Geri zihinsel dönüşüm ve yaşam tarzı hayata geçirilmektedir.
__________________ Lütfen forum kurallarını okuyunuz.. | ||
18-02-2008, 12:20 | #10 | ||
hüngürella Üyelik tarihi: May 2007 Yaş: 41
Mesajlar: 5.146
Tecrübe Puanı: 23 | bilgi için teşekkürler. | ||
Bu konuyu arkadaşlarınızla paylaşın |
LinkBacks (?)
LinkBack to this Thread: http://besiktasforum.net/forum/felsefe/45583-ahlak-anlayisinin-safhalari/ | ||||
Mesaj Yazan | For | Type | Tarih | |
Untitled document | This thread | Refback | 21-03-2008 12:16 |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| |