Beşiktaş Forum  ( 1903 - 2013 ) Taraftarın Sesi


Geri git   Beşiktaş Forum ( 1903 - 2013 ) Taraftarın Sesi > Eğitim Öğretim > Dersler - Ödevler - Tezler - Konular > Felsefe

Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
Alt 14-07-2006, 02:07   #1
 
GoD of WaR - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Varlığın Yapısı [Lucretius Carus]

Varlığın Yapısı [Lucretius Carus]...

Batı kültürünün gelişmesinde büyük yararlılıkları, emekleri bulunan, günümüzün düşünce ölçüleri içinde ele aldığı konulara derin bir görüş, keskin bir anlayış gücüyle iki bin yıl önce ışık tutan "De Rerum Natura" yazarının yaşama süreci üstüne bildiklerimiz pek azdır. Elde bulunan eksik bilgilere bakılırsa Titus Lucretius Carus İ.Ö. 98-55 yılları arasında yaşamış, yazılarını bitiremeden çıldırmış, kendi eliyle canına kıymıştır. Eksik kalan yazılarını ölümünden bir süre sonra Cicero sona erdirmiş, derleyip düzenlemiştir. Bunların doğruluğunu kestirecek durumda değiliz, elimizde bunların dışında ölçülü bilgiler verecek belge de yoktur.

Onu anlamak, getirdiği görüşün, davranışın derinliğine inip özünü kavramak, yaşadığı yıllar içinde geçen sayılı günlerinin anılarını bir bir göz önünde bulundurmaya değil; ancak çağının düşüncelerini, felsefe-kültür düzenlerini tanımaya, yetiştiği ortamın değer örgülerini bilmeye bağlıdır.

Lucretius ortaya yeni bir görüş, yeni bir düşünce düzeni koyduğu sanısında değildir. De Rerum Natura'nın birçok yerinde, öğretmeni olan Epikuros'un (341-270) ardından gittiğini, onun görüşlerini, düşüncelerini Latin diline aktarmaya çalıştığını söyler.

Te sequor, o Graiae gentis decus, inque tuis nunc

Ficta pedum pono pressis vestigia signis,

Non ita certandi cupidus quam propter amorem

Quod te imitari aveo... (III, dize 3-6)

Bunun arkasından böyle bir aktarma işini yapmanın bile ne denli güç olduğunu belirtmek için:

...Quid enim contendat hirundo

Cycnis? Aut quidnam tremulis facere artubus haedi

Consimile in cursu possint ac fortis equi vis?

demekten kendini alamaz.

Lucretius'un bu filozofça alçakgönüllülüğüne karşın, kuru, duruluktan, dirilikten uzak bir aktarıcı olarak anlaşılması çok yanlış. Nitekim Platon da bize kalan o pek ölçülü, derin çığırlar açan olgun yazılarında, Plotinos'tan Max Scheler'e değin bütün Batı düşüncesine kaynak olan yapıtlarında, kendini gizler, yalnızca Sokrates'i konuşturur, düşündürür. Gerçek düşünürün Sokrates olduğunu, kendisinin bu söylenenleri yazmakla yetindiğini açıklar. Bunlar bizim için, büyük düşünürlerin, bağlı bulundukları öğretmenlerine duydukları derin saygıyı, sevgiyi gösteren, filozofun olgunluğuna en çok yakışan özdeyişleridir.

İşte Lucretius için de durum böyledir; Sokrates'in karşısında Platon neyse, Epikuros'un yanında da Lucretius odur. Sokrates ile Platon çağdaştı, söyleşmiş gülüşmüşlerdi, De Rerum Natura yazarı için böyle bir şey söylemeye, aradaki yüzyıllar engeldir; Lucretius'u Epikuros'a, yalnızca temelini bilgide bulan, evren anlayışının derinliğinde duyan sevgi bağlamıştır.

De Rerum Natura'nın içerdiği konular, sorunlar olduğu gibi, el sürülmeden alınmış, aktarılmış değildir. Ozan düşüncelerini düzenler, sorularının karşılıklarını araştırırken ilkin kendinden öncekilerin üzerinde durmuş, onların varlık anlayışlarını, görüşlerini belli ölçüler içinde, belirli bir açıdan eleştirmiştir.

Yeni bir görüşün, varlık anlayışının ortaya konmasında öncelikle savaşa girişmek, onların tutumlarını, düşünüş yollarını elekten geçirmek, düşünce örgülerini sökmek felsefenin "titanlar savaşı" adını almasını sağlayan geleneğidir.

Evet, felsefe yapmak biraz da titanca bir savaşa girişmektir. Yalnız, böyle yiğitliği göze alanların kılıçlarını iyi kullanması, savaş öğrenimlerinde başarılı sınavlar vermesi de gene bu düşünce çığırının sarsılmayan bir töresidir. Yoksa "titanlar savaşı" öyle oldum olası pala sallamak değildir. Burada, çevirisinde birçok eksikliğin bulunacağını söylemekten kaçınamayacağımız De Rerum Natura'nın düşünür-yazarı Lucretius da bu mutlu, bu çetin savaşa katılırken kılıcını Epikuros'un bileği taşına vurmuş yiğit bir baştır.

Lucretius'un böyle bir işe girişmesi gelişigüzel bir davranışın sonucu değildir; yaşadığı çağın değerler örgüsünün, evren anlayışının, Roma'nın içinde bulunduğu tarih-kültür tutumunun ürünüdür; yıkımların, sıkıntıların kurtuluş yolları aratan iç-baskılarıdır.

Nam neque nos agere hoc, patriai tempore iniquo,

Possumus aequo animo; neque Memmi clara propago

Talibus in rebus communi desse saluti. (I, 42-43)

derken yurdunun içinde çalkalandığı kargaşalıkların, gürültülerin sessizliğe kavuşmasını, dinmesini beklemenin kıvrantıları içindedir..

İ.Ö. I. yüzyılda Roma kendi tarihinin en çatışık, en çekişmeli çağlarından birini yaşıyordu. Bir yandan içeride düzene, yaşama sevincine kavuşmak, parti patırtılarından sıyrılmak; bir yandan da yayılmak, Anadolu'da bulunan ulusları boyunduruk altına alarak dıştan gelecek korkuları ortadan kaldırmak çırpınmaları vardı. Bunların ardısıra Greklerin baskın gelen kültürü karşısında ortaya çıkan birtakım yeniliklerin doğurduğu bilimci gerekçeler, düşüncede kimliğe ulaşma didinmeleri.

Çağların süzgecinden geçerek Roma toplumunda yeniden ele alınan yeni ölçülerle değerlendirilen varlık sorunları, İskender'in Asya savaşlarından sonra Doğudan gelen Çin, Hint, İran, Mısır, Mezopotamya, Anadolu dinlerinin, uygarlıklarının verilerinden etkilenmiş; Grek felsefesinin, Trakya kaynaklı inançların karışımıyla, bir düşünce "chaos"u biçimine girmişti. Eskiden kalan yerli gelenekler, görenekler de bunlara katılınca Roma'da gerçekdışı konulara eğilmeler, kurtuluşu gerçeküstü varlıklara sığınmakta arayanlar artmış; sarsıntılar, yıkıntılar hızlanmıştı. Artık Roma kendini bulma, gerçeğine erme çabasıyla çırpınıyordu. İster düşünce, ister yönetim işlerinde olsun Roma'nın bir açıklığa, bir duruluğa kavuşması, özünü yaşaması gerekiyordu. Bu gerekliliği çağın aydınları, yöneticileri kendi anlayış ölçülerine göre değerlendiriyor, kesinliğe o yollarla varmak istiyorlardı.

Bir aydın, bir yönetici, bir eğitimci ne gibi koşullar, kurallar altında bulunursa bulunsun, çağının, ulusunun, içinde yaşadığı toplumun boyasını almaktan, değerlerini yaşamaktan kendini alamaz; bu onun tarihçe çizilmiş, belirtilmiş alınyazısıdır. Büyük başlar çağlarının değer örgülerinde ancak "oya" değiştirebilirler; düzen, yapı değiştirmek yalnızca zamanın işidir. Büyük yaratıcıların bu konudaki başarıları; gelecek için yeni değer örgülerinin çatılmasını sağlayan görüşleri, anlayışları ortaya koymak, gününün üstünden aşarak yarına uzanmaktır. Onların çağlarında anlaşılamayışları, zamanlarının değerlerini aşmaları yüzündendir.

Lucretius'un yaşadığı çağda; bir yana atmak, yerlerine yenilerini getirmek istediği değerler Roma'ya dışardan geldiğini bildiğimiz, gerçekdışı inançlara, yolsuz kazançlara dayanan düzensiz değerlerdi.

İ.Ö. I. yüzyılın Roma'sında toplumsal durum yürekler acısıdır, yığın yığın kötülükler yapılır, kanlar akıtılır, canlar gider, tutsaklar şunun bunun gönül eğlendirmesi için diri diri aslanlara yedirilir, parçalatılırdı.

Atina-Troya savaşlarında savaşı kazansın diye kızını tanrılara adayan, yüreği sızlamadan kesen bir komutanın inançları Romanın da benimsediği saçmalıklardı. Sözün kısası, Roma, komşusuyla, geçmişi, geleceğiyle korkunç inançların, gerçekdışı din geleneklerinin içinde yuvarlanıyordu. Bütün bu saçmalıkları, yolsuzlukları yapanlar en sağlam sığınaklarını gene tanrıların kapısında buluyordu. Tarihin akışı içinde durum böyle gelmiş, böyle gidiyordu. Bütün sorunlar, konular, kuruntulara bağlanan inançlarla açıklanırdı. Gerek düşünce, gerek din alanında Roma bir dağınıklık, bir yıkım içinde çalkalanıyordu. Bunların Lucretius'un gözünden kaçmadığını, onların gerçek nedenlerini arayıp bulmak, Romayı bir içdüzene, içgüvene kavuşturmak için ne denli derin derin düşündüğünü De Rerum Natura'dan öğreniyoruz:

Anımsa Aulis'te Diana Tapınağı'nda kanının
Döküldüğünü o suçsuz kızcağızın, savaşçıların,
Soylu Yunan komutanlarının çiçekleriyle süslenmiş,
İphianassa'nın; ölüm kaplamış gençliğini kızın,
Görmesin diye toyunlar gizlemiş geceden bıçağı,
Görünce boşalmış gözyaşları, tutulmuş dili
Kızcağızın korkudan, bükülmüş dizleri,
Kapanmış yere. Ne işine yaramış bu yoksulun
"Kızını tanrılara adayan ilk kral"
Denmişse babasına. Yakalamış onu kimileri
Götürmüşler sunağa, kutlu törenler bitsin
Diye değil, mutlu bir üstünlük sağlasın
Diye tanrılar Yunan donanmasına, görklü
Hymene birlikleri bir adak için
Böyle iğrenç işler öğretmiş insanlara
Bu saçmalıklar, bu boşinançlar,
Böylesini yapar ancak din kötülüğün.

(I/86-102).


Bu geleneklerin, bu çılgınlıkların; varlığın yapısını, gizemlerini, evrenin özünü, oluşu, kuruluşu, nesnelerin gerçek düzenini derinden kavramak, araştırmak isteyen filozof bir baş için; kişinin de, içinde yaşadığı toplumun da anlaşılıp açıklanması yolunda pek büyük anlamlar taşıyacağı bir gerçektir.

Evet, Lucretius'un, yaşadığı çağın böyle karmakarışık bir ortamda sallanan düşünce düzenleri, felsefe anlayışları içinde kendi görüşüne en uygun geleni seçmesi, günün çözülmeye yüz tutmuş kültür davranışlarının dışında daha sağlam bir dayanak araması bir gereklilikti. Bu yüzden o da incelediği felsefe çığırları arasında en işe yarar olanını, Leukippos ile Demokritos'un kurup Epikuros'un kendi anlayış ölçülerine göre geliştirdiği öğeler öğretisinde bulmuştur. Bundan başka bir çıkar yol da yoktu onun için...

Protagorasçı görüş, bilgide gerçekliği, tek tek kişilerin durumuna, varlık yapısına, nesneler karşısındaki yeralış biçimine bağlamış; kesinlikten, ilkeden, sağlam-sarsılmaz düzenden, genel bilgi geçerliliğinden söz etmeyi bir gülünçlük saymıştı. Bilmeyi durmadan, kişiden kişiye değişen bir akış olarak görmüştü. Bu durumda, kişi kendi dışında bir ölçü, bir gerçek tanımayacak; toplumun kuruluşu bir "yan yana gelme", bilginin özü de yalnızca "bir arada bulunma" olmaktan öteye geçmeyecekti.

Kuşkuyu, kesinlikten kaçmayı, gerçeğin olamazlığını ortaya atarak savunmayı amaç edinen öteki düşünürlerin tutumu da bundan başka değildi. Platoncu anlayış, gerçeği yaşananda değil, düşüncede varolanda, duyuların dışında bir ülkede arıyor; ilkelerin, değişmez ölçülerin bizim evrende yalnızca görüntülerinin bulunduğunu ileri sürüyordu. Oysa biz "idea"ları değil, duyularımızla tanıdığımız bir varlık düzenini, bir dirim gerçeğini yaşıyoruz.

Homeros, Hesiodos, Ksenophanes gibi eski ozanların yazılarında işlenen konular da filozofların görüşlerinden apayrı, kurtarıcı bir görüşün değil, daha çok kuru öğütlerin, dinci duyguların gerekliliği üzerinde duruyor; felsefe ölçüsünde derin, geniş olmadığı gibi, gerçeğe de pek yanaşmıyordu. Bütün bir ilkçağın yaratıcıları, ozanları, filozofları, düşünürleri arasında; yaşanan çıplak gerçeği işleyen, toplumun sorunlarını belli ölçüler içinde çözümlemek için duyularla verilen, bilinen varlık tümüne, evren düzenine eğilen, onu araştıran, yapısının gizliliklerini bilginin ışığı altında didikleyen, açıklayan, kişinin içvarlığını, dışdüzenini tanımaya yönelen, onun iç-dış bağlantılarını, doğa olayları alanında etkilenmelerini, bunların kişinin düşünce gücünde doğurduğu görüşleri kavrayan, anlatan, düğümlerini çözen bir keskin görüşlü, gerçekçi baş pek çıkmamıştı, Lucretius'a göre. Gerek felsefe düzenleri, gerek ulus yönetimciliği bakımından, Lucretius'un yaşadığı çağ böyle yığın yığın çatışmaların alıp yürüdüğü, ölçüden yoksun bir çağdı. De Rerum Natura'nın incelemesinden de anlaşılacağı üzere, Lucretius kendisine gelinceye değin bütün gelmiş geçmiş düşünürlerin öğretilerini, düşüncelerini, toplulukların tarihlerini iyi biliyordu. Düşüncelerinin çatısını kurmadan, örgüsüne başlamadan önce onları tanımış, anlamıştı. Bu durum karşısında Lucretius için incelenmesi, araştırılması gereken tek varlık düzeni doğaydı. Doğayı bir bütünlük içinde tanıyıp kavradıktan sonra gerçek bilginin kazanılacağına inanıyordu. Bunu yazılarının içerdiği konuların türünden, ortaya koyup çözmeye çalıştığı sorunların bolluğundan, kuruluş biçimlerinden anlıyoruz. Bu yazılarında ozanımız, düşüncede varolandan değil önümüzde durandan, bizimle birlikte yaşayandan kalkıyor; önce sorunu koyuyor, sonra çözme yollarını araştırıyor.

Bu davranış; eski düşünürlerin yaptığı gibi, evrenin karşısında anlatımcı, görünen olaylardan kalkan, sözle açıklayıcı bir tutumu değil; nesnelerin özünü, yapısını, onları kuran, varlık örgülerini ören nedenlerin aranmasını, onlar bilindikten, bulunduktan sonra doğanın konularını kavrama yoluna gidilmesini gerekli kılıyordu. Doğa bir bütün, değişik özlerden kurulmuş sürekli bir birleşimdir. Bu birleşimin sağlam düzenini yöneten koşullar, kurallar bulunmuş, yapılmış değildir, onlar bir gereklilik tümü içinde kendiliğinden vardır. Bizim gerçek dediklerimiz, düşündüklerimizden çok yaşadıklarımız, duyularımızla dokunup tattıklarımızdır. Duyularımızın dışında bilebileceğimiz bir gerçek, bizi etkileyen bir varlık yoktur, olamaz da.

Lucretius'un sorunları, ele aldığı konular, sorduğu sorular bir bütün olarak bizim çağımızın da ilgilendiği, birçok bakımdan üzerine eğildiği, çözmeye çalıştığı nesnelerdir. Eski dinlerin doğuşundan günümüze değin gelişen; çalışan kişi düşüncesinin geçmiş yılların uğraştığı varlık alanlarını yeni görüşlerin ışığı altında, yeni ölçülerle yeniden ele alması; bilginin kesinlik isteyen, yöneldiğini en ince öğesine değin "bilinemez" olmaktan kurtarmaya, aydınlatmaya çalışan tükenmez çabasıdır. Bilgide, bilimde kesin sonuca vardırmadan "bir kıyıya atma" yoktur. Bunun en açık örneği 2500 yıllık öğeler öğretisidir. Gelecek çağ düşünürlerinin öğeler öğretisini yeniden, bir başka açıdan ele almayacağını şimdiden kestiremeyiz. Bugün bile öğenin yapısını ilgilendiren birçok soru var. Öğelerle bağlaşımlı yığın yığın konu bulunuyor.

Lucretius'un Sorunları

1. Doğa: İçinde bulunduğumuz, duyularımızla varlığını, niceliklerini, niteliklerini belli sınırlar arasında da olsa tanıdığımız doğa, sayısız türde nesneden, değişik oluşumlardan kurulmuş bir Bütün'dür. Bu Bütün tek bir yığın, tek bir yumak değildir. Onu kuran, yapısını sağlayan varlıklar da böyle tek tek "bütüncükler", kendi başlarına buyruk özler değil, ayrı ayrı birer birleşim, birer örgüdür.

Türlü türlü doğaların belli düzenler içinde biraraya gelmesinden doğan evren de bir bütündür, bir gerçektir. Evrenin yapısı içerdiği doğaların özdeşidir, yalnızca büyüklük bakımından bütün doğaları kucakladığı için çok geniş, engin bir uzayı kaplamıştır. Doğa, dolayısıyla evren kendi başına, kendiliğinden vardır, yaratılmamış, kendi ilkeleri dışında bir elle düzene konmamıştır. Sonsuz bir süre içinde kendini yapar, yeniler, onun için yoktan varolmuş diye düşünülemez. O, ancak kendi içerdiği yasalarına uygun olarak yaşar, önü sonu yoktur. Evreni yöneten kurallar, koşullar, ilkeler vardır, bunlar onun kendi yapısı gereğincedir.

Bu alabildiğince uzayan, dört yanımızı kaplayan, bütün varlıkları taşıyan doğa pek küçük, türlü türlü nesnelerden kurulmuştur. Bu nesneler biçim bakımından da, tür bakımından da, yapı, örgü, katılık, yumuşaklık bakımından da birbirlerinden ayrıdır. Bunlar belli devinmelerle, özlerinden gelen dirençler, kaynaşmalarla birleşerek nesneleri yapan, ortaya çıkaran öğelerdir.

2. Öğeler Öğretisi: Leukippos-Demokritos'tan başlayan, Epikuros'ta az da olsa, değişen öğeler öğretisi, bir bütünlük içinde derli toplu olarak De Rerum Natura'da, özellikle dördüncü kitapta enine boyuna ele alınıp incelenir. Öteki beş kitapta dolayısıyla dokunulan öğeler yazının ana konusudur; en çok üzerinde durulan, bütün özellikleriyle anlatılan bir sorun düzeni ölçüsünde işlenen öğeler Lucretius'a göre varlığın temel ilkeleridir. Öğeler varlık kavramı içine giren bütün nesnelerin ilk kurucularıdır. Yapıları gereğince yer kaplayan, özdek soyundan, başlangıçtan beri bitmeyen bir devinme süreci içinde bulunan öğeler ne yaratılmıştır, ne de yokolurlar. Aristoteles'in anladığı anlamda öğelerin devinmesi için bir ilk kımıldatıcı, bir ilk yerinden oynatıp depretici, devindirici öz yoktur. Öğelerin devinmesinde bir erek, bir amaç da yoktur. Onlar yalnızca kendiliğinden (sponte sua) kımıldarlar. Onları yöneten bir alınyazısı söz konusu olmamalıdır.

Varlığı kuran ilkenin (arche); Thales su, Anaximandros töz (apeiron), Anaximenes yel, Herakleitos od (ateş), Anaxagoras "nus", Empedokles toprakla birlikte yel, su, ateş olduğunu söylemiş, sayılarını dörde çıkarmıştı. Onların anlayışına göre varlık'ın türlülüğü bu ilkelerin değişmesinden, birleşip dönüşmesinden doğuyordu. Empedokles birleştirici güç olarak sevgiyi (filia, storge), ayırıcı olarak da anlaşmazlığı (neikos) ileri sürüyor. Sevgi çekmenin, anlaşmazlık ise itmenin karşılığıdır. "Nus"a gelince o yaratıcı bir güçtür, kaynaşmıştır, ilkeldir, kendiliğinden kımıldayıcı, devinicidir, başka bir nesnenin işe karışmasını gerektirmez. Yaptığını bilen, özünün bilincine varmış bir varlıktır.

Gerek Herakleitos'un, gerek Empedokles'in görüşüne göre; bunlar yiter, yeniden ortaya çıkar, onları birleştiren, evrim yoluyla gelişmelerini sağlayan gelişigüzelliktir (casus). Bu dört ilke bir yandan da diridir. Bütün ilkeler (arche) önsüz-sonsuzdur, ne yoktan varolmuştur, ne de yokolurlar.

De Rerum Natura'da böyle bir öğe anlayışını bulamayız. Öğelerin ne sayısı sınırlıdır, ne de varlık tek ilkeden kurulmuştur. Varlık'ın tek ilkeden kurulmadığının en açık, en seçik kanıtı bir çoktürlülüğünü bulunması, tek özden geliştiği sanılan bir nesnenin bile kendi ölçüleri içinde çok değişik durumlar göstermesidir.

Nam cur tam variae res possent esse requiro,

Ex uno si sunt igni puroque creatae. (I, 645-646)

Bir nesnenin türel yapısında ne bulunursa tümünde de (summa) ancak o bulunur. Öyleyse yalnızca sudan, topraktan, yelden.. kurulan bir varlık'ın tümünde onu yapan, yapısını doğuran öğelerden başkası yer alamaz. Bu duruma göre:

Amplius hoc fieri nil est quod posse rearis

Talibus in causis, nedum variantia rerum

Tanta queat densis rarisque ex ignibus esse. (I, 653-655)

Öğeler ancak biçimleri, yapı düzenleri, kuruluşları bakımından türlü türlü olabilir, kılık değiştirerek değil.

Nesneleri kuran öğeler sayı bakımından sonsuz, yapı-biçimi yönündense belli belirlidir. Onlar ya tırtıklı, kancalı, sivri, çokgen, ya da yuvarlak, düzdür. Duyularımız üzerinde yaptıkları değişik uyarımlar; acı, tatlı, soğuk, sıcak, yumuşak, katı gibi duyumlar, biçimlerinin, yapılarının türlü türlü olmasından ileri gelmektedir. Bütün duyu verileri, algılamalar, bilginin doğmasını sağlayan duyumlar öğelerin üyelerimiz üzerine yaptığı değişik yollu dokunmalardan gelir. Alınan izlenimlerin türlülüğü, nicelik-nitelik bakımlarından ayrılığı, süresi, öğelerin etkisine, biçimine bağlıdır.

Öğelerin dışında nesneleri kuran, düzenleyen, ortaya çıkaran yer kaplayıcı başka bir öz yoktur. Öğeler nesnelerin kuruluşunu sağlayan iki ana ilkeden biridir. Çelik katılığında, bölünmez, direnci yüksek "bütün"lerdir.

3. Boşluk Öğretisi: Nesneleri kuran ilkelerin ikincisi de boşluktur. Boşluk (inanis) öğelerin bağımsızca devinmesini, birleşmesini, bağlaşımını, bir araya gelmesini, onların değişik ölçüler içinde düzenlenmesini, çözülmesini, ayrılmasını sağlayan ikinci ana ilke, temel yetenektir. Boş uzayın (inanitas) dışında ne öğeler devinebilir, ne de öğelerin özgür devinmesinden kurulan nesneler yaratılabilir.

Lucretius'un yazılarında bol bol kullandığı "creare" sözünden yoktan var etmek anlamında bir sonuç çıkarmak yanlıştır. "Creare" onun dilinde öğelerden kurulma, öğelerin birleşimi, bağlaşımı yoluyla türlü türlü yapılar, biçimler altında ortaya çıkmadır.

"Creare"nin iki ana ilkesi de "corpora", "primordia", "primordia rerum", "principiis" gibi adlar alan öğelerdir.

Öğeler (corpora) boş uzayda (spatium) bütün yöneltilere doğru gelişigüzel devinirler, birleşir, derlenip düzenlenir, çözülürler.

Boşluk, biri nesnelerin içinde, biri dışında olmak üzere iki türlüdür. Nesnelerin katılığı, ağırlığı, yoğunluğu, yumuşaklığı öğeler arasında bulunan boşlukların (inanis) azlığına çokluğuna bağlıdır. Öğelerin, içinde dört bir yana doğru devindikleri boş uzay "spatium"dur. Bu boş uzay bir yandan da nesnelerin kapladığı, yerleştiği uzaydır. Bir nesnenin kendi dışyapı ölçülerine göre -eni, boyu, derinliği yönünden- oturduğu, kapladığı yer "locus"tur. Nesneler bu "spatium" içinde kapladıkları "locus"ta çarpmalara (ictus) göre devinir, yerleşirler. "Ictus" ancak bir "necessitas"ın gerekli sonucudur. Devinmeler de gelişigüzel (casus) değil, gereklidir (necessum est).

Bir nesnenin başka bir nesne karşısındaki ağırlık durumu içerdiği boşluk'un boyutlarına bağlıdır. Eş büyüklükte bir yün ya da sünger yumağıyla kurşun yuvarlağının ağırlık ayrımı içlerinde bulunan boşluklarının ölçüsüne göredir.

Ergo quod magnumst aeque, leviusque videtur,

Nimirum plus esse sibi declarat inanis:

At contra gravius plus in se corporis esse

Dedicat, et multo vacui minus intus habere. (I, 365-368)

İşte nesneleri yapan, düzenleyen bu boşluktur (inanis, vacuum). Boşluk, öğe nesnelerin ana ilkesidir, bunların dışında yaratıcı bir varlık yoktur:

Nullam rem e nilo gigni divinitus unquam. (I, 151)

Duyularımızla algıladığımız, tanıdığımız bütün varlıkların örgüsünü kuran ilmikler boşluk'la, öğelerle "oluş" alanına girmektedir.

4. Özdeşler Öğretisi: De Rerum Natura'nın çatısını kuran ana direklerden biri de özdeş (simulacra) dediğimiz nesnelerin üst yüzlerinden çıkan, onları bir bütünlük içinde, varlık ölçüsünde yansıtan öğelerden örülmüş, gözle görülmesi küçüklükleri yüzünden elde olmayan sayısız görüntüdür. Dışımızda bulunan varlıkları bilmemizi, algılamamızı sağlayan özdeşler nesnelerin öğelerden örülmüş pek incecik gömlekleridir. Bunların dokusunu yapan, ilmiklerini çatan öğeler "oluş"larının ana ilkesidir. Ne öğelerin dışında bir özdeş düşünmek, ne de özdeşsiz bir nesneyi algılamak elimizdedir. Özdeş, nesnenin en incecik, en gözle görülmez bir örgüsüdür. Sayı bakımından bunlar da öğeler gibi sonsuzdur. Nesneler sürekli olarak öğe verip aldıklarından dolayı bitip tükenmezler.

Nesneleri pek küçük ölçüde, olduğu gibi yansıtan özdeşler devinme bakımından çok güçlü bir hızlılık içinde bulunur. Onların hızını gözle ölçebilecek durumda değiliz. Onları bir çoğu bir araya gelmeden göremeyiz. Özdeşler de öğeler gibi algının ilk koşullarıdır. Nitelikleri, nicelikleri doğdukları nesnelerle eş yapıdadır. Yansıttıklarından ayrılır bir yönleri, yanları yoktur.

Nesneleri kuran öğelerle çok küçük bir bütünlük içinde olduğu gibi yansıtan, duyularımıza değin getiren özdeşlerin birbirlerinin örneği olmadığı gerçeği De Rerum Natura okuyucularını bir çok yerde şaşırtabilir. Nesnelerden durmaksızın sayısız öğelerin çıktığı, dört bir yana yayıldığı, çok hızla devinmede bulunduğu, nesneleri yansıtan özdeşler için de doğrudur. Yalnızca özdeşler de nesneler gibi öğelerden kurulmuştur. Bize nesneleri bildiren, onları görmemizi, duymamızı sağlayan özdeşler birer öğe değildir, öğelerden örülmüş "bütüncük"lerdir.

Burada, Lucretius'un görüşünde bir çatallaşma var gibidir. Onun giderilmesi için düşüncenin sınırlarını biraz daha genişletmek, biraz daha konu üzerinde derine dalmak gerekiyor. Böyle yapınca karşımıza çıkacak ilk sorular şunlar oluyor:

Nesnelerden sürekli olarak öğeler mi yayılıyor, özdeşler mi? Öğelerin olabildiğine yayıldığını, evrenin geniş alanlarında başdöndürücü bir hızla devindiğini söylerken, nesnelerden çıkan özdeşler ne oluyor? Öğelerle özdeşler karışmıyor mu? Böyle bir karışmada bizim duyularımıza gelenlerin yaptığı uyarımlardan doğan algıların gerçeklik değeri, ölçüsü ne olabilir? Bilginin ölçeği nedir?

Bunların karşılığını bulmak için özdeşleri nesnelerin bütün yüzeylerinden çıkan öğelerin kurduğunu, bizim duyularımıza böyle geldiğini söylemekle yetinmek, duyularımızın birbirine yardımcı olduğunu, gözün dokunma, duymanın görme, dokunmanın tatmayla karşılıklı olarak onaylandığını benimsemek gerekir. Lucretius'a göre, duyuların arasında bir bağdaşma, birbirlerinin eksiğini, yanlışını anlama, giderme yeteneği vardır.

Res kavramı: Türkçe "nesne", "yer kaplayan öz", "özdek", "varlık" gibi değişik karşılıklarla çevirdiğimiz "res" sözcüğünün De Rerum Natura'da pek küçük bile olsa yer kaplayıcı, boşluk'un karşıtı bir öz olduğunu; yalnızca düşüncede değil, gerçekte de varolduğunu anlamak gerekir.

Lucrettus'un can, tin dediği "anima", "animus" da birer "res"tir; yer kaplayan, öğelerden kurulan, dağılan, çözülen, nesneciklere (corpuscula) bölünen soydan, taş gibi, toprak gibi birleşmiş bir varlıktır. "Res"in karşısında ancak boşluk bulunabilir. Tanrılar, yeller, denizler, kumlar birer "res"tir. Lucretius'un dilinde "res" olmayan varlık kavramı içinde yer alamaz, onun kuruntudan başka bir anlamı yoktur. Bu geniş yetisi dolayısıyla "res", "varlık"ın bir anlatımı, bir belirleyici deyimidir. Gerçekliği olanın açık kavramıdır. "Res" en küçük ölçüde tutulsa bile boyutları olabilen, kendi yeteneklerine göre yeri (locus) bulunabilen bir varlıktır. Onun karşıtı ancak "yokolan"dır. Öyleyse "res" özdektir, yer kaplayan özün geniş kapsamlı deyimidir. Duyularımıza gelerek bizde uyarımlar doğuran ne varsa "res"tir. Lucretius'un yazılarında "res"in bu anlatılanlar dışında gerçekdışı, gerçeküstü bir anlamı, bir belirleyici özelliği yoktur.

Lucretius'un Şiiri Üzerine

Batı düşünürleri, bunlar arasında özellikle felsefe tarihçileri, De Rerum Natura'daki gibi en derin felsefe konularını, varlık sorunlarını Epikuros'tan aldığını, kendiliğinden bir nesne katmadığını açık seçik bir dille çekinmeden söyleyen Lucretius'un pek yeni, derin bir ozan olmadığını ileri sürmekten geri kalmamışlar. Bu yargı Lucretius'un adını duymaktan öteye geçemeyen bir takım Türk aydınlarınca da olduğu gibi benimsenmiş, onun adı geçince "pek büyük bir ozan değil, Epikuros'a özenmiş yazmış" deyip geçmelerine yol açmıştır. Şiiri kuru bir söz dizisi, içi boş kavramların yanyana gelmesinden doğan pek sığ bir uyum olarak anlayanlar, varlığın derinliğinde, doğanın bilinmeyen yörelerinde, gerçek yapısında neler olduğunu bilemeyenler için bu köksüz yargı azdır bile.

Oysa gerçek şiir, Batıyı ucuzundan, birkaç çeviriden tanıyan, okumadan yazmaya kalkışan, düşünceden, kültürden yoksun, ilkçağ şöyle dursun bizim Divan Edebiyatını bile okuyup anlayacak yeteneklerden uzak kimselerin sandığı gibi kuru söz dizisi değil, bir sorunu, varlık karşısında derinden gelen ölçülü bir tutumu, davranışı olan, kendinden önce gelenlerden soru soran, gelecektekilere karşılık veren şiirdir. Felsefe için "titanlar savaşı" derler, şiir de "tanrılarla yaratma yarışı"dır. Gerçekten büyük ozanı yaşatan, yeryüzünün bucaklarında benimseten sesinden çok öze inen görüşü, varlık'a açılan tutumudur, kurduğu yaratma ortamıdır. Batının yaratma alanında "büyük" adını alan ozanların içinde ilkçağın kültür düzenlerini, düşünürlerini, ozanlarını tanımayan, bilmeyen, onların diliyle söyleşemeyen bir tek kişi yoktur.

Şiir bir yoksunluğun doğurduğu tatlı sesler yığını değil, bolluğun yarattığı düzendir. Bunu söylemekle felsefedir demek istemiyoruz. Felsefe değildir, yalnız bomboş bir ses de değildir.

O, kişinin evreninde yaşayan, ozandan başka kimsenin görüp anlatamadığı gerçeklerin, belli ölçüler içinde ortaya konması, dilin sınırsızlığında açıklanmasıdır. Doğanın söz ölçüleri içinde, yaratma ilmikleriyle örülmesidir. Daha doğrusu şiir, ozanın dilin başarı yeteneklerini kendi yaratıcılığı ölçüsünde genişletmesi, düşüncenin kesin çizgilerini aşarak varlık'ı uzayın dar boyutlarından öteye aşırmasıdır.

Şiir usun da sınırlarını aşan; belli, sayılı ölçeklere bağlanan düşünme gücünü geride bırakan bir atılma, bir sonsuzca yayılmadır. Onun, kişinin bir yönünü alışılagelinen sınırlı bütünlük dışında vermesi bu yetenekleri yüzündendir. Bu bakımdan filozofun düşündüğünü ozan yaşar, ozanın yaşadığını filozof derin derin düşünür. Filozof düşünerek düzene varan bir ozan, ozansa yaşayarak düzeni aşan bir filozoftur. Bu, ozan yaşar da filozof yaşamaz mı soyundan bir soruyu gerekli kılmaz. Anlam vermesini, değerlendirmesini bilen bir baş için şiirle felsefenin işlediği öz değil, ancak oya ayrıdır; bu oya da yaratıcının tutumundan, kişiliğini belirleyen davranış ölçülerinden doğan varlık'ı açıklama, tanıtma ayrımıdır.

Filozof dille en güzel, en ölçülü düşünen, en yerinde düzeni koyan, ozansa bu dille en iyi konuşan, en güzel söyleyen bir yaratıcıdır.

Lucretius bu iki yetiyi özünde birleştiren, şiirsiz felsefeye, felsefesiz şiire inanmayan bir filozof ozandır. Varlık'ı, doğayı incelemekle kişiyi, kişiyi bilmekle doğayı, evreni tanıyacağını düşünen bir ozan için en doğru yol onun tuttuğu yoldur. Bu yüzden, De Rerum Natura'da konular döner dolaşır, kişinin davranış, yaşayış sınırları içine girer. Goethe bile Faust'un bir yerinde kişiyle doğayı bir özde birleştirmekten, kişiden kalkarak doğayı tanımaya çalışmaktan kendini alamaz. İşte böyle derinden gelen, aşkın bir coşkunluk içinde:

Ist nicht der Kern der Natur Menschen im Herzen...

"doğanın çekirdeği kişilerin yüreğinde değil midir" demesi bu yüzdendir.

Lucretius yazılarında evrenin sınırları içinde geçen, kişiyle sıkı sıkıya ilişkisi bulunan bütün olayları ele almış, onların aralarındaki bağlantıları, kişiler üzerindeki etkilerini derin derin araştırmış, kendine göre nedenlerini de bulmuştur. Evrene kişiden açılmış, kişinin içsıkıntılarını, yürek korkularını, karşılıklı davranışlarını, tutumlarını incelemiştir.

Lucretius'u en çok ilgilendiren, kişinin varlık karşısında duyduğu gelecek korkusudur. Bunu De Rerum Natura'nın daha başında söyler. Onun işlediği, üzerine eğildiği, sorunlarını çözmeye uğraştığı kişi, düşüncede değil aramızda, içimizde, bizimle yanyana, başbaşa yaşayan, gerçeğin bütün bağlantılarıyla çevrilen, sınırlanan kişidir, varolan kişidir, varlığını çevreleyen sorunların baskısı altında ezilen, kıvranan, korkudan kurtulmak için mutluluğa giden gizli yolları arayan kişidir. Ölme, yokolma, yerin altında bilinmeyen bir ülkede acılar çekme korkusu içinde yanan, yakınan, kıvranan kişidir.

İlkçağın kişisi, kendisine verilen, buyrulan koşullara düşünmeden bağlı kalması istenen, yaşama sıkıntısını bir yaşama sevinci diye benimsemesi beklenen bir varlıktı. Çözemediği yığın yığın olaylar karşısında elinden gelen yalnızca yazıydı. Onun için, yerine göre düşünmek bile suç sayılabilirdi. Durum bugün de eskisinden pek ayrı değildir. Yalnızca, çağımızın korkuları uygarlığın yarattığı yeteneklerin başka amaçlar uğrunda kullanılmasından doğan, daha geniş bir yüzeye yayılan korkulardır. Bunlar kişiyle başlamış, kişiyle sürer gider; bilgi, kültür bunların kendisini değil, ancak kaynağını değiştiriyor. Yoksa var olma sevinci ölçüsünde bir de yokolma korkusu bulunacaktır.

Lucretius'un korkuları da böyle kaynakları değişen, özü olduğu gibi kalan korkulardır. Bunları birer varlık sorunu diye bambaşka ölçüler içinde, bambaşka bir açıdan ele alması onu biraz da varoluşçuluk (existantialisme) akımının -belli bir alanda- öncüsü yapmıştır denebilir.

De Rerum Natura'da konunun ağırlığı, eski bir düşünce düzenine bağlı kalmanın gerekliliği yüzünden yer yer yükselip alçalmalar, birden batıp yüze çıkmalar çoktur. Bir yerde şiirin en coşkun akışına kapılır, bir yerde düşüncenin en derin, en baş çatlatan ağırlığı içinde gözden uzaklaşır. Şiirin ağır bastığı yerler daha çok kişilerin günlük davranışları, doğayla olan, düşünceden ayrı kalmış yaşayışları, kırları, bayırları, tanrılara, Epikuros'a övgüleri, şölenleri, eğlenceleri, gezintileri, denizleri, dağları, sürüleri, kuşları, yıldırımları, gök gürültülerini, yağmurları, sağanakları anlatan, felsefeden çok şiire kapıldığı yerlerdir. Buralarda öyle pek derin araştırmalar yoktur, daha çok anlatmalarla yetinmeler, olayların akışınca coşmalar vardır. Öte yandan şiirin en yavan kaldığı yerlerse, felsefenin bütün gücüyle kendini gösterdiği oldukça güç konulardır. Bunlar şiirle değil, düzyazıyla işlendiğinde bile düşünme gücünü yoran, anlayış yetisini ağırlığı altında ezen, yıpratan konulardır. Lucretius'un şiirini yetersiz bulanlar daha çok bu yörelerde gezen, şiiri yalnızca kolay söyleyiş diye anlayanlardır.

Lucretius'da Homeros'un coşkunluğunu bulamayanlar, Homeros'da Lucretius'un derinliğini, düşünce örgüsünü, düzenini buluyor mu, bilmiyoruz.

Ennius'un Lucretius'u çok etkilediğini söyleyenler, Lucretius'un Roma şiirinin güneşi saydıkları Vergilius'a (İ.Ö. 70-19) neler verdiğini düşünmüşler mi?

Yeryüzünde büyük olup da kendinden sonra gelenler üzerinde etkisi bulunmayan, ne bir yaratıcı baş vardır, ne de düşünücü.

Lucretius'un şiiri bugünün de şiiridir. Yalnızca, düşünce bakımından alışılagelen şiirin sınırlarını, yeteneklerini aşan, düşünceyle karışan, kaynaşan, bir örgünün ilmikleri gibi iç içe geçen bir şiirdir. Duygudan çok düşünceyi, düşten çok gerçeği içeren, işleyen bir şiirin yapısı çatılırken kullanılan nesneler kolay kolay anlaşılır soydan olmadığı için, Lucretius'un tadını çıkarmak ilkçağ bilgisinin, felsefesinin özünü kavramaya bağlıdır. Bu yüzden De Rerum Natura, üzerinde uzun boylu durmayı, düşünmeyi, anlaşılması için daha birçok bilgi edinmeyi gerektiren güç bir şiirdir. Geleneğin dışında kalmış, şiiri yalnızca şiir olarak anlayanların görüşünü aşmıştır. Bütün bu güçlüklerin, derinliklerin içinde Lucretius'un eskimeyen, ışıl ışıl kalan bir yönü, sağlam bir yaratıcı düşünür gücü, yerleşmiş bir şiir temeli vardır. Bu temel sağlamlığı, dayanıklılığı; yaşayan gerçeği işlemesinden, kişiyi kendi varlık eylemleri açısından bir bütün olarak görmesinden, onu derlitoplu bir düzen, bir gelişen, geleceğe uzanan, evrene açılan, kendini yetenekleriyle ayakta tutan, yapı bakımından doğayla birleşen bir "kuruluş" diye benimsemesinden almaktadır.


İsmet Zeki Eyüboğlu
__________________
fb öfkemsin gs nefretimsin !




GoD of WaR Ofline   Alıntı ile Cevapla
Alt 14-07-2006, 02:07   #2
 
GoD of WaR - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 

VARLIĞIN YAPISI
(De Rerum Natura) I
BİRİNCİ BÖLÜM


Venüs'e Övgü

Aeneaslar anası yüce Venüs, insanların da
Tanrıların da sevgi kaynağı; yol gösterirsin
Denizde, göklerin altında gemicilere, yaşatırsın
Dirileri, bolluk verirsin yığın yığın
Verimli topraklara, seni görür doğan günün ışığı,
Ey Tanrıça, sen gelirsin gider yeller, dağılır bulutlar,
Seninle bezenir yaratıcı toprak, güzel çiçeklerle.
Sana gülümser durgun denizlerin suları,
Işıklarla dolar pırıl pırıl yaygın gökler.
Görünmüş günlerin baharlık yüzü birden,
Çözülmüş bolluk getiren güney yelleri.
Uçan kuşlar anlatır ey Tanrıça
Gelişini yürekten, yanık yanık, önceden.
Yayılmış bol yaylımlarda sürüler,
Hızla akan ırmaklardan geçerler.
Senin güzelliğine kapılmış bütün canlılar,
Gösterdiğin yollardan gidiyorlar canla başla.
Ardın ardın denizlerde, dağlarda, çağlayan ırmaklarda,
Kuşların konduğu yapraklı dallarda, geniş çayırlarda,
Çizer bütün gönüllere güzelliklerini, sevgilerinin.
Sensiz bütün varlıklara soylarını sürdürmenin
Tadını veren, evreni tek başına yöneten.
Sensiz çıkamaz tanrısal aydınlığa varlıklar,
Doğamaz gönül çeken tatlı bir nesne sensiz.
Çağırıcağım seni bu yazılmış dizelerde
Yardıma, ey bizim Memius; çalışırken anlatmaya
Varlıkların özünü, tüm çağlar içinde yüce Tanrıça,
Sen istedin düzenlenmiş nesneleri anlatmamı,
Şimdi gel ey Tanrıça, güzellik ver sözlerime
Sonsuzca. Kalksın artık korku salan boğuşmalar,
Burada bir mutluluk, barış sağla denizde, karada.
Sensin ölümlülere barışla mutluluk veren.
Kaleler üstünde vuruşanları da savaşlar tanrısı
Mars'tır yöneten. Senin kucağına atar kendini
Çokluk, yaralanınca sonsuz aşkın elinden.
Bükülür boynu, düşer arkaya, döner sana gözleri,
Ey Tanrıça, bağlar canını dudaklarına.
Dinlenirken kollarında sere serpe,
Tatlı sözcükler dökülsün ağzından,
Ünlü Romalılar için iste mutlu barışı.
Veremeyiz kendimizi bu işe yürekten,
Gördükçe yurdumuzu sıkıntılara batmış,
Alamaz ünlü Memmius'un torunları bile
Bu yardımdan kendilerini toplum uğruna.
Gel ey Memmius, yaşam acılarından kurtulmuş,
İnceleyen, araştıran bir görüş, duyuş ver,
Sana bağlanmanın armağanı olan
Bu yazdıklarım küçülmesin gözünde senin.
Sana göklerin de, tanrıların da, nesnelerin de
Başlayacağım özlerine açıklamaya.
Doğa yaratmış tüm varlıkları, düzenlemiş, beslemiş,
Dağıtmış toplanan nesneleri yeniden,
Doğurgan varlıklar, "yer kaplayan" denen,
Besleyici özleri tüm nesnelerin,
İlke dediğimiz, onlardan türemiş tanrılar da.
Tanrılar özleri gereği ayrılmış bizden,
Uzaklaşmış ölümsüz tanrılar,
Sonsuz barış içinde yaşayanlar.
Onlara sığınırız üzülünce, korkunca;
Kıskanmadan, kızmadan, darılmadan
Yardım ederler bize işlerimizde.
__________________
fb öfkemsin gs nefretimsin !




GoD of WaR Ofline   Alıntı ile Cevapla
Alt 08-10-2006, 19:37   #3
 
OnuR - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 

saol bilgi için
__________________




Besiktas JK






.
OnuR Ofline   Alıntı ile Cevapla
Alt 08-10-2006, 19:44   #4
Dişi Kartal
 
NuraN - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 

saolasın..
__________________
Gönlümle baş başa düşündüm demin;
Artık bir sihirsiz nefes gibisin.
Şimdi tâ içinde bomboş kalbimin
Akisleri sönen bir ses gibisin.

Mâziye karışıp sevda yeminim,
Bir anda unuttum seni, eminim .
Kalbimde kalbine yok bile kinim .
Bence artık sen de herkes gibisin.

Eylül 2008


NuraN Ofline   Alıntı ile Cevapla
Alt 31-10-2006, 02:57   #5
Yardımcı Admin
 
Meric - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 

teşekkürler bilgi için
Meric Ofline   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bu konuyu arkadaşlarınızla paylaşın


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 
Seçenekler
Stil

Yetkileriniz
You may not post new threads
You may not post replies
You may not post attachments
You may not edit your posts

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-KodlarıKapalı
Trackbacks are Açık
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık




Türkiye`de Saat: 13:47 .

Powered by vBulletin® Copyright ©2000 - 2008, Jelsoft Enterprises Ltd.
SEO by vBSEO 3.3.2

Sitemiz CSS Standartlarına uygundur. Sitemiz XHTML Standartlarına uygundur

Oracle DBA | Kadife | Oracle Danışmanlık



1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147 148 149 150 151 152 153 154 155 156 157 158 159 160 161 162 163 164 165 166 167 168 169 170 171 172 173 174 175 176 177 178 179 180 181 182 183 184 185 186 187 188 189 190 191 192 193 194 195 196 197 198 199 200 201 202 203 204 205 206 207 208 209 210 211 212 213 214 215 216 217 218 219 220 221 222 223 224 225 226 227 228 229 230 231 232 233 234 235 236 237 238 239 240 241 242 243 244 245 246 247 248 249 250 251 252 253 254 255 256 257 258 259 260 261 262 263 264 265 266 267 268 269 270 271 272 273 274 275 276 277 278 279 280 281 282 283 284 285 286 287 288 289 290 291 292 293 294 295 296 297 298 299 300 301 302 303 304 305 306 307 308 309 310 311 312 313 314 315 316 317 318 319 320 321 322 323 324 325 326 327 328 329 330 331 332 333 334 335 336 337 338 339 340 341 342 343 344 345 346 347 348 349 350 351 352 353 354 355 356 357 358 359 360 361 362 363 364 365 366 367 368 369 370 371 372 373 374 375 376 377 378 379 380 381 382 383 384 385 386 387 388 389 390 391 392 393 394 395 396 397 398 399 400 401 402 403 404 405 406 407 408 409 410 411 412 413 414 415 416 417 418 419 420 421 422 423 424 425 426 427 428 429 430 431 432 433 434 435 436 437 438 439 440 441 442 443 444 445 446 447 448 449 450 451 452 453 454 455 456 457 458 459 460 461 462 463 464 465 466 467 468 469 470 471 472 473 474 475 476 477 478 479 480 481 482 483 484 485 486 487 488 489 490 491 492 493 494 495 496 497 498 499 500 501 502 503 504 505 506 507 508 509 510 511 512 513 514 515 516 517 518 519 520 521 522 523 524 525 526 527 528 529 530 531 532 533 534 535 536 537 538 539 540 541 542 543 544 545 546 547 548 549 550 551 552 553 554 555 556 557 558 559 560 561 562 563 564 565 566 567 568 569 570 571 572 573 574 575 576 577 578 579 580