|
Ana Sayfa | Kayıt ol | Yardım | Ortak Alan | Ajanda | Bugünkü Mesajlar | XML | RSS | |
29-01-2007, 11:15 | #1 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
|
OSMANLI DEVLETİNDE TARIM SEKTÖRÜNÜN DURUMU Osmanlı Devleti, 19 ncu yüzyılda Batı'da meydana gelen sanayileşme devriminin dışında kalmış ve bu sebeple ekonomisi tarıma dayalı bir özellik taşımıştır. Bu özellik yüzyıllar boyunca değişmemiştir. Tarımsal üretim, devletin son döneminde milli gelirin % 65'ni oluşturmaktaydı. I.nci Dünya Savaşı öncesinde tarımsal üretimin ortalama %80'i bitkisel, %20'si ise hayvansal üretim olup tahıl, bitkisel üretimde %75'lik bir paya sahipti. Zaman içinde tarımsal üretimde sanayi bitkileri lehine bir gelişme olmuş, koza, pamuk, fındık ve tütün üretimi artmıştır. Bu tip üretim, devletin son döneminde, özellikle dış borçları ödeyebilmek amacıyla ihracata konu teşkil ettiği için, Duyunu Umumiye idaresi tarafından teşvik edilmişti. Bunun sonucunda tarımsal maddeler ihraç gelirlerinin toplam tarımsal gelire oranı 1899 yılında %12'den 1914'de %14'e yükselmiştir. Osmanlı Devleti'nin son yıllarında toplam nüfusun % 80'i tarım kesiminde çalışmakta idi. Osmanlı Devleti, 20.nci yüzyıla, tarım sektörünü geliştirmek amacıyla bir reform programı uygulayarak girmiş, örnek çiftlikler kurulmuş, tarım okulları açılmış ve sulu tarım teknikleri uygulamaya konulmuştur. Yüzyılın başında, tarımsal makineler ülkeye girmeye başlamış, fakat sayı yeterli seviyeye ulaşamamıştır. 19 ncu yüzyılın sonlarına doğru kullanılmaya başlanan pulluklar, hiçbir zaman karasabanın yerini alamamıştır. Karasaban, döğen ve kağnıdan oluşan bir tarımsal altyapıda, tarımsal üretimi arttırmak mümkün olamamıştır. Pamuk ekim ve üretiminde prodüktiviteyi yükseltmek için İngiltere ve Almanya, sömürge tipi çiftçilik kurma yoluna çok az gitmişler ve işin ticaretine daha çok önem vermişlerdir. Bununla beraber, 1878 yılında İzmir bölgesinde tarıma elverişli toprakların tamamı İngilizlerin eline geçmiştir. 1880 yılında Aydın ve yöresinde toplam 2.2 milyon dönüm toprak sulamaya açılmış, 1883'de bu alan 4.1 milyon dönüme çıkmıştır. Yabancı çiftçiliklerde özel sulama yöntemlerine başvurulmuş, Aydın-İzmir demiryolu, yörede üretilen ürünlerin taşınmasına katkıda bulunmuştur. Tarımda ilk makineleşme hareketi de bu yörelerde başlamıştır. Bu özel durum dışında genelde Osmanlı Devleti'nde ulaşım ve haberleşme yetersizliği, çiftçiyi pazara değil, kendi tüketimine yönelik üretime yöneltmiştir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da çiftlikler 50 dönüm ve daha büyük iken, Batı Anadolu'da işletme büyüklükleri küçülmüştür. Bunun başlıca sebebi, miras yoluyla toprağın paylaşılmasıdır. Osmanlı Devleti'nde genelde tarım sektöründe, küçük üreticilik ve aile işletmelerinde iç tüketim için üretim yapısı egemen olmuştur. 1838 Ticaret Anlaşması sonucunda ülke liberalizme açıldığı için, tarım sektörü korunamamıştır. Yabancılara sağlanan ticari ayrıcalıklar ve kapitülasyonlar sonucunda, 1878-1913 döneminde her yıl ülkeye ortalama 75.000 ton un, 65.000 ton pirinç ve 10.000 ton buğday ithal edilmiştir. | ||
|
29-01-2007, 11:15 | #2 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Osmanlılarda ekonomi aslında tarıma dayanmasına rağmen, tarımsal üretimin temelini oluşturan toprak mülkiyeti, 19.ncu yüzyılda temelden değiştirilmiş ve bu durum üretimin düşmesine yol açmıştır. Osmanlı'da toprak rejimi dirlik sistemine dayanmakta ve bu sistem aracılığıyla devlet, ekonomik, mali, askeri ve sosyal hayatı kontrol etmekte idi. Dirlik sisteminde tımar: 3.000 - 20.000 akçe, zeamet: 20.000-100.000 akçe, has: 100.000 akçeden daha fazla ödenti anlamına geliyordu. Savaşlardan ganimet olarak alınan topraklar, verimlerine göre tımarlara ayrılarak askeri görev karşılığı sipahilere veriliyordu. Arazi rejimi, toprak ürünlerinin almış biçimi açısından "öşriye", "haraciyye" ve "arzı miri" olarak üçe ayrılmıştı. Arazi rejimi, arzı miri denilen topraklarda uygulanıyordu. Devlete ait olan bu topraklarda köylü, kiracı niteliğinde idi. Devlet giderlerinin zamanla artmasına paralel olarak tarımda miri sistemden iltizam usulüne geçilmiş ve devlet, tarım gelirlerini askerin elinden alarak belli bir kira karşılığında ihale yöntemiyle mültezimlere bırakmıştır. Fakat mültezimlerin aşırı kâr hırsı, sistemi zayıflatmıştır. 19.ncu yüzyılın ikinci yarısında bu düzen değiştirilince toplumdaki tüm dengeler yerinden oynamıştır. Bu boşluktan yararlanan ağalar, beyler, ayanlar ve güçlü devlet memurları Doğu ve Güney Doğu'da köylüyü üzerinde ekip biçtiği arazi ile birlikte sahiplenmişlerdir. Bunun sonucunda köylü, "maraba" durumuna düşmüştür. Diğer bir deyişle, yetiştirdiği ürünün toplamı üzerinden pay alan üretici olmuştur. Ayrıca bu kesim, toprak mülkiyetine el koymuş ve 1808 Senedi İttifak kararıyla bu durumu devlete kabul ettirmişlerdir. Fakat arazinin hukuki mülkiyetine sahip olamamışlardır. Osmanlılarda toprakların büyük bir kısmı, miri arazi olup sonuçta mülkiyeti devletindir. Çıplak mülkiyeti (rakabesi) devlete ait olan arazi, işletilmek üzere bir bedel (tapu) karşılığında köylüye verilmekte idi. Köylü kendi ihtiyacı kadar toprağı, devlet görevlisi olan sipahiden tapu resmi olarak bilinen peşin kira ödeyerek kiralardı. Eğer kiralama şartlarına uymayacak olur ise, kiraladığı toprağın elinden alınmasına ve ödediği resmin yanmasına razı olurdu. Köylü, işlediği toprak karşılığında onda bir ile onda beş oranındaki bir payı (çift akçesi), devlete verirdi. Köylü, toprağı üç yıl boş bıraktığı takdirde, toprak elinden alınır ve bir başkasına verilirdi. Toprak, babadan oğula mülk şeklinde geçer, erkek çocuk olmaması durumunda erkek kardeşe veya yakın akrabalara yeniden kiralanırdı. Devlet, araziyi çıplak mülkiyet (rekabe) hakkına dayanarak her zaman geri alabilirdi. Bu sistem 16.ncı yüzyılın sonlarına doğru bozulmaya başlamış, miri toprak düzeni orijinalliğini kaybetmiş, tımar sahipleri arazinin sahibi gibi hareket etmeye başlamışlardır. | ||
29-01-2007, 11:16 | #3 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Batılılardan gelen baskılarında etkisiyle Osmanlılarda geçerli olan tarımda devlet mülkiyeti (miri arazi) sistemi yerine, tarımı özel mülkiyete açmayı, toprağı fiilen işleyenin mülkiyetine bırakmayı amaçlayan ve 1858 Arazi Yasasıile miri arazinin hukuki rejimi yeniden belirlenmiştir. Yasada küçük çiftçileri koruyucu, toprakların belli ellerde toplanmasını önleyici, toprağın alım satımını yasaklayıcı, yabancıların tarım arazisi almasına engelleyici hükümler bulunmasına rağmen, daha sonra tüm kısıtlayıcı hükümler ortadan kaldırılmıştır. 1866 yılında çıkarılan bir Yasa ile yabancılara toprak alma hakkı tanınmış ve izleyen yıllarda Batı Anadolu'da yabancıların eline geçen topraklar, 56 milyon dönüme ulaşmıştır. Arazi Yasası, köylülerin işledikleri topraklar üzerinde fiili denetim kuran toprak ağalarının gücünü meşrulaştırmıştır. Ayrıca Yasa, miri arazilerin mültezimler, esnaf, nüfuzlu kamu görevlileri ve paşalar tarafından paylaşılmasına yol açmıştır. Bu dönem, 4.10.1926 tarihinde kabul edilen Medeni Kanun'a kadar devam etmiş ve bu Yasa ile mutlak mülkiyet esası getirilmiştir. Devlet böylece, rakabe hakkına dayanarak araziyi geri alma hakkını kaybetmiştir. Sonuçta, miri arazi değil, mülk arazisi toprak mülkiyetinin esasını oluşturmuştur. Medeni Kanun, on yıl nizasız ve fasılasız hüsnüniyetle ve malik sıfatıyla tasarruf edilen arazinin tapu dairesine zilyetleri namına tescil edilmesini kabul ederek, arazi üzerinde özel mülkiyet hakkını tesis etmiştir. Böylece, piyasa ekonomisine geçişte önemli bir adım atılmıştır. OSMANLI DEVLETİNDE SANAYİ SEKTÖRÜNÜN GELİŞİMİ Osmanlı Devleti'nin ekonomisi tarıma dayalı bir yapıda olduğu için, sanayi sektörü nisbi olarak ikinci planda kalmış ve içinde bulunulan şartlarda sanayileşme çabaları başarıya ulaşamamıştır. Dolayısıyla bugün Türkiye'nin sanayileşme seviyesinin, Batılı gelişmiş ülkelerin gerisinde kalmasının en önemli sebebini oluşturmuştur. Aslında Batı'da sanayileşme devrimi başlamadan önce 15-18.nci yüzyıllarda Osmanlı imparatorluğu dünyanın en gelişmiş ülkelerinden biri idi. Lonca örgütlenmesiyle çinicilik, dokumacılık, gemi yapımı alanlarında oldukça ileri bir durumdaydı, İngiltere'de 18.nci yüzyıl ortalarında buharın makineye uygulanması sonucunda başlayan "sanayi devriminden" Osmanlılar, gerekli şekilde haberdar olamamışlardır. Bu durum sanayileşme sürecinin ülkeye gelmesini engellemiştir. Böylece ekonomide makine gücüne dayanan bir sanayi kurulamamış, geleneksel sisteme dayanan yerli sanayi de hızla gerilemiştir. | ||
29-01-2007, 11:16 | #4 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Adam Smith'in liberal ekonomi kurallarının, Batı'nın baskısı sonucunda özelikle 1838 Osmanlı İngiliz Ticaret Anlaşması ile Osmanlı Devleti'nde uygulanmaya çalışılması, Osmanlı döneminde sanayiin daha doğmadan ölmesine yol açmıştır. Nitekim bu durumu Ahmet Mithat, 1889 tarihinde aynen şöyle ifade etmiştir: "Adam Smith'in serbest-i mübadele usulü bugünkü günde umum Avrupa mekteplerinde ekonominin suret-i ahiresi olmak üzere tedris olunur. Fakat Avrupa Hükümetlerinin hiçbiri nezdinde tatbik için kabul olunmamıştır. Hürriyet-i mutlaka-i mübadeleyi bugünkü günde Avrupa'da kabul edebilecek ne bir devlet ne bir millet yoktur. Her gün gazetelerde gördüğümüz himay~i sanayi, muhafaza-i ticaret, nahoşnudi-i amele vesaire mebahisi bunu müeyyiddir. Adam Smith'in ekonomisini mekteplerde tedris etmek kiliselerde "size en büyük fenalık edenleri ezdilü can seviniz! Bir yanağınıza tokat vuranlara diğer yanağınızı da çeviriniz!" diye verilen vazü nasihatlara benzer... Bizim mekâtibi âliyemizde Adam Smith ekonomisinin güya bir kanun, bir düştürül amel suretinde telâkki edilmesi teessüf-ü az'mi muciptir..." Bu olumsuz gelişmede, özellikle İngiliz ve Fransızlarla imzalanan ticari anlaşmalar sonucunda bu ülkelere sağlanan ayrıcalıkların, koruyucu bir gümrük sisteminin uygulanmasına imkan tanımamasının da etkisi olmuştur. Sanayileşme imkan ve fırsatını kaçıran Osmanlılar, ülkenin, kısa sürede sanayileşerek zenginleşen Batı'nın bir "açık pazarı" olmasına engel olamamışlardır. Aslında Osmanlı aydınları arasında da, ikinci Meşrutiyet'e (1908) kadar, ekonomik gelişme için sanayileşmenin gerekli olduğuna inanan iktisatçı ve devlet adamı da pek yoktur. Büyük çoğunluk, sanayileşmeyi kaynak israfı olarak görmüşlerdir. Buna rağmen devletin ve ordunun temel ihtiyaçlarını karşılamak üzere bazı küçük ölçekli sınai tesisler kurulmuştur. Mesela 1810 yılında devlet sermayesi ile Beykoz Tesisleri (askeri kundura, çizme, palaska, fişeklik imalatı), 1835'de Feshane Tesisleri (çuha, fes, battaniye üretimi) gibi. | ||
29-01-2007, 11:16 | #5 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| İkinci Meşrutiyet'in 1908'de ilan edilmesiyle, sanayileşme olmadan ülkenin kalkınamayacağını ileri süren fikir ve devlet adamlarının sayısı artmaya başlamıştır. Gelişen milliyetçilik akımları, ekonomi alanında da kendini hissettirmiş ve ekonominin korunması ve sanayiin teşvik edilmesinin gerekliliği üzerinde durulmaya başlanmıştır. Bu ortamda Aralık 1913 tarihinde, iktidardaki ittihat ve Terakki Hükümeti sanayileşmeyi teşvik etmek amacıyla Teşviki-i Sanayi Kanunu Muvakkatini (Geçici Sanayi Yasasını) yürürlüğe koymuştur. 1914 yılında Yasanın tüzüğü, 1917'de ise yönetmeliği çıkarılarak kapsamlı bir mevzuat hazırlanmış fakat araya giren I.nci Dünya Savaşı dolayısıyla bu düzenlemelerden yeterince yararlanılamamıştır. Bu mevzuat, daha sonra 1927 yılında Türkiye Cumhuriyeti'nde yeniden düzenlenerek yürürlüğe konmuştur. Yasa, beş beygir gücü enerji kullanarak ham ve yarı mamul maddelerin şeklini değiştiren, en az bin liralık araç ve gerece sahip olan ve yılda 750 işgücü tutarında işçi çalıştıran işyerlerini kapsamıştır. I.nci Dünya Savaşı esnasında, Yasa değiştirilerek, yabancı kuruluşlar teşvik kapsamından çıkarılmış ve ayrıca Batılılara verilen kapitülasyonlar kısmen kaldırılarak gümrük oranları arttırılmıştır. Yasa, vergi muafiyeti, bedava arazi, geçici gümrük muafiyeti, kamunun öncelikle bu tesislerin ürünlerini satın alma zorunluluğunu getirmiştir. Fakat bu ayrıcalıklardan daha çok yabancılar yararlanmışlardır. Yasa, sanayi kuruluşlarını finanse edecek bir kredi kuruluşuna yer vermemesi ve milli sanayi kesimini dış rekabete karşı koruyacak önlemleri içermemesi açısından eleştirilmiştir. Yayınlanmasından sonra 117 kuruluş, teşviklerden yararlanmak için başvurmuştur. Bunların %55'ni oluşturan 65 adedi, İstanbul ve civarında idi. Osmanlı Devleti'nin son yıllarında sanayiin durumu ve gelişimi konusundaki bilgiler, 1913 ve 1915 yıllarında Ticaret ve ZiraatVekaletleri tarafından İstanbul, Bursa, Bandırma, İzmir, Uşak gibi Batı Anadolu’yu kapsayan illerde yapılan sanayi sayımlarına dayanmaktadır. En az 10 işçi çalıştıran ve Teşviki Sanayi Kanunu kapsamına giren kuruluşların sayım sonuçları, 1917 yılında yayınlanmıştır. Buna göre Osmanlı Sanayi, tüketim malları üretmekte, ara ve yatırım malları üreten sanayi dallarına sahip bulunmamaktadır. Sanayinin hammaddesi tarıma dayanmaktadır. Sanayi kuruluşları aşırı derecede Batı Anadolu'da yoğunlaşmıştır. Mesela bunlardan %55'i İstanbul, %22'si İzmir'de toplanmıştır. Sayımlarda yer alan 264 kuruluştan %19'u (50 adet) devlete veya anonim şirketlere, %81'i ise (214 adet) gerçek kişilere aittir. Son grubun %20'si (42 adet) Türk ve Müslümanlara geri kalan %80'i (172 kuruluş) ise Rum, Ermeni, Yahudi ve yabancı olarak gayrimüslimlere aittir. | ||
29-01-2007, 11:16 | #6 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| 1915 sayımına göre Osmanlı Sanayiinde Türkler, sermayedar ve işçi olarak %15 oranında yer tutarken, Rumlar sırasıyla %50 ve %60, Ermeniler %20 ve %18 ve Yahudiler de %95 ve %10 oranında bir paya sahiptirler. Büyük sanayi tesisleri, kamu tarafından ordunun ve sanayiin ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulmuşlardır. Sanayide, yabancı sermayenin payı düşük, çevirici güç yetersiz, teknoloji geri idi. 264 sanayi kuruluşunda toplam 20.977 beygir gücünde çevirici güç kullanılmıştı. Bu gücün %76'sı buhar makinelerinden, %13'ü petrol kullanan içten yanmalı motorlardan ve %6.5'ide elektrik motorlarından sağlanıyordu. Enerji daha çok kol gücüne dayanıyordu. Osmanlı Devleti'nde ilk elektrik enerjisi üretim birimi, 1902'de Adana'da kurulmuş ve 1913 yılında İstanbul'da bir benzeri faaliyete geçmiştir. 1913-1915 sanayi sayımları sonuçlarına göre, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde kalan Osmanlı Devleti arazisinde kurulmuş sanayi tesisleri şunlardır: - Fabrikalar:2 makarna, l bira, 6 konserve, 7 yünlü dokuma, 2 pamuk ip lik ve dokuma, 1 iplik dokuma, 5 çeşitli dokuma, 8 sigara kağıdı, 5 madeni eş ya, l kimyasal ürün, - İmalathaneler:l buz, 3 kireç. 3 tuğla, 7 kutu, 2 yağ, 2 sabun, 2 porselen, - Diğerleri:20 un değirmeni, l1 tabakhane, 7 marangoz ve doğrama atölyesi, 30 ham ipek atölyesi, 35 matbaa. OSMANLI'DAN KALAN A. GİRİŞ Ekonominin bugünkü yapısı ve sorunları, tarihsel gelişme süreci içinde açıklanabilir. Ekonomik gelişmeyi belirleyen iç ve dış etmenlerin saptanması, bunların zaman içinde evrimi temel yöntem olarak benimsendiğinde çözümlemeye Osmanlı ekonomisiyle başlamak gerekmektedir. Cumhuriyet dönemindeki ekonomik gelişme, İmparatorlukları devir alınan bir yapı üzerinde oluşmuştur; onun bir uzantısıdır. Bu durum, yalnız üretim yapısı için değil, ekonomik gelişmenin diğer öğeleri için de geçerlidir. Bu nedenle bu bölümde Osmanlı ekonomik ve toplumsal yapısının son dönemlerine kısaca değinilecektir. Osmanlıda üretim çok büyük ölçüde tarıma dayalıdır. Sanayi gelişememiş, buna karşılık özellikle ticaret, ulaştırma ve bankacılık gibi hizmet kesimleri İmparatorluğun son 50-60 yılında önemli sermaye birikimine konu olmuştur. Bu kesimler çok büyük oranda azınlık ve yabancı sermaye egemenliğindedir. | ||
29-01-2007, 11:16 | #7 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| "Etkin ve ileri" sayılan Osmanlı yapısının, sanayileşme yönünde dönüşüm sağlayamaması, kapitalist yoldan gelişememesi değişik iç ve dış etmenlere bağlanmaktadır. Bunların göreli önlemlerinin belirlenmesi yerine kısaca sıralanmaları, bu çalışma için zorunluluktur. Onaltıncı yüzyılın sonlarında İmparatorluk yeni toprak kazanımının sonuna gelmiş ve bu yoldan sağlanan gelirler kesilmiştir. Bununla eşanlı olarak dünya ticareti Akdeniz limanlarının dışına kaymıştır. Altın ve gümüş miktarının, Yeni Dünyanın sunumu sonucu artması para-fiyat dengesini sarsmıştır. Bu sırada İngiltere'de başlayan yeni üretim biçimi ve teknolojik gelişme karşısında Osmanlı'nın pazarını yabancı sınai ürünlere, "dışa" açması, varolan sanayii yıkıma sürüklemiştir. Neredeyse süreklilik kazanan savaşlar, merkezi yönetimin elinde toplanan tarımsal artığın yeniden üretime dönüşmesine olanak vermemektedir. Ayrıca Osmanlı'da bu dönüşümü sağlayacak yeni örgütlenme süreci ortaya çıkmamakta; değişik etnik gruplardan oluşan toplumsal yapı bu alanda ekonomik İşbölümüne dayanmaktadır: Tarımsal üretimde Türkler, sanayi ve hizmetlerde azınlık ve yabancılar egemendir, çoğunluktadır, imparatorluğun değişik etnik grupları siyasal ve ekonomik bağımsızlık peşindedir ve bu girişimler dönemin büyük devletlerince açıktan desteklenmektedir. Osmanlı,varlığını sürdürmek için, sermaye birikimi için değil, sürekli savaşmak durumundadır. Sonuçta, bu savaşları kazansa da kaybetse de, kaybetmektedir. Osmanlı'nın son döneminde (son 50-60 yılında) sermaye kaynaklarının ilginç bir görünümü vardır; hükümet, kamu maliyesini, dış ticareti ve para sunumunu denetleme yetkilerinden bile yoksundur. Kamu gelirlerinin giderleri karşılamaması sonucu ağır koşullarla dış borçlanmaya gidilmektedir. Tarımsal ürün fazlası sanayie aktarılamazken, sanayi ve hizmet kesimlerini ellerinde bulunduranlar kârlarını yeniden üretimde kullanmamaktadır. Bu olguda o dönemin uluslararası sermayesinin niteliği ve Osmanlı'ya güvensizlik etkili olmuştur, denilebilir. Türdeş olmayan toplumsal-ekonomik yapı, bir yandan artık kitle üretimine dayanan yabancı sınai malların pazarı durumuna gelmiş diğer yandan da Batı Anadolu tarımıyla tüm hizmet kesimlerini yabancı sermayeye açmıştır. Bu ekonomik ve toplumsal yapı makro-ekonomi politikalarının ülke içinde oluşturulmasına olanak vermemektedir. | ||
29-01-2007, 11:16 | #8 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Önce, İmparatorluk ekonomiyi tümüyle düzenleyecek maliyepolitikası araçlarından yoksundur. Azınlık ve yabancılara tanınan ayrıcalıklar kamu gelirlerinin çok büyük ölçüde tarımdan sağlanmasını zorunlu kılmaktadır, örneğin kamu gelirlerinin 1909-1910'da yaklaşık yüzde 40'ı aşar ve hayvan (ağnam) vergilerinden oluşmaktadır. Ek olarak, arazi, bina, tütün, ipek ve tuz gibi mallardan alman vergiler de dikkate alınırsa, kamu gelirlerinin yarısından fazlasının kırsal kesimden sağlandığı sonucuna varılır. Buna karşılık kırsal kesime yapılan kamu harcaması çok azdır. Diğer yönden, tüm yabancılar, azınlık grupları (askerlik bedeli olan ve 1909'dan sonra kaldırılan cizye dışında) vergi vermemektedir. Ek olarak tüccar, sanayici grupları, serbest meslek sahipleri ve İmparatorluğun son yıllarına kadar İstanbul halkı-vergi vermemektedir. Bu konudaki yeniden düzenleme girişimleri etkisiz kalmıştır. Osmanlı'da toplam vergi yükü "ağır" sayılmazsa da bunun çok eşitsiz dağıldığı açıktır. Kaldı ki, tarımdan alınan vergilerin de, katkılı üretim değeri üzerinden (masraflar çıkarılmadan) alınması sonucu, üretim üzerine etkisi olumsuzdur. İkinci olarak, Osmanlı'nın para durumu da denetim dışı bir özellik taşır. Para düzeni, değişik madeni paralar ve Osmanlı Bankası'nın çıkardığı banknotlara dayanmaktadır. Bunlarla birlikte, birçok yabancı para da kullanılmaktadır. Hükümet para konusunda sık ak yeniden düzenlemelere gitmişse de bu girişimler etkili olamamıştır. Madeni paralar, 1881'de altın liranın 7,216 gram altın karşılığı olarak tanımlanması (bu 18 İngiliz Şilin'i ya da 4,40 ABD dolarına eşitti) ve bunun 100 kuruş sayılmasıyla yeniden belirlendi. Gümüş mecidiye 20 kuruş karşılığı olarak tanımlanıyordu. Ancak gümüşün değer kaybetmesi ve bakır mecidiye basılması, Osmanlı'da biri altın (gerçek, sağ kuruş) diğeri de gümüş (çürük kuruş) olmak üzere ikili para yapısına yol açtı. Para birimi farklılıkları, madeni paraların eritilerek yenilerinin çıkarılmasına neden oluyor, ayrıca para üzerinde spekülasyona yol açıyordu. Osmanlı Bankası banknot çıkarımını iç ve dış piyasa koşullarına göre düzenliyordu. I. Dünya Savaşı sırasında hükümet banknot çıkarma yetkisini üzerine aldı ve banknot miktarını yaklaşık 1,5 milyondan 160 milyon dolayına çıkardı. Bu uygulama yalnız enflasyonu körüklemekle kalmadı, altın lirayı da kullanımdan kaldırdı. Osmanlı'da sermayenin dışkaynaklan önemli ve belirleyicidir. Bunlar, dış borçlar ve yabancı sermayedir. Dış borçlar da özel kaynaklardan sağlandığından, dış sermayenin kaynak farkı yoktur. | ||
29-01-2007, 11:17 | #9 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Osmanlı dış borçları ülkenin kaynaklarını yabancılara aktarmanın bir aracı niteliği taşımış, alınan borçlar yeniden üretimde kullanılamamıştır. Daha çok hükümetin cari giderlerinde kullanılan dış borçlar, bir yandan birikimli olarak artmış, diğer yandan da kamu gelirlerinin önemli bir kısmına yabancıların doğrudan el koymasına yol açmıştır. Osmanlı'nın ödeme olanağı kalmadığım bildirmesi üzerine 1881'de Muharrem Kararnamesiyle kurulan ve yabancı ve Osmanlı temsilcilerinden oluşan Düyun-u Umumiye İdaresi diş borç anapara ve faizlerini karşılamak üzere vergi gelirlerine el koyabiliyordu. Dış borçların kesin miktarı tartışmalıdır. Son yıllarda yapılan araştırmalar toplam borç miktarının 399,5 milyon lira olduğunu, bunun yüzde 45'inin eski borçların ödenmesinde, yüzde 6'sının askeri harcamalarda, yüzde 5'inin yatırımlarda kullanıldığını, yüz de 34 gibi bir bölümünün de komisyon ve (borç senetlerinden doğan) değer kaybını karşıladığını göstermektedir. Kalanı hükümetçe diğer işlerde kullanılmıştır. Osmanlı borçlarının Lozan'da belirlenen miktarı 129 348 910 altın liradır ve bunun 85 milyon dolayında bir bölümü Türkiye'nin payına düşmüştür. Kısaca bu ağır borçlanmanın ekonomiye kaynak kaybından başka katkısı olmamıştır. Sermayenin ikinci dış kaynağı yabancı sermaye yatırımlarıdır. Eldeki verilere göre yabancı sermaye, çok büyük ölçüde ulaştırma, banka-sigorta, elektrik-su ve ticaret gibi hizmet kesimleriyle madenciliği yeğlemektedir (Tablo: II.1). Yabancı sermayenin adı geçen sektörlerde yoğunlaşması, ekonominin niteliğinden, iç etmenlerden çok, kendi gelişme düzeyine bağlıdır. Tarımda, yalnız Batı Anadolu'da görülen çok sınırlı yabancı sermaye bir tarafa bırakılırsa, yabancı sermayenin, madencilik dışında, üretime katkısı olmamıştır. Yabancı sermaye yatırımlarının sektörel dağılımı, sanayide getirişinin göreli olarak yüksek olmasına karşın, yalnız yüzde 8 dolayında bir bölümünün bu kesime gittiğini göstermektedir. Yabancı sermayenin kaynak ülkelerine göre dağılımı Osmanlı'nın dış ekonomik ilişkileri konusunda bir fikir verebilir. Yabancı sermayenin yüzde 44 dolayında bir bölümü Fransız, yüzde 34 gibi bir kısmı Alman ve yüzde 17 dolayında bir bölümü de İngiliz kökenlidir. Kalanı ise Belçika, ABD gibi ülkelerden kaynaklanmıştır. Dış borçların ülke kökenleri oldukça farklıdır; yüzde 53,8 Fransız, yüzde 11,2 İngiliz, yüzde 10,4 Alman ve yüzde 24,5 diğerleri. Toplam yabancı sermaye konusunda değişik tahminler yapılmaktadır. Ancak El-dem (s. 190-191)'de aynı sayıları belirtmekte, yalnız devlet borçlarını 149,48 yerine 96,6 milyon almaktadır. Ayrıca belirtilmelidir ki burada verilen dış borç sayıları, biraz önce sözü edilen miktardan farklıdır. Diğer yönden Eldem'e göre, demiryolu yatırımlarının 33,7 milyon lirası, banka-sigorta yatırımlarının 5,6 milyonu, elektrik-su yatırımlarının 3,1 milyonu ve ticaret sermayesinin 2,1 milyonu şimdiki sınırlar içindedir. | ||
29-01-2007, 11:17 | #10 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Yabancı sermaye yatırımlarının çok büyük bir bölümü, yüzde 68 gibi bir kısmı, demiryollarına yapılmıştır. Demiryolu yapımının o dönemde ekonomik gelişmenin bir göstergesi sayıldığı göz önünde tutulursa, Osmanlı'nın bu alanda belli bir çabaya girdiği sonucuna varılabilir. Ancak bu süreci besleyecek üretim dönüşümü sağlanamamıştır. Demiryollarından sonra gelen ikinci önemli alan bankacılık ve sigortacılıktır. Bu durum Osmanlı'da para ticaretinin çok kârlı olduğunu, ek olarak da sermayenin 'güvence' aradığını gösterir. Yabancı sermaye yatırımlarının, yıllık net getirişinin sektörel dağılımı ilginç ipuçları vermektedir. Getiri oranı bankacılık ve sigortacılıkta yüzde 10'dan fazladır ve bunu yüzde 8,7 ile devlet borçlan izlemektedir. Kısaca Osmanlı Devleti'ne borç verme yabancılar için en kârlı yatırım alanlarından biridir. Yıllık getiri ayrıca ülke dışına kaynak aktarılmasının da bir göstergesidir. Nitekim yabancı sermaye yatırımları ve devlet borçlan karşılığı olarak ödenen miktar yılda 16 milyon Osmanlı lirasından fazladır. Buna 8 mil-yon dolayındaki dış ticaret açığının eklenmesiyle 24-25 milyon Osmanlı lirasına ulaşılır. Aynı yıllarda Osmanlı toplam yurt içi ulusal gelirinin 203,690 milyon Osmanlı Lirası olduğu düşünülürse bunun yüzde 12's.i gibi bir bölümünün yurt dışına aktarıldığı sonucuna ulaşılır. TABLO: II.1. Osmanlı imparatorluğunda Yabancı Sermaye Yatırımları (Bin Osmanlı Lirası Olarak) Yatırım miktarı Yatırımların yıllık net getirisi (2/1).100 53.310 1.040 1,95 5.700 170 2,98 4.700 160 3,40 6.500 560 8,61 2.660 --- --- 3.580 230 6,42 8.200 890 10,85 --- 420 --- 84.660 3.370 3,98 149.480 13.000 8,70 234.140 16.370 6,99 Kaynak: Yerasimos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, c. 2, İstanbul: Gözlem, 1975, s.949. | ||
Bu konuyu arkadaşlarınızla paylaşın |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| |