Beşiktaş Forum  ( 1903 - 2013 ) Taraftarın Sesi


Geri git   Beşiktaş Forum ( 1903 - 2013 ) Taraftarın Sesi > Eğitim Öğretim > Dersler - Ödevler - Tezler - Konular > Hukuk

Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
Alt 23-01-2007, 09:21   #1
imparator
Guest
 
imparator - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Hak Arama Özgürlüğü ve Adil Yargılanma Hakkı

VI. HAK ARAMA ÖZGÜRLÜĞÜ VE ADİL YARGILANMA HAKKI

GENEL OLARAK
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin maddesinde yargının işleyişine ilişkin bazı usul kuralları öngörülmüştür. Bunların amacı, kişinin hak arama özgürlüğünü, dürüst ve adil bir şekilde yargılanmasını güvence altına almaktır.
6. maddede belirtilen adil yargılanma hakkı, sözleşmede öngörülen hakların kamu görevlileri tarafından ihlâl edilmesi halinde, kişinin şikâyet hakkını düzenleyen 13. maddeyle yakından ilgilidir. Ayrıca bu hakkın kapsamı 7 no’lu Protokolle genişletilmiş ve kişiye yeni bazı haklar tanınarak adi! yargılanma hakkı sağlam temeller üzerine oturtulmuştur.
“Madde 6.- 1: Herkes, gerek medeni hak ve hükümlülükleriyle ilgili anlaşmazlıkların çözümlenmesi, gerek kendisine yöneltilen herhangi bir suçlamanın karara bağlanması konusunda, kanunla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir Mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde adil ve açık olarak görülmesini istemek hakkına sahiptir.
Hüküm açık celsede verilir, ancak demokratik bir toplumda genel ahlak kamu düzeni ve millî güvenlik yararı veya küçüklerin korunması veya davaya taraf olanların özel hayatlarının gizli tutulması gerektirdiğinde, veya davanın açık celsede görülmesinin adaletin selâmetine zarar verebileceği ölçüde, duruşmalar dava süresince tamamen veya kısmen basına ve dinleyicilere kapalı olarak sürdürülebilir.
2. Kendisine bir suç yüklenen herkes, suçluluğu kanuna göre kanıtlanıncaya kadar suçsuz sayılır.
3. Her sanık en azından aşağıdaki haklara sahiptir:
a) Kendisine yöneltilen suçlamanın niteliği ve nedeninden en kısa bir zamanda, anladığı bir dille ve ayrıntılı olarak haberdar edilmek;
b) Savunmasını hazırlamak için gerekli zamana ve kolaylıklara sahip olmak;
c) Kendi kendini savunmak veya kendi seçeceği bir savunmacının yardımından yararlanmak ve eğer avukat tutmak için malî imkanlardan yoksun bulunuyor ve adaletin selâmeti gerektiriyorsa, mahkemece tayin edilecek bir avukatın parasız yardımından yararlanabilmek;
d) İddia tanıklarını sorguya çekmek veya çektirmek, savunma tanıklarının da iddia tanıklarıyla aynı şartlar altında çağrılmasının ve dinlenmesinin sağlanmasını iste­mek;
e) Duruşmada kullanılan dili anlamadığı veya konuşamadığı takdirde bir tercü­manın yardımından parasız olarak yararlanmak.
Madde, Anayasanın 36. maddesinde öngörülen hak arama özgürlüğünü güvence altına almıştır. Uyuşmazlıkların çözümünde kural olarak mahkemeler yetkilidir. Dolayısıyla herkes Anayasanın anılan maddesinde belirtildiği gibi, Mahkeme önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma hakkına sahiptir. Yargı yoluna başvuru hakkı, ceza hukuku açısından mutlak ve kesin kurallara bağlanmış olduğu halde, özel hukuk ve özellikle idare hukuku bakımından, mahkemeler yanında bir çok idarî makam, komisyon ve kurullar da yargı yetki­sine benzer yetkilerle donatılmışlardır. AİHM’nin Le Compte ve diğerleri davasında da belirttiği gibi, bu gibi durumlarda idarî makam veya komisyon kararlarına karşı yargı yolu açık tutulmalıdır.
Sözleşmenin diğer hükümlerine oranla sayıca en fazla başvurunun 6. madde çerçevesinde yapılmış olması, bu hükmün hayati önemini açıklıkla ortaya koy­maktadır. 6. maddenin l. paragrafı, özel hukuka ilişkin hak ve yükümlülüklerin belirlenmesi ve bir suç isnadı hakkında karar verilmesi gibi hem özel hukuka, hem de ceza hukukuna ilişkin konuları kapsamaktadır.
1. Özel hukuka ilişkin hak ve yükümlülüklerin belirlenmesi
Komisyon ve Mahkeme kararlarında özel hukuk alanındaki hak ve yüküm­lülük kavramlarının açık bir tanımı yapılmamıştır. Kişiler arasındaki haksız fıilden kaynaklanan tazminat talepleri, akdî ilişkilerden kaynaklanan hak ve yükümlülükler, aile hukuku alanındaki uyuşmazlıklar gibi geleneksel özel hukuk uyuşmazlıkları, 6. madde kapsamına girmektedir. Ayrıca, kişinin hak ve yüküm­lülüklerinin belirlenmesi açısından sonuç doğuran bütün idarî tasarrufların da madde kapsamına girdiği kabul edilmektedir.
Komisyon, ilk kararlarında söz konusu hükmün idarî tasarruflar ve davalar konusunda uygulanmayacağı görüşünü savunmuştur. Örneğin, Avusturya ile il­gili Ringeisen olayında, adı geçen, bir tarım arazisinin satışı akdinin onaylanması için Bölgesel Arazi Satım Komisyonuna başvurmuş ve talebinin reddi üzerine de Komisyona şikâyette bulunmuştur. Ancak Komisyon, olayın idarî niteliğini göz önüne alarak, konunun 6. madde kapsamına girmediğini kararlaştırmıştır. Olayın daha sonra AİHM’ne intikal ettirilmesi üzerine, Mahkeme aksi görüşü savu­narak, özel hak ve yükümlülüklere ilişkin bütün uyuşmazlıkların 6. madde çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini kararlaştırmıştır. Mahkemeye göre, olay hakkında uygulanan kanunların niteliği de önemli değildir. Bunlar ister hukukî, ister ticarî ve isterse idarî kanunlar olsun ve olaya idarî bir makam veya mahkemeden hangisi bakarsa baksın, konu somut olayda olduğu gibi özel bir hak ve yükümlülüğü ilgilendirdiği takdirde, 6. madde uygulanmalıdır. Mahkeme somut olayda, Bölgesel Komisyonun idare hukuku kurallarına göre verdiği red kararının hukukî işlem açısından doğurduğu sonucu ve olayın hukukî niteliğini göz önüne alarak, Avusturya’nın 6. maddeyi ihlâl ettiğini kararlaştırmıştır.
AİHM daha sonra da kararlarında bu görüşünü geliştirerek, kamulaştırma, inşaat ruhsatı verilmesi; aynı şekilde bir meslek veya ekonomik faaliyetin icrası için yapılan ruhsat başvurularının geri çevrilmesine ilişkin kararlar dolayısıyla çıkan uyuşmazlıkları da 6. madde kapsamına almıştır. Bir hukukçunun avukatlık stajı için yaptığı başvurunun meslek kuruluşunca reddedilmesi, bir gaz şirketi kurmak için istenilen izin talebinin geri çevrilmesi, toplu taşımacılık veya alkollü içki satışı ruhsatının geri alınması gibi uyuşmazlıklar bu uygula­maya örnek olarak gösterebilir. Buna karşılık, Komisyon ve Mahkeme, seçme ve seçilme hakkı gibi siyasî haklar, kamu görevinde istihdam edilme hakkı, ilti­ca hukuku, salınan vergiye itiraz, şartlı salıverme talebinin reddi gibi salt kamu hukukuna ilişkin konularda çıkan uyuşmazlıklarda, 6. maddenin uygulanamaya­cağı görüşündedir.
2. Suç isnadı hakkında karar verilmesi
Sözleşmenin 6 (1) maddesinde düzenlenen ikinci konu, bir suç ithamı hakkında karar verilmesidir. Bu hüküm, suç ithamı altındaki kişinin tarafsız bir mahkemede adil yargılanma hakkını güvence altına almaktadır. AİHM’ne göre suç ithamı, “bir makamın kişiye işlediği bir suç dolayısıyla resmî bildiride bulunmasıdır. İtham konusunun suç olup olmadığı kuşkusuz millî hukuka göre belirlenir. Ancak, somut bir olayda itham konusunun iç hukuk tarafından suç değil, disiplin işlemini gerektiren bir ihlâl olarak nitelendirilmesi halinde, olayın Sözleşme hükümlerinin ışığı altındaki kesin değerlendirilmesi, AİHM’ne aittir. Diğer bir ifadeyle, Mahkeme her somut olayda, suç niteliğini kendisi belirleyerek yetkili olduğuna karar verdikten sonra, konuyu 6. madde çerçevesinde değerlen­dirmektedir. Nitekim AİHM, Hollanda’yla ilgili Engel olayında askerî bir disip­lin suçunun 6. madde anlamında bir suç sayılıp sayılmayacağını incelemiş ve bu konuda uygulanmak üzere bazı kriterler geliştirmiştir. Mahkeme bu konuda, ilk önce suçu tanımlayan iç hukuk kuralının ceza hukuku veya disiplin hukuku alanından hangisine girdiğini belirledikten sonra, suçun niteliğine bakmış ve itham edilen kişiye verilen cezanın ağırlığını da göz önüne alarak disiplin suçlarının 6. madde kapsamına girmediğini kararlaştırmıştır.
Komisyon ve Mahkeme, somut bir olayda uygulanan yaptırımın, hukukî bir konuyu ceza hukuku alanına intikal ettirebileceği görüşündedir. Örneğin bir para cezasının ödenmemesi, kişi hakkında bir ceza kararı verilmesini gerektirebilir. Nitekim Öztürk olayında da durum böyle olmuştur. Olayda, Almanya’da yaşayan Türk vatandaşı Abdülbaki Öztürk’e yaptığı bir trafik kazası dolayısıyla idarî bir makam tarafından 60 Mark para cezası kesilmiş, adı geçenin bu cezayı öde­memesi üzerine konu mahkemeye intikal etmiştir. Şikâyetçi sonuçta para ceza­sını ödemişse de, kendisine yüklenilen Mahkeme tercüman ücretini ödemeyi red­detmiş ve Komisyona şikâyette bulunmuştur. Alman hükümeti olayın 6. madde anlamında bir suç değil, toplum düzenini ihlâl (Ordnungswidrigkeit) niteliğinde basit bir eylem olduğunu ve 6. madde kapsamına girmediğini savunmuşsa da, AİHM bunu kabul etmemiştir. Mahkemeye göre, bir suçun cürüm veya basit bir kabahat ya da düzen ihlâli olup olmadığının belirlenmesi akit devletlerin tak­dirine bırakılırsa, Sözleşmenin temel hükümleri olan 6. ve 7. maddelerin uy­gulanması bertaraf edilmiş olur ki, böyle bir sonucu Sözleşmenin amacıyla bağ­daştırmak mümkün değildir.
B. HAK ARAMA ÖZGÜRLÜĞÜ

6. maddeye giren hukuk ve ceza davalarında, kişinin “kanunla kurulmuş tarafsız ve bağımsız bir mahkemede” yargılanma hakkına sahip olduğu belir­tilmiştir. Sözleşmenin 6 (1) maddesi, kişinin kanunla kurulmuş tarafsız ve bağım­sız bir mahkemede yargılanma hakkıyla, bu nitelikteki mahkemeler önünde hak arama özgürlüğünü düzenlemektedir.
1. Kanunla kurutmuş ve tarafsız mahkeme
Mahkemenin kanunla kurıılmuş olması şartı, onun mutlaka yargı erki içinde yer almasını gerektirmez. Nitekim Komisyon ve Mahkeme, düzenli mahkemeler dışında bir çok organı 6. madde anlamında Mahkeme olarak kabul etmiştir. Ör­neğin, askerî veya cezaevi disiplin komisyonları, meslek disiplin kurulları, arazi satışı onay komisyonları, toprak reformu komisyonları ve hakem mahkemeleri gibi bir çok organ, bu çerçevede kanunla kurulmuş Mahkeme sayılmıştır.
Mahkemenin bağımsız olup olmadığının belirlenmesinde, Mahkeme üyele­rinin atanması, görev süresi ve dış baskılara karşı yeterince korunup korunmadığı gibi konular göz önüne alınmaktadır. Üyelerin atanması konusunda AİHM, ceza­evi disiplin komisyonu üyelerinin sorumlu bakan tarafından atanmasını, bakanın kendilerine emir ve talimat verme yetkisi olmadığı için, Sözleşmeye aykırı bul­mamıştır. Bu çerçevede, hâkimlerin, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca atanması ve Kurul kararlarına karşı yargı yolunun kapalı olması dolayısıyla, mahkemenin bağımsız olmadığı iddiasıyla Türkiye’den yapılan bir başvuru, hükümete bildirilmeden Komisyonca reddedilmiştir.
Mahkemenin tarafsızlığı konusunda ise, mahkemenin kuruluş şekli ve konu­munun kamuoyu ve özellikle taraflara güven verip vermediği konuları üzerinde durulmaktadır. Örneğin Belçika’yla ilgili Piersack olayında. AİHM savcılık teşkilatında görev yapmış bir savcının daha sonra aynı yerde kurulan mahkeme heyetine üye olarak atanmasının kendisinin tarafsızlığını şüpheye düşüreceğin­den bahisle, bu tür bir uygulamanın 6. maddeye aykırı olduğu sonucuna var­mıştır. Yine, Belçika’yla ilgili Van Leuven ve De Meyere olayında adı geçen tıp doktorları, vizite ücretlerini sürekli olarak Sosyal Sigorta Kurumunca ödenen meblağa ayarladıkları ve doktorlara karşı mütecaviz yayınlar yapan Gezond der­gisi ile işbirliği yaptıkları gerekçesiyle, Bölge Tıp Konseyinin Kararlarıyla bir ay süreyle meslekten men edilmişlerdir. Kendilerinin İtiraz Konseyine yaptıkları başvuru da reddedilmiştir. Komisyon, Bölge Tıp Konseyi ve İtiraz Konseyinin 6. madde anlamında kanunla kurulmuş mahkeme olarak bağımsızlıkları konusunda hiçbir tereddüt olmadığına işaretle, her iki organın tarafsızlıkları konusunda aynı şeyin söylenemeyeceğini belirtmiştir. Komisyona göre, özellikle İtiraz Komisyonunun doktor üyelerinin şikâyetçiler hakkındaki olumsuz düşünceleri önceden belli olduğu için, söz konusu komisyonu 6. madde anlamında tarafsız mahkeme olarak kabul etmek mümkün değildir. Bu nedenle, bu gibi komis­yonların kararlarına karşı, gerçek ve bağımsız mahkemeler nezdinde kanun yolu açık tutulmalıdır. AİHM, Portekiz’le ilgili 22 Nisan 1994 tarihli bir kararında mahkemenin tarafsızlığı konusunda yeni kriterler geliştirmiştir. Olayda, bir terör örgütünün kurucusu ve başkanı olan şikâyetçi, Lizbon Ceza Mahkemesi hâkimi Salvado’nun emri üzerine tutuklanmıştır. Daha sonra yargılanan sanık, Lizbon Ceza Mahkemesi 4. Dairesinin kararıyla 15 yıl hapse mahkûm edilmiştir. Şikâyetçi, hakkında tutuklama kararı veren Hâkim Salvado’nun da Mahkeme heyetinde yer almasının 6. madde çerçevesinde mahkemenin tarafsızlığı ilkesini ihlâl ettiği iddiasıyla Komisyona başvurmuştur. Komisyonun 8’e karşı 9 oyla söz konusu hükmün ihlâl edildiğini kabul etmesine rağmen, AİHM sözleşmeye aykırılık görmemiştir. Mahkemeye göre, 6. maddede öngörülen tarafsızlık kavramı, subjektif ve objektif olmak üzere iki teste göre belirlenmelidir. Subjektif testte, somut bir dava hakkında bulguların hâkimin kişisel tarafsızlığı­na olan güveni sarsacak boyutlarda olup olmadığı araştırılmalıdır. Mahkemeye göre, somut olayda hâkimin kişisel tarafsızlığı tartışma konusu değildir. Objektif teste göre ise, hâkimin davadan önce salt sanık hakkında tutuklama kararı vermiş olması, objektif olarak, kendisinin tarafsızlığına karşı şüphe duyulması için haklı bir gerekçe olamaz. Olay hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olması mutlaka ken­disinin ön yargılı olmasını ve dava açıldığında tarafsız kalmasını engellemez. Sanık hakkında tutuklama kararı vermiş olan bir hâkimin son soruşturmadaki tarafsızlığı konusunda ancak özel durumlarda kuşku duyulabilir. Somut olayda ise, hâkim Salvado, ön soruşturma aşamasında işin esasına girmemiş, sadece dosyayı incelemiş, delillerin sanık aleyhinde olduğunu tespit etmesi üzerine de tutuklama kararı vermiştir.
Öte yandan, tarafsızlık ilkesi sadece hâkimlerin değil, jüri üyelerinin de taraf­sız olmasını gerektirir. AİHM, İsveç’le ilgili bir olayda, jüri üyelerinin bir siyasî partiye üye olmalarının tarafsızlık ilkesiyle bağdaşmadığını kabul etmiştir.
AİHM, yeni tarihli bir kararında, sıkıyönetim mahkemelerinin durumunu da incelemiş, İngiltere ile ilgili bir davada, 1996 yılında yürürlüğe giren Silahlı Kuvvetler Kanunundan önce görev yapan, kara, deniz ve hava sıkıyönetim mahkemelerinin gerek kuruluş ve gerekse askerî üyeleri açısından, Sözleşmenin 6/I maddesi anlamında tarafsız ve bağımsız sayılamayacağına karar vermiştir.
AİHM’ne göre, hâkimlerin atanma şekli veya belirli bir süre için görev yap­maları, mahkemenin bağımsızlığı konusunda mutlaka olumsuz bir etki yaratmaz. Mahkeme Avusturya’daki Arazi Mahkemesi üyelerinin görev sürelerinin belir­li ve görevden alınmalarının mümkün olmasını, kendilerinin tarafsızlık ve bağımsızlıklarından şüphe için yeterli olamayacağının belirtmekle beraber, şikâyetçinin itirazını kabul ederek, bu mahkemelerde Avusturya Arazi İdaresin­den bir memurun görevlendirilmesinin sakıncalı olduğuna işaret etmiştir. AİHM’ne göre, mahkemenin kuruluş tarzı makul bir kimsede bağımsızlığı konusunda şüphe uyandırabilir. Somut olayda Mahkeme üyelerinden birisi, mes­lekî görevlerinin ifası çerçevesinde dava taraflarından birisinin emri altındadır. Mahkeme sonuç olarak, şikâyetçinin o kişinin bağımsızlığı konusunda şüphelen­mekte haklı olduğu bu gibi durumların, demokratik bir toplumda halkın mahkemelere olan güvenini ciddi bir şekilde sarsacağı gerekçesiyle, Sözleşmenin 6 (1) maddesinin ihlâl edildiğini tespit etmiştir.
a. İncal Kararı
Mahkeme, İncal davası dolayısıyla benzer bir değerlendirmeyi Türk Devlet Güvenlik Mahkemeleri hakkında yapmıştır.
Somut olayda, İzmir’de avukat olan İbrahim İncal, Halkın Emek Partisi İzmir İI Yönetim Kurulu üyesi iken, İzmir’deki gecekondu yıkımlarıyla ilgili olarak bir bildiri dağıtılması dolayısıyla, TCK’nun 312. maddesi uyarınca yargılanmış ve 6 ay 20 gün hapis cezasına mahkûm edilmiştir. Karara karşı Komisyona başvuran İncal, diğerleri meyanında, asker üye görev yaptığı için Devlet Güvenlik Mah­kemelerinin bağımsız olmadığını iddia etmiştir. AİHM göre:
“Bir mahkemenin, Sözleşmenin 6 (I) maddesinde öngörüldüğü şekilde bağımsız olup olmadığını saptamak için, üyelerinin atanma ve görev süreleri ile dışarıdan gelebilecek baskılara karşı ne türlü bir güvenceye sahip oldukları ve bağımsız bir görüntü verip vermediği konuları da hesaba katılmalıdır.
Devlet Güvenlik Mahkemelerindeki iki sivil hâkimin bağımsızlığı ve taraf­sızlığı tartışma konusu değildir. Devlet Güvenlik Mahkemeleri askerî mahkeme olmamasına rağmen, bünyelerinde hâkimlerden biri askerî adlî sistemin bir üye­sidir.
AİHM, Devlet Güvenlik Mahkemesinde görev alan askerî hâkimlerin sivil hâkimlerle eşit olarak bazı bağımsızlık ve tarafsızlık güvencelerinden yararlan­dığını saptamıştır.
Ancak, askerî hâkimlerin statüleri, bazı yönlerden soru işareti uyandırmak­tadır. Öncelikle, bu askerî hâkimler, orduya bağlı askerler olmaya devam ettik­lerinden bu durum idareden emir almalarına yol açmaktadır. İkinci olarak, bu as­kerî hâkimler askerî disipline tâbidir ve sicil raporları bu amaca uygun olarak or­du tarafından düzenlenir. Atanmalarıyla ilgili kararlar çak büyük bir çoğunlukla ordunun idarî makamları tarafından alınmaktadır. Son olarak, Devlet Güvenlik Mahkemesindeki görev süreleri dört yıldır ve tekrarlanabilir.
AİHM önündeki davada, Hükümet, Devlet Güvenlik Mahkemelerinde askerî hâkimin yer almasının gerekçesi olarak, kanun dışı silahlı gruplar da dahil olmak üzere, organize suçlarla mücadele konusundaki tecrübelerini göstermiştir.
AİHM, terörizmin yol açtığı sorunların bilincinde olmakla beraber, kararını bu iddia üzerine oturtacak değildir. Mahkemenin görevi, sözleşmeci devletlerde bu tür mahkemelerin kurulmasının gerekli olup olmadığını saptamak değil, söz konusu mahkemeler işlerken başvuranın adil yargılanma hakkını ihlâl edip etmediğini belirlemektir.
Olayda, İbrahim İncal HEP’in İzmir Yönetim Kurulu tarafından I Temmuz 1992 tarihinde alınan bahse konu bildiriyi dağıtma kararına katılarak, halkı Hükümete karşı koymaya ve suç işlemeye teşvik edecek nitelikte ayrılıkçı prop­aganda yapmak suçundan mahkûm olmuştur. Davaya neden olan fiiller, Devlet Güvenlik Mahkemesinin yargısına göre, Türkiye Cumhuriyetinin temel prensip­lerini tehlikeye atacak ya da güvenliğini tehlikeye düşürecek nitelikte sayılmıştır.
AİHM, söz konusu bildiride halkı şiddete, düşmanlığa ve aralarında kin duy­gusuna yol açacak bir özellik bulunmadığını saptamıştır. Daha da ötesi, Devlet Güvenlik Mahkemesi Terörle Mücadele Kanununun uygulanmasını reddetmiştir. Buna ilave olarak, AİHM, bir sivilin, bir bölümünün dahi olsa, Silahlı Kuvvetlere mensup bir üyeye sahip olan bir mahkemede yargılanması gerçeğine büyük önem vermektedir.
Buradan şu sonuç çıkmaktadır ki, başvuran, haklı olarak, İzmir Devlet Güvenlik Mahkemesinde görev yapan hâkimlerden birinin askerî hâkim olmasının, olayla hiçbir ilgisi olmadığı halde çok ciddi sonuç doğuracağından endişe etmektedir. Yargıtay tam yetkiye sahip olmadığı için, bu endişeyi gider­meye muktedir değildir.
Sonuç olarak, başvuran İzmir Devlet Güvenlik Mahkemesinin bağımsızlığı ve tarafsızlığından endişe duymakta haklı sebeplere sahiptir.
Sözleşmenin 6 (1). maddesi ihlâl edilmiştir.”
Mahkeme başvurana manevî tazminat olarak 30.000.-, mahkeme masrafı olarak da 15.000 Fransız Frangı ödenmesini kararlaştırmıştır.

b. Çıraklar Kararı
Bu görüşler Çıraklar kararıyla da teyit edilmiştir. AİHM’ne göre:
“Çıraklar gibi, Türkiye’nin toprak ve ulusal bütünlüğü, demokratik düzeni ve ulusal güvenliği aleyhine olarak değerlendirilen suçlar için Devlet Güvenlik Mahkemesinde yargılanan bir sivilin, askerî hukuk hizmetinin bir elemanı olan bir subayı da kapsayan üç kişilik Mahkeme heyeti tarafından yargılanması konusunda endişelenmesi anlaşılabilir bir durumdur. Fakat, bu güvensizlik 6 (1). maddenin ihlâl edildiğine karar vermeye yeterli değildir. Asıl unsur, Devlet Güvenlik Mahkemesinde bulunan yargıçların statüleri ile başvurana sağlanması gereken koruma olmalıdır.”
“Bu statünün bağımsızlık ve tarafsızlık için bazı garantiler sağladığı doğrudur. Örneğin, askerî yargıçlar, sivil meslektaşları gibi, aynı meslekî eğitimi alırlar. Askerî yargıçlar Devlet Güvenlik Mahkemesinin bir üyesi olarak görev yaparlarken, görevden uzaklaştırılmamaları ya da kendi isteği dışında erken emekli edilmemeleri gibi sivil yargıçlarla özdeş Anayasal korumadan faydalanır­lar. Devlet Güvenlik Mahkemesinin askerî üyesi olarak, Anayasaya göre tarafsız olarak hareket ederler, bağımsız olmalıdırlar ve hiçbir kamu yetkilisi yargısal faaliyetleri hakkında onlara talimat veremez ya da görevlerini yerine getirirken onlara etki edemez.”
“Fakat, statülerinin diğer bir yönü onları tartışılabilir yapmaktadır. Öncelik­le, tartışma konusu yargıçlar halen orduya bağlı olan, sırasıyla üstlerinden emir alan askerlerdir. İkinci olarak askerî disipline bağlı olarak kalırlar ve bu amaçla haklarında değerlendirme raporu verilir. Atanmaları ile ilgili kararlar büyük ölçüde idarî yetkililer ve ordu tarafından alınır. Son olarak Devlet Güvenlik Mahkemesi yargıcı olarak görev süreleri sadece dört yıldır ve uzatılabilir.”
“Bu nedenle Çıraklar’ın söz konusu mahkemenin bağımsız ve tarafsız olmadığı endişesi objektif olarak doğrulanmış sayılabilir. Yargıtay prosedürü bu endişeyi gidermeye yeterli değildir. (bkz. İncal kararı S. 72)
“Kısaca Sözleşmenin 6 (1). maddesi ihlâl edilmiştir.”
Bu kararlar üzerine, 18.6.1999 tarih ve 4388 Sayılı Kanunla Anayasanın 143. maddesinde değişiklik yapılarak, askerî hâkimlerin yerine sivil hâkimler görevlendirilmiştir. Ayrıca DGM’nin Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanunda da gereken değişikler yapılmıştır.
2. Mahkeme önünde hak arama özgürlüğü
Sözleşmenin 6 (1) maddesinde düzenlenen ikinci konu, kişinin nitelikleri yukarıda belirtilen bir mahkemede hak arama özgürlüğüne sahip olması ve mahkemeye başvuru konusunda hiçbir engelle karşılaşmamasıdır. Bu hakkın kul­lanılması, ceza ve hukuk davaları açısından farklılıklar göstermektedir.
Hukuk davaları bakımından yargı organları önünde hak arama özgürlüğü, ilk kez İngiltere ile ilgili Golder olayında kabul edilmiştir. Olayda hükümlü olan şikâyetçi, cezaevinde çıkan bir olayda bir cezaevi görevlisi tarafından tartaklan­mış ve onun hakkında tazminat davası açmak için avukatıyla temasa geçmek istemesi Adalet Bakanlığınca engellenmiştir. Komisyon, 1 Haziran 1973 tarihli raporunda, Sözleşmenin 6 ( 1 ) maddesinin hukuk davası açma hakkını da güvence altına aldığından bahisle, şikâyetçinin avukatıyla bu konuya ilişkin yazışmasının engellenmesini Sözleşmeye aykırı bulmuştur. Komisyonun bu görüşü, daha sonra 21 Şubat 1975 tarihinde AİHM kararıyla da teyit edilmiştir.
Kuşkusuz, kanun yoluna başvuru hakkı da diğerleri gibi mutlak olmadığın­dan, devletler bu hakkın kapsamını belirleyerek kullanılma şartları açısından düzenleme yapabilirler. Ancak, bu arada hakkın özüne hiçbir şekilde dokunul­mamalıdır. Örneğin, Yunan Katolik Kilisesinin tüzel kişiliğinin tanınmayarak, dava ehliyeti bulunmadığından bahisle yargıya başvurmasının engellenmesi, Sözleşmeye aykırı bulunmuştur. Buna karşılık, temyiz mahkemesine baş­vurunun asgari bir meblağla sınırlandırılması ve dava konusunun bu meblağın al­tında olduğu hallerde, temyiz yolunun kapatılmasında herhangi bir aykırılık görülmemiştir. Devletlerin bu alanda takdir yetkileri olmakla beraber, Sözleş­mede öngörülen organların denetimine tabidir. AİHM’ne göre hak kısıtlamasının meşru bir amacı bulunmalı ve yapılan kısıtlama bu amaçla orantılı olmalıdır. Hollanda’yla ilgili bir olayda Mahkeme denetimi aşağıdaki sonucu vermiştir.
“Hollanda hukukunun, yüksek idarî makamlara yapılan başvurulara karşı kanun yoluna başvurma hakkını yeterince güvence altına almadığı anlaşılmak­tadır. Bu tür tasarruflara karşı sivil mahkemelere başvuru yolu açık tutulmalıdır. Uyuşmazlık konusunun kamu hukukuna ilişkin olup olmaması önemli değildir.”
AİHM, başka bir kararında, konunun önemini tekrar vurgulamıştır. Olayda, şikâyetçinin arazisinin bulunduğu vadi, Fransız Çevre Bakanlığı tarafından doğayı koruma alanı olarak ilan edilmiş ve karar resmî gazetede yayınlanmıştır. Şikâyetçi bu karara karşı Danıştay’a başvurmuşsa da, Danıştay 60 günlük süreyi geçirdiği için başvuruyu geri çevirmiştir. AİHM’ne göre, şikâyetçi, devletten, kendi çıkarı ile kamu yararı arasında uygun bir denge kurmasını beklemek hak­kına sahiptir. Somut olayda şikâyetçiye bir idarî tasarrufun iptali için, açık, pratik ve etkin bir fırsat verilmemesi, mülkiyet hakkına doğrudan müdahale sonucu doğurur ve Sözleşmenin 6 (1) maddesine aykırıdır.
Buna karşılık Komisyon ve Mahkeme, Hennings-Almanya olayında Söz­leşmeye herhangi bir aykırılık görmemişlerdir. Şikâyetçi, gıyabında, ceza kararnamesiyle para cezasına mahkûm edilmiş ve buna ilişkin karar, posta kutusuna bırakılmıştır. Ancak kendisi posta kutusunun anahtarını bulamadığı için tebligat­tan haberi olmamış ve bu arada karara 7 günlük itiraz süresini kaçırmıştır. Şikâyetçi kanun yoluna başvuru hakkında yoksun bırakıldığı iddiasıyla Komis­yona başvurmuştur. Olayı inceleyen AİHM, şikâyetçinin kendi kusuruyla itiraz hakkını kullanamadığına işaretle, bundan Alman hükümetinin sorumlu tutula­mayacağını belirtmiştir.
AİHM bu bağlamda, dava taraflarının yüksek Mahkemelerde de eşit konum­da olmalarına özel bir önem vermektedir. Örneğin, Lobo Machado-Portekiz davasında, şikâyetçi emeklilik haklarına ilişkin bir dava açmıştır. Davanın yük­sek mahkemede görülmesi sırasında, Başsavcılığın hazırladığı ve davanın sonu­cunu etkileyen mütalâa şikâyetçiye tebliğ edilmemiştir. AİHM, bu uygulamanın şikâyetçinin cevap verme hakkını bertaraf ettiğini tespitle, şikâyetçiye teminat ödenmesini kararlaştırmıştır.
AİHM, en son kararlarında, ceza davalarında da aynı sonuca varmıştır. Hol­landa ile ilgili J.J. davasında şikâyetçi ilk derece mahkemesince para cezasına mahkûm edilmiştir. K.D.B. davasında ise, çiftçi olan şikâyetçinin sığırlarının müsaderesine karar verilmiştir. Şikâyetçiler yüksek mahkemeye itirazda bulun­muşlardır. Ancak, bu iki davada da Başsavcılık, itirazların reddini talep etmiştir. Bununla beraber, Başsavcılığın mütalaası şikâyetçilere veya avukatlarına tebliğ edilmediği gibi, kendilerine duruşma günü de bildirilmemiştir.
Benzer bir sonuç Türkiye ile ilgili olarak göç davasında ortaya çıkmıştır. Başvuran, haksız tutuklandığı iddiasıyla açtığı tazminat davasının temyiz in­celemesinde, Yargıtay Başsavcılığı tebliğnamesinin kendisine tebliğ edil­memesinin savunma ve cevap haklarını ihlâl ettiğinden yakınmıştır. AİHM’ne göre, başvurana tanınan bu hak, mahkeme kararını etkileyeceği cihetle, dava tarafları, yargı organların bir üyesi tarafından öne sürülen tüm görüş ve sunulan delilleri öğrenmek zorundadır. Somut davada başvurana hakkını savunmak üzere yazılı cevap imkânının tanınmamış olması, Sözleşmenin 6/1 maddesi anlamında savunma hakkının ihlâlidir. Nitekim, AİHM, 22 Şubat 1996 tarihli kararında, Avusturya’da yaşayan vatandaşımız Bulut’un bu konudaki şikâyetini haklı bul­muştur. Mahkeme, Avusturya Başsavcılığı iddianamesinin savunmaya tebliğ edilerek inceleme fırsatı verilmeden, doğrudan Yüksek Mahkemeye tevdi edilmesinin Sözleşmenin 6 (1) maddesine aykırı olduğunu tespit etmiştir.
Mahkeme yeni kararlarında da, bu anlayışını sürdürmüştür. Polonya ile ilgili Belziuk davasında, ilk derece mahkemesinde 3 yıl hapis cezasına mahkûm olan şikâyetçiye, davanın istinaf mahkemesinde görüşülmesi aşamasında dosyayı ve delilleri inceleme fırsatı verilmemesini ve savcılık mütalaasının tebliğ edilmemiş olmasını Sözleşmeye aykırı bulmuştur.
Hukuk davası açmak için Mahkeme masraflarını karşılayacak veya bazı davalarda istenilen teminatı gösterecek malî imkânlardan yoksun olmak, bazen hak arama özgürlüğü önünde bir engel teşkil edebilir. Örneğin, İrlanda ile ilgili Airey olayında, AİHM Sözleşmenin 6 (1) maddesinin ihlâl edildiğine karar ver­miştir. Olayda, adı geçen şikâyetçi kendisi için hayati tehlike yaratan kocası aley­hine ayrılık davası açmak istemişse de, kendisi davasını bizzat savunacak durum­da bulunmadığı ve avukat tutacak parası da olmadığı için, davayı açamamıştır. Mahkeme, somut olayda şikâyetçinin mahkemeye başvuru hakkının engel­lendiğini kabul etmiş, ancak devletin her davada adlî yardımda bulunmak zorun­da olmadığına işaretle,hak arama özgürlüğünün basit muhakeme usulleriyle de güvence altına alınabileceğine dikkati çekmiştir.
Ceza hukuku alanındaki davalar açısından ise, mahkemeye başvuru hakkı mutlak bir hak değildir. Dolayısıyla, yetkili makamlar, örneğin savcılık kişi hakkında takipsizlik kararı vermişse, artık o kişi olay hakkında mutlaka bir mahkemenin karar vermesi için ısrar edemez. Ancak, savcılık veya herhangi bir idarî makamın kişi aleyhine karar vermesi halinde, mahkemeye başvuru yolu açık tutulmalıdır. Örneğin, Belçika ile ilgili Weer olayında böyle bir durum söz konusu olmuştur. Olayda, adı geçen kasap, Ticaret Bakanlığının kararnamesinde belirtilenden fazla fiyatla et sattığı için bakanlık müfettişi tarafından denetlenmiş ve hakkında düzenlenen rapor savcılığa intikal ettirilmiştir. Savcı, dükkanın ka­patılmasına, ancak 10.000 Frank ceza ödendiği takdirde bu önlemin kaldırıl­masına karar vermiştir. Şikâyetçi, daha fazla zarara girmemek için cezayı ödemiş ve İnsan Hakları Komisyonuna başvuruda bulunmuştur. Komisyon, bir suçla itham edilen şikâyetçinin yargı yoluna başvuru hakkının engellenmesini. Sözleşmenin 6 (1) maddesine aykırı bulmuştur.
Türkiye ile ilgili Gürdoğan ve diğerlerinin başvurularında da (Başvuru No. : 15202-5/89) şikâyetçiler, işkence ve küçük düşürücü muameleye maruz kaldık­ları halde, yargı yoluna başvurmalarının engellendiğini iddia etmişlerdir. Söz konusu başvurular, kendilerine kişi başına 300’er bin Fransız Frangı tazminat ödenerek dostane çözüm yoluyla sonuçlandırılmıştır.
Anayasanın 125. maddesine göre, ülkemizde, “idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır.” Bu ilkenin tek istisnası, yine Anayasanın 159. maddesinde yer almıştır. Buna göre, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu kararlarına karşı yargı mercilerine başvurulamaz.
Adalet Bakanının başkanlığında, Bakanlık Müsteşarı ve Yargıtay’dan üç ve Danıştay’dan iki üyeden oluşan Kurulun, Bakan dışındaki bütün üyeleri yüksek dereceli hâkim olduğu için, bizatihi kendisi bir yüksek Mahkeme niteliğinde kabul edilerek, kararlarına karşı yargı yoluna başvuru hakkı gereksiz görülebilir. Ancak, Kurulun hâkim ve savcılar hakkında meslekten menetmeye kadar varan çok önemli disiplin cezaları verme yetkisi bulunması ve buna rağmen yargı yolu­nun kapalı olması, hâkim ve savcılar açısından yeterli bir güvence sağlamaktan çok uzaktır.
Söz konusu Kurul ve İtirazları İnceleme Kurulunun, Sözleşmenin 6 (I) mad­desi anlamında kanunla kurulmuş birer Mahkeme sayılacağında kuşku yoktur. Ancak, bu kurulların gerek bağımsızlıkları ve gerekse tarafsızlıkları açısından aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Kurula, yürütme erkinin temsilcisi olan Adalet Bakanı başkanlık yaptığından, kurul kararlarında siyasî etkenlerin rol oynaması ihtimali, Kurulun bağımsızlığına gölge düşürebilir. Kurul itirazları incelemek üzere toplandığında gerçi Adalet Bakanı çekilmekteyse de, bu kez kurulun kompozisyonu tarafsızlığına olan güven duygusunu sarsabilir. Nitekim, Kurul bu kez asıl kurul üyeleriyle yedek üyelerden oluşmaktadır. Asıl üyeler ise itiraza konu olan kararı alan ve itiraz eden hakkındaki olumsuz düşünceleri önce­den belli olan kimselerdir.
Bu nedenle, Sözleşmenin 6 (l) maddesinin gereklerini yerine getirmek için, Kurulun kararlarına karşı gerçekten bağımsız ve tarafsız mahkemelere yargı yolu açılmalıdır. Nitekim, BM Genel Kurulunun 13 Aralık 1985 tarih ve 40/146 sayılı kararıyla kabul edilmiş olan, “Yargı Bağımsızlığının Temel İlkeleri”nin 20. maddesinde de, hâkimlerin, haklarında yapılan disiplin işlemleri veya geçici olarak görevden alma ya da göreve son vermeye ilişkin kararlara karşı, bağımsız yargı organlarında kanun yoluna başvurma hakkına kavuşturulmaları tavsiye edilmektedir. AİHM, bu konudaki başvurulardan birisi hakkında kabul edilebilir­lik kararı vermiş olup dava halen Mahkeme gündemindedir.
C. YARGILAMANIN KAMUYA AÇIK OLMASI

Sözleşmenin 6 (1) maddesine göre, hüküm açık celsede verilir; ancak demokratik bir toplumda genel ahlâk, kamu düzeni ve millî güvenlik yararı veya küçüklerin korunması ya da dava taraflarının özel hayatlarının gizli tutulması gibi nedenlerle veya davanın açık celsede görülmesinin adaletin selâmetine zarar verebileceği bazı özel durumlarda, mahkemenin zorunlu göreceği ölçüde, duruş­malar dava süresince tamamen veya kısmen basına ve dinleyicilere kapalı olarak sürdürülebilir.
Yargılamanın ilke olarak kamuya açık olması, adil yargılanma hakkı açısından dava tarafları için bir güvence olduğu kadar, kamuoyunun yargıya olan güven ve saygısını da arttırır. AİHM’nin Hollanda’yla ilgili Kostovsky olayında belirtil­diği gibi, bütün deliller kendisine söz hakkı tanımak üzere sanığın da hazır bulun­duğu kamuya açık duruşmada değerlendirilmelidir.
Komisyon ve Mahkemeye yapılan başvurularda, şikâyetler çoğunlukla kanun yollarına başvurulması halinde, üst mahkemelerdeki incelemelerin de duruşmalı ve kamuya açık yapılıp yapılmayacağı konuları üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu ilkelerden ilk derecede mahkemelerinde sapılması ise hiçbir şekilde kabul edilmemektedir. Örneğin, Belçika ile ilgili Myldermans olayında, bir posta memuresi olan şikâyetçi, milyon Frank kasa açığı vermiştir. Hakkında ceza davası açılmamakla beraber, idare mahkemesi evrak üzerinde inceleme ile ken­disinin 2 milyon Frank ödemesini kararlaştırmıştır. İdare mahkemesinin duruşma yapmayarak şikâyetçiye davasını savunma imkanı tanımamış olması Sözleşmeye aykırı bulunmuştur.
Komisyon ve Mahkeme, istinaf ve temyiz gibi kanun yollarına başvurulduğu durumlarda, üst mahkemelerdeki incelemenin duruşmalı ve kamuya açık olup olmayacağını yapılan incelemenin niteliğine göre belirlemektedir. İnceleme sadece hukukî sorunlara inhisar ediyorsa, duruşma yapmaya gerek yoktur. Buna karşılık, hukukî sorunlarla birlikte işin esası da inceleme konusu yapılıyorsa, dava duruşmalı ve kamuya açık olarak görülmelidir. Örneğin AİHM, İsveç’le ilgili J. Ekbatani olayında, 6. maddenin ihlâl edildiğini kararlaştırmıştır. Olayda, sürücü ehliyeti almak isteyen şikâyetçi, görevlilerden birisini tehdit suçuyla yargılanmış ve 600 Kron para cezasına çarptırılmıştır. İstinaf mahkemesi işin esasını da incelediği halde, şikâyetçinin gösterdiği tanıkları dinlemeyi ve duruş­ma yapmayı reddetmiştir. Daha sonra şikâyetçinin temyiz talebi de kabul edilmemiştir. AİHM’ne göre, bir suçla itham edilen herkes, 6. madde çerçevesinde ilke olarak açık duruşmada hazır bulunma hakkına sahiptir. Somut olayda, ilk derece mahkemesinde duruşma yapıldığı halde, istinaf incelemesinde sanığın hazır bulundurulmaması Sözleşmeye aykırıdır.
AİHM daha sonra, yine İsveç’le ilgili Helmers davasında, ilk derece mah­kemesinde duruşma yapılmış olmak kaydıyla, istinaf ve temyiz aşamalarında duruşma yapılmamasının bir dereceye kadar haklı görülebileceğini; ancak istinaf mahkemesinin sadece hukukî sorunları değil, işin esasını da incelemesi halinde mutlaka kamuya açık olarak duruşma yapılması gerektiği şeklindeki görüşünü teyit etmiştir.
AİHM, Ekbatani olayında, 6. maddede öngörülen yargılamanın kamuya açık olması ve dolayısıyla saydamlığı ilkesinin, demokratik bir toplumun en temel il­kelerinden birisi olduğuna işaret etmiştir. Bu ilkeden ancak, söz konusu maddede belirtilen toplum ahlâkı, kamu düzeni ve millî güvenlik gibi genel mülâhazalar ve küçüklerin korunması gibi bazı özel çıkarları korumak amacıyla sapılabilir.
AİHM, çok yeni bir kararında, duruşmaların kamuya açıklığı ilkelerinin disiplin komisyonları açısından da geçerli olduğunu kabul etmiştir. Somut olayda, Fransa’da yerel bir disiplin komisyonu, gizli bir oturumda, meslek kural­larını ihlâl eden veteriner Serre hakkında, 3 yıl meslekten men cezası vermiştir. Bu ceza itiraz üzerine üst disiplin kurulunca incelenmiş ve aynı şekilde gizli bir oturumda onaylanmıştır. Şikâyetçinin başvurusu Danıştay tarafından da geri çev­rilmiştir. AİHM, duruşmaların kamuya açıklığı ilkesinin temel zorunluluk ol­duğuna işaretle, Sözleşmenin ihlâl edildiğini tespit etmiştir.
Anayasanın 141. maddesine göre, “Mahkemelerde duruşmalar herkese açık­tır.” Türkiye’de ilk derece mahkemelerinde yargılama kamuya açık olarak yapıl­maktadır. CUMK’nun 373. maddesine göre, duruşma herkese açıktır. Bu ilkeden, Sözleşmede öngörüldüğü gibi, ancak genel ahlâk ve kamu güvenliği ve küçük­lerin korunması gibi nedenlerle vazgeçilebilir. Sözleşmede öngörülen istisnalara, Anayasanın anılan maddesinde de yer verilmiştir.
Türkiye’de istinaf mahkemeleri bulunmadığı için kanun yoluna Yargıtay nez­dinde başvurulmaktadır. Temyiz incelemesi batı demokrasilerinde, ülkede hukuk normlarının, kanun önünde eşitlik ilkesinin bir gereği olarak, yeknesak bir şekil­de uygulanmasını sağlamak üzere sadece hukukî sorunlara inhisar ettiği halde, Türkiye’deki uygulamada Yargıtay aynen istinaf mahkemelerinde olduğu gibi hukukî sorunların dışında işin esasını da incelemektedir. Bu çerçevede, Yargıtay’daki temyiz incelemesinin de duruşmalı ve kamuya açık yapılıp yapıl­mayacağı sorusu sorulabilir. Uygulamada, ceza davaları açısından 15 yıl gibi belirli süreyi aşan cezalarla ilgili davalar re’sen Yargıtay’a intikal ettirilmekte ve talep üzerine duruşmalı ve kamuya açık olarak görülmektedir. Hukuk davaları açısından ise periyodik olarak belirli meblağlar belirlenmekte ve dava konusunun bu miktarı aşması halinde, talep üzerine duruşma yapılmaktadır. Bu tür bir uygu­lamanın Sözleşmenin 6 (1) maddesiyle bağdaşıp bağdaşmayacağı ancak somut bir olayda AİHM’ne başvuru halinde açıklığa kavuşacaktır.
D. YARGILAMANIN MAKUL SÜRE İÇİNDE SONUÇLANDIRILMASI

1. Genel Olarak
Sözleşmenin 6 (1) maddesi, yargılamanın “makul süre içinde” sona erdirilmesini belirtmektedir. Komisyon ve Mahkemeye, bu madde çerçevesinde yapılan şikâyet sayısının çokluğu,Z’S bu hükmün önemini açıklıkla ortaya koy­makla beraber, yargılamanın bitirilmesi gereken makul sürenin hangi süre olduğunun belirlenmesi büyük güçlükler göstermektedir.
Yargılama süresi hukuk davalarında, dava dilekçesinin mahkeme kalemine kaydı, ceza dava(arında da kişinin bir suçla itham edildiği ve hakkındaki kovuş­turmanın başlatıldığı andan itibaren işlemeye başlar ve yargılamanın bütün aşa­malarını kapsar. Hükmün verilmesinden sonra istinaf ve temyiz gibi kanun yol­larına başvurulmuşsa, buralarda geçen zaman da yargılama süresine dahildir.
AİHM’nin, İsviçre’yle ilgili Zimmerman-Steiner davasındaki değerlendirme­sine göre, yargılama süresinin 6. madde anlamında makul olup olmadığı her olayın özelliklerine göre belirlenmelidir. Bu çerçevede, özel durumlar, davanın karmaşıklığı, şikâyetçi ve kamu makamlarının davayla ilgili tutum ve davranışları ve davanın şikâyetçi açısından taşıdığı önem gibi etkenler göz önüne alınmalıdır. Bütün bu unsurlarla birlikte, asıl önemli olan, gecikmenin kamu makamlarının tutum ve davranışlarından kaynaklanıp kaynaklanmadığının araştırılmasıdır. Olayda İsviçre Federal Mahkemesi uzun bir süre dosya üzerinde hiç bir işlem yapmadan hareketsiz kalmıştır. İsviçre hükümetinin, Federal Mahkemenin ağır bir iş yükü altında bulunduğunu istatistikleriyle ortaya koy­ması ve mahkemenin bu yüzden davaları önemlerine göre sırasıyla incelediği şeklindeki savunması, geçerli mazeret olarak kabul edilmemiştir.
Bu nedenle, Sözleşmeye taraf olan devletler yargı teşkilatlarını davaları makul sürelerde bitirecek şekilde örgütlemek ve düzenli olarak çalışmalarını sağ­lamak yükümlülüğü altındadır.
Davanın niteliği, kanun yollarına başvurulup vurulmadığı, dava taraflarının ve adlî makamların davayla ilgili tutum ve davranışları her olayın özelliklerine göre farklılıklar gösterdiği ve dava süresini etkilediği için, bu konuda kesin bir süre belirlemek mümkün ve doğru değildir. Nitekim, Komisyon ve Mahkeme de bu konuda kesin bir süre vermeksizin, durumu her davanın özelliğine göre ve olay bazında değerlendirmektedir.
Komisyona, davaların uzaması konusunda en çok başvurunun İtalya hükümeti aleyhine yapıldığı gözlenmektedir. AİHM’ne göre, Sözleşmenin 6 (1) maddesi devletlere, yargı teşkilatlarını, bu hükmün gereklerini karşılayacak şekilde kurmak ve işletmek yükümlülüğü getirmiştir. Davaların makul sürelerde sonuçlandırılmaması, yargının etkinlik ve saygınlığını yitirmesine neden olduğu gibi, hukukun üstünlüğünün sağlanmasını da engellemektedir. AİHM, davaların makul sürede sonuçlandırılmaması ve bunlardan 65’inin ancak AİHM kararları üzerine sonuçlandığına işaretle, bu endişe verici durumun Sözleşmeye aykırı ol­duğu vurgulanarak, İtalya, bu uygulamaya son vermeye çağrılmıştır.
Komisyon ve Mahkeme içtihatlarından hangi sürenin makul süre olduğu konusunda kesin bir sonuç çıkarmak mümkün olmamakla beraber, kararlardan bazı örnekler, bu konuda bir fikir verebilir.
a. Ceza Davaları
Dobertin-Fransa olayında, casusluk yapmakla suçlanan şikâyetçinin davasına, Fransa’da Devlet Güvenlik Mahkemelerinin 1982’de kaldırılmasından sonra adlî yargıda bakılarak 12 yılda sonuçlandırılması; Kemache-Fransa olayın­da kalpazanlık suçundan hakkında dava açılan şikâyetçinin davasının sekiz buçuk yıl sürmesi; Abdoella-Hollanda olayında cinayete azmettirmek suçun­dan yargılanan şikâyetçi hakkındaki davanın 4 yıl 4 ay sürmesi, Sözleşmenin 6 (1) maddesine aykırı bulunmuştur.
b. Hukuk Davaları
Wiesinger-Avusturya olayında, bir arazi toplulaştırma işleminin 9 yıl sür­mesinde, Mahkeme olayın karmaşıklığını ve şikâyetçinin tutumunu değerlendir­dikten sonra, gecikmenin belediye ve yerel arazi komisyonları arasındaki bürok­ratik işlemlerden kaynaklandığını tespitle, 6. maddenin ihlâl edildiğini kararlaş­tırmıştır. Aynı şekilde, Silva Pontes-Portekiz olayında bir trafik kazası dolayısıyla açılan tazminat davasının 10 yılda sonuçlandırılması; keza Portekiz’le ilgili Estima davasında basit bir alacak tahsil davasının 13 yıl sürmesi; Darnell­ İngiltere olayında, görevine son verilen bir işçinin iş mahkemesine yaptığı baş­vurunun 9 yılda karara bağlanması Sözleşmeye aykırı bulunmuştur.
  Alıntı ile Cevapla
Alt 23-01-2007, 09:21   #2
imparator
Guest
 
imparator - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 

c. İdarî Davalar
Pizzetti-İtalya olayında şikâyetçi ve 4 arkadaşının hizmet ilişkisinden kay­naklanan alacakları ve emekli ve sakatlık aylıklarına ilişkin uyuşmazlıkların, 4 ila 16 yıl arasında sonuçlandırılması; Scuderi-İtalya olayında, terfide maaş hesaplanması dolayısıyla memurla Maliye Bakanlığı arasında çıkan uyuşmaz­lığın 4 yıl 5 ay sürmesi; Massa-İtalya olayında aynı işi gören kadın ve erkeğin emekli maaşları arasındaki farklılık dolayısıyla açılan davanın Sayıştay’da 6 yıl sürmesi; Pailot, Richard Henra ve Leferme-Fransa davalarında kan hastası olan şikâyetçilere kan nakli sırasında AİDS virüsü bulaştırılması ve bu yüzden Sağlık Bakanlığı aleyhine açılan tazminat davalarının ancak 4-6 yıl arasında sonuçlandırılabilmiş olması Sözleşmeye aykırı bulunmuştur. Aynı şekilde, Doudaly-Fransa davasında istisna akdinden kaynaklanan bir alacak davasının idare mahkemelerinde 8 yıl sürmesi, Sözleşmeye aykırı sayılmıştır.
Komisyon ve Mahkeme, şikâyetçinin davadaki tutum ve davranışını da özel olarak değerlendirmekte ve yerine göre şikâyeti reddetmektedir. Örneğin, Mon­net-Fransa olayında, şikâyetçinin açtığı ayrılık davası 7 yıl 1 ayda sonuçlanmıştır. AİHM, şikâyetçinin, davanın karmaşık hale gelmesine ve uzamasına, sayısız dilekçe vermek suretiyle bizzat sebebiyet verdiğini tespitle Sözleşmeye aykırılık görmemiştir.
AİHM, 1.I .1996 tarihi itibarıyla, davaların makul sürede sonuçlandırılmadığı gerekçesiyle toplam 110 karar almıştır. Bunlardan 82’si hukuk, 28’i ceza davaları­na ilişkindir. Kararların devletler itibarıyla dağılımı ise; İtalya 72, Fransa 11, Avusturya ve Portekiz 6, Almanya 4, Hollanda 3, İspanya, İngiltere ve Türkiye 2 ve Belçika ve İsviçre 1’dir.
2. Türk Hukuku
Türkiye’deki uygulamada, davaların makul veya belirli sürelerde sonuçlandırıl­masına ilişkin somut herhangi bir hüküm bulunmadığından, özellikle hukuk davalarının yıllarca sürdüğü bilinen bir gerçektir. Buna karşın, usul kanunlarında zaman zaman yapılan değişiklikler dışında, etkin önlemler alınamamıştır. Aynı şekilde ceza davalarının da çok uzun sürmesi ve bunun tutuklu yargılanan sanık­ların mağduriyetine sebep olması karşısında, CMUK’nda değişiklik yapan 18.11.1992 tarih ve 3842 sayılı Kanunla, ceza yargılamasının hızlandırılmasına yönelik bir önlem olarak tutukluluk süresine tavan getirilmiştir. Söz konusu ka­nunun 7. maddesinde, hazırlık soruşturmasının 6 ay içinde bitirilerek dava açılması ve davanın da ilke olarak 2 yıl içinde sonuçlandırılması öngörülmüştür. Çeşitli nedenlerle davanın bu sürelerde açılmaması veya sonuçlandırılamaması halinde, suçun cezasına göre tutuklu bihakkın veya nakdî kefaletle serbest bırakılacaktır.
Uygulamadaki sonucu zamanla ortaya çıkacak olan bu düzenlemenin, ceza davalarının hızlandırılması açısından hâkim ve savcılar üzerinde belirli bir etki yapacağında kuşku yoktur. Ancak, adaletin amacı, gerçek ve doğruların bulun­ması ve asıl suçluların cezalandırılması olduğundan, bu hız sağlanırken gelişigüzel ve yanlış davalar açılması ve hatalı kararlar verilmesi tehlikesi daima göz önünde bulundurulmalıdır. Bu nedenle, bu tür yasal önlemlerin, mah­kemelerin araç gereç, teşkilatlanma ve personel ihtiyacı gibi diğer önlemlerle desteklenmesi gerekir.
“Geciken adalet, adalet değildir.” deyimi, bütün hukuk sistemlerinde mevcut­tur. Bu nedenle, davaların hızlandırılması için bu tür kapsamlı önlemlerin bir an önce alınmasında büyük yarar vardır. Çünkü, Sözleşmenin 6. maddesi çer­çevesinde, Türkiye’den de Komisyona bir çok başvuru yapılmış ve bunlardan bazıları AİHM’nce sonuçlandırılmıştır.
Komisyona, hukuk davaları konusunda fazla bir başvuru yapılmamıştır. Komisyonun 26 Haziran 1996 tarihli raporuyla sonuçlanan Molin İnşaat baş­vurusunda, Komisyon, davanın makul sürede sonuçlandırılmadığını tespit ederek, Türk Hükümetinin başvuran şirkete manevî tazminat olarak 10.000.- Fransız Frangı ve yargılama masrafı ve avukatlık ücreti olarak da 10.000.- Fransız Frangı ödemesine karar vermiş ve raporunu Bakanlar Kuruluna intikal ettirmiştir. Bakanlar Kurulu adına görev yapan Delegeler Komitesi, raporu aynen benim­seyerek söz konusu meblağların ödenmesini izlemiştir.
Söz konusu davanın konusu, başvuruyu yapan şirketin başka bir şirketle yap­tığı taşeronluk sözleşmesi sonucunda uğradığı zararın tazminidir. Dava İstanbul Ticaret Mahkemesinde 17 Kasım 1980 de başlamış ve 3 Şubat 1994 de Yargıtay kararıyla son bulmuştur. Böylece, yargılama süresi 13 yıl 2 aydır. Bu sürede top­lam 56 duruşma yapılmış ve 6 bilirkişi raporu alınmıştır. Komisyon, Ticaret Mahkemesinin davayı hızlandırmak için alınması gereken önlemleri almadığı ve davanın anormal biçimde uzamasına neden olduğu kanısına varmıştır.
Ceza davaları açısından ise, davaların makul sürede sonuçlandırılmadığına ilişkin örnekleri çoğaltmak mümkündür. Sonuçlanmış olan aşağıdaki davalar dışında, halen çoğunluğu ceza davası olmak üzere, Türkiye’den yapılan toplam başvuru AIHM gündeminde inceleme aşamasındadır.
a. Yağcı-Sargın Kararı
Yağcı Sargın davasında, şikâyetçilerin Türkiye’deki yargılanmaları toplam 4 yıl 8 ay sürmüştür.
Bu davada AİHM aşağıdaki gözlemlerde bulunmuştur:
“53. Yargılama süresinin makul olup olmadığı. davanın özel koşullarının ışığında değerlendirilecektir, bu konuda Mahkeme İçtihadının vazettiği ölçüye göre, özellikle davanın karmaşıklığı, başvuranın ve yetkili makamların tutum ve davranışları kriter olmaktadır.”
“54. Hükümet, çok büyük sayıda avukat tarafından savunulan 16 sanığı il­gilendiren delillerin kırk dosyayı bulması sebebiyle davanın aşırı derecede kar­maşık olduğunu ileri sürmüştür.”
“58. Hükümet, başvuranların avukatlarının, duruşmada konulan güvenlik tedbirlerini protesto için bir kaç defa duruşma salonunu terkederek ve dosyadaki deliller hakkında görüşlerini bildirmek üzere verilen mehillere uymayarak davanın uzamasına neden oldukları görüşünü savunmuştur.”
“60. AİHM, Sözleşmenin 6. maddesinin, bir suçtan itham olunan bir sanığın adlî mercilerle işbirliği yapmasını gerektirmediğini yinelemiştir. Mahkeme, komisyon gibi, Yağcı ve Sargın ve bunların avukatlarının duruşmalardaki davranışlarının engelleyici nitelikte gözükmediğini kaydetmiştir. Her ne olursa olsun, başvuranlar, savunmalarında millî hukukun sağladığı kaynakların öngördüğü avantajı kullandığı için kınanamaz. Hatta, duruşmalarda çok sayıda avukat hazır bulunsa ve güvenlik önlemlerine karşı bunların davranışı bir ölçüde davanın seyrini yavaşlatsa bile, bunlar tek başına alındığında, söz konusu davanın uzamasını izah eden unsurlar değildir.”
Sonuç olarak AİHM, Sözleşmenin 6 (1) maddesinin ihlâl edildiğini tespit etmiştir.
b. Mansur Kararı
Somut davada İran uyruklu olup sonradan Türk vatandaşı olan Mansur uyuş­turucu madde kaçakçılığı suçuyla Yunan mahkemesince mahkûm edilmiş, Tür­kiye’ye dönüşünde hakkında Edirne 1. ve 2. Ağır Ceza Mahkemelerinde yeniden dava açılmıştır.
AİHM’ne göre:
“68. Sözleşmenin 6 (I) maddesi, cezaî kovuşturmaya uğrayan herkese, itham edildiği suç hakkında makul bir süre içinde gerekçeli ve kesin bir karar ve­rilmesini talep hakkı tanımıştır. Bu hüküm, taraf devletlere, yargı teşkilatlarını bu talebi karşılayacak şekilde düzenleme yükümlülüğü getirmiştir.”
“69. Edirne Ağır Ceza Mahkemesi müsadere edilen maddelerin tahlil raporunu, Yunanistan’dan, 13 Temmuz 1990’da almış ve 6 gün sonra da tercüme için istinabe yoluyla Ankara Ağır Ceza Mahkemesine göndermiştir. Ne var ki, tartışmalı olan bu raporun çevirisi henüz mahkemeye ulaşmadan, başka delillere dayanarak 19 Şubat 1991’de şikâyetçi hakkındaki kararını vermiştir. AİHM buna ve 1 ve 2. Ağır Ceza Mahkemelerinin söz konusu raporun gelmesini beklerken neden duruşmaları ertelemediğine bir anlam verememiştir.”
Sonuç olarak AİHM, Yunan makamlarından gelen belgelerin zamanında ulaşmasına rağmen, yeminli tercüman eksikliği ve ilgili makamlar arasındaki iletişim bozukluğu gibi nedenlerle, yargılama süresinin Sözleşmenin 6 (1) mad­desine aykırı olduğunu tespit etmiştir.

c. Mitap ve Müftüoğlu Kararı
Somut olayda terör örgütüne üye olmak ve silahlı terör eylemlerine katılmak suçuyla, önce sıkıyönetim, sonra da adlî yargıda yargılanan şikâyetçilerin davaları toplam 15 yıl sürmüştür.
Davayı inceleyen AİHM aşağıdaki tespitlerde bulunmuştur.
“33. Hükümet, H. Mitap ve A. Müftüoğlu ‘nun aleyhlerine açılmış olan davanın karmaşık yapısını ileri sürmektedir. Davanın aralarında bir çoğu ağır cezaya giren 607 ceza suçunu kapsadığı ve 703 sanığın bulunduğu özellikle ileri sürülmektedir. Hükümet yetkilileri, aralarında şikâyetçilerinde bulunduğu bu sanıkların yasadışı bir örgüt çerçevesinde gerçekleştirdikleri faaliyetlerin uzan­tılarını ve desteklerini tespit etmek durumundaydılar.”
Hükümete göre, Sıkıyönetim mahkemesi yargılamanın hızla sonuçlandırılması için gerekli bütün çabaları yasa dahilinde göstermiştir. O kadar ki, 18 Ekim 1982 ve 19 Temmuz 1989 tarihleri arasında haftada 3 kez olmak üzere toplam 512 duruş­ma yapılmıştır. Bütün sanıkların ifadelerinin alındığı soruşturma 5 yıl sürmüştür. Dosyanın 11 Kasım 1987 tarihinde iletildiği savcı 1766 sayfalık iddianameyi 23 Mart 1988 tarihinde bitirebilmiştir. 11 Mayıs 1988 tarihinde başlayan duruşmada iddianamenin okunması 60 gün sürmüştür. Son olarak, dosya 1000 kadar klasör ve 264 sayfa karar özetini içermektedir. Bu şartlar yargılama süresinin uzunluğunu açıklamaktadır. Yargı makamlarının ihmali veya yavaşlığı söz konusu değildir.”
“34. Şikâyetçiler, sanık sayısının değişik olaylarla kurulan bağlar sonucu ortaya çıkan yapay bir rakam olduğunu ileri sürerek iddia konusu 607 ceza suçla­masının kendilerini kapsamadığını ileri sürmektedirler. Ayrıca, yetkili makamlar duruşmaları hızlandırabilecek bir takım teknik uygulamaları unutmuşlardır.
“35. Komisyon’a göre dava karmaşık bir yapıdadır ve yargılama süresinin uzunluğu askerî ceza yargı makamlarının geniş çaplı bir dava organize etmeye çalışmalarından kaynaklanmıştır. Bu sürenin içinde Sıkıyönetim mahkemesinin, kararının gerekçesini yazdığı 3 yıl gibi durağan geçen zamanlar da söz konusudur. Sonuç olarak, Komisyon yargılamanın makul süreyi aşmasında yet­kili makamların davayı ele alış şekillerinin etkili olduğu sonucuna varmıştır.”
“36. Mahkeme, önce 19 Temmuz 1989 tarihinde dosyanın resen gönderildiği Askerî Yargıtay’da sonrada Yargıtay’da yapılan yargılamanın 28 Aralık 1995 tarihinde bittiğini, bu durumda altı yıldan fazla sürdüğünü tespit etmektedir. Mahkeme davanın karmaşık yapısını kabul etmekle beraber bu kadar uzun bir zaman sürmesini açıklayabilecek hiçbir sebep gösterilmediğini, ayrıca ilk derece mahkemesinde yapılan yargılamanın sekiz yıl altı ay sürdüğünü belirtmektedir.”
“37. Sonuç olarak ceza yargılamasının süresi Sözleşmenin 6 (I) maddesine aykırıdır.”
Mahkeme ayrıca şikâyetçilere 80’er bin Fransız Frangı manevî tazminat ve toplam 60 bin Frank mahkeme masrafı ödenmesini kararlaştırmıştır.
Aynı konudaki diğer 6 başvuru ise, şikayetçilerden herbirisine 50’şer bin Frank ödenmek suretiyle dostça çözümle sonuçlandırılmıştır.
d. Zana Kararı
Cezaevindeyken bir günlük gazete ile PKK’yı övücü söyleşi yaptığı için yargılanan şikâyetçi hakkındaki dava toplam 3 yıl 11 ay sürmüştür.
AİHM, dava hakkında kısaca aşağıdaki tespitlerde bulunmuştur:
“83. Mahkeme, Sözleşmenin 6 (1) maddesinin yargılanan kişinin, hakkında­ki ithamlarla ilgili kararın makul bir sürede verilmesi hakkını güvence altına aldığını tekrar eder. Sözleşmeci devletler, hukuk sistemlerini, mahkemelerin bu zorunluluğa uymalarını sağlayacak şekilde düzenlemelidirler (diğer bir çok emsal arasında bkz. 8 Haziran 1995 tarihli Mansur/Türkiye kararı).”
“84. Son olarak, gazetecilere bu açıklamayı yaptığı sırada cezaevinde olan ve Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından yine hapis cezasına çarp­tırılan başvurucu için bu davada karşı karşıya bulunduğu risk önemlidir.”
“85. Davanın bütün özel koşullarının ışığı altında Mahkeme, söz konusu yargılamanın süresini makul görmemektedir.”
Somut olarak, Sözleşmenin 6 (1) maddesi bu açıdan ihlâl edilmiştir.
Mahkeme ayrıca, şikâyetçiye 40.000 Fransız Frangı manevî tazminat ve 30.000 Frank’ta mahkeme masrafı olarak ödenmesine karar vermiştir.
E. MAHKEME KARARLARININ GEREKÇELİ OLMASI

Komisyon ve Mahkeme, mahkeme kararlarının gerekçeli olmasını da Sözleşmenin 6 (I) maddesi çerçevesinde değerlendirilmektedir.
AİHM, Yunanistan’la ilgili kararlarından birisinde, mahkeme kararlarının gerekçeli olmasını, adil yargılanma hakkının bir unsuru olarak nitelendirmiştir. Olayda, bir Yunan subayı olan şikâyetçi, askerî sırları açığa vurma ithamıyla as­kerî mahkeme tarafından mahküm edilmiştir. AİHM kararında, Yunanistan Anayasasında tüm mahkeme kararlarının gerekçeli olmasının öngörüldüğü, an­cak bu hükmün uygulanmasının askerî mahkemelerin kararları için özel bir kanun çıkartılması şartına bağlandığı ve böyle bir kanunun da henüz kabul edil­mediği dikkate alınarak, Yunan Yargıtayı’nın gerekçeli olmayan askerî mahkeme kararlarını gerektiği şekilde denetleyemediğini ifadeyle, bu hususun adil yar­gılanma kavramıyla bağdaşamayacağı sonucuna varmıştır. Mahkemeye göre. âkit devletler yargı sistemlerini 6. maddenin gereklerine uydurmak hususunda geniş bir takdir yetkisine sahip olmakla beraber, mahkemeler, kararlarının dayan­dığı gerekçeleri mutlaka yeterli açıklıkla belirtmek zorundadır.
Adil yargılanma hakkı, mahkemenin kararının, mutlaka ve otomatik olarak bir veya diğer tarafın yaptığı beyanlara dayandırılmasını değil, mahkemeye taraflarca sunulmuş olan bütün fıilî ve hukukî delillerin tarafsız bir şekilde göz önüne alınmasını gerektirir. Mahkeme taraflarca kendisine sunulan bütün delil­leri, hüküm açısından önemli olsun olmasın, önyargısız olarak değerlendirme­lidir. Sözleşmenin 6 (1) maddesine göre, mahkemeler kararlarını gerekçeli olarak yazmak yükümlülüğü altında olmakla beraber, bundan, tarafların her iddiasına karşı ayrıntılı cevap verilmesi gerektiği sonucu çıkarılmamalıdır.
AİHM’ne göre, millî mahkemeler, davanın ciddi bir şekilde incelendiği konusunda tarafları tatmin etmelidir. Kraska-İsviçre olayında, İsviçre Federal Mahkemesinde yapılan bir duruşmada, hâkimlerden birisi, zaman kıtlığından şikâyetçinin temyiz dilekçesinin ancak yarısını inceleyebildiğini açıklamıştır. Şikâyetçinin, adil yargılanma hakkının ihlâl edildiği iddiasına karşı AİHM, ken­disinin talebinin Kanton hükümeti ve idare mahkemeleri tarafından titizlikle incelendiğine işaretle, tutumu şikâyet konusu olan hâkimin duruşmada oynadığı aktif rolü göz önüne alarak Sözleşmeye herhangi bir aykırılık görmemiştir.
Anayasanın 141. maddesinde, “bütün mahkemelerin her türlü kararlarının gerekçeli” olması öngörülmüştür. Keza Hâkimler ve Savcılar Kanunu ve CMUK’da da benzer hükümlere yer verilmiştir. Ancak bütün bu emredici hüküm­lere rağmen, uygulamada mahkemelerimiz bu kurala tam anlamıyla uymamakta, kararlar genelde gerekçesiz veya yeterli gerekçeden yoksun olarak alınmaktadır. Adil yargılanma hakkına aykırı olan bu uygulama dolayısıyla, kararlar temyiz incelemesinde gereği gibi denetlenemediği ve bazen de bu yüzden bozularak mahkemesine iade edildiğinden, davalar sürüncemede kalarak uzamaktadır. Hatta bizzat Yargıtay’ın kendisi, “formül onama” denen bir yöntemle bir kaç kelimelik kuru bir gerekçeyle ilk derece mahkeme kararlarını onamakta veya geri çevirmektedir.
Mahkemelerin saygınlığı, kararlarının başta davanın tarafları olmak üzere, kamuoyunda kabul görmesine bağladır. Kararların gerekçeli olması, dava tarafları üzerinde, davaların gereği gibi incelendiği kanısını uyandırarak onları tatmin eder ve mahkemelerin tarafsızlığı konusunda güven duygusu yaratarak saygınlığını arttırır.
Bu nedenle, bu uygulamaya son verilerek iç hukuk ve Sözleşmenin gerekleri yerine getirilmelidir.
F. CEZA YARGISININ ADİL YARGILANMA İLKELERİ

Adil yargılanma hakkı, 6. maddenin temelini oluşturmaktadır. Bu hak, kanun yolları da dahil, ceza yargısının bütün aşamalarını kapsar. Yargılamanın adilliği ve mahkeme kararının doğru ve isabetli olup olmadığı birbirinden ayrı konu­lardır. Kararın isabetli olup olmadığı, ancak kanun yollarına başvurulduğunda istinaf ve temyiz incelemeleri sonucu ortaya çıkar. Ancak, Komisyon ve Mahkemenin böyle bir yetkisi yoktur. Diğer bir ifadeyle, Komisyon ve Mahkeme şikâyet konusu kararı, istinaf ve temyiz mahkemeleri gibi olayın nitelendirilme­si ve uygulanan hukuk normunun doğru olup olmadığı açısından değil, yargılamanın 6. maddede öngörülen ilkelere uygunluğu açısından incelemektedir.
Adil yargılanma ilkesinin gerekleri, somut davanın niteliklerine bağlı olarak değişebilir. 6. maddenin 2. ve 3. fıkralarında belirtilen, masumluk karinesi, suç ithamı hakkında bilgi edinme hakkı, savunma hazırlığı için yeterli süre ve kolaylıklar sağlanması gibi haklar, ceza yargısında uyulması gereken asgari ilkel­erdir. Bu ilkeler hukuk davalarında uygulanmaz.
1. Masumluk karinesi
Sözleşmenin 6 (2) maddesi, ceza hukukunun genel bir ilkesini tekrarlamak­tadır. Buna göre, “Bir suçla itham edilen herkes, suçluluğu kanuna göre kanıt­lanıncaya kadar masum sayılır.” İlk kez 1215 tarihli Magna Charta Libertatumda yer alan bu ilke, daha sonra 1789 tarihli İnsan Hakları Bildirisinden başlayarak birçok bildiri, Sözleşme ve anayasalarda tekrarlanmıştır.
Ceza yargısında, birbirine karşıt başlıca 2 model mevcuttur.
“İtham yargısına (accusation procedure) göre, bireyin menfaatleri önde gelir, Bu modelde ceza davası toplum adına değil, doğrudan suçun mağduru tarafından açılır. Bu bağlamda mağdur ithamda bulunabilir, fakat itham edilen kişi cevap verip vermemekte serbest ve itham edenle aynı hakka sahiptir. Duruşmalar sözlü ve kamuya açıktır. Davada taraflar eşit konumda olduklarından, hâkim, davayı itham edilen kişiye karşı yöneltmez. Deliller taraflarca getirilir; hâkimin böyle bir görevi yoktur. Hâkimin görevi, spor oyunlarındaki tarafsız bir hakem gibi, davayı kurallara uygun bir şekilde yönetmektir.
Buna karşılık soruşturma davasında (inquisotarial proceedings) toplumun menfaati önde gelir. Ceza davası çok geniş yetkilerle donatılmış savcı tarafından açılır. Kovuşturma gizlidir ve yazılı usule tabidir. İtham edilen kişi, itham eden­le aynı haklara sahip olmaktan çok uzaktır. Genelde tutuklu olarak yargılanır. Hâkim davayı yönetir ve delilleri toplayarak serbestçe değerlendirir.
Günümüzde, hiç bir ülkede bu modeller saf şekliyle uygulanmamaktadır. Ancak, Anglo-Amerikan hukuk sisteminde 1. model, Türkiye’nin de mensup olduğu Kıta Avrupa’sı hukuk sisteminde ise 2. model hakimdir.
Komisyona göre ceza mahkemesi, ön yargı ile hareket ederek, itham edilen kişinin suçu işlediği inancı veya varsayımı ile işe başlamamalıdır. Kişinin isnat edilen suçu işleyip işlemediğinin kanıtlanması savcılık makamına düşer. Ceza hukukunun temel ilkelerinden birisinin gereği olarak, şüphe sanık lehine yorum­lanmalıdır. Suçun kanıtlanması için savcılık makamı yeterli kanıt getirmek zorun­dadır. Bununla beraber, bazı hukukî veya fiilî karineler, makul olmak şartıyla, sanık aleyhine delil teşkil edebilir ve bunların aksinin ispatı sanığa düşebilir. Ör­neğin Komisyon, İngiliz hukukunda bulunan bir hükme dayanarak, bir hayat kadınıyla yaşayan birisinin, onun geliriyle yaşadığı sonucunun çıkarılabileceğini kabul etmiştir. Aynı şekilde AİHM, Fransız gümrük mevzuatında yer alan, sınırı geçerken yasak mallarla yakalanan bir kişinin, aksini kanıtlamadıkça kaçakçı sayılabileceği şeklindeki hükmü makul ve 6. maddeye uygun bulmuştur.
Delillerin hukuka aykırı yöntemlerle toplanarak hükmün esas alınması halinde, suçluluk, Sözleşmenin 6 (2) maddesi anlamında kanıtlanmış sayılabilir mi? Bu sorunun cevabı, öncelikle bu tür yöntemlerle elde edilen delillerin iç hukuka göre delil sayılıp sayılamayacağına bağlıdır. Örneğin İsviçre’yle ilgili Schenk olayında AİHM, İsviçre Hukukunda ses kayıt cihazı kayıtları, meşru yol­lardan yapılıp yapılmadıklarına bakılmaksızın delil olarak kabul edildiği için, gizli yöntemlerle elde edilen kayıtları, Sözleşmenin 6 (2) maddesine aykırı say­mamıştır. Ancak, âkit devletlerin bu alandaki yetkileri sınırlı olduğundan, her delili yasal sayarak suçu kanıtlamak mümkün değildir. Nitekim, İspanya ile ilgili Barbera ve Messegue olayında Komisyon, şikâyetçilerin işkence altında alınan ifadelerinden başka hiçbir kanıt olmadan mahkûm edilmelerini, Sözleşmenin 6 (2) maddesine aykırı bulmuştur.
Soruşturmanın durdurulması veya davanın tatil edilmesi hallerinde suçun kanıtlanmış sayılıp sayılamayacağı sorunu ortaya çıkabilir. Örneğin, Almanya ile ilgili Uli Lutz olayında, trafik suçu işleyen şikâyetçiye 125 Mark ceza kesilmiş­tir. Şikâyetçinin yaptığı itiraz, mahkemece zamanaşımı süresi dolduğu için davaya devam edilmeyeceği gerekçesiyle reddedilmiş ve dava masrafları şikâyetçiye yüklenmiştir. Komisyon, şikâyetçinin itirazı hakkında bir karar veril­memesine rağmen, kendisinin suçlu sayılarak mahkeme masraflarını ödemek zorunda bırakılmasını, Sözleşmenin 6 (2) maddesinde öngörülen masumluk kari­nesine aykırı bulmuştur. Keza İsviçre’yle ilgili Minelli olayında da AİHM, şikâyetçi aleyhine açılan takibi şikâyete bağlı bir ceza davasının, zamanaşımı nedeniyle sonuçlandırılmadan, suçlu sayılıp, mahkeme masraflarının 2/3’sinin kendisine yükletilmesinin, Sözleşmenin 6 (2) maddesinde öngörülen masumluk karinesiyle bağdaşmadığını kararlaştırmıştır.
Benzer bir olay, Mahkemenin başka bir kararına konu oluşturmuştur. Şikâyetçi, eşini öldürmek şüphesiyle tutuklanmış ve kısa bir yargılanmadan sonra beraat etmiştir. Kendisinin haksız yere tutuklanma dolayısıyla tazminat talebi, Avusturya mahkemesince, beraatine rağmen hâlâ şüpheli bulunduğu, cezaevinde şiddete başvurduğu, arkadaşlarını tehdit ettiği ve karısının ölümüne sevindiği gibi gerekçelerle reddedilmiştir. AİHM’ne göre, bir kimsenin suçsuzluğu konusunda mahkemenin kesin karar vermesine rağmen, hâlâ suçlu olduğuna dair şüphe bes­leyerek tazminattan mahrum edilmesi, Sözleşmenin 6 (2) maddesine aykırıdır.
Komisyon, itham edilen kişi hakkında henüz ceza davası açılmadan, aleyhin­de, örneğin basın yoluyla yoğun bir kampanya başlatılmasının, masumluk karinesiyle bağdaşıp bağdaşmayacağı konusunu da incelemiştir. Bu tür olaylar­da, yapılan yayınların hâkim ve jüri üyelerini bu ilkeden sapmaya sevkedecek ağırlıkta olması halinde, Sözleşmenin 6 (2) maddesi ihlâl edilmiş sayılabilir. Örneğin, Ribemont-Fransa olayında böyle bir durum ortaya çıkmıştır. Fransa’da, 1976’da eski bakanlardan birisi öldürülmüştür. Zamanın İçişleri Bakanı yanına iki yüksek dereceli polis görevlisini de alarak yaptığı basın toplantısında, şikâyet­çiyi olayın tertipçisi olarak itham etmiştir. Şikâyetçi de bunun üzerine bakan aleyhine maddi manevi tazminat davası açmıştır. Davaya bakan idare mah­kemesi, 5 yıllık bir süre sonunda yetkisizlik kararı vererek davayı adlî yargıya havale etmiştir. Dava burada da 4 yıl 9 ay sürmüştür. Şikâyetçi, bakanın mah­keme kararı olmadan kendisini suçlamasının masumluk karinesine aykırı olduğu ve ayrıca davanın da makul sürede sonuçlandırılmadığı gerekçesiyle Komisyona başvurmuştur. Komisyon bu iddiaları kabulle, Sözleşmenin 6 (1) ve (2) mad­delerinin ihlâl edildiğini tespit eden raporunu AİHM’ne havale etmiştir. Özel­likle toplumda galeyan ve heyecan yaratan bir suç işlendikten sonra, idarî makamların basın bildirisi ile kamuoyunu aydınlatması doğaldır. Esasen medya mensupları sürekli haber peşindedir. Bu tür bildirilerde, mevcut şüpheler, yakalanan kişiler, yapılan itiraflar konularında bilgilere yer verilmesi, elbette ki Sözleşmeye aykırı olmaz. Ancak bu bağlamda, halkın haber alma hakkı ile suç ithamı altındaki kişi lehindeki masumluk karinesi arasındaki duyarlı denge korunmalıdır.
Türkiye’deki ceza yargısının, ceza hukukunun en temel ilkesi olan masumluk karinesine uygun olarak gerçekleştirildiğini söylemek mümkün değildir. Uygulamada, suçla itham edilen kişi hakkındaki soruşturma kural olarak polis tarafından yapılmakta ve deliller önemsenmemekte ve kendisi sadece aleyhinde­ki yetersiz delillerle adliyeye sevkedilmektedir. Olaya el koyan Cumhuriyet savcısı ise, yetkisiz bir aracı konumuna indirgenmiştir. Bu uygulamaya göre delillerin toplanması polis teşkilatına, değerlendirilmesi de mahkemeye terkedilmiştir. Cumhuriyet savcısı, genelde hiç bir inisiyatif kullanmadan polisin elde ettiği yetersiz delillere dayanarak ceza davasını açmaktadır. Bu arada sanık lehindeki deliller ihmâl edildiği ve aradan da zaman geçtiği için çoğunlukla kay­bolmaktadır. Bu tür bir uygulama ile, suç isnadı altındaki kişi, masumluk karine­sine aykırı bir şekilde, peşin olarak suçlu kabul edilmekte ve ona göre işlem yapılmaktadır.
İtham edilen kişinin suçu işlediğinin kanıtlanması savcılık makamına ait olduğu halde, bu tür bir uygulama ile kendisi peşinen suçlu kabul edildiği ve ispat yükümlülüğü tersine çevrildiği için, kişiye suçsuzluğunu kanıtlamak gibi, son derece güç ve imkansız bir görev yüklenmektedir. Ayrıca, ceza davalarının gelişigüzel ve yeterli delil göstermeden açılması, mahkemelerin zaten aşırı olan iş yükünü daha da artırdığı gibi, davalar da çoğunlukla beraatle sonuçlanmak­tadır. Öyle ki, idam cezası tehdidi altında yargılanan kişilerin, uzun süre boş yere tutuklu kaldıktan sonra beraat ederek salıverildikleri, hiç de ender görülen olay­lar değildir.
CMUK’nun 163. maddesine göre, Cumhuriyet savcısı ceza davasını ancak, “toplanan deliller kamu davasının açılmasına yeterli ise” açabilir. Ayrıca, 153. madde savcıya, sanık lehindeki delillerin toplanması görevini de vermiştir. Bu nedenle, Cumhuriyet savcılarının pasif konumlarını terkederek, bu hükümler çerçevesindeki yetki ve sorumluluklarının bilinci içinde, suçların soruşturulması, ceza davalarının açılması ve görülmesinde daha etkin bir rol oynamaları zorun­ludur. Özellikle ağır suçların soruşturulması ve delillerin toplanması mutlaka Cumhuriyet savcılarının nezaretinde yapılmalıdır.
2. Suç ithamı hakkında bilgi edinme hakkı
Sözleşmenin 6 (3) (a) maddesine göre, suçla itham edilen kişinin, kendisine yöneltilen suçlamanın niteliği ve nedeninden en kısa bir zamanda ve anladığı bir dille ayrıntılı olarak haberdar edilmesi zorunludur.
Sözleşmenin 5 (2) maddesine göre de, yakalanan kişi, bunun nedenlerinin kendisine bildirilmesi açısından aynı hakka sahiptir. Ancak, bir suçla itham edilen kişiye Sözleşmenin 6 (3) (a) maddesi çerçevesinde, söz konusu hükme oranla daha ayrıntılı bilgiler verilmelidir. Adil yargılanma hakkının bir gereği olarak, kişi yalnız işlediği suç hakkında değil, ithamın nedenleri, suçun niteliği ve ceza hukukundaki yeri hakkında da bilgi sahibi kılınmalıdır. Bu tür bilgiler, kişinin savunmasını hazırlaması açısından son derece önemlidir. Bu bakımdan, bu hüküm, Sözleşmenin 6 (3) (b) maddesiyle de çok yakından ilgilidir.
Kişiye verilecek bilgi, olayın özelliklerine göre değişir. Bu konuda Komisyon ve Mahkemeye fazla olay intikal etmemiş olmakla beraber, itham edilen kişinin, savunmasını hazırlayabilmesi için gereken bütün maddî ve hukukî bilgilerin ken­disine aktarılması zorunlu kabul edilmektedir.
Türk Anayasa Mahkemesi, bu anlayışla yerinde bir karar vermiştir. CMUK’nun 208 (1) maddesine göre, duruşmaya davet edilen sanığa, hangi suçla itham edildiğini belirten iddianame, birlikte tebliğ edilir. Ancak, bu hükmün 2. fıkrasında, sulh ceza mahkemelerinde açılan davalara ait iddianamelerin sanığa tebliğ edilemeyeceği belirtilmiştir. Anayasa Mahkemesi, savunma haklarını ihlâl eden bu hükmün AİHS’nin 6(3) maddesi ile bağdaşmadığından bahisle, Anayasanın 13 ve 36. maddelerine aykırı olduğuna karar vermiştir.
İtham edilen kişi o ülkede konuşulan dili bilmiyorsa, bu bilgiler kendisine ana dilinde verilmelidir. Durumdan, kendisinin olayı kavradığı anlaşılıyorsa, bu bilgiler sözlü olarak da verilebilir. Bir yabancı devlet vatandaşına, resmî yollar­dan iddianame gibi suç ithamını içeren resmî bir yazı gönderildiğinde, gönderen makam o kişinin millî dile yeterince vakıf olduğunu kanıtlayamadıkça, belgeye çevirisi de eklenmelidir. Örneğin İtalya ile ilgili Brozicek olayında, Alman vatan­daşı olan şikâyetçiye, adlî tebligat İtalyanca yapılmıştır. Adı geçenin, belgelerin Almanca veya Çek dillerinden birisine çevrilmesi isteminin reddedilmesini, Komisyon, Sözleşmenin 6 (3) (a) maddesine aykırı bulmuştur. Nitekim, adlî yardımlaşma alanındaki karşılıklı ve çok taraflı antlaşmaların tümünde, yabancılara yapılacak tebligatlarda evraka aslı ile birlikte o yabancı dildeki çevirisinin de eklenmesi gerektiği, çeviri olmaması halinde tebligatın ancak muhatap kabul ettiği takdirde geçerli sayılacağı, şeklinde kurallara yer verilmek­tedir.
3. Savunma için yeterli zaman ve kolaylıklara sahip olma hakkı
Sözleşmenin 6 (3) (b) maddesine göre, sanık, savunmasını hazırlamak için gerekli zamana ve kolaylıklara sahip olmak hakkına sahiptir.
Savunma hazırlığı yapabilmenin vazgeçilmez temel şartı, kişinin itham edildiği suç hakkında bilgilendirilmesidir. Bu bakımdan, bu hüküm Sözleşmenin bir önceki 6 (3) (a) maddesiyle yakından ilgilidir.
Savunma hazırlığı için hangi sürenin yeterli sayılacağı, kuşkusuz her davanın kendisine özgü şartlarına bağlıdır. Basit ve kolay davalarda bu süre kısa, kar­maşık ve ağır suçlara ilişkin davalarda uzun olacaktır.
Komisyon ve Mahkeme kararlarından bu konuda kesin bir sonuç çıkarmak mümkün değildir. Bununla beraber, sanığın çok ağır bir suçla itham edildiği bir davada, duruşmadan sadece bir gün önce kendisine savunmasını hazırlaması ve avukat tutması konusunda haber verilmesi gibi bazı durumlarda, Sözleşmenin 6 (3) (b) maddesi ihlâl edilmiş sayılabilir. Örneğin, Hadjianastassiou-Yunanistan davasında, mahkemenin gerekçeden yoksun kararı, 5 günlük temyiz süresi tanınarak şikâyetçiye tebliğ edilmiştir. Şikâyetçi bu yüzden yeterli hazırlık yapa­mamış ve temyiz itirazlarını ancak duruşmada öğrendiği bazı bilgilere dayandıra­bilmiştir. AİHM, şikâyetçiye uygulanan kısıtlamaların kendisinin savunma hakkını ortadan kaldırdığına işaretle, Sözleşmenin 6 (3) (b) maddesinin ihlâl edildiğini tespit etmiştir.
Keza, sanığa savunmasını hazırlaması için hangi kolaylıkların sağlanması gerektiği de somut davanın özelliklerine göre belirlenmelidir. Bu kolaylıkların başında, kuşkusuz sanığın avukatıyla temas hakkı gelir. Bir disiplin cezası sonu­cu hücreye konmuş bulunan tutuklu sanığın bu sürede avukatıyla temasının yasaklanmasını, Komisyon Sözleşmeye aykırı bulmamıştır. Aynı şekilde, savun­ma avukatına, bazı tanıkların isimlerinin müvekkiline açıklamasının yasaklan­masında da bir aykırılık görülmemiştir.
Komisyona göre, sanıkla avukatı arasındaki güven ilişkisi ve avukatlık mes­lek sırrının gereği, tutuklu sanık avukatıyla ilke olarak özel ve gizli görüşebil­melidir. Örneğin, Avusturya’da yaşayan Türk vatandaşı Elvan Can, tutukluluk süresinin uzunluğu ve avukatıyla serbestçe görüşmesinin engellendiği gerekçesiy­le Komisyona şikâyette bulunmuştur. Komisyon, şikâyetçinin avukatıyla yet­kililerin gözetimi altında görüştürülmesinin Sözleşmeye aykırı olduğunu tespit et­miştir. Olay dostane çözümle sonuçlanmış ve Avusturya Hükümeti şikâyetçiye 154.336.62 Avusturya Şilini tazminat ödemiştir. Bununla beraber AİHM, İngil­tere’yle ilgili Campell ve Fell davasında, avukatın meslekî pozisyonunu kötüye kullandığı konusunda ciddi şüpheler uyandıracak olayların ortaya çıkması gibi bazı durumlarda, özel görüşmenin yasaklanabileceğini kabul etmiştir. Avukatın, müvekkiliyle işbirliği yaparak delilleri gizlemesi veya ortadan kaldırılması ya da davayı ciddi şekilde engellemesi gibi olaylar, bu uygulamaya örnek olarak gös­terilebilir. Avukatların üzerlerinin aranması konusunda Komisyona herhangi bir başvuru yapılmamıştır. Bu tür bir konu bir Alman mahkemesince incelenmiştir. Bu ülkede cezaevindeki müvekkiliyle görüşmek isteyen bir avukata, üzerini arat­madığı için giriş izni verilmemesi üzerine yapılan bir şikâyeti inceleyen Hamm Eyalet Yüksek Mahkemesi, Cezaların İnfazı Hakkındaki Kanunun 24. mad­desinin, cezaevi yönetimine ziyaretçilerin üst baş arama yetkisi tanıdığına işaret­le,
  Alıntı ile Cevapla
Alt 23-01-2007, 09:22   #3
imparator
Guest
 
imparator - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 

Sözleşmenin bu hükmü, sanığın avukatıyla olan yazışmalarını da kapsamak­tadır. Örneğin, AİHM, Domenichini-İtalya davasında bu hükmün ihlâl edildiğini tespit etmiştir. Olayda cezaevindeki şikâyetçinin yazışmaları, infaz hâkiminin emriyle belirli sürelerde denetim altına alınmış ve bu arada avukatına yazdığı mektup da okunmuştur. Mahkeme, İtalyan mevzuatının bu gibi önlemlerin hangi durumlarda alınabileceğinin açıkça düzenlememiş olmasının bu tür uygulamaları idarî makamların keyfi takdirine bıraktığına işaretle, açılan mektupların avukata geç ulaştırılmasının savunma hakkını ihlâl ettiği sonucuna varmıştır. Mahkeme, yine İtalya ile ilgili Diana davasında da aynı görüşünü korumuştur.
Savunma hazırlığı için itham edilen kişiye sağlanması gereken diğer bir kolaylık da onun dava dosyasını incelemesine imkan sağlanmasıdır. Ancak, Komisyon, Avusturya ile ilgili Kamasinski olayında, Sözleşmenin 6 (3) (b) mad­desinin şikâyetçiye soruşturma dosyasını inceleme hakkı vermediğini, bu hakkın avukatına ait olduğunu ve avukatın görevini ihmal ederek dosyayı incele­memesinin suçunun devlete yüklenemeyeceğini belirtmiştir.
Türk Hukukunda, 28.11.1992 ve 3842 sayılı Kanunla, CUMK’nda yapılan yeni düzenlemede, sanığın avukatıyla temas hakkı tam anlamıyla güvence altına alınmıştır. Söz konusu kanunun CUMK’nun 136. maddesinde değişiklik yaparı 14. maddesine göre, “zabıtaca yapılan soruşturma da dahil olmak üzere, soruş­turmanın her safhasında müdafiin, yakalanan kişi veya sanıkla görüşme, ifade alma veya sorgu süresince yanında olma ve hukukî yardımda bulunma hakkı engellenemez, kısıtlanamaz.” Ne var ki, 4229 Sayılı Kanuna göre, Devlet Güvenlik Mahkemelerinin görev alanına giren suçlarda, itham edilen kişi, avukatıyla ancak, mahkemece gözaltı süresinin uzatılmasından yani 4. günün sonundan itibaren görüşebilecektir. Somut bir başvuru olmadığından, bu hükmün Sözleşmenin denetim organlarınca henüz değerlendirilmemiştir.
4. Kendisini bizzat veya seçeceği bir avukat aracılığıyla savunma hakkı
Sözleşmenin, 6 (3) (c) maddesine göre, sanık, kendi kendisini savunmak veya seçeceği bir avukatın yardımından yararlanmak ve eğer avukat tutmak için malî imkânlardan yoksun bulunuyor ve adaletin selâmeti gerektiriyorsa, mahke­mece tayin edilecek bir avukatın ücretsiz yardımından yararlanabilmek hakkına sahiptir.
Bu hüküm, ceza yargısının temel ilkesi olan adil yargılanma hakkının doğal bir sonucudur. Buna göre, sanık kendisini bizzat veya tutacağı bir avukat aracılığıyla savunmak gibi mutlak bir hakka sahiptir. Ancak, bunun için malî imkânları olması gerekir. Sanığın avukat tutmak için parası yoksa, savunmasını ilke olarak kendisi yapmak durumundadır. Çünkü bu gibi durumlarda, yukarıda­ki hükme göre parası olmayan sanığa, ancak adaletin selâmeti gerektiriyorsa avukat atanabilecektir.
Öte yandan, Sözleşme, sadece bir cürümle itham edilen kişilerin avukatın yardımından yararlanma hakkını güvence altına almıştır. Bu durumda dahi, avukat ücretini ödeyecek malî imkânlardan yoksun olması ve adaletin selâme­tinin de avukat atanmasını gerektirmesi gibi iki ön koşulun daha gerçekleşmesi gerekir. Sözleşme ancak bu şartlar altında bir avukat güvencesi sağladığı için, bu şartları taşımayan birisinin talebinin reddedilmesi, Sözleşmenin ihlâli olarak nite­lendirilemez.
Nitekim Komisyon ve Mahkeme içtihatlarında, avukat tutamayacak durum­da olan yoksul sanıklara sadece ağır suçlarda avukat atanması zorunlu kabul edilmekte ve aksine davranış Sözleşmeyi ihlâl olarak nitelendirilmektedir. Örneğin AİHM, Granger davasına ilişkin kararında İngiltere hükümetinin Sözleşmenin 6 (3) (c) maddesini ihlâl ettiğini kabul etmiştir. Olayda, avukat tuta­cak malî imkânlardan yoksun olan sanık, mahkemeden kendisine bir avukat atan­masını talep etmiştir. Adlî yardım komitesinin, kanun yoluna başvurulması halinde kazanma şansı olmadığı doğrultusundaki raporu üzerine, mahkeme sanığın talebini reddetmiş ve kendisini 5 yıl hapse mahkûm etmiştir. Karara iti­raz eden sanık, istinaf mahkemesinde de ağır ve karmaşık ithamlara karşı ken­disini savunamamış ve karar onaylanmıştır. AİHM, davanın sanığa bir avukat tutulmasını gerektirecek önem ve ağırlıkta olmasına rağmen talebinin ilk derece mahkemesince reddedilmesini ve bu red kararının istinaf mahkemesince de göz­den geçirilmeyerek sanığın savunmasız bırakılmasını Sözleşmeye aykırı bulmuş­tur.
Aynı şekilde, Komisyon da, Q-İsviçre olayında Sözleşmenin 6 (3) (c) mad­desinin ihlâl edildiğini tespit etmiştir. Davada, yapılan hazırlık soruşturması sonunda tek bir duruşma yapılmış ve duruşmada sanık kendisine avukat atan­masını talep etmiştir. Mahkeme başkanı, savunma gereklerinin bir avukat atan­masını haklı göstermediği ve davada özel güçlükler bulunmadığı gerekçesiyle talebi reddetmiş ve 25 dakikalık bir duruşma sonunda sanık mahkûm edilmiştir. Komisyon, yoksul olan sanığın talebine rağmen, ilk soruşturmada kendisine avukat atanmayarak savunma delillerinin yeterince toplanmamasını ve son soruş­turma sırasında da talebinin yeniden reddedilerek kısa bir duruşma sonucu ken­disinin mahkûm edilmesini, Sözleşmenin 6 (3) (c) maddesi hükmü anlamında savunma hakkının ve adil yargılama ilkesinin ihlâli olarak nitelendirmiştir.
Avukat tutacak malî imkândan yoksun olan sanığa, hangi durumlarda mahke­mece avukat atanması gerektiği. Amerika Birleşik Devletleri uygulamasında da büyük tartışmalara neden olmuştur. A.B.D. Anayasasının 6. maddesinde, bütün ceza davalarında sanığın, savunması için bir avukatın hukukî yardımından yarar­lanma hakkı olduğu öngörülmüştür. A.B.D. Yüksek Mahkemesi, 1942’de Betts v. Brady davasında, bütün cürüm davalarında, yoksul olan sanığa mahkemece avukat atanmasına ilişkin Anayasanın söz konusu hükmüne rağmen, “özel durumlar” (special cricumstances) başlığı altında bir ilke benimsemiştir. Buna göre, yoksul olan bir sanık, cürüm işlemekle itham edilmedikçe veya kendisine avukat atanmaması halinde davada savunmasız kalacağını kanıtlayamadıkça, mahkemeden kendisine ücretsiz avukat atanmasını talep edemez. Yüksek Mah­kemenin bu kararı üzerine, yerel mahkemeler, yoksul ve haklı oldukları halde, birçok sanığın avukat atanması talebini reddetmiş ve kendilerini savunmasız bırakmıştır. Yüksek Mahkeme, 18 Mart 1963 tarihinde Gidoen davası dolayısıy­la bu görüşünü değiştirmiş ve hiçbir şart aramaksızın, cürüm işleyen ve yoksul olan bütün sanıklara mahkemece ücretsiz avukat atanması gerektiğini kabul etmiştir. Bazı eyaletlerde, yerel mahkemeler bu hakkı kabahat işleyen sanıklara da teşmil etmekle beraber, Yüksek Mahkeme bu konuda henüz herhangi bir tavır takınmamıştır.
Sözleşme, avukatın adlî yardımından yararlanma hakkını güvence altına al­dığından, yetkili makamın öngörülen şartları taşıyan bir sanığa sadece avukatı atamakla yetinmesi yeterli değildir. AİHM’nin, Daud-Portekiz davasında belirt­tiği gibi, Sözleşme avukat atanma hakkını değil, onun yardımından etkin bir şekilde yararlanma hakkını sağladığı için, atanan avukatın savunma için bilfiil sanığın yanında yer alınası zorunludur. Bununla beraber, devlet, bu şekilde atanan bir avukatın meslekî yeteneksizliklerinden de sorumlu tutulamaz.
Komisyon, avukatın yardımından yararlanma hakkının kanun yolları da dahil ceza yargısının bütün aşamalarını kapsadığı görüşündedir. Aynı şekilde AİHM de, Imbrioscia davasında avukatın adlî yardımından yararlanma hakkının, hazırlık soruşturması da dahil, ceza yargılamasının bütün aşamalarını kapsadığını ve âkit devletlerin hukuk sistemlerinde bu hakkın kullanılmasını güvence altına almak zorunda olduklarını belirtmiştir. Mahkeme somut olayda Sözleşmeye ay­kırılık görmemiştir. Komisyonun Pekelli olayıyla ilgili kararı, bu haktan kanun yollarına başvurma durumunda da yararlanılabileceğini açıklık(a ortaya koymuş­tur. Olayda, Almanya’da yaşayan Türk vatandaşı Lütfü Pekelli ilk derece mah­kemesince hapis cezasına çarptırılmıştır. Adı geçen, Federal Yargıtay’a başvur­muş ve avukatı da temyiz dilekçesini hazırlamıştır. Avukatın, sanığın resmî savunucusu olarak atanma talebi Federal Mahkemece reddedilmiş ve temyiz in­celemesi sanık ve avukatının yokluğunda yapılarak ceza onaylanmıştır. Komis­yon, avukattan yararlanma hakkının kanun yollarına başvurulması halinde de güvence altına alındığından bahisle, şikâyetçinin bu haktan yoksun bırakıl­masının, Sözleşmenin 6 (3) (c) maddesiyle bağdaşmadığını kararlaştırmıştır.
Komisyon, İngiltere’yle ilgili diğer 2 olayda da bu görüşünü sürdürmüştür. Boner olayında, silahlı gasp suçundan mahkûm olan şikâyetçi karara karşı isti­naf yoluna başvurmuş ve İskoçya adlî yardım bürosundan avukat talebinde bulunmuştur. Bu talebi, istinaf için yeterli sebep bulunmadığı gerekçesiyle red­dedilmiştir. Sonuçta şikâyetçi avukattan yoksun olarak istinaf mahkemesindeki, savcının da hazır bulunduğu duruşmaya katılarak kendisini savunmuşsa da, karar onaylanmıştır. Diğer olayda ise, sanıklara ilk derece mahkemesinde avukat atandığı halde, istinaf mahkemesindeki avukat istekleri aynı gerekçeyle reddedilmiştir. Komisyon her iki olayda da Sözleşmenin 6 (3) (c) maddesine aykırılık tespit ederek raporunu AİHM’ne havale etmiştir.
Komisyon ve Mahkeme, suçla itham edilen kişiye, mahkemede avukatının yanında hazır bulunarak kendisini savunma fırsatı verilmesi konusu üzerinde özellikle durmaktadır. İtalya ile ilgili F.C.B. olayında adres bırakmadan ülkeyi terkeden şikâyetçi, duruşmada hazır bulunamamıştır. Davaya bakan Milano Ceza Mahkemesi, başka kaynaklardan, adı geçenin Hollanda’da tutuklu olduğunu öğrenmesine rağmen, davayı tatil etmemiş ve kendisini gıyabında 24 yıl hapse mahkûm etmiştir. Adı geçenin temyiz talebi de reddedilmiştir. AİHM, şikâyetçi duruşmada hazır bulunarak kendisini savunmak hakkından açık ve anlaşılır bir şekilde vazgeçmedikçe, gıyabında yargılama yapılarak hüküm verilmesinin, Sözleşmenin 6 (3) (c) maddesine aykırı olduğuna karar vermiştir. Mahkeme, keza İtalya ile ilgili Colozza olayında da aynı kararı vermiş, avukatın duruşma­da, özellikle ağır cezalık davalarda, sanığı tam anlamıyla temsil edemeyeceğini, sanığın kendisi duruşmada hazır bulunma hakkından vazgeçtiğini kesin bir şe­kilde bildirmedikçe, avukatı hazır olsa dahi gıyabında karar verilemeyeceğini belirtmiştir.
AİHM, Poitrimol-Fransa olayında gıyapta yargılanma ve avukatın hukukî yardımından yararlanma konularına daha da açıklık getirmiştir. Olayda, eşinden boşanan şikâyetçi, velayetleri anneye verilen çocuklarını alarak Türkiye’ye git­miştir. Şikâyetçi hakkında tutuklama kararı çıkarıldığı için duruşmaya katıla­mamış, avukatı aracılığıyla itirazda bulunmuşsa da, itirazı reddedilmiştir. Adı geçenin temyiz mahkemesine başvurusu da, tutuklama kararına uymayan birisinin avukatına temyiz itirazı için talimat veremeyeceği ve kendisini avukat­la temsil ettiremeyeceği gerekçesiyle reddedilmiştir.
Mahkemeye göre, “davalıya, davanın usul ve esası hakkında bilgi verilmek şartıyla gıyapta ceza yargılaması bizatihi (a priori) Sözleşmeye aykırı değildir. Somut olayda ihbar şartının yerine getirilip getirilmediğini araştırmaya gerek yoktur. Çünkü davalı kendisini bir avukatla temsil ettirme iradesini beyan etmiştir. Sözleşmenin 6 (3) (c) maddesi uyarınca kendisinin buna hakkı vardır.”
“Sözleşmeye göre suç ithamı altında olan herkesin, mutlak olmasa da, ihtiyaç halinde kendisine bir avukat atanmasını talep hakkı vardır. Kişi salt duruşmada hazır bulunmadığı gerekçesiyle bu hakkından yoksun bırakılamaz. Yasa koyucu­nun haksız yere duruşmada hazır bulunmama hallerini engellemek için önlem alması hayati bir önemi haiz olmakla beraber, somut olayda olduğu gibi, bu gibi durumları ilke olarak avukat tutma hakkından yoksun bırakmakla cezalandırarak sanığın savunma hakkını elinden almak, Sözleşmeye aykırıdır.”
AİHM, bu görüşünü Belçika ile ilgili yeni bir kararında teyit ederek, bir ceza davasının istinaf mahkemesinde görülmesi aşamasında, sanığın yokluğunda avu­katının duruşmaya katılmasına izin verilmesini Sözleşmeye aykırı bulmuştur.”
AİHM’ne göre, avukatın hukukî yardımından yararlanma hakkı hiç bir şekil şartına bağlanamaz. Mahkemenin Lala-Hollanda olayına ilişkin 22.9.1994 tarih­li kararında da belirttiği gibi, avukatın savunmaya izin verilmesi için mahke­meye dilekçe vermemiş olması, savunma hakkını ortadan kaldırmaz. Savunma hakkı teorik değil, uygulamada etkin bir şekilde kullanılması gereken bir hak olduğu için, bu haktan yararlanma izin alma gibi bir takım formalitelere bağlanamâz. “Mahkeme, yargılamanın adil bir şekilde yapılmasını sağlamak ve görünüşe göre sanığı savunmak için duruşmaya gelmiş olan avukata bu fırsatı tanımak zorundadır.”
Komisyona göre de, mutlak olan avukattan yararlanma hakkı, hiç bir gerekçeyle ortadan kaldırılamaz. Örneğin, John Murray-İngiltere olayında, İrlan­da Cumhuriyet ordusu (IRA) mensubu olan şikâyetçi, polisin yapacağı terörle ilgili operasyonlara zarar verebileceği endişesiyle 48 saat süreyle avukatıyla görüştürülmemiştir. Şikâyetçi avukatı hazır bulunmadan ifade vermeyi reddetmiş ve yapılan yargılama sonucu, sorgulamadaki engelleyici tutumu da göz önüne alınarak 8 yıl hapis cezasına mahkûm edilmiştir. Komisyon Sözleşmenin 6 (3) (c) maddesinin ihlâl edildiğini tespit etmiştir: Daha sonra davayı inceleyen mahkeme de aynı sonuca varmıştır.”
Sanığın avukattan yararlanma hakkı mutlak olmakla beraber, devlet bu hakkın kullanılmasının sınırlarını çizerek avukatların mahkemelerde meslekleri­ni nasıl icra edeceklerini serbestçe düzenleyebilir ve bazı durumlarda da kısıtla­malar koyabilir. Örneğin, sanığın savunmasının 3 avukatla sınırlandırılması, sanığın mensup olduğu suç örgütlerini destekledikleri doğrultusunda kuvvetli şüpheler bulunan bazı avukatların duruşmaya kabul edilmemesi gibi bazı uygu­lamalar, Sözleşmeye uygun bulunmuştur. AİHM, Stanford-İngiltere davasın­da, 6 tehlikeli bir suçlu olan sanığın duruşmada önü cam olan bir kabinde tutul­duğu için duruşmayı izleyemediği, tanıkları duyamadığı ve avukatıyla görüşemediği konularındaki şikâyetlerini ciddi bulmamıştır. Aynı şekilde, Tripodi-İtalya davasında mazereti dolayısıyla temyiz incelemesine bizzat katılamayan bir avukatın şikâyeti geri çevrilmiştir. Mahkeme, Komisyonun aksine İtalyan Temyiz Mahkemesinde işin esasına değil hukukun uygulanmasına ilişkin inceleme yapıldığı, şikâyetçi avukatın taleplerini yazılı olarak yapabile­ceği veya yerine birisini göndermek mümkünken bunu yapmadığı ve dolayısıyla olayda kendi kusurlu olduğuna işaretle, Sözleşmeye herhangi bir aykırılık görmemiştir.
Ancak, bu tür uygulamalar makul gerekçelere dayanmalıdır. İsviçre adlî makamları, avukatın şahsından kaynaklandığını iddia ettiği bazı sakıncalar nedeniyle, hazırlık soruşturması sırasında tutuklu bulunan sanığın, 7 ay süreyle avukatıyla temasa geçmesini engellemişlerdir. AİHM, demokratik bir toplumda savunma hakkının adil yargılanma hakkının en önemli unsuru olduğunu vurgula­yarak, makul gerekçeden yoksun olan bu uygulamanın, Sözleşmenin 6 (3) (c) maddesine aykırı olduğuna karar vermiştir.”
Ülkemizde, CMUK’nda değişiklik yapan, 18.11.1992 tarih ve 3842 Sayılı Kanunun yürürlüğe girmesinden önceki uygulamada, yakalanan kişi, Polis makamlarınca ifade alınması ve Cumhuriyet Savcılığınca yapılan hazırlık soruş­turması aşamasında hiçbir şekilde avukatıyla görüştürülmemiştir. Yakalanan kişinin tutuklama talebiyle hâkim önüne çıkarıldığı ve sorgusunun yapıldığı sıra­da da kendisinin avukatıyla görüşmesine izin verilmemiştir.
Mevzuatımızda açıkça yasaklanmamış olmasına ve hatta bunu mümkün kıla­bilecek hükümler bulunmasına rağmen, gözaltına alınan sanığın tutuklanmadan önce ve sorgusu sırasında avukatıyla görüşmesine engel olunması, yurt içinde ve yurt dışında birçok şikâyetlere neden olmuştur.
Bu şikâyetler genelde, bu tür uygulamanın insan haklarına ilişkin milletler­arası sözleşmelere aykırı olduğu, savunma hakkının ihlâl edildiği, gözaltına alı­nan kişinin ifadesinin baskı ve işkence altında alındığı konuları üzerinde yoğun­laşmıştır. Nitekim, Yargıtay bu şekilde alınan ifadelerin tek başına sanık aleyhine delil olarak kabul edilemeyeceği gerekçesiyle beraat kararları vermiş ve dolayısıyla gizli yapılan soruşturma uygulamada hiç bir yarar sağlamamıştır.
Uygulamanın bu doğrultuda sürüp gitmesi ve şikâyetlerin artması üzerine, Başbakanlığın tahriki ile Adalet Bakanlığınca teşkilata bir genelge gön­derilerek,mevcut mevzuat çerçevesinde sanığın avukatıyla görüşmesinin sağ­lanması istenmiştir. Ancak, söz konusu genelgenin umulan yararı sağlamaması üzerine ikinci bir genelge çıkarılarak, Cumhuriyet Savcılıklarından sanığın avukatı ile görüştürülmesi konusunda gereken titizliğin gösterilmesi istenmişse de, bu alanda bir türlü istikrarlı bir uygulama sağlanamamıştır.
Bunun üzerine, konunun açık kanun hükümleriyle düzenlenmesinin daha uygun olacağı düşünülmüş ve CMUK’da söz konusu değişiklik yapılmıştır. Kanunun 144. Maddesinde yapılan değişiklikle, yeni düzenlemeye göre “yakalanan veya tutuklu bulunan kişi vekaletname aranmaksızın müdafii ile her zaman görüşebilir.” Ayrıca,kanunun 136. maddesinde bir veya birden fazla avukatın yardımından yararlanma hakkı tanınmış ve 138. maddesinde de, avukat tutacak malî imkânlardan yoksun olanlara baroca bir avukat atanması imkânı sağlanmıştır. Bunun tek istisnası, 4229 Sayılı Kanun uyarınca Devlet Güvenlik Mahkemelerinin görev alanına giren suçlardır. Bu suçlarda avukatla görüşmeye 4 günlük bir yasak öngörülmüştür.
Yeni düzenlemede, zabıtadaki gözaltı aşamasından başlayarak ve cürüm kabahat ayırımı yapılmadan, bir suçla itham edilen bütün sanıklara avukat seçme hakkı tanınmıştır. Söz konusu düzenleme, milletlerarası standartlardan iki konu­da ayrılmaktadır. Milletlerarası Sözleşmelerde sanığın ilke olarak avukatını ken­disi tutması, ancak yeterli malî kaynaktan yoksun olması halinde, avukatın ücret­siz olarak mahkemece atanması öngörülmüştür.
Şüphesiz, sosyal bir hukuk devletinde, varlıklılar ve yoksullar için ayrı ayrı adalet standartları uygulanması düşünülemez. Böyle bir durum, yargı erkinin yararlarından yalnızca bedelini ödeyebilenlerin yararlanacağı duygusunu doğu­rur ki,”z bunu hiç bir şekilde hak ve adalet ilkesiyle bağdaştırmak mümkün değildir. Bu nedenle, kendilerini savunmada yetersiz kaldıkları, uygulamada bütün çıplaklığıyla ortaya çıkan yoksul ve cahil sanıkların savunmaları için mahkemece kendilerine ücretsiz avukat atanması, kanun önünde eşitlik ve sosyal adalet ilkesinin doğal bir sonucudur. Bu bakımdan kanunda öngörülen düzen­leme yaklaşım açısından adil ve nisbetli olmakla beraber, bu hakkın varlıklı sanıklara da teşmil edilmesi, uygulamada gerçekleştirilmesi güç ve devlet bütçe­sine büyük bir yük getirecek bir projedir. Dolayısıyla, bu konuda milletlerarası standartların ötesine geçilmeyerek, varlıklıların avukatlarını kendi imkanlarıyla tutması ve yoksul sanıklara da, mahkemece mutlaka bir avukat atanması, ülke­miz şartlarına daha uygun düşerdi.
Yeni düzenlemeyle milletlerarası Sözleşmelerdeki metinler arasındaki diğer farklılık, kanunda sanığın itham edildiği suçun niteliği açısından hiçbir ayırım gözetmeden kendisine avukat atanması imkanı öngörüldüğü halde, Sözleşmeler­de suçun ağırlığının atamada ölçü olarak kabul edilmiş olmasıdır. Gerçekten, B.M. Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesinin konuya ilişkin 14 (3) maddesinde, sanığa ücretsiz avukat atanması için, yoksulluğu yanında, bir “cürüm ithamı” (criminal charge) ve “adaletin selametinin gerektirmesi” (where the interests of Justice so require) şartları; aynı şekilde AİHS’nin 6 (3) (c) maddesinde de, “cürüm” (criminal offence) ve “adaletin selametinin gerektirmesi”, şartları aran­maktadır. Her iki Sözleşmenin uygulanmasının denetim mekanizmaları olan, BM İnsan Hakları Komisyonu ile AİH Komisyonu ve Mahkemesi de uygulamada bu şartları aramakta ve yalnız cürümlerde (capital cases) ve adaletin selametinin gerektirdiği, yani sanığa avukat atanmaması halinde savunmasız kalacağı ve hak­sızlığa uğrayabileceği durumlarda, atamanın yapılmamasını Sözleşmenin ihlâli olarak nitelendirmektedir. Keza A.B.D.’ndeki uygulamada da ağır cürüm (felony) ve kabahat (misdemeanor) ayırımı yapılmakta ve sadece ciddi cürüm ithamı al­tındaki yoksul sanıklara ücretsiz avukat atanmaktadır.
Türkiye açısından da, söz konusu kanunda bu tür bir ayırımın göz önüne alın­ması, konuya ilişkin milletlerarası standartlara uygun düşeceği gibi, ilgili çev­releri ve devlet hazinesini büyük bir yükten kurtaracaktır. Bu konuda, örneğin milletlerarası sözleşmelerde olduğu gibi cürüm ve kabahat açısından bir ayırımı yapılarak, cürüm işleyen sanıklara ücretsiz avukat atanabileceği gibi, mah­kemelerin görev alanı bakımından şeklî ayırım yapılarak, sadece ağır ceza mah­kemelerinde yargılanan sanıklar açısından bu imkan öngörülebilir; yeterli görül­mediği takdirde asliye ceza mahkemelerinin görev alanına giren suçlar da buna eklenebilir. Ayrıca, Sözleşmelerde öngörülen, “adaletin selametinin gerektir­mesi” gibi, geniş yorumlamaya açık bir ilke de benimsendiği takdirde, hâkimin eline, kabahat suçları da dahil, hakkaniyet ve adaletin gerektirdiği bütün durum­larda her sanığa ücretsiz avukat atama imkanı verilmiş olur.
5. Tanıkların Dinlenmesi ve Sorguya Çekilmesi
Sözleşmenin 6 (3) (d) maddesine göre sanık, “iddia tanıklarını sorguya çek­mek veya çektirmek, savunma tanıklarının da iddia tanıklarıyla aynı şartlar altın­da çağrılmasının ve dinlenmesinin sağlanmasını istemek” hakkına sahiptir.
Bu hüküm sanığa, tanıkların dinlenmesi konusunda mutlak bir hak sağlamak­tadır. Tanıkların davet edilmesi ve dinlenmesi şartlarını Sözleşmeye taraf olan devletlerin iç hukukları belirler, Özellikle olayla ilgili olmayan tanıkların davet edilmesi talebi adlî makamlarca reddedilebilir. Bu nedenle, bu hükme dayanmak isteyen sanık. tanıklarının davet edilmesinin zorunlu olduğu, onların ifadesine başvurmaksızın gerçeğin ortaya çıkamayacağı ve dolayısıyla adaletin tecelli ede­meyeceği konusunda adlî makamlarda kanaat uyandırmalıdır.
Tanıkların aynı şartlar altında davet edilmesini talep etme hakkı, adil yar­gılanma kavramı çerçevesinde, silahların eşitliği ilkesinin (equality of arms) doğal bir sonucudur. Amaç, iddia makamı ve savunmayı, tanıkların davet edil­mesi ve dinlenmesi açısından, aynı düzeyde ve eşit şartlar altında karşı karşıya getirmektir. Avusturya ile ilgili Bonisch olayında şikâyetçi, bu ilkenin ihlâl edil­diğini öne sürmüştür. Olayda, Avusturya Gıda Kontrol Enstitüsünün bir raporuna dayanılarak sanık hakkında ceza davası açılmıştır. Mahkeme, raporu veren ens­titü uzmanını bilirkişi atayarak kararını vermiştir. Komisyon, Sözleşmenin uy­gulanması açısından tanık ve bilirkişi arasında bir fark olmadığına, dava açısın­dan her ikisinin işlevinin de aynı olduğuna işaretle, Sözleşmenin 6 (3) (d) mad­desinin ihlâl edildiğini tespit etmiştir. Komisyon kararı daha sonra AİHM tarafın­dan da doğrulanmıştır.
Sözleşmenin anılan hükmü, savunmaya yalnız tanıkların davet edilmesi açısından değil, iddia tanıklarının sorguya çekilmesi açısından da eşit haklar tanımaktadır. Savunmaya, iddia tanıklarını, ya başlangıçtaki ifadeleri sırasında veya davanın sonraki aşamalarında sorguya çekme fırsatı verilmelidir. Örneğin, Unterpertinger olayında, Avusturya mahkemesinin şikâyetçiyi iki tanığın poliste alınan ifadelerine dayanarak mahkûm etmesi Sözleşmeye aykırı bulunmuştur. Olayda, sanığın eşi ve üvey kızı poliste sanık aleyhinde ifade vermişler ve tanık­lıktan çekinme haklarını kullanarak mahkemeye çıkmayı reddettiklerinden, sanık kendilerini sorguya çektirmek hakkından yoksun kalmıştır.
Keza, Barbera, Messegue ve Jabardo-İspanya davasında, AİHM’nin tespitine göre, “cinayetle itham edilen bir teröristin çok kısa bir sürede yargılanarak ağır bir cezaya çarptırılması, sanığın çok uzak olan cezaevinden duruşmaya gecikmeli olarak getirilmesi, mahkeme başkanının duruşmadan çok kısa bir süre önce değiştirilmiş olması ve her şeyden önce delillerin çok önemli bir bölümünün açık duruşmada sanık huzurunda tartışılmamış olması hususları birlikte değerlendiril­diğinde, söz konusu yargılamanın 6. madde anlamından adil olduğunu ifade et­mek mümkün değildir.”
Aynı şekilde, Kostovski davasında, Hollanda mahkemesinin şikâyetçiyi, kim­likleri gizli tutularak savunmaya verilmeyen iki tanığın ifadesine dayanarak silah­lı soygun suçundan mahkûm etmesini, AİHM Sözleşmenin 6 (3) (d) maddesine aykırı bulmuştur. Mahkemenin kökleşmiş içtihadına göre sanık aleyhindeki bütün deliller, sanığın da hazır bulunduğu açık duruşmada, kendisine tanığı din­leme ve soru sorma hakkı da tanınarak getirilmelidir. Örneğin, Delta davasında, şikâyetçinin sadece kendi itiraflarına ve bir arkadaşının poliste verdiği ifadeye; Saidi davasında, polis soruşturmasında alınan ifadelere; Windisch davasında, anonim iki tanığın polisçe alınan ifadelerine dayanılarak ve tanıklar duruşmada dinlenilmeden mahkûm edilmeleri, Sözleşmenin 6 (3) (d) maddesine aykırı bulun­muştur. AİHM’ne göre, sanık aleyhindeki deliller kural olarak kendisinin huzurun­da ve açık duruşmada ortaya konulmalı ve sanığa da bunlara karşı savunma hak­kı tanınmalıdır. Bununla beraber, duruşmadan önce polis sorgusu sırasında elde edilen dillerin kullanılması, savunma hakkına saygı göstermek şartıyla Sözleş­meye aykırı değildir. Ancak bu durumda savunmaya da kendisini savunacak uy­gun fırsat verilmesi ve iddiaya karşı diyecek(erinin sorulması zorunludur.
Sanık ilke olarak aleyhindeki tanıkların dinlenmesi sırasında bulunma hak­kına sahip olmakla beraber Komisyon, bazı durumlarda, avukatı hazır bulunmak şartıyla sanığın duruşmadan çıkarılabileceğini kabul etmektedir. Örneğin, Danimarka hukukuna göre, tanıkları tehdit eden sanığın mahkeme salonundan çıkarılması mümkündür. Komisyon, bu hükme dayanılarak sanığın salondan çıkarılmasında Sözleşmeye aykırılık görmemiştir. Olayda, güvenlik nedeniyle tanıkların kimlikleri de sanığa açıklanmamış, sadece avukatına bilgi verilmiştir.
Türk CMUK’nun konuyu düzenleyiş tarzı, Sözleşmenin 6 (3) (d) fıkrasıyla uyum halindedir. Kanunun 215. maddesine göre, sanık savunma tanıklarını bir­likte getirebileceği gibi, mahkemeye de davet ettirebilir. Kanun ayrıca, sanığın, iddia makamının tanıkları hakkında bilgilendirilmesini de öngörmüştür. Buna göre, iddia makamı davet edeceği tanıkların isim ve adreslerini zamanında sanığa bildirmek zorundadır. Keza, 217. maddeye göre mahkeme, tanık veya bilirkişinin dinleneceği günü, Cumhuriyet Savcısına, sanık ve müdafiine bildirecektir. CMUK’nda öngörülen iddia ve savunmanın eşitliğini sağlamaya yönelik bu hükümler gereği gibi işletildiği takdirde, Sözleşmenin öngördüğü güvencelerin Türk uygulamasında da gerçekleştirileceğinde kuşku yoktur.
6. Ücretsiz tercüman hakkı
Sözleşmenin 6. maddesinde yer alan son hüküm, mahkemede kullanılan dili anlamadığı veya konuşamadığı takdirde, sanığa tanınan, ücretsiz tercüman isteme hakkıdır.
Sanığın mahkemede konuşulan dili anlayamaması sağırlık ve dilsizlik gibi eksikliklerden de kaynaklanabilir. Bu gibi durumlarda da sanık ücretsiz olarak bir tercümanın yardımından yararlandırılmalıdır. Dil eksikliğinin hangi düzeyde bir tercüman atamasını gerektireceği somut olayın özelliklerine bağlıdır. Genel olarak, sanığın kendi yeteneğiyle veya bir tercümanın yardımıyla davayı anlayıp izleyecek bir konumda olması, adil yargılanma hakkının bir gereği kabul edilmektedir.
Bu hükümden en fazla mahkeme dilini anlamayan yabancıların yararlanması doğaldır. Nitekim, yabancı ülkelerde, özellikle Almanya’da yaşayan Türk vatan­daşları bu hükümden büyük ölçüde yararlanmışlardır. Komisyon, İngiliz, Cezayir ve Türk vatandaşları olan Luedicke, Belkacem ve Koç olayında, Alman hüküme­tinin söz konusu hükmü ihlâl ettiğini tespitle, adı geçenlerden tahsil edilen tercü­man ücretlerinin iadesine karar vermiştir. Daha sonra olayı inceleyen AİHM, mahkemede konuşulan dili konuşup anlayamayan herkese ücretsiz bir tercüman atanması gerektiğini, tercüman ücretinin sonradan ilgililerden talep edilemeye­ceğini belirtmiştir. Mahkemeye göre bu hak, yalnız duruşmalardaki sözlü çeviriyi değil, kanun yolları da dahil, davanın bütün aşamalarında kişinin adil bir şekilde yargılanmasının sağlanması için davayla ilgili önemli belgelerin çevrilmesini de kapsar. Bu belgelere mahkeme kararları da dahildir.
Aynı şekilde, Türk vatandaşları Akdoğan ve Zengin, Almanya’da yargılan­dıkları Heilbronn Bölge Mahkemesinin tercüman ücretlerinin ödenmesi talebiy­le karşı(aşmışlardır. Komisyon, her iki olayda da yapılan uygulamanın, Sözleş­menin 6 (3) (e) maddesine aykırı olduğuna karar vermiş ve düzenlediği raporu Bakanlar Komitesine intikal ettirmiştir. Sonuç olarak, Alman Hükümeti 15 Haziran 1989 tarihli kanunla CMUK’nda değişiklik yapmak zorunda kalmıştır. Yeni düzenlemeye göre, Düzene Aykırılık Kanunu (Ordnungswidrigkeitsgesetz) çerçevesinde görülen ceza davalarında, Almanca anlamayan sanıklardan, gerek­siz yere tercüme masrafı yapılmasına kendi hata ve kusurlarıyla sebebiyet ver­medikçe, tercüman ücreti alınmayacaktır.
AİHM, Kamasinski olayına ilişkin 19 Aralık 1989 tarihli Kararında, ter­cüman yardımının kapsamına açıklık getirmiştir. Olayda A.B.D. vatandaşı Kamasinski, Avusturya mahkemelerince yargılanarak, 18 ay hapis ve para ceza­sına mahkûm edilmiş ve mahkemede konuşulan dili anlamadığı gerekçesiyle Komisyona başvurmuştur. Komisyon, şikâyetçinin tercüman yardımından yeterince yararlandığından bahisle, Sözleşmeye herhangi bir aykırılık görmemiş ve raporunu AİHM’ne intikal ettirmiştir. Mahkeme, tercümanın yardımından üc­retsiz olarak yararlanma hakkının yalnız duruşmalardaki sözlü beyanları değil, duruşma öncesi ve mahkeme aşamasındaki bütün belgesel malzemeyi kapsadığı doğrultusundaki eski görüşünü tekrarladıktan sonra, Sözleşmenin 6 (3) (e) mad­desinin, mutlaka bütün yazılı delil ve diğer belgelerin yazılı olarak çevirtilmesini gerektirmediğini, sanığa yapılan çeviri yardımının, “aleyhindeki dava hakkında bilgilendirilerek kendisini savunmasına imkân sağlamaktan ibaret” olduğunu belirtmiştir. Mahkeme, somut olayda mahkeme kararının yazılı olarak çevirtil­memesine rağmen, muhtevasının şikâyetçiye sözlü olarak İngilizce açıklanmasını ve kendisine yapılan diğer çevirileri yeterli bulmuş ve Sözleşmeye ay­kırılık tespit etmemiştir.
Dava taraflarının mahkeme dilini anlamalarına rağmen, sırf gösteri ve propaganda amacıyla tercümandan yararlanma hakkını kötüye kullanmaları söz konusu olabilir. Örneğin, Mehdi Zana-Türkiye Davasında, adı geçen Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesinin istinabe talebi üzerine, çıkarıldığı Aydın Ağır Ceza Mahkemesindeki 20 Haziran 1990 tarihindeki duruşmada Türkçe konuşma­yı reddetmiş ve savunmasını ana dilinde Kürtçe olarak yapmak istediğini bildir­miştir. Mahkeme, bu tutumunda ısrar ettiği takdirde, savunma hakkından vazgeç­miş sayılacağını kendisine ihtar etmiştir. Ancak kendisi Kürtçe konuşmaya de­vam ettiğinden, mahkeme savunma hakkından vazgeçtiğini tutanağa geçirmiştir. AİHM’ne göre:
“Hükümetin iddiasının aksine, başvuranın Aydın Ceza Mahkemesinde usuli itirazlarda bulunması ve mahkemeye Kürtçe yanıt vermek istemesi hiç bir biçimde, açıkça savunma hakkından ve Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi önüne çıkmaktan vazgeçtiğini göstermez. Sözleşmede garanti altına alınan bir hakkın kullanılmasından vazgeçilmesi, bunun açıkça söylen­mesiyle mümkün olabilir.”
Mahkeme bu gerekçeyle savunma hakkına yapılan böyle bir müdahalenin, Sözleşmenin 6 (1) ve 3 (c) maddelerine aykırı olduğu sonucuna varmıştır.
Ne var ki, AİHM geçmişteki kararlarında bu tür girişimlere karşı hiç bir anlayış ve müsamaha göstermemiştir. Örneğin, Fransa’daki ayrılıkçı etnik grup Brötan’ların Fransızca’yı yeterince anlamalarına rağmen, Fransız mahkemeleri önünde Brötanca tercüman talep etmelerinin karşılanmaması üzerine yapılan başvurular, AİHM’nce kategorik olarak geri çevrilmiştir. Mahkemenin kesin­leşmiş içtihadına göre, akit devletler resmî dilleri dışındaki bir dilde yargılama yapmakla yükümlü değildir.
Kanımızca Mahkeme içtihadında herhangi bir değişiklik olmamıştır. Zana davasında Sözleşmenin 6, (3) (e) maddesinin değil, dil konusunda bir değerlendirme yapılmaksızın, savunma hakkına ilişkin 6 (3) (c) maddesinin ihlâl edildiğinin tespit edilmiş olması, bu görüşümüzü doğrulamaktadır.
Adil yargılanma hakkı ve adalet duygusu, mahkemede konuşulan dili anla­mayan kişiler mutlaka bir tercümanın yardımı gerektirir. Bu nedenledir ki, özellikle Kürt kökenli olupta Türkçe bilmeyen vatandaşlarımızın Güneydoğu Anadolu’daki davalarının çoğu, daha AİHS hiç ortada yokken bile, ücretsiz olarak Kürtçe bilen tercümanlar aracılığıyla görülmüştür. Bu uygulama gönümüzde de sürdürülmektedir. Ancak, zaman zaman bazı militanların Türkçe bildikleri halde, ısrarla Kürtçe konuşarak, bu hakkı kötüye kullandıkları gözlenmektedir. Belirli amaçlarını gerçekleştirmek için gösteri ve propagandaya yönelik bu girişimlerin bizzat AİHS’nin 17. maddesine aykırı olduğunda ve Sözleşme çerçevesinde korunamayacağında kuşku yoktur.


VII. SUÇ VE CEZALARIN KANUNİLİĞİ İLKESİ

Sözleşmenin 7. maddesi aşağıdaki hükmü ihtiva etmektedir:
“Madde 7.1 Hiç kimse işlediği zaman ulusal veya uluslararası hukuka göre bir suç sayılmayan bir fiil veya ihmâlden dolayı mahkum edilemez. Yine hiç kimseye, suçun işlendiği sırada uygulanabilecek olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez.
Bu madde, işlendiği zaman uygar uluslar tarafından tanınan genel hukuk ilkele­rine göre suç sayılan bir fiil veya ihmâlden suçlanan bir kimsenin yargılanmasına ve cezalandırılmasına engel değildir.”
Bu hükmün 1. fıkrası, ceza hukukunun temelini oluşturan, kanunsuz suç veya ceza olmaz ( nulla poena sine lege) ilkesini tekrarlayarak, işlendiği zaman kanunda suç olarak nitelendirilmemiş bir eylem dolayısıyla kişinin cezalandırıl­masını engellemektedir. Diğer bir ifadeyle, kişiyi bir eylemden dolayı sorumlu tutabilmek için, davranışının işlendiği tarihte yürürlükte olan kanunlara göre suç sayılmış olması zorunludur. Hüküm ayrıca, ceza kanunlarının genişletici bir şek­ilde yorumlanarak kıyas yoluyla kanunda açık olarak belirlenmemiş benzer olay­lara uygulanmasını da yasaklamaktadır.
Maddenin 1. fıkrasının ikinci cümlesinde, ceza hukukunun, ceza kanun­larının geriye yürüyemeyeceği (non retroactivity) şeklindeki diğer önemli bir ilkesine yer verilmiştir. Buna göre, sanığa suçu işlediği sırada uygulanabilecek olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez. Örneğin, bir sanığın, kanundaki ceza­sı azami 3 yıl olan bir suçu işlemesi ve suçun kanunun değiştirilmesinden sonra ortaya çıkarılarak kovuşturma konusu yapılması halinde, yeni kanunda öngörülen daha yüksek ceza kendisine uygulanamaz.
Maddenin 2. fıkrasında ise, ceza kanunlarının geriye yürümesi yasağına bir istisna getirilerek, bu ilkenin, işlendiği zaman “uygar uluslar tarafından tanınan genel hukuk ilkelerine göre” suç sayılan eylemlerin kovuşturulmasına engel teş­kil etmeyeceği belirtilmiştir. Sözleşmenin hazırlık çalışmalarından anlaşıldığına göre, bu hükmün amacı, II. Dünya Savaşı sırasında işlenmiş olan savaş suçlarının faillerini yargılayabilmek için, sonradan çıkarılan kanunları saklı tutmaktır.” Nitekim, savaştan sonra kurulan Nürnberg ve Tokyo Uluslararası Mahkemeleri, savaş suçlularını sonradan kabul edilen bu tür kanunlara dayanarak yargılamış­
f) “ADİ YARGILANMA HAKKI”NA İLIŞKİN OLARAK ANAYASAMIZ­DA YER ALAN KURALLAR
“Adil yargılanma hakkı” na ilişkin kurallar Anayasamızın 36,37,38,138-142 ve 159. maddelerinde yer almıştır.
Madde 36 - Hak arama hürriyeti.
“Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yar­gı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma hakkına sahiptir.
“Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki davayı bakmaktan kaçınamaz”.
Madde 37- Kanuni hakim güvencesi
“Hiç kimse kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarılamaz.
“Bir kimseyi kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir mer­ci önüne çıkarma sonucunu doğuran yargı yetkisine sahip olağa­nüstü merciler kurulamaz”.
Madde 38 (fıkra 4) - Suç ve cezalara ilişkin esaslar
“Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayıla­maz.”

Madde 138 - Mahkemelerin bağımsızlığı
“Hakimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler.

“Hiçbir organ, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz.
“Görülmekte olan bir dava hakkında Yasama Meclisinde yargı yetkisinin kullanılması ile ilgili soru sorulamaz, görüşme yapılamaz veya herhangi bir beyanda bulunulamaz.
“Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiç­bir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktire­mez.”
Madde 139 - Hakimlik ve savcılık teminatı.
“Hakimler ve savcılar azlolunamaz, kendileri istemedikçe Ana­yasada gösterilen yaştan önce emekliye ayrılamaz; bir mahkeme­nin veya kadronun kaldırılması sebebiyle de olsa, aylık. ödenek ve diğer özlük haklarından yoksun kılınamaz.”
Madde 140 (fıkra 2) - Hakimlik ve savcılık mesleği.
“Hakimler, mahkemenin bağımsızlığı ve hakimlik teminatı esaslarına göre görev ifa ederler”.
Madde 141 - Duruşmaların açık ve kararların gerekçeli olması
“Mahkemelerde duruşmalar herkese açıktır. Duruşmaların bir kısmının veya tamamının kapalı yapılmasına ancak genel ahlakın veya kamu güvenliğinin kesin olarak gerekli kıldığı hallerde karar verilebilir.
“Küçüklerin yargılanması hakkında kanunla özel hükümler ko­nulur.
“Bütün mahkemelerin her türlü kararları gerekçeli olarak yazılır.
“Davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılması, yargının görevidir.”
Madde 142 - Mahkemelerin Kuruluşu
“Mahkemelerin kuruluşu, görev ve yetkileri, işleyişi, yargılama usulleri kanunla düzenlenir.”
Madde 159 (fıkra 1-4)- Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu
“Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu mahkemelerin bağımsız­lığı ve hakimlik teminatı esaslarına göre kurulur ve görev yapar.
“Kurulun Başkanı, Adalet Bakanıdır. Adalet Bakanlığı Müsteşa­rı Kurulun tabii üyesidir. Kurulun üç asıl ve üç yedek üyesi Yargıtay Genel Kurulunun, iki asıl ve iki yedek üyesi Danıştay Genel Kurulu­nun kendi üyeleri arasından, her üyelik için gösterecekleri üçer aday içinden Cumhurbaşkanınca, dört yıl için seçilir. Süresi biten üyeler yeniden seçilebilirler. Kurul seçimle gelen asıl üyeleri arasın­dan bir başkanvekili seçer.
“Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, adli ve idari yargı hakim ve savcılarını mesleğe kabul etme, atama ve nakletme, geçici yet­ki verme, yükselme ve birinci sınıfa ayırma, kadro dağıtma, meslek­te kalmaları uygun görülmeyenler hakkında karar verme, disiplin cezası verme. görevden uzaklaştırma işlemlerini yapar. Adalet Ba­kanlığının, bir mahkemenin veya bir hakimin veya savcının kadro­sunun kaldırılması veya bir mahkemenin yargı çevresinin değiştiril­mesi konusundaki tekliflerini karara bağlar. Ayrıca Anayasa ve ka­nunlarla verilen diğer görevleri yerine getirir.
“Kurul kararlarına karşı yargı mercilerine başvurulamaz”.
  Alıntı ile Cevapla
Alt 30-01-2007, 23:56   #4
Forumun Basketçisi
 
AyTeK54 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 

bilgiler için tşkler
__________________
вιzє єğℓєηмєуι уαηℓış öğяєттιℓєя çüηкü σηℓαя нιç "ραѕ¢αℓ ησυмα" ιℓє ∂ιѕ¢σуα gιтмє∂ιℓєя...
AyTeK54 Ofline   Alıntı ile Cevapla
Alt 04-02-2007, 17:19   #5
ยŦยк
 
Constantin - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 

teşekkürler
Constantin Ofline   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bu konuyu arkadaşlarınızla paylaşın


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
You may not post new threads
You may not post replies
You may not post attachments
You may not edit your posts

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-KodlarıKapalı
Trackbacks are Açık
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık




Türkiye`de Saat: 01:24 .

Powered by vBulletin® Copyright ©2000 - 2008, Jelsoft Enterprises Ltd.
SEO by vBSEO 3.3.2

Sitemiz CSS Standartlarına uygundur. Sitemiz XHTML Standartlarına uygundur

Oracle DBA | Kadife | Oracle Danışmanlık



1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147 148 149 150 151 152 153 154 155 156 157 158 159 160 161 162 163 164 165 166 167 168 169 170 171 172 173 174 175 176 177 178 179 180 181 182 183 184 185 186 187 188 189 190 191 192 193 194 195 196 197 198 199 200 201 202 203 204 205 206 207 208 209 210 211 212 213 214 215 216 217 218 219 220 221 222 223 224 225 226 227 228 229 230 231 232 233 234 235 236 237 238 239 240 241 242 243 244 245 246 247 248 249 250 251 252 253 254 255 256 257 258 259 260 261 262 263 264 265 266 267 268 269 270 271 272 273 274 275 276 277 278 279 280 281 282 283 284 285 286 287 288 289 290 291 292 293 294 295 296 297 298 299 300 301 302 303 304 305 306 307 308 309 310 311 312 313 314 315 316 317 318 319 320 321 322 323 324 325 326 327 328 329 330 331 332 333 334 335 336 337 338 339 340 341 342 343 344 345 346 347 348 349 350 351 352 353 354 355 356 357 358 359 360 361 362 363 364 365 366 367 368 369 370 371 372 373 374 375 376 377 378 379 380 381 382 383 384 385 386 387 388 389 390 391 392 393 394 395 396 397 398 399 400 401 402 403 404 405 406 407 408 409 410 411 412 413 414 415 416 417 418 419 420 421 422 423 424 425 426 427 428 429 430 431 432 433 434 435 436 437 438 439 440 441 442 443 444 445 446 447 448 449 450 451 452 453 454 455 456 457 458 459 460 461 462 463 464 465 466 467 468 469 470 471 472 473 474 475 476 477 478 479 480 481 482 483 484 485 486 487 488 489 490 491 492 493 494 495 496 497 498 499 500 501 502 503 504 505 506 507 508 509 510 511 512 513 514 515 516 517 518 519 520 521 522 523 524 525 526 527 528 529 530 531 532 533 534 535 536 537 538 539 540 541 542 543 544 545 546 547 548 549 550 551 552 553 554 555 556 557 558 559 560 561 562 563 564 565 566 567 568 569 570 571 572 573 574 575 576 577 578 579 580