|
Ana Sayfa | Kayıt ol | Yardım | Ortak Alan | Ajanda | Bugünkü Mesajlar | XML | RSS | |
26-02-2007, 14:35 | #91 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| ÇEVRENİN KORUNMASI Birleşik Devletler’de çevreyi etkileyen faaliyetlerin düzenlenmesine oldukça yakın geçmişte başlanmışsa da bu uygulama ekonomiye hükümet tarafından toplumsal bir amaçla müdahale edilmesinin iyi bir örneği olmuştur. 1960’ların başlarında Amerikalılar endüstriyel gelişmenin çevre üzerindeki etkisi konusunda giderek artan bir endişe duymaya başladılar. Sözgelimi karayollarını kullanan çok sayıda otomobilin çıkardığı egzost gazlarının büyük kentlerde görülmeye başlanan sis ve duman karışımından oluşan hava kirliliğine (smog) ve diğer çeşitli hava kirliliklerine neden olduğu açıklandı. Kirlenme, ekonomistlerin dışsallık diye adlandırdığı ve ona neden olan kuruluşun kaçınabildiği ancak tüm toplumun katlanmak zorunda bulunduğu bir bedeli temsil ediyordu. Piyasa güçleri bu gibi sorunları ele alamayınca birçok çevreci, hükümetin dünyadaki kırılgan çevresel sistemi koruma konusunda ahlaki bir yükümlülük altında olduğunu belirtip gerekirse ekonomideki büyümenin bir kısmından fedakarlık edilmesini önermeye başladılar. Kirliliği önlemek için aralarında 1963 tarihli Temiz Hava Yasası, 1972 tarihli Temiz Su Yasası ve 1974 tarihli Güvenilir İçme Suyu Yasası da bulunan birçok yasa kabul edildi. Çevreyi korumak amacıyla çalışan çok sayıda federal programı tek bir kuruluş olarak içinde toplayan ABD Çevre Koruma İdaresi’nin Aralık 1970’te kurulması çevrecilerin büyük bir başarısı olmuştur. İdare kabul edilebilir kirlenme sınırlarını belirler ve uygular; kirlenmeye yol açanların bu standardlara uymalarını sağlamak için onlara süre tanır. Bahis konusu sorumlulukların pek çoğu yeni saptandığından endüstri kuruluşlarına uyum için yeterli süre verilir ve bu süreler çok kez birkaç yıl olarak belirlenir. İdare’nin bölgesel büroları kapsamlı çevre koruma çalışmalarına yönelik bölge programları geliştirir, önerir ve onaylanan programları uygular. Derlenen veriler çevre niteliğinde büyük başarılar elde edildiğini ortaya çıkarmıştır; sözgelimi hemen hemen her tür hava kirliliğinde ülke genelinde bir azalma olmuştur. Buna karşın çok sayıda Amerikalı 1990’a gelindiğinde hava kirliliği ile savaşmaya yönelik daha çok çaba sarf edilmesi gerektiği düşünüyordu. Kongre Temiz Hava Yasası’nda önemli değişiklikler yaptı ve bu değişiklikler Başkan George Bush (1989-1993) tarafından imzalanıp yürürlüğe girdi. Ayrıca asit yağmuru diye bilinen olaya neden olan sülfür dioksit gazı yayılmasını önemli derecede azaltmak amacıyla piyasaya dayalı yenilikçi bir yöntem geliştirilmesi için yasalara hüküm konuldu. Bu tür kirliliğin özellikle Birleşik Devletler’in Doğu kesimlerinde ve Kanada’da ormanlar ve göllerde ciddi zarara yol açtığı düşünülmekteydi. | ||
|
26-02-2007, 14:35 | #92 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| BUNDAN SONRA NE OLACAK? Toplumsal düzenlemeler hakkında liberallerle muhafazakarlar arasında yaşanan görüş ayrılıkları zaman zaman diğer alanlara da yayılmakla birlikte çevre ve işyeri sağlığı ve güvenliği konularında en yoğun biçimde derinleşmektedir. Hükümet toplumsal düzenlemeleri 1970’lerde başarıyla uyguladı; bun karşılık, Cumhuriyetçi Başkan Ronald Reagan (1981-1989) 1980’lerde anılan düzenlemeleri sınırlamaya çalıştı ve bunda bir ölçüde başarılı oldu. Ulusal Karayolları Trafik Güvenliği Yönetimi ve İş Güvenliği ve Sağlığı Yönetimi tarafından uygulanan düzenlemeler birkaç yıl boyunca önemli oranda frenlendi ve otomobil üreticilerinin araçlara hava yastıkları (pek çok kaza anında şişip araçtaki yolcuları koruyan düzenekler) konulmasını gerektiren federal standardların uygulanıp uygulanmayacağı tartışması benzeri gelişmeler görüldü. Sonuçta bu düzeneklerin konulması zorunluluğu getirildi. Demokrat Clinton yönetimi 1992’de görevi devraldıktan sonra toplumsal düzenlemeler yeni bir ivme kazanmaya başladı. Buna karşın, Cumhuriyetçi Parti 40 yıldan beri ilk kez 1994’te Kongre’de kontrolü eline geçirince toplumsal düzenlemecileri yeniden tam anlamıyla savunmada bıraktı. Bunun üzerine İş Güvenliği ve Sağlığı Yönetimi gibi kuruluşlar düzenleme konusunda daha ihtiyatlı davranmaya başladılar. 1990’larda yasama organının büyük baskısı altında kalan Çevre Koruma İdaresi sert düzenlemelere başvurmak yerine iş çevrelerini çevreyi korumaları için ikna etmeye yöneldi. İdare, faaliyetleri sırasında havaya püskürtülen küçük kurum parçacıklarını azaltmaları için otomobil ve elektrik üreticilerine baskı yaptı ve fırtınaların ve çiftliklerde kullanılan kimyasal gübrelerin neden olduğu su kirlenmelerini kontrol etmeye çalıştı. Bu sırada Başkan Clinton’un iki dönem yardımcılığını yapan ve çevrenin korunmasına önem veren Al Gore, İdare’nin politikasını destekleyip küresel ısınmayı sınırlamak için hava kirliliğinin azaltılmasına, çok etkin yakıt kullanan ve havaya daha az kirletici maddeler saçan bir otomobil geliştirilmesine ve kitle taşıma araçları kullanan işçilerin teşvik edilmesine yönelik çalışmalar yaptı. | ||
26-02-2007, 14:36 | #93 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Hükümet te düzenleme amaçlarına erişmek için piyasa güçlerini daha az bozacağını umut ettiği bir fiyat sistemini kullanma yolunu denedi. Sözgelimi kirliliği önleyici bir kredi sistemi geliştirdi. Şirketlerin bu kredileri birbirlerine satmalarına izin veriliyordu. Kirliliği önleyici yükümlülüklerini en ucuza gerçekleştirebilen şirketler kredilerini diğer şirketlere satabiliyorlardı. Yetkililer genel kirliliği önleme amaçlarına bu yoldan en etkin biçimde erişilebileceğini umuyorlardı. Ekonomik düzenlemelerin gevşetilmesi uygulaması çekiciliğini 1990’ların sonuna kadar şöyle böyle sürdürdü. Hizmet alanının dağınık olması yüzünden elektrik üreticilerine uygulanan düzenlemelerin çok karmaşık bir sorun yarattığı anlaşılınca pek çok eyalette buna son verildi. Bahis konusu üreticiliğin hem özel sektörde hem kamu sektöründe içiçe girmiş bulunması ve elektrik üretme tesislerinin kuruluş giderlerinin çok büyük bir sermaye birikimi gerektirmesi de bu karmaşıklığa katkıda bulundu. | ||
26-02-2007, 14:36 | #94 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| BÖLÜM VII PARA VE MALİYE POLİTİKASI Amerikan ekonomisinde hükümetin rolü belirli endüstri alanlarındaki düzenleme faaliyetlerinin çok ötesine geçer. Hükümet genel ekonomik faaliyetin hızını da ayarlayarak tam istihdam ve fiyat istikrarı sağlamaya çalışır. Söz konusu amaçlara erişmek için elinde iki temel araç vardır: hükümet harcamalarının ve vergilerin uygun düzeyini belirlediği maliye politikası ve para arzını düzenlediği para politikası. 1930’lardaki Büyük Bunalım’dan beri Birleşik Devletler ekonomi politikası tarihinin büyük bir bölümü hükümetin durmadan sürekli büyümeyi ve fiyatlarda istikrarı sağlamaya yol açacak bir maliye politikası-para politikası karması arama çabalarıyla geçti. Bu çok kolay bir iş olmadığı için anılan süre içinde önemli başarısızlıklarla da karşılaşıldı. Buna karşılık hükümet sürekli büyüme sağlamakta gittikçe daha başarılı oldu. Amerikan ekonomisi 1854-1919 yılları arasında büyümek için olduğu kadar büzülmek için de zaman harcadı: mal ve hizmet üretimindeki artış olarak tanımlanan ortalama ekonomik büyüme 27 ay sürerken ortalama daralma yani üretimin azaldığı dönem de 22 ay devam etti. 1919-1945 arasında durum düzeldi ve ortalama büyüme 35 aya yükselirken ortalama daralma da 18 aya düştü. 1945-1991 arasında durum daha da düzeldi ve ortalama süreler sırasıyla 50 ay ve sadece 11 ay olarak gerçekleşti. Buna karşın enflasyonun kontrol edilmesinin daha zor olduğu ortaya çıktı. Fiyatlar İkinci Dünya Savaşı öncesinde dikkat çekici biçimde istikrarlıydı; sözgelimi 1940’ta tüketici fiyatlarının düzeyi 1778’deki düzeyinden fazla değildi. Bundan 40 yıl sonra ise 1980 yılı fiyat düzeyi 1940’takinin yüzde 400 üzerinde gerçekleşti. Hükümetin enflasyon konusundaki göreli başarısızlığı kısmen savaş sonrası döneminin başlarında daralmalarla çok daha fazla uğraşmak ve bunun sonucunda işsizliğe yol açmak zorunda kaldığı gerçeğini yansıtmaktadır. Hükümet bunun aksine 1979’dan başlayarak enflasyona daha büyük bir önem verdi ve bu konudaki başarısı da çarpıcı biçimde arttı. 1990’ların sonlarında ülkede mutluluk yaratıcı bir güçlü büyüme, düşük işsizlik ve yavaş bir enflasyon birarada yaşanıyordu. Yine de politika yapıcılar bir yandan gelecek konusunda genelde iyimser davranırken bir yandan da yeni yüzyılın neler getireceği konusundaki kararsızlıklarını belirtmeden edemiyorlardı. | ||
26-02-2007, 14:36 | #95 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| MALİYE POLİTİKASI - BÜTÇE VE VERGİLER 1930’lardan beri hükümet harcamalarındaki sürekli artış hükümetin de büyümesine eşlik etti. Federal hükümet 1930’da ülkedeki gayrı safi milli hasılanın (GDP) ya da ithalat ve ihracat dışında üretilen toplam mal ve hizmetlerin sadece yüzde 3,3’ünü sağlıyordu. Bu oran İkinci Dünya Savaşı’nın yoğunlaştığı 1944’te GDP’nin yaklaşık yüzde 44’ü oldu ve 1948’de yüzde 11,6’ya geriledi. Buna karşılık ilerideki yıllarda hükümetin harcamaları GDP’nin bir parçası olarak genellikle arttı ve önceleri bir parça azalmışken 1983’te hemen hemen yüzde 24 oldu. 1999’da ise yaklaşık yüzde 21’di. Maliye politikasının hazırlanması çok ayrıntılı bir süreçtir. Başkan her yıl Kongre’ye bir bütçe ya da harcama planı sunar. Yasama organı üyeleri başkanın önerilerini birkaç aşamada ele alırlar. İlk olarak genel harcama ve vergi düzeylerini kararlaştırırlar. Bundan sonra toplam miktarı, sözgelimi, milli savunma, sağlık ve insan hizmetleri, ulaştırma gibi bölümlere ayırırlar. Kongre son olarak her bölüm için paranın nasıl harcanacağını belirleyen bireysel ödenek yasa taslaklarını ele alır. Her bir ödenek yasa taslağının yürürlüğe girmesi için başkan tarafından imzalanması gereklidir. Bahis konusu süreç Kongre’nin hemen hemen tüm bir birleşim dönemini doldurur; başkan önerilerini Şubat başlarında sunar ve Kongre ödenek yasa taslakları üzerindeki çalışmalarını çok kez Eylül ayına ve bazan daha ileri bir tarihe kadar bitirmez. Federal hükümetin harcamalarını karşılamak amacıyla kullandığı başlıca gelir kaynağı bireylerden alınan ve 1999’da toplam federal gelirin yüzde 48’ini oluşturan gelir vergisi olmuştur. Sosyal güvenlik ve Medicare programları yaygınlaştıkça bu programların finansmanında kullanılan bordro vergilerinin önemi de gittikçe artmıştır. Bordro vergileri 1998’de tüm federal gelirlerin üçte birini oluşturmuştur; işverenler ve işçiler her yıl 68.400 dolara kadar olan ücretlerinin yüzde 7,65’ine eşit bir vergi ödemek zorundadırlar. Federal hükümet gelirinin yüzde 10’unu şirket karlarından aldığı kurumlar vergisi ile, geri kalanını da diğer çeşitli vergilerle karşılar. (Yerel hükümetler bunun aksine gelirlerinin en büyük bölümünü emlak vergileriyle sağlarlar. Eyalet hükümetleri geleneksel olarak satış ve tüketim vergilerine dayanırlardı; fakat, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri eyalet gelir vergilerinin önemi de giderek arttı.) | ||
26-02-2007, 14:36 | #96 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Günümüzde gelir vergisine ilişkin tartışmalar üç sorun çevresinde toplanmaktadır: vergilemenin uygun genel düzeyi ne olmalıdır; vergi nasıl bir aşamayla ya da “artan oranla” alınmalıdır; vergi ne dereceye kadar toplumsal amaçlara erişmek için kullanılmalıdır. Vergilemenin genel düzeyi bütçe görüşmeleri sırasında kararlaştırılır. Amerikalılar her ne kadar hükümetin bütçe açığı vermesini ve 1970’lerde, 1980’lerde ve 1990’ların bir bölümünde toplanan vergilerden daha fazla harcamasını hoşgörüyle karşılamışlarsa da genellikle bütçenin dengeli olması gerektiğine inanırlar. Demokratların pek çoğunun daha hareketli bir hükümeti desteklemek için daha yüksek oranda vergi toplanmasına hoşgörüyle bakmalarına karşın Cumhuriyetçiler genelde daha az vergi alınmasını ve daha küçük bir hükümet olmasını benimsemektedirler. Gelir vergisi başlangıçtan itibaren artan oranlı olarak tahakkuk ettirilmiş yani daha çok kazanan bireyler daha yüksek oranda vergi ödemişlerdir. Demokratların çoğunluğu artan oranların daha yüksek belirlenmesini benimsemekte ve daha çok kazanan bireylerin daha çok vergi ödemelerinin adil olduğunu ileri sürmektedirler. Buna karşılık çok sayıda Cumhuriyetçi ise yüksek bir artan oran yapısının bireyleri çalışmaktan ve yatırım yapmaktan vazgeçireceğini ve bunun da tüm ekonomiye zarar vereceğini iddia etmekte, bu nedenle de daha dengeli oranlar içeren bir vergi yapısı kurulmasını istemektedirler. Bazıları herkese tek düze ya da “sabit” bir vergi oranı uygulanmasını bile önermektedirler. (Hem Demokrat hem de Cumhuriyetçi bazı ekonomistler hükümet gelir vergisinden tümüyle vazgeçip onun yerine bir tüketim vergisi getirir ve mükelleflerin kazandıklarından değil harcadıklarından vergi almaya başlarsa ekonominin daha iyiye gideceğini söylemektedirler. Bu görüşün yandaşları böylelikle tasarrufların ve yatırımların teşvik edileceğini belirtmektedirler. Buna karşılık, bahis konusu görüş 1990’ların sonlarına kadar yeterli destek sağlayamadığı için yasalaşma şansı pek bulunmamaktadır.) Parlamenterler geçtiğimiz yıllarda belirli ekonomik faaliyet türlerini teşvik etmek amacıyla çeşitli vergi bağışıklıkları ve indirimleri onaylamışlardır. Vergi mükelleflerinin konut almak amacıyla sağladıkları krediler için ödedikleri faizleri vergilenebilir gelirlerinden düşmeleri bunun en iyi örneğidir. Hükümet, aynı şekilde, düşük ve orta gelirli mükelleflerin emeklilik sonrası harcamalarını ve çocuklarının üniversite giderlerini karşılamak için özel Bireysel Emeklilik Fonları’nda biriktirdikleri paranın belirli bir kesimine de vergi bağışıklığı uygulamaktadır. Belki de gelir vergisi uygulamasına başlandığından beri en kapsamlı ABD vergi sistemi reformunu oluşturan 1986 tarihli Vergi Reformu Yasası ile gelir vergisi oranları düşürüldü; buna karşılık, benimsenmiş gelir vergisi indirimlerinden çoğu azaltıldıysa da konut ipotek indirimleri ile İç Gelirler Servisi indirimlerine dokunulmadı | ||
26-02-2007, 14:36 | #97 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Vergi Reformu Yasası bir önceki yasa ile saptanan ve en yükseği yüzde 50 olan 15 vergi dilimi yerine yüzde 15 ve yüzde 28 düzeyinde iki dilimli bir sistem oluşturuyordu. Diğer bazı hükümlerle de milyonlarca düşük gelirli Amerikalının vergileri düşürüldü ya da tümüyle vergileme dışında bırakıldılar. MALİYE POLİTİKASI VE EKONOMİK İSTİKRAR Birleşik Devletler 1930’lardaki Büyük Bunalım yüzünden sendeleyince hükümet sadece kendisini desteklemek ya da toplumsal politikaları uygulamak için değil aynı zamanda ekonomik büyümeyi ve istikrarı teşvik için de maliye politikasını kullanmaya başladı. Politika yapıcılar İngiliz ekonomisti John Maynard Keynes’in etkisinde kaldılar. Keynes İstihdam, Faiz ve Paraya İlişkin Genel Kuram (1936)adlı çalışmasında o zamanlardaki önlenemez işsizliğin mal ve hizmetlere karşı yetersiz talep bulunması yüzünden ortaya çıktığını iddia ediyordu. Keynes’e göre halkın ekonomide üretilen herşeyi alabilecek ölçüde geliri yoktu ve bu nedenle de fiyatlar düşüyor, şirketler ya zarara uğruyor ya da iflas ediyorlardı. Bu da bir kısır döngü yaratabiliyordu. İflas eden şirket sayısı çoğaldıkça daha çok kişi işsiz kalıyor, bu durum gelirleri daha da azaltıyor ve böylece korkutucu bir iniş sarmalı başlıyor ve yeni yeni şirketler iflas etmeye başlıyordu. Keynes hükümetin ya kendi harcamalarını arttırarak ya da vergileri kısarak bu gerilemeyi durdurabileceğini iddia ediyordu. Her iki durumda da gelirler çoğalır, halk daha fazla harcar ve ekonomi de yeniden büyümeye başlardı. Keynes ayrıca hükümetin söz konusu amaca erişmek için bütçesinde açık vermesi gerekiyorsa bunu da yapması gerektiği görüşündeydi; çünkü, bunun aksi daha kötü olur ve ekonomik gerileme giderek derinleşirdi. Keynes’in görüşlerine 1930’larda sınırlı bir destek verilmişti; ancak İkinci Dünya Savaşı sırasında askeri harcamalarda oluşan büyük patlama onun ileri sürdüğü kuramları kanıtlar gibi görüldü. Hükümet harcamaları hızla yükselince bireylerin geliri arttı, fabrikalar yeniden tam kapasiteyle çalışmaya başladı ve Büyük Bunalım’ın zorlukları geçmişte kaldı. Ekonomi bir konut sahibi olmaya ve aile kurmaya yönelik arzularını bastırmış olan bireylerin talebi ile beslenerek savaştan sonra da büyümesini sürdürdü. 1960’lara gelindiğinde politika yapıcılar Keynes’in kuramlarına sıkı sıkıya bağlanmış gibi görünüyorlardı. Buna karşılık geriye dönüp bakınca Amerikalıların çoğu hükümetin giderek maliye politikasını yeniden gözden geçirmesini gerektiren ciddi yanlışlıklar yaptığı konusunda birleşmektedirler. Başkan Lyndon B. Johnson (1963-1969) ve Kongre ekonomik büyümeyi teşvik etmek ve işsizliği azaltmak amacıyla 1964’te bir vergi kesintisine gittikten sonra yoksulluğu ortadan kaldırmaya yönelik bir dizi pahalı iç harcama programını uygulamaya giriştiler. Johnson ayrıca Amerika’nın Vietnam savaşına katılmasının yol açtığı giderlerini karşılamak için askeri harcamaları da arttırdı. Bahis konusu büyük hükümet programları tüketicilerin yoğun harcamalarıyla birleşip mal ve hizmetlere yönelik talebi ekonominin üretebileceğinin çok ötesine itti. Ücretler ve fiyatlar yükselmeye başladı. Yükselen ücretler ve fiyatlar da kısa sürede birbirini besleyip giderek yükselen bir döngü oluşturdu. Fiyatlardaki bu genel yükselme enflasyon olarak bilinmektedir. | ||
26-02-2007, 14:37 | #98 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Keynes bu gibi aşırı talep dönemlerinde enflasyondan kaçınmak için hükümetin harcamaları azaltması ya da vergileri arttırması gerektiğini ileri sürüyordu. Buna karşılık, politikacıların enflasyonu önleyici maliye politikalarını kabullenmeleri zor olduğu için hükümet bunları uygulamaya direndi. Daha sonra 1970’lerin başlarında ülke uluslararası petrol ve gıda maddesi fiyatlarındaki büyük bir yükselişin darbesini yedi. Bu durum politika yapıcılarını bir büyük ikilemle karşı karşıya bıraktı. Enflasyonla savaşta uygulanacak alışılagelmiş strateji federal harcamaları kısarak ya da vergileri arttırarak talebi dizginlemek olmalıydı; fakat bu yapılırsa zaten yüksek petrol fiyatlarının sıkıntısını çekmekte bulunan ekonomiden gelirler çıkarılmış olacaktı. Bunun sonucunda da işsizlikte büyük bir artma olacaktı. Eğer politika yapıcılar yükselen petrol fiyatlarının neden olduğu gelir kaybını karşılamaya karar verirlerse ya harcamaları arttırmak ya da vergileri kesmek zorunda kalacaklardı. Buna karşılık her iki politika da petrol ya da gıda maddesi arzını arttıramayacağına göre arzı değiştirmeden talebi teşvik etmek sadece fiyatların daha çok yükselmesine yol açacaktı. Başkan Jimmy Carter (1973-1977) sorunu iki yönlü bir politika izleyerek çözümlemeye çalıştı. Maliye politikasını federal bütçe açığının artmasına izin vererek ve işsizler için istihdam yaratma programları uygulayarak işsizliği önleyecek biçimde düzenledi. Enflasyonla savaş amacıyla bir gönüllü ücret ve fiyat kontrol programı geliştirdi. Anılan stratejinin iki ögesi de işlemedi. 1970’lerin sonlarında ülke hem büyük işsizlik hem yüksek enflasyon sıkıntısı çekiyordu. Bir yandan çok sayıda Amerikalı “stagflasyon” denilen bu olguyu Keynes ekonomisinin işlemediğinin bir kanıtı olarak görürlerken diğer yandan bir başka öge de hükümetin ekonomiyi yönetmek için maliye politikasını kullanmaktaki yeterliğini daha çok azaltıyordu. Bütçe açıkları mali görünümün değişmez bir parçası gibiydi ve durgun 1970’lerde bir kaygı kaynağı olarak ortaya çıkmıştı. Daha sonra 1980’lerde Başkan Ronald Reagan (1981-1989) bir vergi kesintileri programı izledi ve askeri harcamaları arttırdı. 1986’ya gelindiğinde açıklar 221 milyar dolara yükselmiş ya da toplam federal harcamaların yüzde 22’sini aşmıştı. Şimdi hükümet talebi arttırmak amacıyla harcama ya da vergi politikaları yürütmek istese bile sözü edilen açıklar böyle bir strateji uygulanmasını düşünülemez hale getiriyordu. | ||
26-02-2007, 14:38 | #99 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Bütçe açıklarının azaltılması, 1980’lerin sonlarından başlayarak maliye politikasının önde gelen amacı oldu. Dış ticaret olanaklarının hızla çoğalması ve teknolojinin yeni ürünler geliştirmesi karşısında büyümeyi teşvik edici hükümet politikalarına pek az gereksinim varmış gibi görünüyordu. Bunun yerine, yetkililerin iddiasına göre, daha az açık olunca hükümetin borçlanmasına gerek kalmaz ve böylelikle faiz oranları düşeceği için iş çevrelerinin büyümeyi finanse etmek için para bulması kolaylaşırdı. Hükümet bütçesi en sonunda 1998’de yeniden bir fazlalık gösterdi. Bahis konusu gelişme yeni vergi kesintileri istenmesine yol açtıysa da savaş sonrasının büyük bebek patlaması kuşağının emeklilik yaşına gelmesi nedeniyle Sosyal Güvenlik sisteminden emekli maaşı ve Medicare programından da sağlık yardımı almaya başlaması yüzünden hükümetin yeni yüzyılda önemli bütçe sorunlarıyla karşılaşacağı anlaşılınca düşük vergi konusundaki hevesler bir ölçüde azaldı. 1990’ların sonlarına gelindiğinde politika yapıcıların geniş ekonomik amaçlara erişmek için maliye politikasına başvurmaları olasılığı kendilerinden öncekilere oranla çok daha zayıftı. Bunun yerine ekonomiyi marjinal biçimde güçlendirmeye yönelik dar kapsamlı politika değişikliklerine odaklandılar. Başkan Reagan ve ardılı George Bush (1989-1993) sermaye kazançlarından yani taşınmaz mal ya da hisse senedi gibi varlıkların değer kazanmasıyla oluşan zenginlik artışlarından alınan vergilerin azaltılmasına çalıştılar. Böyle bir değişiklikle tasarrufların ve yatırımların teşvik edileceğini ileri sürdüler. Demokratlar bunun çok büyük ölçüde zenginlerin işine yarayacağını söyleyerek değişikliğe karşı direndiler. Buna karşın bütçe açığı azalınca Başkan Clinton (1993-2001) taleplere boyun eğdi ve en yüksek sermaye kazancı vergisi oranı 1996’da yüzde 28’den yüzde 20’ye indirildi. Clinton bu arada yüksek nitelikli ve bu nedenle de daha üretken ve rekabet yetenekli bir işgücü yaratılmasına yönelik çeşitli öğretim ve meslek eğitimi programları geliştirerek ekonomiyi etkilemeye çalıştı. | ||
26-02-2007, 14:38 | #100 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| ABD EKONOMİSİNDE PARA Bütçe konusu her ne kadar önemini koruduysa da XX. Yüzyıl’ın sonlarında toplam ekonomiyi yönetmek işlevi büyük ölçüde maliye politikasından para politikasına kaydı. Para politikası bağımsız bir ABD hükümet kuruluşu olan Federal Rezerv Sistemi’nin yetkisi altındadır. Genellikle “Fed” olarak bilinen kuruluşun 12 bölgesel Federal Rezerv Bankası ve 25 Federal Rezerv Bankası Şubesi vardır. Ülke genelinde kayıtlı tüm ticari bankalar yasa gereği Federal Rezerv Sistemi’nin üyesi olmak zorundadır; eyaletlerde kayıtlı bankaların üye olması kendi seçeneklerine bırakılmıştır. Federal Rezerv Sistemi’nin üyesi olan bir banka genelde bölgesindeki Rezerv Bankası’ndan bir bireyin toplumundaki bir bankayı kullandığı biçimde yararlanır. Federal Rezerv Sistemi’ni yedi kişinin oluşturduğu Federal Rezerv Guvernörler Kurulu yönetir. Kurulun Başkan tarafından atanan ve örtüşen 14 yıllık süreler boyunca görev yapan yedi üyesi vardır. Kurulun en önemli para politikası kararları yedi guvernörden, New York Federal Rezerv Bankası başkanından ve dönüşümlü olarak görev yapan dört diğer Federal Rezerv Bankası başkanından oluşan Federal Açık Piyasa Komitesi tarafından alınır. Federal Rezerv Sistemi çalışmaları konusunda Kongre’ye dönem raporları vermekle yükümlü olmakla birlikte guvernörler yasa gereği Kongre ve Başkana karşı bağımsızlardır. Fed’in en önemli politika görüşmelerini kapalı oturumlarda yapması ve bunları çok kez belirli bir süre geçtikten sonra açıklaması da söz konusu bağımsızlığı güçlendirmektedir. Kendine ait tüm işletme harcamalarını da yatırım gelirleriyle ve verdiği hizmet karşılığı aldığı paralarla karşılar. Ekonomideki toplam para ve kredi arzı üzerindeki kontrolünü sürdürebilmek için Federal Rezerv’in elinde üç temel araç vardır. Bunlardan en önemlisi açık piyasa işlemleri olarak bilinir; yani hükümet menkul kıymetlerinin alımı ya da satımı faaliyetidir. Federal Rezerv para arzını arttırmak amacıyla bankalardan, diğer işletmelerden ya da bireylerden hükümete ait menkul kıymetleri alır ve çekle (bastığı bir yeni para kaynağı) ödeme yapar; Fed’in çekleri bankalara yatırıldığında bir kısmı borç olarak verilebilecek ya da yatırımda kullanılabilecek yeni ihtiyatlar oluşturur ve böylelikle de sürümdeki para arzını arttırır. Buna karşın Fed para arzını kısmak isterse bankalara hükümet menkul kıymetleri satar ve böylece ellerindeki ihtiyatları almış olur. Ellerlindeki ihtiyatlar azalan bankalar borç vermeyi kısmak zorunda kalırlar ve buna bağlı olarak para arzı da düşer. | ||
Bu konuyu arkadaşlarınızla paylaşın |
Konuyu Toplam 4 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 4 Misafir) | |
| |