|
Ana Sayfa | Kayıt ol | Yardım | Oyun Alanı | Ajanda | Arama | Bugünkü Mesajlar | Forumları Okundu Kabul Et XML | RSS | |
28-02-2007, 10:33 | #11 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| · Kapitülasyon Kapitülasyonlar, Konferansın en çekişmeli konularından birini oluşturmuştur. Bu konu, Konferansın Şubat ayında kesintiye uğramasına yol açan konuların başında yer almaktaydı. İnönü, konunu önemini şu cümlelerle ifade etmiştir: “Bu mevzu Türk aydınlarının eski ve aziz bir rüyası idi ve daha konferans başlamadan evvel her vatanperverin zihninde yer etmişti” (İnönü (1998,1) s.126). İnönü, Birinci Dünya Savaşı’na girmemizin bedeli olarak dahi Almanların kapitülasyonların kaldırılmasını mutlak suretle ve kendi hesaplarına kabul etmediklerini belirtmektedir (İnönü (1998,I) s.126). Yine İnönü’nün ifadesiyle “kapitülasyonların müzakeresi, konferansın başından sonuna kadar ümitsiz bir şekilde devam etmiştir”. Bu konuda ısrar eden ülkeler arasında, “asırlarca kapitülasyonların sıkıntısını çekmiş olan” (İnönü (1998,I) sç126) Japonya’nın da yer almasını İnönü anlamakta güçlük çekmektedir. Nitekim serbest ticaret uygulamaya zorlanan ve gümrük vergilerini yükseltmek egemenliğini 1929 yılına kadar kullanamayan Türkiye’nin yanında İran, Mısır ve Japonya’da bulunmaktaydı (Madison (1989)ç Sevr Anlaşması’nda kapitülasyonlar, Patrikhanenin imtiyazlarının arttırılması ve azınlık haklarının İs-lam milletlere de teşmili yoluyla genişletilmişti. “Görülüyor ki kapitülasyonların kaldırılmaması Türk’ten başka olan yerli ve yabancı bütün unsurların müşterek davası idi. Bu dava o kadar muazzam, çetin ve zahmetli olmuştur.(İnönü (1998,I) s.127). “Gençliğimden beri kapitülasyonların yalnız iktisadi hükümlerinden dolayı elimiz kolumuz bağlı bilirdik. İşin içine girdikten sonra anladım ki, kapitülasyonun adli kısmıdır. Nitekim, mali ve ticari hükümlerden dolayı fazla güçlük çıkarmaksızın kapitülasyonların kalkmasını kabul ettiler. Ama adli kısım üzerinde sonuna kadar direndiler” (İnönü (1998, II) s.46). 4 Şubat 1923’te Konferansın kesintiye uğradığı ana kadar İnönü’ye sürekli olarak İtalyan murahhası aracılığı ile teklifler taşınmıştır. Sonuçta “Montogna formülü” adı ile anılan bir çözüm bulunmuştur. İleri sürülen teklife göre Türkiye’nin adli idaresinin iyileştirilmesi için hiç olmazsa 5 yıl için Türkiye’de yabancı hukukçulardan oluşan bir müşavir heyetin bulunması isteniyordu. Bu müşavirlerin iştirak edecekleri bir komisyon Türkiye’de adli idarenin ve tutukevlerinin iyileştirilmesi için proje hazırlayacaklardı. Yabancıların davalarında daima yabancı hukuk müşaviri bulunacaktı. Yabancılar akında celp, tutuklama ve evlerinin aranması emirleri ancak yabancı müşavirlerin onayı alındıktan sonra verilebilecekti. Teklife göre bu yabancı müşavirleri uluslararası adalet divanı seçecekti. Bunlar, haklı örmedikleri mahkeme kararlarını bozdurmak için Adalet Bakanına itiraz edebileceklerdi. İnönü geçici bir süre için yabancı hukukçulardan müşavir olarak yararlanmayı kabul etmekle beraber bunların Birinci Dünya Savaşı’na ve İstiklal Harbi’ne katılmamış devlet vatandaşları arasından seçilmesi, bunların uzman olarak bizim memurumuz olarak Adalet Bakanlığı’na bağlı olarak çalışmaları koşuluyla bu öneriyi kabul etti. Lord Curzon ve Poincare bu öneri üzerinde mutabık kalmışlardır. Konferans genel sekreteri Massigli, bunun üzerine, Türk Heyeti de kabul ederse, Konferans’ın kesintiye uğramadığı, ara verildiği tarzında değerlendirme yapacağını dile getirmiştir. | ||
|
28-02-2007, 10:33 | #12 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Fakat Konferans yeniden toplandığında, adli kapitülasyonlar, sanki üzerinde uzlaşmaya varılmamış gibi yeniden tartışmaya açılmak istenmiştir. İnönü buna şiddetle karşı çıkmıştır. Tartışmalara Amerikan delegesi Grew da katılmıştır. General Pele uzlaştırmaya, ilk önerinin sahibi Montogna da iknaya çalışmaktaydı. En sonunda uzun müzakereler ve tartışmalardan sonra 4 Şubat’ta üzerinde anlaşılan şekliyle bir sonuca varılmıştır. İnönü’nün bulduğu çözüm İsviçreli, İsveçli, Hollandalı ve İspanyol dört hukuk müşavirine verilmiş, fakat bunlar hukuk sisteminde yapılan iyileştirmelerde görev almamışlar ve görev süreleri sonunda verdikleri raporda “Türk mahkemelerinin bütün medeni memleketlerde olduğu gibi muntazam çalıştığını, Türk hakimlerinin vazifelerinin ehli olduklarını itiraf etmişlerdir” (İnönü, 1998, II, s.54). “Kapitülasyonlar müttefiklerin ve bütün büyük devletlerin hassasiyetle üzerinde durdukları başlıca mesele olmuştur. Başından beri kapitülasyonlardan vazgeçmek istemediklerini anlıyordum” (İnönü, 1998, II, s.51). İnönü, bütün bu çabada yeni Türk Devleti’nin egemenliğini ve onurunu ön planda tutma mücadelesi vermiş ve kazanmıştır. “İstiklal Harbi’nin başlıca amaçlarından biri asırlık kapitülasyon belasından memleketi kurtarmak idi. Ve biz Lozan Konferansına giderken, kapitülasyonları kaldırmak için kararlıydık…..Lozan’ın iki devrinde, dokuz ay müddetle kapitülasyonların kaldırılması için bütün müttefiklerle mücadele ettik, muvaffak olduk (İnönü, 1998, II, s.52). “Türk hakimlerinin istiklal ve itibarını kurtarmak Lozan Antlaşması’nın başlıca konusu olmuştur.Bu sonuçtan dolayı memleketimiz, her medeni memleketin adaleti kadar haysiyet ve itimada kavuşarak vazife görmüş, ün salmıştır.” (İnönü, 1998, II, s.54). Bugün “uluslararası tahkim yasası”nı görse İnönü acaba ne derdi? Emperyalist ülkeler Lozan’da adli kapitülasyonların devamında direnirlerken, bütün istedikleri gayrimüslimlerin adli konulardaki işlemlerinin (beş sene müddetle) yabancı hukukçulardan oluşan bir müşavir heyetin denetiminde ve onayında olmasını istiyorlardı. Tahkim yasası ise Türkiye’deki yabancı şirketlerin Türk adaletini ve denetimini dışlamasıdır. Bu yasayla getirilen uygulama Türk adaletine duyulan güveni ve Türk adaletinin onurunu ortadan kaldırmıştır. | ||
28-02-2007, 10:33 | #13 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| · Osmanlı Borçları (Düyunu Umumiye) Lozan Konferansı’nda çözümü bekleyen sorunlardan biri Osmanlı borçları idi. İlk sorun bu Osmanlı borçlarından Türkiye Cumhuriyeti’ne düşen kısmın belirlenmesi, ikincisi, ödemenin hangi para birimiyle yapılacağı konusu idi. İlk konuda Osmanlı borçlarının tümünün Türkiye’nin ödemesi gerektiği konusundaki ısrarlara İnönü şiddetle karşı çıkmış, bu borcun, Türkiye Devleti’nin yanı sıra, Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılan diğer devletler arasında paylaşılması gerekliliğini ileri sürerek bu görüşünü sonunda kabul ettirmiştir. Bu şekilde Türkiye’nin payına 91 milyon lira düşmüştür. Ödemenin hangi para birimiyle yapılacağı Türkiye açısından son derece önemli bir konuydu. Borçlanma altın ile yapıldığı için Türkiye’nin de borçlarını altın ile ödemesi gerektiği konusundaki ısrarları da İnönü reddetmişti. Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla o zamana kadar uygulanmakta olan altın standardı terkedilmişti, savaş sonrası tekrar bu sisteme dönüşte ülkeler altın karşısındaki paralarının değerini yeniden belirlemişlerdi. İngiliz lirası altın ile başa baş belirlendiği için borçların veya İngiliz lirası ile ödenmesi durumunda 91 milyon liralık borç 600 milyon liraya çıkacaktı (İnönü,1998, II, s.62). Bu nedenle İnönü, ödemenin, değeri altın karşısında devalüe edilmiş Fransız frankı ile yapılmasını istiyordu. İngilizler ödemenin altınla yapılması konusunda ısrar ediyor, Konferansı terk etmekle tehdit ediyorlardı. Osmanlı borçlarının yüzde 60’ına sahip olan Fransa ise, bir çözüm bulunamadığı takdirde alacağını tamamen kaybedeceği endişesiyle daha ılımlı davranmaktaydı. Konferans süresince bir anlaşma sağlanamadığı için Konferansın (ve barışın) tehlikeye girmesini önlemek amacıyla taraflar herhangi bir taahhütle bulunmadan bu konu Konferans anlaşmasının dışında bırakılmış, kısmi bir uzlaşmaya gidilmiştir. “Muharrem Kararnamesi” ilga edildiği için Türkiye Hükümeti’nin gelirleri artık borca karşı gösterilemiyordu ve 1929 yılına kadar Türkiye borç ödemesi yapmadı. Osmanlı döneminde ilk borçlanma 1854 yılında yapılmıştır. Bu tarihte 1874 yılına kadar 20 senelik süre içinde bir çok defa borçlanma yapılmış, borç indirimi yapılmış. Borçlanmanın ikinci dönemi 1890’dan 1914’e kadarki dönemdir. İnönü, hatıralarında şöyle bir gözlemde bulunuyor: “bütün bu yetmiş sene içinde (1854-1923) devlet kasasına takriben 220 milyon lira kadar bir para girmiş ve bu müddet zarfında borç ödemek üzere devlet kasasından 170 milyon lira kadar para çıkmış. Harbiumumi başladığı zaman 140 milyon lira borcumuz varmış. Bu meselenin içine girdiğim zaman, benim edindiğim fikir şu oldu: Borç alan borçlandıktan sonra mütemadiyen verir. Ve aradan 50 yıl geçer, hesaplaşıldığı vakit, borçlandığı zamandaki kadar borcu olduğunu görür” (İnönü, 1998, II,s.60). İnönü, Osmanlı İmparatorluğu’nun içine düştüğü bu borç batağı konusunda “gerek mutlakiyet, gerek meşrutiyet ricali’ni sorumlu tutmaktadır. | ||
28-02-2007, 10:33 | #14 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Bu arada çok iyi bilinen, İnönü ile Lord Curzon arasındaki konuşmayı hatırlatmakta yarar vardır. Lord Curzon: “Konferansta bir neticeye varacağız. Ama memnun ayrılmayacağız. Hiçbir işte bizi memnun etmiyorsunuz. Hiçbir dediğimizi makul olduğuna, haklı olduğuna bakmaksızın kabul etmiyorsunuz..ne reddederseniz hepsini cebimize atıyoruz. Memleketiniz haraptır. İmar etmeyecek misiniz? Bunun için paraya ihtiyacınız olacaktır….. Para kimsede yok. Ancak biz verebiliriz… İhtiyaç sebebiyle yarın para istemek için karşımıza gelip diz çöktüğünüz zaman, bugün reddettiklerinizi cebimizden birer birer çıkartıp size göstereceğiz.” Lord Curzon’un bu sözleri kulağımda kalmıştır ve sözünün geçtiği her yerde hatırlamışımdır. Lozan Konferansı olalı 45 sene geçti. Bu sözleri hiçbir zaman unutmadım. Bu 45 sene içinde para almak için müracat ettiğimiz her yerde bu ihtimali görmüşümdür” (İnönü, 1998, I, S.130). İnönü şöyle devam etmektedir: “Hakikat şudur ki, İkinci Cihan Harbi kapı önünde görünceye kadar mali bakımdan bize kolaylık gösterilmemiştir. Ve Türkiye kendisini kendi alın teri ile tamir ederek İkinci Cihan Harbi’ni idrak etmiştir.” (İnönü,1998, I, 131). İnönü kendisini amatör bir diplomat, amatör bir politikacı olarak görmesine karşın söz konusu devletin çıkarları olduğu zaman ne zaman titiz ve dürüst bir devlet adamı olduğunu Lozan Konferansı müzakerelerinde ve sonrasında kanıtlamıştır. Dış ticaret borçlanmanın, bir karşılığı olacağını, mutlaka ülkenin bağımsızlığından feragat edileceğinin bilincindeydi. En sıkıntılı zamanlarda bile ülkenin onurundan ve bağımsızlığından feragat etmek için dış yardıma başvurmamıştır. Aşağıda belirteceğimiz gibi, 1932 yılında sağlanan bir kereye mahsus dış borçlanma ise verimli yatırımlar için kullanılmış, bundan sonra 25 yıllık sürede dış borçlanmaya gidilmemiştir. 1950’lerden sonra giderek artan boyutlardaki borçlanmanın Türkiye’yi nasıl bir batağa sürüklediğini aşağıda ele alacağız. Borç sorunu 1928’in Haziran ayında Milletler Cemiyeti aracılığı ile çözüme kavuşturuldu. Lozan’da üzerinde görüş birliğine varılan, 1912’den önce ve bu tarihten sonra yapılan borçlanmanın ayrılması konusu uygulamaya konuldu. Osmanlı borçlarından Türkiye’ye düşen miktar 1912 öncesi borçların yüzde 62’si, 1912’den sonra yapılan borçlanmanın yüzde 76’sı olacağı kabul edildi. (Hershlag, 1958, s.23) Türkiye ile alacaklılar arasındaki müzakereler bu tarihten sonra da devam etti ve Nisan 1933’de Türkiye’nin borcunu 8 milyon Türk altın lirası (veya 962,636,000 Fransız frankı) olarak belirleyen ve yıllık borç geri ödemesi olarak alacaklılara 700,000 altın lira karşılığı verilen yüzde 71/2 faizli, 500 frank kupürlü tahvillerin 1944 yılında ödenmesiyle Osmanlı borçları tamamiyle tasfiye edilmiş oldu (Hershlag, 1958, s.23). Borç ödemeleri 1914/1915 bütçesinin üçte birini yutmaktaydı. Osmanlı borçlarının geri ödenmesinin 1929 yılına kadar dondurulması nedeniyle 1920’ler de bir ödeme yapılmadı. 1930’larda ise toplam borç miktarının ve ödeme koşullarının belirlenmesindeki başarıya rağmen, bütçenin yüzde 15-18’i borç ödemelerine gitmiştir. | ||
28-02-2007, 10:33 | #15 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| · Gümrük Vergileri Lozan Konferansında ayrı bir müzakerede ele alınan gümrük vergileri konusu birçok yönden önem taşımaktaydı: a. Gümrük vergileri gelirlerinin Devlet maliyesi açısından önemi, b. ödemeler dengesini sağlama hedefi, c. yurt içi ekonomik faaliyetlerin, özellikle sanayinin korunmasına olanak verecek şekilde ithalatı ve ihracatı kontrol altına alacak bir dış ticaret politikasının belirlenmesi. Osmanlı imparatorluğu döneminde yapılan anlaşmalarla ekonomi bir serbest pazar halinde tutulmaya zorlanmış, bu uygulama ile sanayileşme bir yana, ekonomideki mevcut sanayi işletmelerinin yok olmasına yol açılmıştı.18. ve 19.sanayi devrimini gerçekleştiren Batı’nın modern üretim teknikleri karşısında el emeğine dayanan Anadolu sanayinin rekabet etmesi mümkün değildi. Doğan Avcıoğlu’nun çeşitli kaynaklardan aktardığına göre 19. yüzyılın ikinci yarısında Şam, Diyarbakır, Halep, Bursa gibi geleneksel dokumacılık merkezlerinde dokuma tezgahları kapanmaya başlamıştı. 1847’den önce İmparatorluğun en önemli ipekçilik merkezi olan Bursa’da yüzlerce tezgahta 25 bin okka ipek işleniyordu. Serbest ticaretin başlamasından kısa bir süre sonra tezgah sayısı 75’e, işlenen ipek miktarı 4 bin okkaya düşmüştü. Yine önemli ipekçilik merkezi olan Bilecik’te dut ağaçları sökülmüştü. Ankara tiftik dokuma ihracatçısı iken kısa sürede ham tiftik ithal eder duruma düşmüştür. Batının rekabeti karşısında Anadolu’da ki mevcut sanayinin çöküşü sadece dokuma sanayi ile sınırlı kalmamış, dış ticarete konu olan malların ürettiği diğer faaliyetlerde de aynı durum yaşanmıştır. 19. yüzyılda Osmanlı idaresi modern bir sanayi kurmak için ciddi çabalar göstermiştir. Fakat kurulan sanayiler (örneğin Basmahane ve Hereke kumaş fabrikaları, Tophane fabrikası, Beykoz İnceköy porselen ve cam fabrikaları ve Beykoz kundura, çizme, palaska, ve diğerleri) batının rekabeti karşısında varlık gösterememiş, ancak devlet yardımıyla ayakta kalabilmişlerdir. ( Avcıoğlu,1968, s.54-55). Batı’nın rekabeti karşısında sanayi çöken Osmanlı Devleti daha önce ürettiği malları ithal eder duruma düşmüştür. Bunun sonucunda giderek büyüyen dış ticaret açıkları önceleri altın ve gümüş ihracı ile finanse edilmeye çalışılmış, bu rezervler tükenince dışardan borçlanma yoluna gidilmiştir. Bu şekilde yapılan ilk borçlanma 1854 yılındadır. İnönü’nün anılarında çok güzel anlattığı gibi bir süre sonra borcun anapara ve faizi için tekrar borçlanma yoluna gidilmiş, ilk borçlanmadan 30 yıl geçmeden Osmanlı maliyesi iflasını ilan etmiş ve 1881 yılında Duyunu Umumiye İdaresi kurulmuştur. | ||
28-02-2007, 10:34 | #16 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Bu gelişmeler emperyalist ülkelerin neden kontrolü altındaki ülkelere düşük gümrük tarifeleri uygulanmasını empoze ettiklerini açık bir şekilde göstermektedir: Serbest ticarete zorlanan ülkelerdeki mevcut sanayi yok olduktan sonra bu ülkeleri hammaddenin ucuz temin edileceği, mamul malların serbestçe satılacağı bir pazar haline getirmek uygulamanın birinci kısmını oluşturmuştur. Bu şekilde ulusal sanayileri yok olan ve giderek ithalata bağımlı hale gelen ülkelerinin artan dış ticaret açıklarının finansmanı yoluyla da bu ülkeleri mali bakımından bağımlı hale getirmişlerdir. 19. yüzyıl başlarında İngiltere ve Hollanda gibi emperyalist ülkeler kontrolleri altında bulundurdukları geniş sömürgelerin yanı sıra Çin, Mısır, İran, Tayland ve Osmanlı Devleti gibi nominal olarak bağımsız ülkelere de serbest ticareti empoze etmişlerdi. Japonya da 1911 yılına kadar maksimum tarifenin yüzde 5 olduğu serbest ticaret kulübünün zorunlu üyesiydi. Bu dönemde A.B.D, Rusya ve Latin Amerika ülkeleri, dönemin en korumacı ülkeleriydi (A. Madison, 1989, s.45, 46). İşin ilginç yönü ve İnönü’nün anlamakta zorluk çektiği nokta, aynı sıkıntıları yaşamış olan Japonya’nın on sene sonra Lozan Konferansı’nda aynı emperyalist ülkelerin yanında yer alıp Türkiye Devleti’nin gümrükler üzerindeki egemenliğini kullanmasını kısıtlama yönünde baskıda bulunmasıdır. Tablo 1, Türkiye Devleti’nin gümrükler üzerindeki egemenliğini elde ettiği 1929 yılı öncesi ve sonrasındaki gelişmeleri göstermektedir. Görüleceği üzere 1929 yılına kadar Türkiye’nin dış ticaret dengesi sürekli açık verirken, bu tarihten sonra açık fazlaya dönmüş ve 1947 yılına kadar bu fazlalık devam etmiştir. Yine Tablo 1’den görüleceği gibi ticaret dengesindeki bu fazlalık değer olarak ihracattaki artıştan değil ithalatın kontrol altına alınmasından sağlanmıştır. Hatırlanacağı gibi 1929 yılı A.B.D.’de başlayan ve bütün dünyayı etkisi altına alan Büyük Bunalım’ın başladığı yıldır. Bu bunalımın en şiddetle hissedildiği 1929-1932 yılları arasında (şimdiki) OECD ülkelerinde ithalat hacim olarak yüzde 25 düşmüş, uluslar arası sermaye piyasası çökmüş, dünya ihracat fiyatları yarı yarıya düşmüştür (bkz. Madison, 1989, s.53). Böylece bir dünya konjonktüründe ekonomisi bir yıkıntı içinde bulunan yeni Türkiye Devleti’nin ihracatında düşüşün olması bir tarafa, miktar olarak ciddi bir artışın sağlanabilmesi dikkat çekicidir (Tablo 2). | ||
28-02-2007, 10:34 | #17 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| · Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Ekonomik Gelişme Atatürk’ün ekonomi politikası bağımsızlık temelleri üzerine oturtulmuş ulusal bir politikadır. Politik bağımsızlığın ana koşulunun ekonomik bağımsızlık olduğunu çok iyi kavrayan Atatürk bu amacını çok büyük olanaksızlıklar içinde gerçekleştirmiştir. Ekonominin içinde bulunduğu çok zor koşullar altında, bağımsızlık ilkesinden ödün vermeden ülkenin imarı ve ulusun kalkınması ancak yine ülkenin sınırlı kaynakları ile gerçekleştirilecek demekti. Devletin bu dönemde ekonomideki varlığı Osmanlı İmparatorluğu’ndan devralınan devlet tekelleri (tuz, petrol, benzin, barut ve patlayıcı maddeler tekelleri) ve fabrikalardan ibaret kalmıştır. 1915 yılında sayıları 22’yi bulan ve Osmanlı döneminde devlete ait olan bu fabrikalar, 1925 yılında kurulan Sanayi ve Maadin Bankası tarafından devralınmıştır. Devletin bu dönemde en önemli ekonomik faaliyeti demiryolları yapımıdır. 1930 yılında demiryolları Ankara’dan Sivas’a ulaştı. 1928 ve 1929 yıllarında Ankara-Ulukışla ve Mersin-Adana hatları yabancı şirketlerden satın alındı. Atatürk’ün ortaya koyduğu ekonomi politikasının başarısı ortadadır. 1929 Bunalımı sonucu bütün dünya ekonomisi büyük bir ekonomik çöküntü içindeyken Türkiye 1930’lu yıllarda ulusal bir sanayileşme hamlesini başlatmış, 1930-1932 döneminde yıllık ortalama yüzde 3.5, 1933-39 döneminde ise yüzde 8.1’lik bir büyüme sağlamıştır. Aldığı önlemlerle ticaret dengesi açığını (1938 yılı dışında) fazlaya çevirmiştir. 1932-1939 yılları imtiyazlı yabancı şirketlerin tasfiye edildiği, demiryollarının millileştirildiği yıllardır. Türk ekonomisinde büyük yeri olan iktisadi devlet teşekküllerinin en önemlilerinden olan Sümerbank, Eti-bank, Denizcilik Bankası v.s. bu dönemlerde kurulmuşlardır. Türkiye sanayinin temelini oluşturan demir-çelik, dokuma, kağıt, kimya, şeker, cam gibi sanayi dalları bu dönemde geliştirilmiştir. Kısacası bu dönemin ekonomi politikasını başarılı bir milli bir sanayileşme çabası olarak yorumlamak yanlış olmaz. Bütün bu çabalar, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin çok dar olanaklarıyla gerçekleştirilmiştir. Dışardan sağlanan tek kaynak Mayıs 1932 tarihinde Sovyetler Birliği ile imzalanan $8 milyon tutarında faizsiz, 20 yıllık bir borçlanma anlaşmasıdır. Bu, gelişmekte olan bir ülkeye verilen ilk borç örneğidir ve bunu izleyen 25 yıl içinde başka borçlanmaya gidilmemiştir. Bu borç şeker fabrikaları ve Kayseri’de kurulacak olan dokuma fabrikaları için Sovyet malzemesi alımında kullanılacaktı. Planın proje yapımı ve finansmanını Sümerbank üstlenmişti. | ||
28-02-2007, 10:34 | #18 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| · Türkiye’nin Bugün Geldiği Nokta Bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu şöyle özetleyebiliriz: 2001 yılı itibari ile dış borç stoku 112 milyar $ (G.S.M.H.’nın %75’i), iç borç stoku 117 katrilyon TL (G.S.M.H.’nın %64’ü), iç ve dış borç faiz ödemeleri, konsolide bütçe vergi gelirlerinden daha fazla (%103), 1950’li yılların sonunda başlayarak gittikçe artan sıklıkla yaşanan krizler ve bu krizlerden çıkmak için IMF ile yapılan 16 stand-by anlaşması. Türkiye nasıl bu duruma düştü? Bu sorunu cevabını bulabilmek için 1950 den bu yana yaşanan ve krizlere yol açan gelişmeleri özet olarak aşağıda, Tablo 3 yardımıyla ele alacağız. 1929 Bunalımı’nın etkilerinin yaşandığı 1930’lu yıllar ve II. Dünya Savaşı yılları sıkıntılarına karşı Türkiye’de bir kriz yaşanmamıştır. · 1950-1958 Dönemi Savaş sonrası Batı Avrupa’daki toparlanma ve Marshall Planı yardımıyla başlatılan altyapı yatırımlarının etkisiyle 1950’lilerin ilk yarısında hızlı bir büyüme yaşandı, fakat yatırımların bütçe açıklarıyla finanse edilmesiyle enflasyon yükselmeye başladı (resmi yayınlarda %10, gerçekte %20’lerde seyreden bir enflasyon). Hükümetin bu gelişmelere tepkisi, giderek artan döviz ve fiyat kontrolleri ve gümrük vergilerinin yükseltilmesi oldu. Uygulanan sabit kur rejimi nedeniyle Türk lirası değer kazanması sonucu cari işlemler dengesi açıkları giderek büyüdü ve ithalatın kısıtlanması üretimin düşmesine yol açtı. Dört yıl boyunca büyüme hızı düştü, dışardan giderek daha elverişsiz koşullarla borçlanmaya gidildi… Sonunda dış kaynaklar borç vermeyi durdurdu. 1958’de koşullar kötüleşti, ithalat durdu ve üretim düştü. Petrol ithalatının yapılamaması sonucunda hasatın yapılması tehlikeye girdi. En sonunda Hükümet direnmekten vazgeçip 1958 yılında IMF desteği ile stabilizasyon programını uygulamaya koydu. TL devalüe edildi (Dolar kuru 2-80 TL’den 9.00 TL’ye yükseldi). 1953-54’den itibaren ithal edilen malların bedellerinin ödenmemesi sonucunda biriken borçlar 584 milyon dolara ulaşmıştı. | ||
28-02-2007, 10:34 | #19 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| · 1960-1970 Dönemi Yeni oluşturulan Devlet Planlama Teşkilatı’nın hazırladığı 5 yıllık kalkınma planlarıyla ithal ikamesine dayanan sanayileşme politikası uygulamaya konuldu. Enflasyonun düşmesiyle 1960’lı yıllarda iyi bir büyüme hızı sağlandı, fakat 1960’ların sonunda ticaret ve cari işlemler dengelerindeki açıkların devam etmesiyle döviz sıkıntısı tekrar yoğunlaşmaya başladı. 1970 yılında tekrar IMF’ye başvurulmak zorunda kalındı.Uygulamaya konulan stabilizasyon programı ile Türk lirası devalüe edildi (Dolar kuru 9.00TL’den 14.00TL’ye yükseltildi). · 1970-1980 Dönemi 1970 devalüasyonu ile artan cari işlemler gelirleri, özellikle işçi dövizleri girişleri stabilize edilemedi ve ekonomide parasal genişleme süreci başladı. Döviz sıkıntısının olmadığı bu dönemde geleneksel olmayan ihraç ürünlerine verilen teşviklerle ihracatta bir artış başladı. 1973 yılında OPEC’in petrol fiyatlarını üç kat artırmasına karşı gerekli uyum önlemleri alınmadı. Ödemeler bilançosu açıkları giderek büyümeye başladı. Döviz kurunda gerekli ayarlama yapılmaması sonunda azalan işçi dövizlerini çekebilmek ve kamu açıklarının finansmanına özel sektörün rakip olmaması, onların dışardan borçlanabilmeleri için uygulamaya konulan Dövize Çevrilebilir Mevduat (DÇM) hesaplarına Devlet garantisi getirildi. 1977’ye gelindiğinde ithalat aksamaya başlamıştı ve ihracat gelirlerinde de düşüş başlamıştı. Bu yılda büyüme hızı, önceki üç yılın yarısı kadar gerçekleşti. 1978-79 yıllarında kriz dönemine girildi. Dış borçların ertelenmesi çabaları sonuçsuz kaldı, mali reform gerçekleştirilemedi. Enflasyon yüzde 100 sınırına yaklaşırken üretim düştü. 1975-1980 dönemi 1950’den sonraki en düşük büyüme hızının yaşandığı dönem olmuştur. 1979 yılında rezervler tükendi. İthalat yapılamadığı için üretim hızla düşmeye başladı. 1958 devalüasyonu öncesi kriz dönemi tekrar yaşanmaya başladı. DÇM’lerin ekonomiye maliyeti giderek büyümeye başladı ve krizi hızlandıran bir etki yarattı. (1975 yılında $1.2 milyar olan DÇM hesapları 1977’de $6.1 milyara yükselmişti). Bu dönemde ortaya çıkan krizin nedeninin petrol fiyatlarının artışı ve buna uyum sağlanmaması, DÇM’ler ve yatırımların dış borçlanmayla finanse edilmesinin olduğu görülmektedir. 1975’de $5 milyarın altında olan dış borçlar iki yıl içinde $15 milyara, 1980’de $20 milyara yükseldi. Bu arada dış borç yapısı da bozuldu, 1977 ve 1978 yıllarında kısa vadeli borçların toplam borçların yarına ulaşması, dışardan borçlanmanın giderek güçlendiğinin bir göstergesidir. (Tablo 5) Bu gelişmeler karşısında 1978 ve 979 yılında IMF güdümünde hazırlanan istikrar tedbirleri zayıf koalisyon hükümetlerince uygulanamadı ve bu programlar uluslararası mali çevrelerden yeterli desteği göremedi. Kriz sürecinin büyümesi 1979’un sonlarında askeri müdahale ile sonuçlandı. Ertesi yılın başında 24 Ocak Kararları olarak anılan istikrar tedbirleri yürürlüğe konuldu. | ||
28-02-2007, 10:34 | #20 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| · 1980-1990 Dönemi – 24 Ocak Kararları 24 Ocak Kararları ile mal ve faktör piyasalarında fiyatların, faiz ve döviz kurunun piyasada belirlenmesi ilkesi belirlendi. İthalat rejimi serbestleştirildi, ihracatı yoğun bir şekilde teşvik eden ve yabancı sermayeyi teşvik edici politikalar uygulamaya konuldu. KİT’lerin ve Devlet’in ekonomideki ağırlığının azaltılması hedeflendi. Bu kararlar, ekonomide bir kabuk değişimine işaret etmekteydi. Planlı, ithal ikamesine dayalı büyüme yerine liberal ekonomi politikalarının uygulandığı, devletin ekonomideki ağırlığının azaltılamaya çalışıldığı bir dönem. 1983 seçimlerinden sonra genişletici para ve maliye politikaları ile hızlı bir büyüme sağlandı, fakat enflasyon hızının yükseldiği bir sürece girildi. İç ve dış borçların ivme kazanması ile dış borçlar 1981’de $14.5 milyardan 1991’de $50.5 milyara, iç borçlar ise 1080’de TL 721 milyardan 1983’te 3.2 trilyon TL’ye, 1991’de 98 trilyon TL’ye yükseldi. İç ve dış borç faiz ödemeleri 1981 yılında vergi gelirlerinin yüzde 6’sını oluştururken 1991 yılında bu oran yüzde 30’ugeçti.(Tablo 4) Artan enflasyon ve borçlanma sonucunda reel faizler yükseldi, döviz açığı nedeniyle devalüasyon beklentisi yaygınlaştı ve 1988-89 yıllarında ekonomik durgunluk sürecine girildi. Durgunluğu aşmak için yürürlüğe konulan 4 Şubat 1989 Kararları ile döviz girişini artırıcı önlemler alındı. Yabancı sermaye girişi yüksek faizlerle teşvik edildi. 32 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Türk lirasının konvertibilitesi sağlandı. Konvertibilitenin amacı, kaynağı araştırılmaksızın yabancı fonları Türkiye’ye çekebilmekti. Böylece kontrolsüz sermaye giriş ve çıkışları bir taraftan Türkiye’yi kara paranın aklandığı bir cennete dönüştürürken, diğer taraftan bu istikrarı bozucu spekülatif sermaye hareketleri, ileriki yıllarda, ekonomi yönetiminin para politikası araçlarını kullanma etkinliğinin giderek azaltmasına yol açmıştır. | ||
Bu konuyu arkadaşlarınızla paylaşın |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
Seçenekler | |
Stil | |
| |