|
Ana Sayfa | Kayıt ol | Yardım | Oyun Alanı | Ajanda | Arama | Bugünkü Mesajlar | Forumları Okundu Kabul Et XML | RSS | |
28-02-2007, 12:35 | #21 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Pentagon, Vietnam’dan bu yana Amerikan askerlerinin kara savaşına girmesine karşıdır. Fakat er ya da geç bu kaçınılmaz olacaktır. Eski bir general olan ve George W. Bush’tan daha zeki olan Colin Powell, Amerika’nın sadece çok büyük bir güç yığdığı ve bir çıkış stratejisi olduğu zaman müdahale etmesi gerektiğini düşünüyor. ABD emperyalizminin muazzam ateş gücü dikkate alındığında, bu olağanüstü derecede ürkek bir konumdur. Kendini Beyaz Saray için hazırladığı aşikâr olan Powell gibi bir adam tarafından bunun öne sürülmesi, ABD emperyalizminin stratejistlerinin, Amerika’nın yabancı maceralara girmesinin sonuçlarına ilişkin derin kaygılarını açığa çıkarıyor. Bu, ABD emperyalizminin gücünün sınırlarının farkında oluşu gösteriyor. Bununla birlikte, ABD emperyalizmi her yere müdahale etmeye hazırlanıyor. Gerillalarla savaşması için Kolombiya hükümetine 1,3 milyar dolar verdikten sonra, şimdi de Filipinler hükümetine yaptığı yıllık 2 milyon dolarlık askeri yardımı 100 milyon dolara çıkarmıştır. Başkan Bush, Powell doktrininin çok ürkek olduğunu ve ABD’nin kara birliklerini dış çatışmalara sokmasının zamanı geldiğini düşünen yönetici kesimi temsil ediyor. Körfez Savaşında, Kosova’da ve Afganistan’da “zafer” olarak gördükleri şeyle kendi ellerindeki kozları güçlendiriyorlar. İronik bir şekilde izolasyonist bir politikayla iktidara gelen Bush, şimdi Irak’a, Sudan’a ve Somali’ye müdahalelerden bahsediyor. Pentagon halen ABD’nin bir kara savaşına girmesinden korkmasına rağmen, olayların akışı Amerika’yı hiçbir dirençle karşılaşmadan o yöne doğru çekiyor. Yeni sarsıntılar hazırlanıyor ve bunların her biri, eski sömürge ülkelerde muazzam bir istikrarsızlığa ve belli bir aşamada Amerika’da ve diğer gelişmiş ülkelerde büyük tepkilere yol açabilir. Marksizm ve savaş Bazı açılardan 1914 öncesi dönemi anımsatan uzun süreli bir boom ve göreli istikrar yaşadık. Şimdi her şey parçalanıyor. Fakat 1914’te emperyalistler dünyayı kolayca yönetebilirlerken, artık durum bu değildir. Üretici güçler her yerde çıkmazdadır. Kuşkusuz bu üretici güçlerin daha fazla gelişemeyeceği anlamına gelmez (üretici güçler, 1930’lardaki büyük bunalım sırasında bile belli bir ölçüde büyümüştür). Geçici boom’ların olmayacağı anlamına da gelmez. Fakat 1945’ten sonraki uzun yükseliş dönemi boyunca kapitalizmin yaşadığı türden bir büyüme artık gündemde değildir. 1990’ların ikinci yarısındaki geçici boom, kapitalizmin küresel kriziyle son bulmuştur ve bu durum ekonomik krizde, artan çelişkilerde ve sürekli savaşlarda ifadesini bulmuştur. Bu, yeni bir döneme, dünya çapında bir fırtına ve gerginlik dönemine girdiğimiz anlamına geliyor. Dünya devrimi çağı. Bu, barış ve istikrar dönemi değildir, bilâkis tam tersi geçerlidir. Savaşlar bu dönemde kaçınılmazdır ve belirli koşullar altında savaştan devrim doğabilir. Eski istikrar yerini her düzeyde istikrarsızlığa bırakmıştır. Ve belli bir aşamada bu işçi sınıfının bilincinde ifadesini bulmak zorundadır. | ||
|
28-02-2007, 12:35 | #22 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| İster uluslararası savaş olsun ister sınıf savaşı (devrim) olsun, tüm önemli konular savaşlar tarafından çözüme bağlanır. Lenin’in Emperyalizm kitabını yazdığı dönemdeki gibi, şimdiki çağda da, kapitalist bir bakış açısından savaşın amacı pazarları, ham maddeleri ve nüfuz alanlarını ele geçirmektir. Önümüzdeki dönemde birçok savaş yaşanacaktır; geçmişteki dünya savaşları gibi değil, fakat Körfez Savaşı ve Afganistan’daki savaş gibi “küçük” savaşlar. Emperyalist ülkeler arasındaki çatışmalar, ekonomik kriz ve dünya çapındaki istikrarsızlık koşullarında muazzam ölçüde artacaktır. Küçük pazarlar için bile çok büyük mücadeleler yaşanacaktır. Emperyalistler, kendileri için mücadele etmeleri amacıyla yerel ajanlarını kullandıkları kirli taşeron savaşları başlatmakta hiç tereddüt etmeyeceklerdir. Bunu sadece Afganistan’da değil, Afrika’da (Kongo, Sierra Leone, Liberya) ve Irak’ta da görüyoruz. Bu tür çatışmalar tüm bölgelere yayılabilir ve milyonlarca insan için kâbus yaratabilir. Savaşa karşı tutumumuzu belirleyen, savaşın dehşeti değil kapitalizmin dehşetidir. Bizler sınıfsal bir tutum takınırız, pasifistlerin ve “Solcular”ınki gibi duygusal bir tutum değil. Bizim temel görevimiz; sabırlı bir şekilde ileri işçilere ve gençlere savaşın gerçek anlamını açıklamak, ikiyüzlü propagandanın maskesini düşürmek ve savaşın ardındaki sınıfsal çıkarları açığa çıkarmak, yani savaşın “politikanın başka araçlarla devamı” olduğunu göstermektir. Savaş, her eğilimi teste tâbi kılar. Reformistler umutsuzluklarını daima savaş zamanlarında açığa vururlar. Sağ reformistler açıkça emperyalizmi desteklerler, özellikle de güçlü olan tarafı (Amerika). Sollar, gözü yaşlı pasifist tutumu benimserler ve Birleşmiş Milletleri müdahale etmeye çağırır. BM geçmişte sadece ikincil konuların halledildiği ve istim salmak için eski sömürge ülkeleri içine alan bir forumdu. Şu andaki durumu öyle bile değildir. Tamamen ABD emperyalizminin kontrolü altındadır. “Solcular”ın sürekli dillendirdikleri BM müdahale etmelidir talebi, hem ütopiktir hem de gericidir. Hem Körfez Savaşında hem de Afganistan’da, BM, ABD emperyalizminin saldırganlığına “legalite” örtüsü sağladı, aynen daha önce Kore’de ve Belçika Kongo’sunda yaptığı gibi. Temel olan, emperyalist savaşlara karşı amansız karşı duruştur. Diğer yandan, burjuva pasifizmine de tamamen karşıyız. Bazı ultra sol grupların yaptıkları gibi vicdani reddi ya da askerlikten kaçmayı desteklemek söz konusu dahi olamaz. Böyle tutumların Leninist devrimci bozgunculukla ortak hiçbir yanı yoktur. Savaş üzerine ahlâki bir konumumuz yoktur. Bizim politikamızı belirleyen şey sınıfsal çıkarlardır. Taliban’ın suçları veya daha da ötesi Saddam Hüseyin’in ya da Savaş öncesinde Vargas’ın yahut Haili Selassie’nin suçları değil. | ||
28-02-2007, 12:35 | #23 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Sektlerin kafa karışıklığı İkinci Dünya Savaşından önce Brezilya ve İngiltere arasında bir savaş olasılığı ortaya çıktığı zaman Troçki, yarı-sömürge bir ülkeyle bir emperyalist devlet arasındaki savaşta Marksistlerin ikincisine karşı ilkini savunmakla yükümlü olduğuna işaret ediyordu. Hükümetin karakteri belirleyici bir etmen değildi. Bundan dolayı, Brezilya’daki Vargas rejiminin aşırı gerici hatta yarı-faşist karakterine rağmen, bir Marksist demokratik İngiltere’yle savaş durumunda Brezilya’yı desteklemek zorundaydı. Troçki bu fikri geliştirmediyse de, sorunun özü çok basittir: sömürge ya da yarı-sömürge ülkelere karşı yürütülen tüm emperyalist savaşlara, bu ülkelerde iktidarda bulunan hükümetin türüne bakmaksızın karşı çıkmak gerekir. Bir Marksist için bu ABC’dir ve üzerinde daha fazla durmak gereksizdir. Bununla birlikte sekterler, Troçki’nin argümanını her zamanki gibi karikatürleştiriyorlar. Doğru bir argümanı absürd bir uç noktaya taşıyarak yanlış bir argümana dönüştürmek daima mümkündür. Sağlam bir anti-emperyalist çizgiyi savunurken, Troçki hiçbir zaman Varga’yı savunmak ya da onun rejimine muhalefet etmeyi bırakmak gerektiğini söylemedi. Tersine, hem Lenin hem de Troçki, emperyalizme karşı başarılı bir mücadele yürütmekten aciz oldukları için sömürge ülkelerin burjuvalarını amansız bir şekilde eleştirmiştir. Afganistan konusundaki tutumumuz, Lenin’in ve Troçki’nin klasik tutumuna dayanmaktadır. Afganistan’a yönelik emperyalist saldırganlığa karşı mücadele ederiz. Taliban’ın gerici karakteri bu tutumumuzu en ufak ölçüde etkilemez. Fakat bu bizim Taliban ya da bin Ladin’le aynı tarafta olduğumuz veya onların gerici politikalarını mahkûm etmeye son verdiğimiz anlamına gelmez. Sekterler, düşünülebilecek her türlü hatayı yaparlar, bazen de akıl sır ermez hatalar yaparlar. Bu özellikle savaş zamanlarında geçerlidir. Lenin ve Troçki’yi herhangi bir şey anlamadan veya özümsemeden okuyan herkes kendini büyük teorisyen zannediyor. Bu yüzden Yugoslavya örneğinde, Hırvatları desteklemekten (CWI), Sırpları, Boşnakları, KLA’yı vs. desteklemeye kadar, düşünülebilecek her türlü permütasyona tanık olduk. Bunlardan hiçbiri sınıfsal veya enternasyonalist bir tutumu savunmamıştır. Artık Taliban’ı ve İslam’ı destekleyerek deliliği had safhaya vardıran sözde Troçkistlere de sahibiz. Bu yanlış olmakla kalmayıp, Marksist açıdan korkunçtur da. Kendilerine has kıvırma ve bükülmeleriyle, sektler, özellikle ulusal sorun ve emperyalizme karşı mücadele konusunda kendilerini daima en saçma pozisyonlara sokarlar. Sonunda daima burjuvaziye ve küçük-burjuvaziye teslim olurlar ve sınıfsal tutumdan vazgeçerler. Kendi kaderini tayin hakkını ve emperyalizme karşı mücadeleyi savunmak, kazara emperyalizmle çatışma içine girmiş her gerici ulusal eğilimi savunmak zorunda olduğumuz anlamına gelmez. Hem bin Ladin’in hem de Taliban’ın çok da uzun olmayan bir zaman önce emperyalizmin yaratıkları olduklarını ve Kabil’deki Moskova yanlısı rejimi yok etmek için beraber çalıştıklarını hatırlayalım. Bu gerçeklerin üzerinden atlamak son derece hafiflik olur. | ||
28-02-2007, 12:36 | #24 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Taliban (ve suç ortağı bin Ladin) en korkunç karşı-devrimcilerdir. Ve bu Afganistan’daki savaşa (dünyanın en güçlü emperyalist devletinin, dünyanın en yoksul ülkelerinden birine saldırdığı bir emperyalist savaş) karşı tutumuzu belirleyemezse de, gözden kaçırılmamalıdır. Biz emperyalizme karşı mücadele ederiz ve bu yeterlidir. Emperyalistlere karşı başarılı bir savaş yürütmekten tümüyle aciz olduğunu gösteren Taliban’a katılmak zorunda değiliz. Savaş –en iyi ihtimalle– Afgan halkının yabancı bir işgalciye karşı yürüttüğü bir gerilla mücadelesi şeklinde devam ediyorsa, bu, Afgan halkını bir felâketten diğerine sürükleyen Taliban sayesinde değildir. Genelde bu insanların mantığı, “bir şeyler yapmalıyız” şeklindedir. Fakat gereken şey olumlu bir şeyler yapmaktır, örneğin Batıdaki işçilerin politik bilinç düzeylerini yükseltmek gibi. Bunlar, keskin ve histerik propagandalarıyla, onları dinleme zahmetine katlanan birkaç insanının bilinç düzeyini daha da düşürmeye yardım ederken, aynı zamanda Troçkizmin adını da lekeliyorlar. Taliban’ın (geçmişteki bazı ufak hatalarına rağmen) şimdi “emperyalizme karşı savaştığını”, bu yüzden artık geçmişi unutmak ve birleşik bir mücadele cephesi oluşturmak gerektiğini savunuyorlar. Gerçekte Taliban, ABD emperyalizmine karşı Panama’daki Noriega’dan daha başarılı bir mücadele yürütemez. Emperyalizme ağır bir yenilgi tattırmak için, başka politikalara –devrimci politikalara– ihtiyaç vardır. Londra, Paris ve New York’un kafe barlarındaki sekterlerin yürüttüğü “mücadele”ye gelince, en iyisi hiç konuşmamaktır. Eğilimimiz, savaş konusunda sınıfsal bir tutumu savunan siciliyle gurur duyabilir. Devrimci partinin sektlerin boş laflarıyla değil gerçekte nasıl kurulacağını bilmemiz gerekiyor. İşçi yığınlarının, savaşın başında, “çocuklarımızı” desteklememiz gerekir temelinde savaş yanlısı bir tutum almaları normaldir. Savaşı destekleyen işçilere karşı, sektlerin keskin ultra-sol tutumunu değil, sabırlı bir tutum takınmalıyız. İşçilerin tutumları savaş deneyimi içinde kendiliğinden değişecektir. Bu arada saçma sloganlarla ve hareketlerle kendimizi yalıtmamalı, sınıf içinde yankı uyandıracak sloganlar geliştirmeye çalışmalıyız. Uygun geçişsel talepler geliştirmeliyiz. Örneğin büyük şirketlerin savaş kârlarına el koyulması ve bu fonların hastane, okul yapımında kullanılması vs. | ||
28-02-2007, 12:36 | #25 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Elimizdeki tüm araçlarla emperyalist savaşlara karşı çıkarken, her zaman tutarlı bir sınıfsal tutum takınmalıyız. Savaşa karşı çıkacağız, fakat kendi pankartlarımız altında, kendi yöntem ve sloganlarımızla. Tersine, tüm şovenlikleriyle küçük-burjuva sekterler, pankartları karıştırarak ve proleter devrimin kızıl bayrağının yerine gericiliğin ve köktendinciliğin siyah bayrağını geçirerek derhal gerici fikirlere teslim olurlar. Bu, devrimci bir tutuma tümüyle terstir. ABD emperyalistlerinin, bin Ladin ve Taliban’ı da tıpkı Saddam Hüseyin’i yarattıkları gibi yarattığını açıkladık. Bizim amacımız, işçi sınıfının burjuvaziye ve kendi hükümetlerine karşı olan güvenini ortadan kaldırmaktır. Savaş çoğunlukla devrime giriştir. Dünyanın kanlı bir emperyalist savaşın içine battığı, işçilerin işçileri öldürdüğü ve Avrupa’nın militarizmin ve kara gericiliğin kıskacında olduğu 1915’te, Lenin kendinden emin bir şekilde devrimi öngörmüştü. Olaylar onu haklı çıkardı. Akıntıya karşı savaşmak gerekir, belli bir noktada dalga tersine dönecektir. Savaşın ilerleyişi derin fay hatları açacak ve tüm çelişkileri dünya ölçeğinde daha da derinleştirecektir. Yakında gerçekleşecek olan olaylar, ABD dahil tüm dünyanın vicdanını etkileyecektir. Sorular sorulacaktır. Zihinler, tutumlar ve düşünceler değişmeye başlayacaktır. Bu durum, sağlam ve ilkeli bir tutumu benimseyen Marksist bir eğilimin önünde devasa olanaklar açacaktır. Afganistan Taliban rejimini yıkmalarına rağmen Amerikalılar halen, hem Afganistan’da hem de dünya çapında, özellikle de onların yüzünden istikrarsızlığa sürüklenen Orta Doğu’da, büyük zorluklarla yüz yüzeler. Hiçbir şeyi çözmediler, sadece yeni sorunlar yarattılar. Şimdiye kadar Amerikalılar şunları başardılar: 1. Yerine daha istikrarlı bir şey koymaksızın Taliban rejimini devirdiler. 2. Pakistan’ı karıştırdılar ve Afgan çatışmasının sınırın ötesine taşma olasılığını yükselttiler. 3. Hindistan’ı yalnızlaştırdılar ve Hindistan’la Pakistan arasındaki Keşmir çatışmasını, yeni bir savaşa yola açabilecek ölçüde şiddetlendirdiler. 4. Suudi Arabistan’da ciddi bir istikrarsızlık yaratarak Suudi kraliyet ailesinin geleceğini tehlikeye soktular. 5. Her yerde “ılımlı” Arap rejimlerinin altını oydular ve zayıflattılar. 6. Hem İsraillileri hem de Filistinlileri yalnızlaştırdılar ve aralarındaki gerginlikleri artırdılar. 7. Irak’ı, Sudan’ı, Somali’yi ve hatta İran’ı tehdit ettiler ve istikrarsızlığı dünya çapında, özellikle de Orta Doğu’da artırdılar. 8. Müslüman dünyada anti-Amerikancı bir dalgayı kışkırttılar ve böylece İslami köktendinciliği güçlendirdiler. 9. ABD’ye ve dışarıdaki vatandaşlarına ve mülklerine yönelik yeni terörist saldırıların yapılma olasılığını artırdılar. Ve son olarak; 10. Rusların Kabil’e geri dönmesine izin verdiler. | ||
28-02-2007, 12:38 | #26 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Afganistan’da istikrar yoktur. Amerikan baskısı altında bir araya gelen bu geniş tabanlı hükümet fazla uzun sürmeyecektir. Özbek lider Dostum ve diğer savaş ağaları daha şimdiden kendi konumlarını merkezi hükümet pahasına güçlendirmektedirler. Böyle harap bir koalisyonun Afganistan üzerinde egemenlik kurması mümkün değildir. İktidarda kalması bile yeterince sorunlu olacaktır. Bu sadece dışardan askeri destekle sağlanabilir. Bu da, bebeği koruma işinin ABD ve müttefiklerine (esasen Britanya ve Türkiye) bırakılacağı anlamına gelir. Şu ana kadar Amerika, şeytanın kutsal sudan korktuğu gibi korktuğu kara savaşına girmekten sakınmayı başarabilmiştir. Kendisi için başkalarını dövüştürmüştür. Fakat bu strateji sorunludur. Kuzey İttifakı Amerikalılardan para alacaktır, fakat ille de Amerikalıların istediğini yapmayacaktır. Ayrıca Taliban yara almasına rağmen tamamen yok edilmemiştir ve Kabil’deki yeni hükümete ilişkin hayal kırıklıkları ortaya çıktıkça –ki bu kaçınılmazdır– yeniden güç kazanabilir. Amerika’nın yapacağı hiçbir yardım duruma istikrar kazandıramayacaktır. Yıkılmış durumdaki Afganistan, akıtılan milyarlarca doların neredeyse hiçbir etki yaratamadığı dipsiz bir kuyudur. Üstelik “geniş tabanlı” hükümet çok farklı grupları ve bireyleri barındırdığından, herkes avcunu uzatıp tamamen dolmasını bekleyecektir. Fakat yoksul Afgan halkı umduğunun çok azını alacak ve er ya da geç hükümetten ve onun yabancı destekçilerinden nefret etmeyi öğrenecektir. Ve Afganistan’da politik muhalefet hızlı bir şekilde kendini Kalaşnikofların dilinde ifade edecektir. Sahne yıllarca sürebilecek bir çatışma için hazırlanmıştır. Bu perspektif, bin Ladin ve molla Ömer yakalansa veya öldürülse bile çok fazla değişmeyecektir. Pakistan’ın egemen kliğinin ve askeri elitinin, kendine Peştunların savunucusu süsü vererek Afganistan’da kaybettiği mevzilerine geri dönme manevrası yapması kaçınılmazdır. Fakat komşularının içişlerine karışarak durumu iyice istikrarsızlaştıracaklar ve savaşın bizzat Pakistan’a yayılmasının koşullarını yaratacaklardır. Bu arada Afganistan’daki olayların, ABD emperyalizminin çıkarları için hayati bir alan olan Orta Doğu üzerinde de karıştırıcı bir etkisi vardır. | ||
28-02-2007, 12:39 | #27 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Pakistan Son olaylardan önce de son derece kırılgan olan Pakistan’daki durum, Afganistan’daki savaş yüzünden iyice bozulmuştur. Taliban’ın düşüşü, Pakistan ve onun askeri kliği için utanç verici bir yenilgi anlamına geliyordu. Pakistan’daki rejim zayıf ve çürüktür ve hatta yıkılabilir. Bu rejim sadece ABD emperyalizmi tarafından destekleniyor. ABD, savaşı desteklemesi karşılığında rejimin borç yükünü kısmen hafifletiyor. Washington, nükleer silah denemeleri yaptıkları için Hindistan ve Pakistan’a 3 yıl önce koyduğu yaptırımları kaldırırken, borçların yeniden planlanması dahilinde Pakistan’a 600 milyon dolar verdi. Fakat bu Pakistan’ın muazzam borcuyla karşılaştırıldığında çok küçük bir miktardır. Resmi rakamlara göre nüfusun %34’ü yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Bütçenin %60’ı dış borç faizinin geri ödenmesine harcanırken, %40’lık bölüm orduya gidiyor. Sadece %2’lik bir kısım eğitime harcanıyor. Bir insanın bir günlük sağlık harcaması 2 ABD sentine eşit. Ve emperyalizm, Pakistan’a bütçe kesintisi yapması için IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla durmaksızın baskı yapıyor. Liberalleşmenin Pakistan ekonomisi üzerinde korkunç etkileri oldu. Gümrükler %64 indirildiğinde, 3462 fabrika kapandı. Ayrıca fabrika kapatmalara ve kitlesel işsizliğe yol açacak olan özelleştirmeler için acımasız bir baskı var. Okulların ve kliniklerin kapatılması yoksulları etkileyecektir, çünkü zenginlerin özel sağlık ve eğitim hizmetlerine ulaşma imkânları vardır. Savaş kitleleri iyice sarsmış ve zaten varolan istikrarsızlığı daha da artırmıştır. İlk başlarda köktendinciler aşırı gürültü koparmışlardır, fakat aslında kitleler içinde derin kökleri yoktur. İşçi sınıfı bir kez harekete geçtiğinde, bunlar süpürülüp bir kenara atılabilirler. İhtiyaç duyulan şey, bağımsız bir sınıf programıdır. Pakistanlı Marksistler bunda belirleyici bir rol oynayabilirler. Pakistan, 50 yıldan uzun bir süredir, istikrarsız ve çürümüş “demokrasiler” ile çok daha istikrarsız ve çürümüş askeri diktatörlükler arasında salınıp durmuştur. Şu anki rejim çok sallantılıdır. ABD emperyalistlerinin, er geç Benazir Butto’yu Londra’dan çağırmayı ve kitleleri Pakistan Halk Partisinin (PPP) peşine takmayı düşünmeleri mümkündür. Derin toplumsal kriz koşullarında, PPP içinde keskin bir sağ-sol kutuplaşmasına ve krize zemin hazırlanacaktır. Bu Pakistan Marksistleri için büyük fırsatlar yaratacaktır. Pakistan devrimi için perspektifler, dünya çapında Marksistlerin gündemine yerleşmelidir. Pakistanlı Marksistlerin taktiklerine, sloganlarına ve programlarına özenle dikkat etmeliyiz. | ||
28-02-2007, 12:39 | #28 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Türkiye Avrupa ve Asya’ya oturarak kilit bir coğrafi konumda bulunan Türkiye, sadece emperyalizm için değil dünya proleter devrimi için de stratejik bir konum işgal ediyor. Güçlü ve militan işçi sınıfıyla Türkiye, devrimin zaferiyle son bulabilecek muazzam sınıf mücadeleleri dönemlerinden geçmiştir. Fakat Moskova bürokrasisinin çizgisini takip eden Stalinistlerin yanlış politikaları, 1980’de işçi sınıfının en kanlı yenilgisine yol açmıştır. Batı tarafından ılımlı bir rejim olarak tarif edilen kanlı 12 Eylül askeri diktatörlüğü çözülse de, mirası bugüne kadar devam etmiştir. Bununla birlikte yozlaşmış ve çürümüş Türkiye burjuvazisi, toplumun temel sorunlarını çözememiştir. Proletaryayı muazzam ölçüde güçlendiren önemli ekonomik ve sınai gelişime rağmen, Türkiye kapitalizminin temeli halen zayıf ve istikrarsızdır. Bu bir yandan sürekli politik istikrarsızlıkta ve öte yandan da mali ve ekonomik krizlerde yansımasını bulmuştur. Türkiye şu anda, daha önce hiç görmediği şiddette bir ekonomik kriz içindedir. İşsizlik inanılmaz oranlarda artmıştır ve bu kriz kapitalist dünya ekonomisi bir resesyon içindeyken patlak verdiğinden, Türkiye kapitalizminin kısa vadede bu krizden çıkması kolay değildir. Krizin sürmesinin politik ve sosyal alanlardaki etkileri, artan politik istikrarsızlık ve keskinleşen sınıf mücadeleleri olacaktır. Türkiye proletaryasının özgül ağırlığının bin kat daha büyük olması dışında, Türkiye birçok açıdan Çarlık Rusya’sına benziyor. Türkiye kapitalizminin temel zayıflığı, dış borcuna yansıyor. 2001’de GSMH’si yalnızca 145 milyar dolarken, 150 milyar dolar dış borcu vardı. Türk lirası, dolara aşırı derecede bağlı ve onun karşısında güçsüz durumdadır. Diğer benzer ülkelerle birlikte, dünya pazarlarındaki çalkantılar, 2000 yılının sonundaki çöküşte görüldüğü gibi Türkiye’yi feci şekilde etkiledi. Bir çıkış yolu bulmakta umutsuz olan Avrupa yanlısı burjuva kesim, AB’ye girmeyi tek çözüm olarak görüyor. Bu yaklaşım burjuvazi açısından doğru olsa da, bunu başarmanın son derece zor olduğu kanıtlanmıştır. Üstelik Türkiye’nin içinde bulunduğu bölge yeni ve patlamalı gelişmelere gebedir. | ||
28-02-2007, 12:41 | #29 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Dünyadaki genel durum Türkiye’nin kaderini doğrudan etkilemektedir. Türkiye’nin kendisi zayıf bir emperyalist güçtür, fakat İsrail’le birlikte ABD emperyalizminin ajanı gibi davranan, bölgesel ölçekte bir süper-güçtür. Washington, Orta Doğu ve Afganistan planlarının parçası olarak, kendi askeri maceraları için, özellikle de Irak’ta, Türkiye’yi kendi maşası olarak kullanmaya çalışıyor. Bir askeri maceraya destek vermesi karşılığında, Amerikan emperyalizminin Türkiye’ye Irak’ın bir bölümünü, örneğin Kuzey Irak’taki Musul ve Kerkük petrol alanlarını vaat etmiş olması çok muhtemeldir. Hiç şüphe yok ki Türkiye, 11 Eylül sonrasının uluslararası konjonktürü içinde, ABD sayesinde elini güçlendirmiştir. Bölgede güçlü bir NATO üyesi olan Türkiye, Batı Avrupa ülkeleri tarafından gözardı edilemez. ABD, bu konumu politik olarak AB aracılığıyla, ekonomik olarak IMF aracılığıyla pekiştirmeye çalışıyor. Büyük emperyalist güçlerin tasarımları ve beklentileri ne olursa olsun, olayların kendi mantıkları vardır. Balkanlar, Orta Doğu ve Avrasya’ya ilişkin planlar yapmakla meşgul olan emperyalist stratejistler, dışarıdaki bu gelişmelerin içerde yaratacağı şiddetli yansımaların ve sınıf mücadelesi üzerinde yaratacağı etkinin farkında değillerdir, özellikle de sınıflar arasındaki ilişkilerin oldukça istikrarsız olduğu Türkiye’de. İşçi sınıfı 1980’deki korkunç yenilgiden bu yana kesin bir tarzda harekete geçmemiştir. Fakat bu geçici atalet devam etmeyecektir. Politik rejimin krizi Türkiye kapitalizminin derin ve çözümsüz krizinin bir ifadesidir ve bu er ya da geç kitlelerin hareketinde ifadesini bulmak zorundadır. Türkiye proletaryası çok güçlüdür ve devrimci geleneklere sahiptir. Nice eziyet ve yasaklardan sonra işçi sınıfı halen sendikal düzeyde örgütsüzdür ve parlamento incir yaprağıyla örtünmüş olan asker-polis rejimine karşı korkusunu da aşabilmiş değildir. Burjuvazinin saldırgan sendika karşıtı politikalarından dolayı sendikalaşma oranı %7’ye kadar düşmüştür. Bununla birlikte işçi sınıfı geçmiş yenilgilerden kurtulmaya başlıyor, yeni bir sınıf savaşçıları kuşağı ortaya çıkıyor. Belli bir aşamada, sınıf mücadelesinde yeniden bir canlanma olacak ve bu sadece Türkiye’deki durumu değil bölgedeki durumu da baştan aşağı değiştirebilecektir. Türkiye’deki bir devrimin şok dalgaları derhal İran, Irak, Yunanistan, Kıbrıs, Rusya, Orta Doğu ve Balkanlar’ı da etkileyecektir. Türkiye işçi sınıfının muazzam gücü dikkate alındığında, devrim, 1917 Rus devrimine benzer fakat çok daha üst düzeyde bir klasik proleter devrim biçimini kolaylıkla alabilir. Eğer proletarya içinde kök salmış ve diğer ülkelerin işçi ve köylülerine kendi örneğini takip etmesi için enternasyonalist bir çağrı yapacak gerçek bir Marksist-Leninist parti varsa, bu garanti altına alınacaktır. | ||
28-02-2007, 12:41 | #30 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Kıbrıs ABD bir kez daha Kıbrıs sorunu konusunda Türkiye ile Yunanistan’ın anlaşmaya varmasına aracılık etmesi için AB’ye baskı uygulamaya çalışıyor. Fakat konuşmak yapmaktan daha kolaydır. Söylemeye gerek yok ki, bizler Kıbrıs’ın yeniden birleşmesini savunuruz. Çeyrek yıllık bir bölünmeden sonra sorun çözülmeden duruyor. Kıbrıs’ta hem Rum hem de Türk tarafı, Türkiye’nin ve Yunanistan’ın herhangi bir müdahalesi ve provokasyonu olmadan barış içinde yaşamak istiyor. Türkiye’deki halkın büyük bir bölümü de Kıbrıs sorunundan yılmış durumda. Türk halkı barışçıl bir çözümden yana ve hükümetin ve MHP gibi faşist partilerin provokasyonlarına karşı. Türkiye’nin AB’ye girmesine can atan liberal burjuvazi ise Kıbrıs’ın güney ve kuzey taraflarının birlikte AB’ye girmesinin Türkiye’nin yararına olacağını vurguluyor. Kuzey Kıbrıs’taki işçiler hiç şüphe yok ki Türkiye’nin postalı altında kalmaktansa birleşik bir Kıbrıs’ı, hatta AB zemininde birleşmiş bir Kıbrıs’ı tercih ederler. Türkiye’nin işgali onlara baskı ve yoksulluktan başka bir şey getirmedi. 15 Kasım 1983’te “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti”nin ilânı, Kuzey Kıbrıs’ı tümüyle Türkiye’nin insafına bırakmaktan başka bir işe yaramadı. Adanın bu kesimi, mafyanın ve kara paranın hüküm sürdüğü ve halkın geçim araçlarının kuruduğu bir duruma düştü. Bununla birlikte, yeniden birleşmeye karşı çıkan güçlü çıkar çevreleri var. Geçmişte Rum egemenliği altında uğradıkları baskılar, Kıbrıslı Türklerin anılarından silinmiş değildir. Türk egemen sınıfın en gerici kanadının desteğini alan Denktaş açıkça birleşmeye karşıdır. Eskiden İngiliz sömürge yönetiminin savcı vekili olan bu zat, 27 yıldır adada Türkiye’nin sömürge valiliği rolünü oynamakta ve karşıtlarını susturmak için entrikalara başvurmaktadır. Halkın anlaşmaya doğru adım attığı her seferinde, sonunda anlaşma sabote ediliyor ve halkın umudu kırılıyor. Önemli çıkarlar söz konusu olduğu için, sallantılı bir anlaşmaya varabilmeleri teorik olarak dışlanamaz. Fakat bu hiçbir şekilde kesin değildir. Denktaş ancak kendisine etkin bir kontrol bırakacak olan gevşek bir konfederasyona tahammül edecektir. Kıbrıslı Rumların istediği bu değildir. Diğer yandan geri dönüş hakkı, mülkiyet hakları, Türk yerleşimciler sorunu ve hepsinden önemlisi Türk ordusunun varlığı sorunu vardır. Türkiye’nin AB’ye üyelik sorunu da bir çözüme ulaşmaktan uzaktır. Ve Türk gericiler, Türkiye’nin tutumunun yumuşamasını savunanları “Kıbrıs’ı satmakla” suçluyorlar ve Kıbrıs Türk kesiminin ilhakını savunuyorlar. Eninde sonunda Kıbrıs’ın kaderini Yunanistan ve Türkiye’deki devrimlerin kader belirleyecektir. İşçi sınıfı için tek gerçekçi çözüm, tüm adayı kucaklayacak olan sosyalist bir federasyonun kurulmasıdır. Fakat Kıbrıs devriminin kaderi Yunanistan ve Türkiye’deki devrimlere bağlı olduğundan, hedefimiz Türkiye’yi ve Yunanistan’ı da içeren daha geniş bir sosyalist federasyon kurmak olmalıdır. | ||
Bu konuyu arkadaşlarınızla paylaşın |
Konuyu Toplam 2 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 2 Misafir) | |
Seçenekler | |
Stil | |
| |