|
Ana Sayfa | Kayıt ol | Yardım | Ortak Alan | Ajanda | Bugünkü Mesajlar | XML | RSS | |
06-02-2007, 10:49 | #1 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
|
20. YÜZYIL TÜRKİYE MADENCİLİK SEKTÖRÜNE GENEL BAKIŞ GİRİŞ Bu raporda 20.Yüzyıl Madencilik Sektörünün kurumlarıyla birlikte gelişmesi, Anadolu’nun Batılaşma Hareketini dikkate alacak şekilde; Cumhuriyet Öncesi Dönem, Cumhuriyet (1923) ile Çok Partili Döneme Geçiş (1950) Arası Dönem, 1950 ile 24 Ocak 1980 Ekonomik Kararları Arası Dönem ve 1980 ile Günümüz Arası Dönemler olarak incelenmiştir. Cumhuriyet öncesi dönemde, Anadolu Madenciliği, Batının bir yandan sınai ürünlerini satabilecek, öte yandan da sınai üretim için ucuz hammadde sağlayacak dış pazarlara açılma politikasına paralel olarak yabancıların kontrolünde kalmıştı. İngilizler Susurlukta pandermit, Murgul Bakır İşletmesini, Fransızlar Balıkesir bölgesinde boraks madenlerini, Muğla bölgesinde krom madenini, Balya’da kurşun-çinko madenini, İngiliz, Fransız, İtalyan ve Almanlar Zonguldak Töşkömürü Havzasını işlettiler. Cumhuriyet ile birlikte, Devletçilik politikası kapsamında MTA ve Etibank kurularak Madencilik Sektörünün kurumsallaşması sağlandı, Madenciliğe dayalı Sanayileşmenin alt yapısı hazırlandı, Demir-Çelik Fabrikası kuruldu, krom ve kömür başta olmak üzere maden üretiminde önemli ölçüde artış sağlandı.1933 yılından sonra millileştirme politikasıyla çok sayıda maden işletmesi yabancılardan geri alındı. Çok Partili Döneme Geçiş ile birlikte, özel sektörün ve yabancı sermayenin de sıcak bakacağı bir maden kanunu 1954 yılında çıkartıldı. 1960-1970 yılları arasında ülkenin siyasi ve sosyo-kültürel yapısındaki olumlu gelişmelere paralel olarak gündeme gelen sanayileşme politikaları doğrultusunda İskenderun ve Erdemir Demir Çelik, Seydişehir Alüminyum, Bandırma Boraks ve Asit Borik, Antalya Ferrokrom, KBİ Samsun Blister Bakır, Çinkur Çinko-kurşun, Kümaş Manyezit Fabrikaları kuruldu. 1970’li yıllarda yaşanan petrol krizleri nedeniyle, 1978 yılında 2172 sayılı Yasa ile linyit ruhsatları birleştirilerek havza madenciliğine dayalı Termik Santrallar projelendirildi. Bu kapsamda linyit üretimi 5 kat artış gösterdi. Aynı Yasa kapsamında tüm Bor sahaları Etibank’a devredildi ve Bor ihracatı 25-30 milyon dolar düzeyinden 250 milyon dolar düzeyine çıktı. 1970’li yılların sonunda Gelişmiş ülkeler tarafından uygulanmaya başlanan Yeni Dünya Düzeni kapsamında geliştirilen özelleştirme politikaları, büyük zahmetlerle kurulmuş madencilik sektörüne dayalı sanayiyi olumsuz yönden etkiledi. Kurumların idari ve mali yapıları bozularak zarar eden verimsiz işletmeler haline getirilmeye çalışıldı, aramacılık durma noktasına getirildi, özelleştirme kapatma ve yağma, talan politikasına dönüştü, İthalat teşvik edildi.1980-1990 arasında planlanan santralların tamamlanması ile birlikte linyit ve elektrik üretiminde önemli ölçüde artışlar sağlandı ancak 1990’lı yıllarda önemli bir gelişme yaşanmadığı gibi o yapılan termik santralar ile birlikte kömür sahaları özelleştirme kapsamına alındı. Kamu madenciliğindeki olumsuz gelişmelerin yanında, özel sektöre dayalı Mermer, Seramik, Cam, Çimento ve Endüstriyel Hammaddeler sektörlerinde önemli gelişmeler yaşandı. Mermerin 1985 yılında 3213 sayılı Maden Kanunu kapsamına alınmasıyla Mermer İhracatı 25 kat arttı. | ||
|
06-02-2007, 10:50 | #2 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| İşte Madencilik Sektörü, 20.yüzyılı neredeyse başladığı gibi sahipsiz bitirdi. Gerçekten de Madencilik Sektörü olması gereken yerde midir?Madencilik Sektörü, dönem dönem olduğu gibi siyasi oteritenin teşvik etmesi durumunda yeni bir patlama yapabilir mi? Özelleştirme Madencilik Sektörünü geliştirebilir mi? Bu soruların cevabı, bu raporda bulunmaya çalışıldı ANADOLU’NUN BATILAŞMA HAREKETİ 1789 Fransız Büyük İhtilalinin bütün dünyayı etkileyen, özgürlük, eşitlik, kardeşlik sloganlarının taşıdığı anlayış ve Batının yeni düşünce akımları 19. Yüzyıl sonlarında Osmanlı aydınlarının düşüncesinde bir bütün oluşturmuş, Batı uygarlığı ile Türk, İslam, Osmanlı düşüncesi, Fransız İnsan Hakları Bildirgesi ile birleşmiş, İmparatorlukta yepyeni bir kültür ortamı doğurmuştu. 19.Yüzyılın sonlarına doğru aydınların toplum sorunlarıyla ilgili düşünceleri, sosyal bilimler yönünden batıyı güncel olarak izleyecek düzeydi. Toplumdaki sosyal olaylar sonucunda ortaya çıkan gelişmeler ve sosyal sorunlar ile bunların nedenlerinin bilinmeksizin gerçek reformun sağlanmayacağı anlaşılmıştı. Bireylerin kendi yetenekleri ile bir sosyal değişimi başaramayacakları görüşü, reformların ancak iyi niyetli devlet adamlarınca yapılabileceği düşüncesini yaratmıştı.Temele toplumun bireyden başlayarak eğitilmesi gerçeği konulmuştu. Ekonomik yönden “devlet himayeciliği” görüşüne devletin “eğitim himayeciliği” düşüncesi katılarak böylece ileri aydınlar imparatorluktaki sosyal değişim görevinin tümünü devlete yüklemişti. Değişik düşüncelere sahip Osmanlı aydınları ağırlıklı olarak demokraside birleşmişlerdi. Ancak, ilerici aydınlar Batılaşma hararetinde,Emperyalizmi göz ardı edilmiş bir Batı işbirliğini öngörmüşlerdi. Batılaşma hareketinin asıl itici gücünü, Osmanlı egemen güçleriyle, Batı kapitalizminin kendisi oluşturmaktaydı; Başta sivil-asker bürokrasi artık üründen aldıkları paylarla biriktirilen servetlerini ve canlarını güven altına almak istiyordu. İkinci olarak, temel üretim aracı olan toprağın yeni sahipleri eşraf, ayan ve derebeyler fiili olarak el koydukları toprağın hukuksal olarak da mülkiyetini ister olmuştu. Batının özel mülkiyete ilişkin hukuk kuralları bunu sağlayacaktı kendilerine. Üçünçü olarak, ticaret ve finans kesimleri ile bütünleşen azınlıklar, yabancı uyruklu tacirler,toplumda liberal ekonominin tüm gereklerinin yerine getirilmesini istemekte ve Batılaşmadan bunu anlamaktaydılar. | ||
06-02-2007, 10:59 | #3 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Batılaşmanın bir büyük desteği de Batının asıl kendisidir. Çünkü o yıllarda Batı, bir yandan sınai ürünlerini satabilecek, öte yandan da sınai üretim için ucuz hammadde sağlayacak dış pazarlara gerek duymaktaydı. Böylece tüm tarafların istekleri bu dönemde birbirine uygun düşüyordu. Öyle olunca da, ekonomide liberal uygulamaya geçildi ve Batı kurumlarını topluma aktarmalar reform diye halka sunuldu. Bu kapsamda, önce 1838 tarihli Ticaret Andlaşması, 1839 tarihinde Gülhane Hattı Hümayunu, 1856 tarihinde İslahat Fermanı ve 1858 tarihinde de Arazi Kanunnamesi ilan edildi. Genç Osmanlılar, Sultan Abdülhamit’ten aldıkları söze dayanarak çok arzuladıkları 1.Meşrutiyet yönetimini 10 Aralık 1876 kurmayı başardılarve Mithatpaşa, Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın da bulunduğu komisyonca hazırlanmış olan“Kanuni Esası” yayınlandı.Ancak, Abdülhamit verdiği söze uymayarak çok kısa bir süre sonra meclisi dağıttı. Ülkede o günlere değin eşi benzeri görülmemiş bir baskı rejimi de hemen başlamış oldu. İlk meşrutiyet denemesi düşünürlerde sadece özgürlükle uğraşmanın sorunlarına çözüm getirmeyeceği düşüncesini yarattı. Çağdaşlaşma doğrultusunda toplum düşünce yönünden hazırlanmayınca olumlu sonuç alınamayacağı düşüncesi ve toplumu kalkındırma için yeni bir düşünce yapısının gerekli olduğu durumu ortaya çıktı. 1.Meşrutiyet denemesinden sonra, Tanzimat ile açılan okullar ile birlikte medreselerin eski konumlarını koruyarak kalmaları, Batı hukuk sistemleri girerken şeriat mahkemelerinin muhafaza edilmesi ve sanayileşmeyi hedeflerken ekonominin batılılara tanınmış olan haklar ile yerel kaynakların kullanılmasına dayanması üzerine tartışmalar yoğunlaşmaya başladı. Bu kapsamda, 2.Meşrutiyet denemesi 1908 yılında Genç Osmanlıların yayınlarını okuyarak yetişen genç subayların yaptığı bir darbe ile başladı. Darbe yapanlar İttihat ve Terakki Cemiyetini bir siyasi parti olarak iktidara getirdiler. İttihat ve Terakki iktidarı bir adım daha atarak İngiliz ve Fransız emperyalizmine karşı “milli iktisat” denemesine girişti, 1914’te kapitülasyonları kaldırıp İmparatorluğun para çıkarma yetkisini Osmanlı Bankasının elinden aldı. Tarımı ve sanayii teşvik edecek yeni bir gümrük sistemi kurarak devlet eliyle “milli tüccar” yaratma politikası amaçladı. Ancak, bütün bu denemeler başarı sağlayamadı. Yarı sömürge toplum yapısı değişmeden olduğu gibi kaldı. Hanedana dayanan yöneticilerin yönetimindeki meclislerin işe yaramadığı gerçeği görüldü. Fransız ve İngiliz emperyalizmine karşı çıkan İttihat ve Terakki kadroları, sonuçta İmparatorluğu “Alman emperyalizmi ve militarizmi”nin kucağına atmaktan başka bir şey yapamadılar. | ||
06-02-2007, 10:59 | #4 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Osmanlı İmparatorluğu; 1878 Osmanlı - Rus ve Balkan savaşları, 31 Mart Vakası, 2. Meşrutiyetin ilanı, bir oldu bitti ile Birinci Dünya Savaşına girmesi ve hezimete uğraması ile son buldu ve elde kalan son toprak parçasında, Anadolu’da Milli Bağımsızlık Savaşı başladı.
Yukarıda çerçevesi çizilen demokratik bir düzen içerisinde üretken ve aydınlık bir Türkiye'nin yapılandırılması gerektiğine inanan Maden Mühendisleri Odası bu amaç doğrultusunda "Demokrasi Mücadelesini" sürdürmektedir. eşrafıyla birlikte, yürüyüp gerçekleştirdikleri bir orta sınıf hareketiydi. Bu hareket sonuç olarak emperyalizmin Türkiye’deki nüfuzuna darbe vuran “millici”, ve “antiemperyalist” bir hareket olmuştur. Devrimci-milliyetçi kadrolar, bir yandan padişah, saltanat ve hilafeti ortadan kaldırırken ve Cumhuriyet’i ilan ederken, hukuktan eğitime, vatandaşlıktan kılık kıyafete kadar önemli sosya-kültürel değişiklikleri gerçekleştirdi ve emperyalizme karşı verilecek asıl mücadelenin iktisadi bir mücadele olacağını ortaya koydular. Osmanlı İmparatorluğu’nun hezimete uğramasının nedenlerini değerlendiren Mustafa Kemal ve arkadaşları, “Hezimetin asıl nedeninin, sanayi alanında önemli mesafeler almış olan ülkelerle, tarımsal gelişmeyi dahi tamamlayamamış olan bir ülkenin mücadele edemeyeceği ve başarı sağlayamayacağı” tespitinde birleşmişlerdi. Üstyapıda yapılacak değişikliklerin hayata geçirilebilmesi için altyapının da bu doğrultuda hazırlanması düşüncesi hakim olmaya başladı. | ||
06-02-2007, 10:59 | #5 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| 1923 yılında, İzmir’de gerçekleştirilen İktisat Kongresinde izlenecek ekonomik politikanın liberal bir politika olacağı kararlaştırıldı. Ancak, 1929 yılında dünya ekonomik krizinin patlak vermesi, özel sektörde yeterli sermaye birikiminin olmaması nedenleriyle devletçi bir politikaya gidilmesini zorunlu kıldı. Devletçilik politikası ülke ekonomisinin temel yapısının kurulması, iktisadi bağımsızlığın sağlanması yolunda önemli kazançlar sağlamıştır. Bunların başında, özellikle 1933’ten sonra yabancı ortaklıkların millileştirilmesine hız verilmesi, ilk 5 yıllık kalkınma planının uygulanması, özel sermayenin karlı bulmadığı için kurmaya girişemediği bazı modern kuruluşlar, fabrikaların kurulması gelmektedir. Ayrıca, Osmanlıdan kalan borçların ödenmesine devam edilmiştir. Böylece, 1931-1945 yılları arasında uygulanan devletçilik politikası, Türkiye’nin 150 yıllık sömürgeleşme tarihinde emperyalizme karşı yürüttüğü en ciddi ve tutarlı başkaldırış oldu. Ancak, genç Cumhuriyet ile birlikte değişen ve gelişen ekonomi ve siyasi düzen 2.Dünya Savaşı ertesinde bambaşka değişimlere uğrayacak ve bugünlere kadar süren istikrarsızlığın başlangıcı olacaktı. 2.Dünya Savaşı ertesinde, Türkiye’nin ekonomik ve sosyal tablosu hayli ilginçti. Siyasi iktidar, Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri asker-sivil bürokrat kadrolarının elindeydi. Bu kadrolar çeşitli sınıf ve zümrelerin muhalefeti ile karşı karşıyadı. Özellikle, savaş sırasında palazlanan ihracat ve ithalatçılar, banker ve tefeciler bu kadroların iktidarda indirilerek oluşacak iktidarda söz sahibi olmak ve bu güçle yabancı sermaye ile bütünleşmek istiyordu. İkinci grup, eşraf ve toprak ağaları, Çiftçiyi Topraklandıma Kanunun 1945 yılında kabul edilmesi ve Köy Enstitüleri’nin gelişmesi karşısında iktidara muhalefet etmekteydi. Küçük memuru, işçisi ve fakir köylüsü ile büyük halk yığınları, savaş yıllarından bürokrasinin beceriksizliklerinin yaratığı sıkıntı ve toprak reformunun yapılamamış olması nedenleriyle iktidardan soğumuştu. Böylece iç ve dış zorunluluklar, tek partili dönemden çok partili dönme geçişi gerektirmiştir. Ancak çok partili döneme geçiş ve demokrasinin sınırları halkın dışında egemen sınıflarca belirlendi. | ||
06-02-2007, 11:00 | #6 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| 1950’den bu yana hep egemenlik mukaddesatçı bir görüşün etkisinde kalmış, hep Atatürk ilke ve devrimlerinden, insan haklarından, ulusal eğitim sisteminden, ulusal ekonomi plan ve politikalarından tavizler verilerek, Cumhuriyet’in ilanından sonra hedeflenen ulusal egemenlik yerine parti egemenlikleri yaratılmıştır. Demokrasi, Hukuk, Ekonomi ve Eğitim kavramaları Ülkenin siyasi ve ekonomik yapısında hakim olan bu egemen grupların anladığı çerçevede çizildi ve uygulandı. Bu nedenle de ülkede ekonomik ve siyasi istikrar hiç bir zaman kurulamadı. Türkiye’nin siyasi hayatı o tarihten itibaren 27 Mayıs 1960, 12 önderliğinde başlayan Milli Bağımsızlık Savaşı, asker-sivil aydın kadroların, Anadolu Mart 1971, 12 Eylül 1980 tarihlerinde askeri müdahalelerle kesintiye uğrarken bu süreçlerde hep devrimci, demokrat ve Atatürkçü kesimler geriletildi. Ekonomi ise 24 Ocak 1980, 4 Şubat 1988, 5 Nisan 1994 tarihlerinde hep işçi, memur, küçük esnaf ve köylüsünün fedakarlıklarına dayalı hazırlanan kararlar ile düzenlemeye çalışıldı ve ülke ekonomi açısından yüzyılı Aralık 1999’da IMF ile yapılan Stand-by Antlaşmasıyla tamamladı. Ayrıca, bu süreç içerisinde Türk halkı Siyasetçi-Bürokrat-Kanun Kaçaklarından oluşmuş çetelerle, yeni Hanedanlıklarla birlikte “Benim Memurum İşini bilir” anlayışı içerisinde rüşvet, hırsızlık, talan, hayali ihracat ile köşe dönmeci politikalarla, her türlü terör hareketleriyle, faali meçhul cinayetler ile toplu mezarlar ile tanışmış ve hatta şeriatçı hareketlerin Cumhuriyeti tehtid ettiğine şahit olmuştur. 10 Aralık 1999 Helsinki zirvesi ile AB adaylık başvurusu, Türkiye’nin mevzuatının AB Mevzuatına uyarlanması, Enflasyonun AB düzeyine indirilmesi ve Batı standartlarında demokratikleşmenin sağlanması önkoşullarıyla kabul edildi. Böylece Batıya karşı Batılaşma hareketinde Batılı olmak için önemli bir süreç başladı Yüz elli yıllık özgürlük ve demokrasi savaşından sonra bugün ülkemizde gelişmiş demokrasilerde tamamen yasal olan bir çok eylem hala suç olarak yargılayan bir hukuk sistemine sahipsek, Türkiye’de özgürlük ve demokrasi kavgasının kitlesel boyutlarda henüz yeni başladığı anlaşılmaktadır Bugün kamuoyunda AB sürecine sıcak bakılmasının en önemli nedenlerinden biri, 1.Meşrutiyet öncesinde de olduğu gibi, demokratikleşmenin ancak AB sayesinde gerçekleşmesinin beklenmesidir. | ||
06-02-2007, 11:00 | #7 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| İşte Maden Mühendisleri Odasının “Demokratik bir Kitle Örgütü” olarak demokrasi mücadelesi tarihsel gelişmelerin sonucunda gelinen bu noktada başlamaktadır. Maden Mühendisleri Odası acısından istikrarlı bir İktidar;
Yukarıda çerçevesi çizilen demokratik bir düzen içerisinde üretken ve aydınlık bir Türkiye'nin yapılandırılması gerektiğine inanan Maden Mühendisleri Odası bu amaç doğrultusunda "Demokrasi Mücadelesini" sürdürmektedir. | ||
06-02-2007, 11:00 | #8 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| CUMHURİYET ÖNCESİ MADENCİLİK Dünyada ilk madencilik faaliyetleri Anadolu’da yapılmıştır. Antalya civarındaki Karain mağarası ve Beldibi kaya sığınağında bulunan çakmaktaşı, okr kalıntıları, yontma ve orta taş devrinde (M.Ö. 10000) yaşayan insanların madencilik faaliyetlerini kanıtlamaktadır. M.Ö. 7000 yıllarında Çatalhöyük’de yapılan silis madenciliği ve aynı yıllardaki çömlekçilik faaliyetleri, ilk çömlek atölyelerinin Anadolu’da kurulduğunu göstermektedir. Bakır madenciliği ilk olarak Ergani yöresinde yaşayanlar (M.Ö. 6000) tarafından yapılmıştır. Etiler devrinde madencilik daha da gelişmiş ve demir çağına gelinmiştir. İlk madencilik ruhsatı Etiler’e ait olup, Ulukışla Gümüşköy’de bir kayaya oyulmuştur. Etiler devrinde kurşun madenciliği de yapılmıştır. İlk altın para Kroisos (M.Ö. 560) zamanında Sart’da basılmıştır. Anadolu madenciliği Romalılar devrinde doruğuna ulaşmıştır. Romalılar madenlerin bulunması ve işletmeciliğinde özellikle de, kurşun, bakır, demir, altın, gümüş, pandermit ve yapı taşlarının üretilip işlenmesinde çok büyük atılımlar yapmışlardır. Romalılardan kalan anıtsal mermer kentler; Anadolu uygarlığının günümüze ve geleceğe uzanan köprüleridir. Selçuklular döneminde, seramik hammaddeleri işletmeciliği çok ilerlemiş, çini ve mozaik sanatının zirvesine çıkılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki madencilik faaliyetleri 17. yüzyıla kadar özellikle savaş sanayiine yönelik olarak devam etmiş ancak daha sonra Avrupa’daki atılımlara ayak uyduramayarak gerilemiştir. Evliya Çelebi (1646), Seyahatnamesi’nde Gümüşhane’de 70 Ocaktan gümüş, Bulgaristan’daki Somakof madeninden de demir üretildiğini, ayrıca her iki madende de izabe yapıldığını belirtmektedir. Osmanlılar, maden kaynaklarını kamusal varlık sayarak devlet gereksinimlerine tahsis etmişler, özel mülkiyet konusu yapmamışlardır. Üretim biçimi olarak “kürecilik” denilen bir yöntem uygulamışlardır. Yükümlüler, bazı vergi ve yükümlülüklerden muaf tutulur ve kendilerine ücret olarak ürünün beşte biri verilirdi. Bu yöntem çeşitli aksaklık ve olumsuzluklarla 19. Yüzyıla kadar devam etmiştir. Osmanlı, madenlerini ağırlıklı olarak ordusuna silah ve cephane, hazinesine de sikke(para) temini amacıyla işletmiştir. Cevherleri mamul maddeye dönüştürme ve daha çok kar elde etme düşüncesi olmamıştır. | ||
06-02-2007, 11:00 | #9 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| 19. yüzyıl, Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı sermayesi ve sanayiine açıldığı yıllardır. Bu dönemde, Batılılar birçok ruhsatlar alarak üretime başlamışlardır. 1820’li yıllarda bulunan Ereğli Kömür Havzası’nda “Madenciyan” denilen kişiler ocaklar açmışlardır. 1858 yılında çıkarılan Arazi Kanunu ile ilk kez yasal kurallar konulmuştur. 1906 yılına kadar, çıkarılan çeşitli nizamnamelerle madenciliğe yön verilmeye çalışılmıştır. 1906’da yürürlüğe giren Maden Nizamnamesi,1954 yılında çıkarılan Maden Kanunu ile yürürlükten kaldırılmıştır. Ancak Taşocakları nizamnamesi hala yürürlüktedir. Osmanlı döneminde Batılılar (Almanya, Fransa, İngiltere, Rusya) bakır, krom, kurşun, bor ve kömür madenleri ile ilgilenmişler ve küçük işletmeler kurmuşlardır. Örneğin, Susurluk’da pandermit ve Murgul Bakır Madeni işletmesi İngilizler, Balıkesir yöresi Boraks madenleri, Fethiye yöresinde krom madeni, Balya’da Kurşun-Çinko madeninin Fransızlar , Kuvarshan bakır madeni Almanlar tarafından işletilmiştir. 19. yüzyılın ilk çeyreğinde bulunan Zonguldak Maden Kömürü Havzası, 1860’lı yıllarda buhar makinelerinin gemilerde kullanılmasına başlamasından ötürü stratejik bir öneme sahip olmuştur. Osmanlı Devleti de savaş gemilerinde buhar makinesi kullanmaya yönelmişti. Buhar makinelerinde **** kullanmanın elverişli olmaması ve İngiltere’den kömür ithal edilmesi pahalıya mal olmakta ve savaş gemilerinde kullanılan kömürde dışa bağımlı olmak, yetkilileri düşündürmekteydi. Zonguldak Taş Kömürü Havzası’nın bulunuş tarihi 1829 olarak kabul edilmektedir. 1848 yılında bir fen heyeti Ereğli’ye giderek Havza’nın sınırlarını belirlemiş ve saha, 1848 yılında, Padişahın (Abdülmecit) kişisel mallarının hazinesi olan Hazine-i Hassa’ya bağlı Emlak-ı Şahane arasına alınmıştır. Bu Ferman Ereğli Kömür Havzasının işletme tarihinin 1848 olduğunu belgelemektedir. | ||
06-02-2007, 11:00 | #10 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| 1848’den 1940 yılına kadar Havzanın yönetimi ;aşağıda görüldüğü gibi gerçekleşmiştir.
| ||
Bu konuyu arkadaşlarınızla paylaşın |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| |