Beşiktaş Forum  ( 1903 - 2013 ) Taraftarın Sesi


Geri git   Beşiktaş Forum ( 1903 - 2013 ) Taraftarın Sesi > Dünyadan Spor Gelişmeleri > Tüm Bölümleri Listele > Güney & Amerika > NBA

NBA Basketbol Sihirbazlarını Burada bulabilirsiniz.

Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
Alt 14-11-2006, 11:48   #1
Forumun Basketçisi
 
AyTeK54 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Post Oyuncuların biyografileri

YENİ JENERASYONUN ASİ İDOLÜ; ALLEN IVERSON

O, bir kurşun kadar hızlı, çelik kadar sert, treni durdurabilecek kadar güçlü. Ama O Süpermen değil. Onun adı Allen Iverson!!.. Ve yaşamı boyunca kriponitten uzak kalmaktan çok daha önemli sorunları oldu.

Birazdan son yıllarda NBA’i derinden sarsan Allen Iverson fenomeni hakkında bilmek isteyeceğiniz hemen hemen her şeye ulaşacaksınız ama öncelikle bir konuda itirafta bulunmak istiyorum. Aslına bakarsanız Grant Hill tarzı beyefendi oyunculara daha fazla sempati ile bakan biri olarak geçen yıla kadar Iverson hakkında pek olumlu görüşlere sahip değildim. Jordan ve diğer veteran NBA yıldızlarına saygı duymadığını, Jordan’ın fazla abartıldığını söylemesi, takım arkadaşlarını yumruklaması ve coach’u ile ilgili olarak densiz demeçler vermesi tüm yeteneklerine rağmen beni giderek Iverson’dan soğutmuştu. Tamam tamam aslında bunun temel nedeni o dönemdeki kız arkadaşımın fanatik bir Iverson hayranı olmasıydı. Yok Iverson şöyle müthiş oynuyormuş, yok saç stili böyleymiş yok dövmeleri çok karizmatik duruyormuş. Tabii ki ben de bu durumda her normal erkeğin vereceği tepkiyi vermiştim: “Kim Iverson mı?? Yok daha neler!! Kızım adam mı o be?? Stackhouse olmasa Sixers da takım mı??” gibi şeyler söyledim. İşte benim Iverson’a karşı Stackhouse sevgim de o gün başladı.

NBA DEĞERLERİNİ SARSAN ASİ OYUNCU
Kim ne derse desin Iverson NBA’e adım attığı andan itibaren bir çok taşı yerinden oynattı. Üstelik bu sadece oyun tarzını kapsayan bir değişim değildi. Dövmeleri, saç modelleri, giysileri, konuşması, geçmişi ve daha bir çok özelliği ile geçmişte genç oyuncuların önüne konulan örneklerden tamamen zıt bir karakter yapısına sahipti. Iverson yaptığı her hareketiyle, verdiği her demeciyle alışılagelmiş NBA değerlerini tamamen sarsmaktaydı. Eğer Iverson karşı olduğu bu değerlerin yerine yeni alternatifler sunmasa bu kadar ciddiye alınmazdı ama NBA yetkililerini korkutan Iverson’la birlikte yeni bir basketbol kültürünün ve yaşam tarzının tüm şatafatıyla karşılarında belirmesiydi. Bunu KoRn’un nu-metalle 1990’ların ortasında müzik dünyasında yaptığı değişime benzetebiliriz. Nasıl ki KoRn hem müzik tarzıyla hem de imajıyla yepyeni bir tarz meydana getirerek benim de dahil olduğum jenerasyonu derinden etkilediyse, Iverson da NBA üzerinde bu tür bir etki yarattı. Aslında NBA daha önce basketbolun çılgın çocuğu Dennis Rodman gibi bir tecrübe yaşamıştı ama günümüzde bir kült haline gelen Rodman fazlasıyla marjinal ve tuhaf -hatta kimilerine göre biraz psikopat- olduğu için bu derecede yeni nesli etkilememişti. Corn Rows adı verilen ve şu anda bir çok oyuncu tarafından kullanılan saç modeli şöhretini Iverson’a borçlu. Reebok “The Answer” adıyla çıkarttığı ürünleriyle en çok kar payını beklemekte ve Iverson şirketin en önemli yatırımlarından biri. Bir de Universal etiketiyle az kalsın müzik dünyasına bomba etkisi yapacak Iverson, Jewels lakabını kullanarak -Nasıl ki gerçek adı Marshall Mathews olan kardeş, Eminem, Slim Shady gibi isimler kullanıyor. Bizimki de takı merakı yüzünden Jewels’ı seçmiş- Misunderstood adıyla bir kaset çıkartacaktı ki Allah’tan çıkartmadı. Niye Allah’tan diyorum. Çünkü kaseti dinlediğim kadarı ile tam bir facia eğer müzik kariyeri konusunda yoğunlaşsaydı sanırım aç kalma ihtimali bir hayli yüksek olurdu. Albümünün basımının durdurulmasının nedeni ise, fazlasıyla saldırgan ve argo sözler içeren kaset bir süre sonra artık olgunlaştığını ve topluma daha iyi örnek olması gerektiğini düşünen Iverson tarafından yayınlanmak istenmemesi.

Peki Amerika’nın arka sokaklarda suç ve uyuşturucu içinde kaybolan gençliğini Iverson nasıl oldu da bu kadar etkileyebildi? Cevap bence fazlasıyla basit: Çünkü Allen birader de o gençlerden biriydi ve “dibe vurduğu anda” çoğu kişinin yaptığı gibi kendini hayatının akışına bırakmadı yeteneklerini kullanarak savaşını sürdürdü.

IVERSON’IN ÇOCUKLUĞU
Iverson’ın geçmişine baktığımızda “baba” punk-rock gruplarından The Offspring’in “Way Down The Line” şarkısında anlatılan derecede kötü bir aile yapısına sahip olduğunu görüyoruz. Daha çocuk yaşta ona gebe olan bir anne, babasız, fakir, sefalet içinde geçen ve ailesinin aldığı tüm yanlış kararların yaşamını doğrudan etkilediği bir hayat.
Allen, 6 Temmuz 1975 tarihinde Hampton, Virginia’da doğdu. Allen doğduğunda annesi Ann sadece 15 yaşındaydı!!.. Ve Allen’ı tek başına yetiştirmek zorundaydı. Hampton’ da yaşadıkları ev ise kanalizasyon şebekesinin hemen üzerinde olduğu için sık sık lağım taşkınlarına maruz kalmaktaydı. Iverson’ın gerçek babasını merak edenleriniz varsa, Iverson’ın hayatıyla biyolojik olarak onun babası olması dışında hiçbir ilgisi olmadı. Bir de geçen sene eski bir sevgilisini bıçaklayarak “Iverson’ın babası kız arkadaşını yaraladı.” şeklinde manşetlere geçmesini saymazsak.
Iverson’ların evinde ödenmeyen faturalardan dolayı genelde su ve elektrik olmazdı ama küçük Allen gene de annesine kızgın değildi çünkü mevcut duruma göre annesin zaten elinden gelenin en iyisini yapmakta olduğunu düşünmekteydi. Allen daha sonra kendi başının çaresine zor bakarken hayatına giren iki kızın da sorumluluğunu üstlenmek zorunda kaldı: Kardeşleri Brandy ve Iliesha.
Özellikle küçük Iliesha’nın lağım suyu baskınların getirdiği sağlıksız koşullar nedeniyle sık sık hastalanması zaten mali problemler yaşayan aileyi daha da büyük bir krize sürükler. Bu sırada Allen’ın annesinin erkek arkadaşı olan Michael Freeman isimli şahıs ise müzmin bir işsizdir ve kelimenin tam anlamıyla bir hapishane kuşudur. Defalarca hapse girip çıkan Freeman, 1991 yılında uyuşturucu satmaya teşebbüsten tekrar hapse geri döner. Söylenenlere göre bir gün Allen, Freeman’ı ziyarete gittiğinde onun ayaklarının halini görünce ona o kadar acımıştır ki, kendi ayakkabılarını ona verir ve eve kadar çıplak ayaklarıyla yürür. Allen’ın Freeman hakkındaki düşünceleri sorulduğunda çoğu kişinin beklediğinin aksine Iverson sürekli onu savunmuştur: “Michael en azından bize benim gerçek babamdan daha çok sahip çıktı, hem o kimseyi öldürmedi ya da kimseyi soymadı sadece ailesi olarak kabul ettiği insanlara bakmaya çalışıyordu.” Gerçekten çarpıcı bir ifade, herhalde Amerikalı sosyologlar toplumsal suç psikolojisini incelerken Iverson’un hayatına da bir göz atıyordur.
Iverson’ın hayatındaki dönüm noktalarından belki de en önemlisi, annesinin o daha çok küçük yaşlardayken oğlunun spora yetenekli olduğunu keşfederek onu bu yönde desteklemesi. Zaten bu dönemde annesinin daha iyi bir hayat için kurduğu tüm hayallerin merkezinde Allen’ın spor konusundaki yeteneği bulunmaktadır. Belki inanmayacaksınız ama, Iverson çocukluğunda basketbola karşı pek de fazla ilgili değildir. Annesi onu zorla basketbol oynamaya yollar. Çoğu zaman ise Iverson evin bir köşesine kaçarak antrenmana gitmemek için ağlar -Bence Iverson’ın antrenmanlar hakkındaki düşünceleri günümüzde de pek değişmemişe benziyor- Annesi ise ona bu oyunu sevdirmek için maddi bakımdan zorlanarak da olsa Jordan ayakkabıları ve buna benzer basketbol malzemeleri alır. Bu sırada Iverson başka bir spora daha fazla ilgi duymaktadır: Amerikan Futbolu!! Iverson’ın çoğu kişi tarafından bilinmeyen bir özelliği müthiş hızı sayesinde lise yıllarında onun aslında çok iyi bir Amerikan futbolu oyuncusu olduğudur. Hatta Allen önceleri Amerikan futboluna daha düşkündür. Iverson kardeşin yıldızı ise her iki sporda da gün geçtikçe parlamaktadır. Bethel Lisesi’ni hem Amerikan futbolunda hem de basketbolda Virginia Eyalet şampiyonluğuna taşıyıp her iki branşta da yılın oyuncusu ödülüne kavuşunca tüm üniversiteleri peşinden koşturmaya başlar. Özellikle de çizgi romanlardaki süper kahramanları aratmayacak derecede hızlı oluşu herkesin dikkatini çeken temel etkendir. Bu dönemde “kankası” Maryland’li Joe Smith, (Şu anda Minesota Timberwolves’da oynuyor), Allen’ın üniversiteye alınması için takımdaki herkesin beynini yer. Aynı şekilde Iverson da birkaç bin kez Joe Smith’ten Maryland’in cennetin bir köşesi olduğunu dinler. Zaten hem basketbol hem de futbol programlarında iddialı olan Maryland, Iverson için biçilmez kaftandır. Ama Iverson birader için o günlerde asıl önemli olan NBA ya da NFL (Ulusal Futbol Ligi) farkı gözetmeksizin kapağı profesyonel klüplerden birine atarak gettolardan ve onun temsil ettiği yoksul hayattan kendisini ve ailesini kurtarmaktır. Fakat bahtsız kardeşimiz Allen’ın şanssızlık peşini bir türlü bırakmaz. Bir akşam arkadaşları ile gittiği bir bowling salonunda çıkan olaylar ona hayatının en zor günlerini yaşatacaktır.

HAYAT GÖRÜŞÜNÜ DEĞİŞTİREN HAPİSHANE GÜNLERİ
Gelen şampiyonluklarla şehirde adeta yerel kahraman haline gelmesine rağmen Iverson bir siyahtır ve Amerika’nın genel problemlerinden biri olan ırkçılık ünlü yada ünsüz ayırt etmeden her an karşınıza çıkabilir. Iverson’ın karşısına da bir bowling salonunda çıkar. Olay şu şekilde gelişir; Allen ve arkadaşları salonda biraz fazla gürültü çıkartınca uyarılırlar bu sırada içerideki başka bir grup Allen ve arkadaşlarına sataşır ve onların zenci olmaları ile ilgili hakaret etmeye başlar. Bir anda kimse ne olduğunu anlamadan içeride bir beyaz-siyah meydan savaşı çıkar. Mahkemeye çıkartılan 17 yaşındaki Iverson, adam yaralamak suçundan 5 yıl hapis cezasına çarptırılır. Ama Amerika’daki sivil toplum örgütleri hemen harekete geçerek Amerika’yı ayağa kaldırırlar. İddiaya göre, Iverson kavga sırasında bir kıza ciddi şekilde yaralamak maksadıyla kafasına sandalye ile vurmuştur. Mahkemede kanıt olarak sunulan bantta Iverson bir kez bile görülemez. Kavga dolayısıyla polis tarafından tutuklanan 4 kişi de ünlü siyahlardır. Onlarca kişinin kavgaya karışmasına rağmen sadece 4 siyahın tutuklanması skandal olarak nitelendirilir. Dava sonrası yargıcın mağdur beyazlardan birinin aile dostu olduğu ortaya çıkar. Ve olayla ilgili hiçbir tanığın söylediği birbirini tutmaz. Kimi şahitlere göre Iverson elinde sandalye ile içeride deli gibi koşuşturarak kadın-erkek gözetmeden bulabildiği tüm beyazların kafasına vurmuştur. Kimi şahitlere göre salona sonradan giren bir grubun temel maksadı Iverson’ı pataklamaktır ve kavga Iverson’ın etrafında gerçekleşmiştir. Kimi şahitler ise Allen’ın kavga başladıktan sonra bowling salonuna geldiğini ve olayların çıktığını gördüğü an hiçbir şeye karışmadan salonu terk ettiğini söylemiştir. En mantıklı ifadeler ise Iverson’ın sadece içeride biraz dayılandığı ve sadece birkaç kişiyle itiştiği şeklindedir. Mahkeme sonrasında medya iki kutba ayrılır. Bir kısım medya Iverson’ın sadece siyah olmasından dolayı sisteme kurban olduğunu yazarken diğer bir kesim ise Iverson’ın şımarık ırkçı bir çocuk olduğunu ve en ağır şekilde cezalandırılması gerektiğini yazar. Siyahi dernekler ayaklanır. Sonuçta Allen 4,5 ay hapiste kaldıktan sonra Virginia Eyaleti Valiliği’ne seçilen ilk siyah olan Doug Wilder tarafından yanlış durum değerlendirilmesi yapıldığı ve iyi halinden dolayı serbest bıraktırılır. Belki Iverson gerçekten suçluydu belki de sadece renginin kurbanı oldu. Bunu hiçbir zaman kimse bilemeyecek ama bu olaylar ve hapiste geçirdiği 4,5 ayın Iverson’ın üzerinde derin etkiler bıraktığı bir gerçek. Allen’a göre bu olaylar ve hapiste geçirdi zaman onun hayata bakışını o kadar değiştirmişti ki eğer o olay meydana gelmeseydi şimdi bulunduğu yere asla gelemezdi: “Hampton’da başıma gelenleri asla unutamayacağım, çünkü büyük bir haksızlığa uğradım. Ama olanlar beni güçlü bir insan yaptı. Bu olay meydana gelmeseydi şu anda olduğum aynı insan olabileceğimi hiç sanmıyorum. Düşünsenize daha sadece 17 yaşında bir çocuktum. İçeride her türden gerçek suçlu vardı. İçeriye girdiğimde herkes bana tuhaf tuhaf baktı. Kanım donmuştu, durmadan tanrıya dua ediyordum. Sonra yaşlı mahkumlar yanıma geldiler ve beni tanıdıklarını, merak etmememi, beni her türlü beladan koruyacaklarını, içerideki tüm pisliklerden uzak tutacaklarını söylediler. Tanrım korkuyordum. Hapse atılmadan bir gece önce büyük anneme niye tanrı bana bunun yapılmasına izin veriyor diye sormuştum. O da “Asla tanrının ne yaptığını sorgulama.” dedi. Ben de bir daha asla sorgulamadım. Hapiste benim yaşıtlarımın kaldığı Jungle isminde bir kısım vardı büyük mahkumlar asla orda kalmama izin vermediler ve beni hafif çalışma cezası almış önemsiz suçlar işlemiş yaşlıların yanına koydular. Bazen bizim koğuşa gitmem için Jungle’ın önünden geçmem gerekirdi. Tanrı biliyor ki küçüklüğümden beri hem kendimin hem de ailemin başının çaresine bakmak zorunda kaldığım için korkusuz biriyimdir ama o Jungle denen yerde öyle şeyler oluyordu ki içeride hapishane filmlerinde seyredebileceğiniz en mide bulandırıcı ve korkutucu sahnelerden birkaç kat daha fazlası vardı.”

GEORGETOWN GÜNLERİ
Iverson hapishaneden çıktığı zaman gelecekle ilgili gerçekleştirebileceğini düşündüğü çok az hayali kalmıştı. Not ortalamaları düşüktü. Üstelik Kentucky kendisine verdiği burs teklifini de geri çekmişti. Meydana gelen olaylar insanların zihninde sportif başarılarından daha fazla ön plana çıkmıştı. Ne NBA ümidi kalmıştı ne de NCAA.. Ama Iverson tam bu sırada kendisini tekrar kanıtlaması için iyi bir fırsat olan Nike ve Reebok kamplarına davet edildi ve eline geçen şansı çok iyi kullandı. Bu sırada Georgetown coach’u John Thompson da ciddi şekilde Allen’ı takip etmektedir. Allen’ın annesi Ann, defalarca coach Thompson ile oğlu hakkında görüşür ve ondan oğluna her tüm olanaklarıyla kol kanat germesini rica eder. Georgetown, Iverson için önemli bir adımdır. Coach Thompson ise bundan sonra Iverson için hem bir baba figürü hem de Beyaz Gölgede’ki Coach Reeves gibi durmadan onu kollayacak, başını belaya sokmasına engel olacaktır. Iverson profesyonel olma kararı almadan önce Georgetown’da geçirdiği iki yılın sonunda arkasında bir çok ödül bırakır. 20.4 sayı ve 4.5 asist ortalamaları ile oynadığı 1994-95 sezonunda Big East Ligi’nin en iyi çaylağı ve savunmacısı ödülüne ulaşır. 25.0 sayı, 4.7 asist, 3.35 top çalma ortalamalarıyla oynadığı 1995-96 sezonunda ise ismi Big East’in en iyi ilk beşindedir ve tekrar yılın en iyi savunmacısı olarak ödüllendirilir. Ayrıca bir NCAA oyuncusunun alabileceği en prestijli ödüllerden biri olan Associated Press All American takımına seçilir. NCAA turnuvasında ondan sonra yüz sayı barajını geçebilen ilk oyuncu ise ancak 5 sezon sonra Duke’ten Jay Williams olacaktır. (Bu sezon da Maryland’li Juan Dixon geçti.)

NBA YENİ NESİL SÜPER YILDIZINA, KAVUŞUYOR!!..
Aslına bakarsanız Allen draft edilmeden önce Philadephia’nın durumu hiç de iç açıcı değildi. Wilt Chamberlain’li, Dr. J’li ve Moses Malone’lu günler çok eskilerde kalmıştı. Hem de son 6-7 sezonda sürekli gerileyen bir performansları vardı. Sixers bir yıl önce birinci tur üçüncü sıradan süper yetenek North Carolina mezunu Jerry Stackhouse’u kadroya kattı. Takım Stackhouse’un çaylak sezonunda gösterdiği 19.2 sayı ve 3.8 asistlik performansla biraz kıpırdanma gösterdiyse de bu pek yeterli olmadı. İşte bu günlerde draft lottery’den gelen bir numaralı seçim hakkı yeniden yapılanmaya giren Sixers için ilaç gibi geldi. 1996 yılının drafta seçilen bir numaralı ismi açıklandığında herkes NBA’deki en iyi genç guard ikilisine Sixers’ın sahip olduğu konusunda hemfikirdi: Allen Iverson ve Jerry Stackhouse.
Iverson daha ilk sezonunda -küçüklüğümden beri favorim olan- NBA Action Countdown 10 listelerini bolca işgal etti. Evet bu çocuk hızlıydı. Gerçekten eşi görülmemiş bir şekilde hızlıydı. Hem de mükemmel sıçrayabiliyordu. Ama onun en çok konuşulan hareketi o enfes cross-over’larıydı. Bir arkadaşını seyrederken ne kadar etkili olduğunu keşfettiği ve ancak saatler süren çalışmalar sonucunda bugünkü şekline gelen bu hareket, artık Iverson’la özdeşleştirilmiş durumda. Yaşlı kurt Tim Hardaway de etkili cross-over’lara sahip ama kesinlikle estetik bakımdan Iverson ile kıyaslanamaz. Her ne kadar Iverson, hakemler tarafından Kobe kadar korunmasa da sanırım hakemlerin Iverson’la ilgili verdiği en yanlış kararlar da yine meşhur cross-over’larıyla ilgili. Hakemlik eğitimi almış ailenizin naçizane yazarı bendenize göre Iverson Cross-Over sırasında topu kavrıyor ve driplingini kesmiş oluyor bu yüzden normal şartlar altında bu topla yürüme hatası. Ama dediğim gibi ancak normal şartlar altında bu kuralı uygulayabilirsiniz. Adam o kadar estetik bir şekilde bu hareketi icra etmekte ki hakemler de ellerinde olmadan “Yaradan ne güzel de cross-over yaptırıyor bu çocuğa, tüm stepsler sana kurban olsun.” diye düşünüyor olmalı. Asıl konumuza geri dönersek, Iverson rookie sezonunda ortalığı toz duman etti. NBA tarihinde rookie sezonunda 5 maç üst üste 40 sayı barajını geçen ilk oyuncu oldu ve 23.7 sayı ile 7.5 asist ortalamaları ile oynadığı bu sezonda haliyle yılın çaylağı ödülüne rahatça ulaştı. Stackhouse ise Iverson’a 20.7 sayı ortalamasıyla destek olmaktaydı.
Belirttiğim gibi bu ikili en NBA’in en etkili duo’larından biriydi ama sezon içinde çoktan kendini belli eden bazı sorunlar kendini her geçen gün daha çok belli edecekti. Bir takım düşünün ki elinde şu an NBA’in en iyi oyuncuların ikisini bulundurmasına rağmen ancak 22 galibiyet alabilsin. İşte bu durum Sixers Antrenörü John Davis’in takımdaki sonunu hazırladı. Yerine ise Iverson’ın ilerleyen zamanda çok seveceği (?!) NCAA’in ve NBA’in en iyi antrenörlerinden Larry Brown getirilecekti. Brown sorunu görmekte çok gecikmedi. Elindeki en önemli iki silahı birbirinden egoistti!. Üstelik bunlardan biri takımın oyun kurucusuydu. Iverson başına buyruk, fazla emir almayı sevmeyen ve -geçmişinin neden olduğu bir durum olarak düşünebileceğimiz- herkese kendini kanıtlamaya çalışan, sahada çok konuşan ve arkadaşlarına olur olmadık sataşan bir oyuncuydu. Stackhouse ise takımın gerçek yıldızının kendisi olduğunu düşüyordu. Medya çoktan daha sonra tüm North Carolina mezunu vasatın üzeri guardlara yakıştırmaya meraklı olduğu -hatta 20 sayı ortalamasını geçen her guarda- “Yeni Michael Jordan” yaftasını yapıştırmıştı. Bu tür unvanların verdiği ağırlık ise Stackhouse için şu anlık daha çok ağırdı. Kendilerini kanıtlama kavgasındaki, öncelikle “Ben” diyen bu iki oyuncunun rekabeti bir idman sırasında adeta sokak kavgasına dönünce ikisinden birinin takımdan gönderilmesi artık şart olmuştu. Sixers ve Brown da tercihini Iverson’dan yana kullanınca Stackhouse NBA’in bir başka süper yıldızı olan Grant Hill’in Detroit’ine Theo Ratliff ve Aaron McKie karşılığında sezon ortasında gönderildi. Larry Brown takımı aklındaki oyun sistemine göre yavaş yavaş temizledi sezon sonuna gelindiğinde ise sezona başladığı kadrodan sadece 5 kişi takımda kalmıştı. 1996-97 sezonu yılın çaylağı ve All-Star haftasonu çaylak maçının en değerli oyuncusu Iverson için 1997-98 sezonu da parlak geçmişti. Her ne kadar takım ancak 31 galibiyet alsa da Iverson ligi 22.0 sayı, 6.2 asist ve 2.20 top çalma ortalamalarıyla tamamladı. Üstelik sezon içinde iki kez Jordan’ın Chicago’sunu da alt etmeyi başarmışlardı. Bu arada Iverson medyadaki sansasyonel açıklamalarına iyice hız verdi. Ne Michael Jordan ne de Charles Barkley gibi eski oyunculara saygı duymadığını üstelik de Jordan’ın biraz fazla abartıldığını söylemesi tepki topladı. İnsanlar zaten geçmişi hatırlamaya meyillidirler. Iverson da bu tür tepkilere alışıktı. Georgetown’daki iki sezonu boyunca rakip okullar onlarla hep Mahpushane kaçkınları diye dalga geçmiş, taraftarlar da Iverson’a sandalye ile ilgili bolca espri yapmıştı. Zamane üniversite gençliği işte ne yapacaksınız. Geçmişini bir kenara bıraktığınızda bile Stackhouse ile arasında geçen olaylar ve Coach Larry Brown’ı pek takmaması insanların Iverson’a ön yargı ile bakmasına neden oluyor. Biraz evvel de belirttiğim üzere bunlara Cross-over’la Jordan’ın “belini kırdığı” birkaç pozisyonun ve gelen iki galibiyetin verdiği gazla Jordan hakkında verdiği demeçler de eklenince yetenekli ama az sevilen oyuncu kategorisinde kendisine en üst sıralardan bir yer edindi.

8 YIL SONRA GELEN PLAYOFF BAŞARISI
1998-99 sezonunda Sixers tam 8 sezon sonra ilk kez playoff’lara katılma hakkı elde ederken Iverson 26.8 sayı ortalamasıyla uzun yıllar sonra sayı krallığına ulaşan ilk Philadelphia oyuncusu oluyordu. Playoff ilk turunda karşılarına çıkan Orlando’yu rahatça 3-1’lik skorla saf dışı eden Sixers, ikinci turda yüce insan, büyük şutör ve son saniye canavarı Reggie Miller’ın Indiana Pacers’ı karşısındaydı. Her ne kadar Pacers seriyi 4-0 ile süpürerek geçse de oynanan üç maçın skoru 4 sayı ve altında bir farkla sonuçlandı. Ama asıl önemlisi bu ufak macera hem Iverson hem de Sixers için gelecek NBA finalinde bir tecrübe olacaktı. Bu sırada NBA kariyerine point guard olarak başlayan Iverson, aşırı derecede şut kullanması ve çok az sayıda asist yapması nedeniyle çoktan off-guard olarak oynatılmaya başlanmıştı. Çoğu kişi için önceleri fiziksel özellikleri dolayısıyla kafalarda hafif soru işaretleri yaratan bu durum bir süre sonunda gerçekten taktik bir zafer olarak sonuçlandı. Iverson MVP oylamasını 4. sırada tamamladı ama çoktan beri hakkettiği NBA’in en iyi ilk beşinde kendine yer bulmuştu. Iverson 1999-00 sezonunda 28.4 sayı ortalaması ile tekrar skor gücünü ortaya koyar ve NBA’in en iyi ikinci takımına seçilir ama Larry Brown artık beklediği verimi alamadığı oyuncusundan -özellikle Indiana karşısında alınan sonuçlardan sonra- rahatsızlık duymaktadır. Iverson kimi zaman verilen taktikleri dinlemez kenara geldiğinde Brown’a tavır alır, durmadan basın yoluyla Brown’ı eleştirir ve Brown’ın takımdan ayrılacağı yolundaki söylentilere çanak tutar. Brown da aynı şekilde Iverson’a medya üzerinden sürekli açıklamalarda bulunur ve olası bir takasın sinyallerini verir. Iverson da çıktığı az sayıdaki idman sayısını iyice azaltır. Durum anlatılanlara göre öyle bir hale gelmiştir ki Iverson, Fenerbahçe’de futbolun yanı sıra basketbol da oynadığı yıllarda sadece bir ya da iki kez basketbol antrenmanına çıkmış efsanevi futbolcu Can Bartu’yla çıktığı idman sayısı itibariyle adeta yarışacak hale gelmiştir!. Belki abartılı da olsa sezon boyunca sadece15 antrenmana tam saatinde gelerek kendisine verilen programın hepsini tam olarak uyguladığı şeklinde bir söylenti var doğru olup olmadığını bilemiyorum ama biraz abartılı da olsa idman sayısının bayağı düşük olması ihtimal dahilinde. Özellikle bahsettiğim kişi Iverson olunca. Hele Sixers’la 6 yıllığına da 71 milyon dolarlık bir sözleşme yenilemesine gittikten sonra bu tür olayların devam etmesi Larry Brown’dan da onayı alan Sixers yönetimi Iverson’ı çağırarak bu koşullar altında kendisini takas etmeye karar verdiklerini bildirir. Iverson ise Philadelpia’dan gitmemek için elinden geleni yapar. Toplantıda üyelere bundan sonra tüm idmanlara zamanında ve eksiksiz katılacağına, takımda liderliği daha fazla üstleneceğine ve takım arkadaşları ve toplumla daha iyi geçineceği konusunda sözler verir. Iverson’a son bir şans vermek isteyen yönetim onu takas etmekten vazgeçer. Değişmeyen tek şeyin her şeyin değiştiği olduğunu söylerler.

IVERSON’DAKİ ANİ DEĞİŞİM
Verdiği sözlerin arkasından Iverson da bu değişim felsefesine uyarak yeni sezonda herkesi şaşırtan bir görüntü sergiler. Eskiden sürekli laf dalaşı yaptığı takım arkadaşlarına artık daha sevecen ve hoşgörülüdür. Onları daha çok onure etmeye çalışır, kızdığı zaman bile bunları espri yaparak belli eder. Coach Brown’a daha fazla saygılıdır. Medya ile arasındaki ilişkiler de biraz daha düzelmiştir. Üstüne üstlük sahada da fırtına gibi esen ve rakiplerini ezen de bir Iverson vardır.
Washington da düzenlenen 50. NBA All Star maçında Doğu’nun son dakikalarda farkı kapatarak maçı kazanmasında önemli pay sahibi olan Iverson, attığı 25 sayıyla All-Star maçının MVP’si seçiliyordu. 56-26 biten normal sezonun ardından Philadephia 11 yıl sonra ilk kez Atlantik Konferans’ını ve Doğu yakasını şampiyon olarak tamamladı. İlk turda rakip bir kez daha Reggie Miller’ın Indiana’sıydı. Ama bu defa Sixers geçen senelere oranla çok daha kuvvetliydi ve Pacers’ı 3-1 gibi rahat bir skorla saf dışı ederek play-off’larda yoluna devam etti.

JORDAN’IN VELİAHTLARININ SAVAŞI
Bir üst turda Michael Jordan’ın veliahtlarından ikisi karşı karşıya geldi: Vince Carter ve Allen Iverson. Tamamen Vince Carter ve Allen Iverson düellosu şeklinde geçen seride Carter iyi de oynasa üstünlük kuran taraf 4-3’le kıl payı Allen Iverson ve Sixers oldu. Bu kez Iverson karşısında bir başka Allen ve Bucks’ı buldu ama Sixers bir önceki turda Toronto karşısında olduğu gibi zorlansa da turu geçmesini bildi (4-3). Kimilerine göre majesteleri Michael Jordan’ın tahtının gerçek sahibini belirleyecek eşleşmede Lakers ve Sixers kozlarını paylaşacaktı. Hepinizin bildiği üzere Bryant, Shaq gibi bir devin de desteğini alarak Sixers’ı saf dışı bıraktı ama yıl boyunca ortaya koyduğu performansla Iverson insanları saygısını ve sevgisini tekrar kazanmıştı. 1996 Jordan’dan sonra 30 sayı ortalamasını ilk geçen oyuncu olarak sayı krallığına ulaşan Iverson, ayrıca MVP ödülünü de kazanarak Moses Malone’dan 20 yıl sonra bu ödüle ulaşan ilk Philadelpia oyuncusu oldu. Bu ödülü kazanan diğer iki Philadelpia’lı oyuncunun Dr.J ve Wilt Chamberlain olduğunu söylersem sanırım Iverson’ın Phialdelpia için ne derecede önemli bir isim olduğunu anlatabilirim.
Iverson play-off’un hemen sonrasında 7 yaşındaki kızı Tiaura ve 4 yaşındaki oğlu Allen II‘nin annesi ve kendisinin de uzatmalı nişanlısı olan Tawanna Turner ile dünya evine girdi. Ama nikahtan iki ay sonra en yakın arkadaşının bir cinayete kurban gitmesi onu derinden etkileyecekti. Sezon başında yaşadığı sakatlıklar sonucunda Iverson’sız Sixers, otoriteleri hayal kırıklığına uğratmadı sezona 5 mağlubiyetle başladı. Bunu takiben Iverson’ın sakatlığının düzelmesi sonucunda Philadelpia 7-0’lık bir galibiyet serisi yakaladı. Sanırım bu istatistikler Iverson’ın Sixers için ne kadar önemli olduğunu anlatmaya yeter de artar. Iverson’ın 31.4 sayı ortalamasıyla sayı krallığı kazandığı bir sezonda daha ilk turda Boston’a 3-2 elenmek gerçekten acı bir durum ama bu yıl şanssızlıklarla başladı ve aynı şekilde de sona erdi.

LARRY BROWN’IN TAKTİK TAHTASI
SAVUNMA+RİBAUND+IVERSON=GALİBİYET
Sezonun en çok konuşulan olayı ise tabii ki kraliyet tahtının sahibinin geri dönüşüydü. Peki veliahtlar bu durumda nasıl davrandılar? Eskiden haylaz olan, kralla sürekli tartışan prens onun önünde eğilerek her zaman ona saygı duyduğunu bildirdi ve herkesin sonsuz sevgisini kazandı. Öteki prens ise taht kavgasını sürdürdü, kralın onurunu kırıcı sözler söyledi. (“Karşıma çıktığında pişman olacak çünkü ona sayı bile attırmayacağım, o artık çok çok yaşlı bir adam.” / imza/ Kobe Bryant ) ve bu tutumuyla tahtı kazandığı zaman bile insanlar onu sevmeyecektir. Tamam kabul ediyorum Machiavelli’nin Hükümdar kitabına döndü bu yazı ama insanın branşı siyaset bilimi olunca kendinizi bu tür benzetmelerden uzak tutamıyorsunuz. Konumuza geri dönersek yukarıda belirttiğim durum özellikle Philadelpia’da düzenlenen All-Star Haftasonu’nda doruğa ulaştı. Jordan’la barışan Iverson bu kez de efsanevi Dr.Julius Erwing’in formasıyla maça çıkınca tüm basketbol severleri kendisine bir kez daha aşık etti. Diğer tarafta ise maçtan evvel Jordan’ın gidip “Bu bir şov maçı sakın işi kişiselliğe dökme biz buraya insanları eğlendirmeye geldik kişisel hesaplar gütmeye değil!!” şeklinde konuşmak zorunda kaldığı Kobe vardı. Kobe her ne kadar MVP seçildiyse de kendi evinde onur kırıcı bir şekilde yuhalandı.
Kobe lige ilk adım attığında herkesin sevgisini kazanan biriydi ama insanlara kendisini kabul ettirmek için kendini hiç olmadığı sert, argo konuşan birine dönüştürmeye çalışınca insanların sevgisini yavaş yavaş kaybetmeye başladı. Bunun tam tersi olarak hırçın, asi Iverson gitti ve yerine aile sahibi olduğunun farkında daha olgunlaşmış bir Iverson geldi. İki oyuncu da tanrı vergisi süper yeteneklere sahip ama tahtı kim gerçekten hakkediyor?
İsterseniz Hidayet’in şu sözlerini hatırlatarak cevabı size bırakalım: “Kobe bence çok iyi bir oyuncu ama şu ana kadar savunmakta en fazla zorlandığım oyuncu Iverson.”
__________________
вιzє єğℓєηмєуι уαηℓış öğяєттιℓєя çüηкü σηℓαя нιç "ραѕ¢αℓ ησυмα" ιℓє ∂ιѕ¢σуα gιтмє∂ιℓєя...
AyTeK54 Ofline   Alıntı ile Cevapla
Alt 14-11-2006, 11:49   #2
Forumun Basketçisi
 
AyTeK54 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 

CESUR YÜREK, BEN WALLACE
(Bu yazı pivot dergisinin 43.sayısında yayınlanmıştır.)


ANNECİM ŞU SAHADAKİ CANAVARA BİR ŞEY SÖYLE BİZE ŞUT ATTIRMIYOR!!..

Afro saça yepyeni bir boyut getiren “Big Ben” sahada ribaund alan, blok yapan, top çalan ve savunması ile rakibine aman vermeyen yani sahadaki tüm ağır işleri üstlenerek takımın hamallığını yapan ligdeki birkaç ağır işçiden biri. Diğer oyuncuların aksine onu yıldız yapan faktörler de bunlar.

Bugünün NBA yıldızları kimlerdir? Hangi özellikleri onları yıldız statüsüne taşır? İlk bakışta çok kolay bir soru değil mi? Eminim cevaplar da hali hazırdadır. Kobe, Carter, T-mac, Francis yıldızlardır çünkü akrobatik smaçlarıyla taraftarları kendilerine hayran bırakırlar. Iverson, Pierce, Stackhouse gibi oyuncular yıldızlardır çünkü genelde 20 sayı ortalamasının altına düşmezler. Webber, Duncan ve O’Neil yıldızdır çünkü kendilerini tutan oyuncu kim olursa olsun fizik güçleriyle onları ekarte ederek potaya ulaşabilirler. Kidd, Bibby, Miller, Payton yıldızdır çünkü takımlarının en kısa yoldan sayıya gitmesini sağlarlar. Bu tür ofansif kriterlere göre yapacağımız değerlendirme uzar da uzar. Peki sadece sayıya yönelik oyuncular mı yıldız olur? Ya yukarıda saydığımız yıldızlara “çemberi göstermeyerek” onların canına okuyan oyuncuları hangi statüde değerlendirmeliyiz?

SAVUNMA, SAVUNMA VE YİNE SAVUNMA...
İsterseniz konumuzdan fazla uzaklaşmadan biraz efsanevi Chicago Bulls takımı hakkında sohbet edelim. Sizce o takımı bu kadar ulaşılmaz kılan sadece Jordan ve Pippen’ın skor gücü müydü? Ya da Tex Winter’ın triangle-offense’i mı?. Belki de Phil Jackson’ın Zen felsefesi ile oyuncularının beynini yıkamasıdır. Hatta durun bir saniye, kim bilir Jordan’ın tüm maçlarında Chicago şortunun altına giydiği söylenen North Carolina şortunun getirdiği bir uğur da olabilir. (Bu nasıl bir şorttur anlamam ya neyse) Son şıkkı çıkarttığımız zaman tabii ki yukarıda saydıklarımın hepsi çok önemli etkenler. Ama unutmayın ki Chicago o dönemde Jordan, Pippen ve Rodman’lı kadrosunda ligin en iyi 10 savunmacısından 3’ünü bulunduruyordu. Tersini iddia edersek bence “Harun evladım sen 50 sayı at gerisine de karışma, diğer arkadaşların savunma yapar.” diyen basketbol zihniyetinden bir farkımız olmaz. Günümüz basketbolunda artık savunma yapmak da en az hücum etmek kadar önemli. Eğer bir gün Ülker tesislerine yolunuz düşerse antrenman salonunun duvarlarında aynen şu sözlerin yazıldığına şahit olursunuz: ‘Her zaman isabetli şut atamayabilirsin ama her zaman savunma yapabilirsin.’ İşte günümüzün basketbol felsefesinin temelinde bu yatmakta. Önce savunma!!
Bu yazımızın kahramanı da bu felsefeyi sahada en iyi uygulayan isimlerin başında geliyor. Hem de dünyadaki en zor ve fiziksel kuvvetin en ön plana çıktığı lig olan NBA’de. İşte karşınızda “Big” Ben Wallace...

AZMİN ZAFERİ
Bugünlerde dergilerde, gazetelerde ve internet sitelerinde sıkça bu yılın draft değerlendirmelerine rastlayabilirsiniz. Jao Ming acaba gerçekten ilk sırada seçilmeyi hakketti mi? Yoksa yeni bir Shawn Bradley vakası ile mi karşı karşıyayız. Fred Jones ve cılız Juan Dixon nasıl bu kadar yüksek sıralardan seçilebildi. Caron Butler geçmişteki vukuatları olmasa daha yüksek bir sıradan seçilebilir miydi? Ve dahası Draft’ta seçildiği sıradan memnun olmayan bir çok oyuncu. Eminim bunların çoğunu okumuş veya duymuşsunuzdur. Bizim zavallı Ben Wallace’ın bu tür dertleri maalesef hiç olmadı. Adamımız bırakın NBA’e birinci turdan girmeyi Draft’ta bile seçilemeyip şansını CBA’de denemek zorunda kaldı. Üstelik CBA draftında da ancak ikinci turda Oklahoma City tarafından seçilebildi. Ama Wallace’ın en önemli özelliği onun mücadeleci yapısıdır, o da pes etmeyerek çalıştı. NBA takımlarının düzenlediği yaz kamplarına katılarak kendini insanlara beğendirdi ve ancak bu sayede kendisine NBA’in kapılarını araladı. Üstelik bir kez içeri girdikten sonra da yan gelip yatmadı. Sürekli çalıştı, kendisini geliştirmeye uğraştı ve bu gayretinin sonuçlarına yavaş yavaş ulaştı. NBA ribaund ve blok krallığı, yılın en iyi savunmacısı ödülü, en iyi üçüncü beşte yer almak, Dream Team formasını giyme şansı ve 32 milyon dolarlık bir kontrat. Demek ki her şey draft’ta ilk sıralarda ya da birinci turda seçilmekle olmuyormuş. Tabii ki her oyuncu yüksek meblağlar karşılığında garanti bir anlaşmaya imza atmak ister ama bu tür bir anlaşma yapmak hem herkese nasip olmaz, hem de talih kuşu size konsa bile eğer siz bu fırsatı nasıl değerlendireceğinizi bilemezseniz, kontratınıza güvenirseniz bir süre sonra silinip gidersiniz.

KÖTÜ ÇOCUKLARDAN, MUHALLEBİ ÇOCUKLARINA: DETROİT PİSTONS
“Bugüne kadar gelmiş geçmiş NBA şampiyonları arasında en çok nefret ettiğiniz takım hangisidir?” tarzı anketlerin genellikle tek bir favorisi vardır: Detroit Pistons. Efsanevi guard Isiah Thomas’ın liderliğindeki, Bill Laimbeer, çılgın çocuk Dennis Rodman , Rick Mahorn, Joe Dumars ve Vinnie Johnson’lı bu kadro 1980’lerin genel basketbol anlayışından çok daha farklı bir stile sahipti. 80’lere damgasını vuran iki ekolden ne Earvin “Magic” Johnson’ın Showtime Lakers’ına ne de Larry Bird’in disiplinli Celtics’ine hiçbir zaman benzer bir oyun ortaya koymadılar. “Bad Boys” mükemmel savunma yapan, asla pes etmeyen, mücadeleci ve fizik gücü çok yüksek oyunculardan oluşan bir takımdı. Sahada rakiplerini yenmek için her yolu da denerlerdi. Hatta basketbol adıyla rakip takım oyuncularını adeta “dövdüklerine” şahit olurdunuz. Maalesef olaylar bazen birazcık çirkefleşirdi. Eee Rodman ve Laimbeer olur da kavga gürültü o takımdan hiç eksik olur mu? Tabii ki olmaz. İşte bu basketbol anlayışı Pistons’a şampiyonluklar kazandırdı. Ama her takımın başına gelen Pistons’ın da başına geldi. Zaman geçtikçe yıldızlar yaşlanıp basketbolu bıraktılar, kimi oyuncular ise başka takımlara transfer oldu. Dolayısıyla Detroit giderek eridi 90’ların ortasına gelindiğinde takımda şampiyon kadroda oynayan tek yıldız olarak şu an Detroit’in başında bulunan Joe Dumars kalmıştı. O da tam basketbolu bırakmak üzereydi ki, 1994 Draft’ında takımın hüviyetini tamamen değiştirecek bir oyuncu Pistons tarafından draftta seçildi: Grant Hill. Duke’te oynadığı oyunla Jordan’ın yerine geçebileceği iddia edilen Hill’in gelişiyle Dumars takımda kalarak ona “abilik” yapmayı kafasına koydu. Hill süper bir yetenek de olsa zengin bir ailenin kibar çocuğuydu. Sahada asla trash-talk yapmazdı. Rakiplerine hiçbir zaman hakaret etmeyen, onlara nazik davranan ve bu sayede sevilen bir oyuncuydu. Yani biraz evvel belirttiğimiz “Kötü Çocuklar” tarzına tam anlamıyla zıt bir yapıdaydı. Bu yüzden, önce San Antonio’ya ardından da Chicago’ya giden Rodman ondan hep nefret etmiştir. “Bu Hill denen çocuğu hiç sevmiyorum adam orda bizim (Bad Boys) şerefimizi iki paralık ediyor. Basketbol bu kadar da yumuşak oynanmaz ki!! Züppe herif. Maç içinde Argo konuşmak, itişip kakışmak ağır hakaretmiş. Onu bir gün sahada birisi dövecek veya güzelce öpecek! o zaman ben de keyifle oturup seyredeceğim.” Tam bizim Rodman’a yakışan sözler. Bu sırada takımın diğer yıldızı Alan Houston, New York’a gönderilir ve takıma ikinci yıldız olarak Sixers’ın postaladığı Stackhouse takasla getirilir. Ama Hill ve Stackhouse beklenilen uyumu gösteremez. Hill de her şeye en baştan başlamak için soluğu, durmadan sakatlanacağı ve kariyerini bitirme noktasına geleceği, Orlando’da alır. Takımın tek yıldızı yarı bitik bir Stackhouse’tur ve Pistons fazlasıyla “yumuşak” bir basketbol oynamaktadır. İşte Ben Wallace, Pistons’a geldiğinde durum kelimenin tam anlamıyla bundan ibarettir.

Unutmayın Ben Wallace’ı, Ben Wallace yapan asla attığı şutlar değildir, bilakis başkalarına attırmadığı şutlar onu ünlü yapmıştır.

Wallace 11 çocuklu bir ailenin 10. çocuğu olarak dünyaya geldi. Küçüklüğünde babası ve kardeşleri ile sık sık balığa, yüzmeye ve ava gider, her normal çocuk gibi atarisinin başından kalkamazdı. Ama onu yaşıtlarından ayıran bazı özellikleri de vardı. Küçük Ben fazlasıyla güçlü bir vücuda sahiptir ve hemen hemen tüm spor branşlarını son derece iyi bir şekilde yapmaya yatkındır. Hayatı boyunca da bu fiziksel üstünlüğünün avantajlarını sonuna kadar kullanır. Wallace lisedeyken hem Amerikan futboluna hem beyzbolla hem de basketbola ilgi duymaktadır. Bu üç sporda da o kadar başarılıdır ki her birinde eyalet karmasına seçilir. Aslında insanlar Wallece cüssesinde birisini gördükleri zaman onun hantal biri olduğunu düşünebilirler. Rakipleri de onu basketbol sahasında ilk gördüklerinde onun hantal ve sadece rakiplerini ite kaka yakınına düşen ribaundları alabilecek bir uzun olduğunu düşünmüşler. Bu konuda eski Pistons yıldızı, günümüzün Tv yorumcusu Bill Laimbeer’ın söyleyecek bir iki lafı var: “Wallace, ribaundlarla ilgili eski yargıların geçersiz olduğunu hepimize kanıtladı. Her zaman ribaund almanın sıçramaktan çok yer tutma ile ilgili olduğunu söylerlerdi. Ama Ben, ribaundlarını insanları potadan uzak tutarak aldığı kadar onlardan daha yükseğe sıçrayarak da alıyor. İnanılmaz bir sıçrama yeteneğine sahip olduğu kadar çok da çabuk. Bana fazlasıyla Dennis’i hatırlatıyor. Belki de Dennis’ten sonra gördüğüm bire birde en etkili savunmacı. Ama sanıyorum ki Ben kendini geliştirmeye devam edecektir çünkü gerçekten All-Star seviyesinde bir oyuncu olması için ne yapması gerektiğini biliyor. Maç başına aldığı 12-13 ribaund’un ve yaptığı 3-4 bloğun yanına en azından 10-12 sayıyı da eklemesi gerekli.”
Yukarıda bahsi geçen fiziksel yetenekleri az kalsın onu bir Amerikan futbolu yıldızı yapacaktı. Lise takımında gösterdiği performans üniversitelerin ilgisini çeker. Auburn Üniversitesi ona burs teklif eder. Wallace okul yetkilileri ile yaptığı konuşmalarda hem basketbol hem de futbolu kastederek ikisinde de aynı anda oynayıp oynayamayacağını sorar. Onlardan aldığı olumlu cevap karşısında tereddütsüz okula katılım için gerekli kağıda imza atarak üniversiteye gönderir. Okulun yolunu tutarken hem basketbol hem de futbolda yıldızlaştığı günlerin hayalini kurmaktadır ama kampüse vardığı anda tüm hayalleri yıkılır. Okul yetkililerine basketboldan bahsettiği anda hepsi şaşırarak ona daha önce onunla hiç basketbol hakkında konuştuklarını hatırlamadıklarını, okulda basketbol oynamasının mümkün olmadığını onu futbol oynaması için aldıklarını söylerler. Anlaşmazlığın nedeni ise oldukça komiktir. Amerikan futbolunda bir takım oyuncularını iki farklı kadroya ayırır. Yeteneklerine göre defansif oyuncular ve ofansif oyuncular. Sahada top hakimiyeti kimdeyse ona göre bir takım sahaya sürülür. Wallace da telefonda “ikisini” de aynı anda oynayıp oynamayacağını sorduğunda okul yetkilileri onun hem hücum takımında hem de savunma takımında oynamak istediğini sanarak bunu sevinerek kabul etmiştir. Wallace o anki duygularını şöyle anlatır: “Bunları duyduğum zaman kulaklarıma inanamadım. Ben de oradan çekip gittim. Basketbola aşığım. Bu yüzden Amerikan futbolu ve basketbol arasında bir seçim yapmak zorunda kaldığım zaman hiç tereddütsüz basketbolu seçtim. Wallece, Auburn’ü terk ettiği zaman hayatı hakkında kurduğu gerçek anlamda hiçbir planı kalmamıştı. Ta ki bir basketbol kampında gelecekteki idolü Charles Oakley ile karşılaşana dek.

Oakley topu göğsüme fırlattı ve “hadi başlayalım” dedi. Herkes bizi izliyordu. O benim dudağımı patlattı ben de onun burnunu!..

Oakley hepimizi karşısına oturtup azarlamaya başladı. Sürekli bizim çok yumuşak olduğumuzu hiç gayret gösterip çalışmadığımızı söyledi. Sonra da içimizde kimsede onunla teke tek oynayacak yürek olup olmadığını sordu. Ben de elimi kaldırdım. O da topu aldı ve göğsüme fırlattı: “Hadi başlayalım!”dedi. Herkesin önünde oynamaya başladık. O benim dudağımı patlattı ben de onun burnunu kanattım. Wallece’a o maçı kimin kazandığı her sorulduğun genelde aynı tepkiyi verir. Evvel suçlu bir çocuk ya da masum bir kedi yavrusu gibi acındırıcı gözlerle suçunu gizlemek istermiş gibi bakar ve cevap verir: “Ben kazandım.” Ama tuhaftır ki Wallace, Oakley’in burnunu sürtmüş olmaktan çok da memnun değildir: “Ben daha 17 yaşımdayken bile üzerimden şut atamazdı, şutlarını hep bloklardım.” Bu teke tek maç hakkında Wallece’ın Pistons’tan kankası Stackhouse tarafından yapılan yorum da ilginçtir: “Oak asla bizim Ben’i geçemez.”

NCAA GÜNLERİ
Evet sonuçta maçı Wallece kazandı ve Oakley’e gününü gösterdi. Ama Oak bu çocuğun gerçekten yetenekli olduğunu fark etmişti. Onu kanatlarının altına alarak korumayı ve ona yol göstermeyi kafasına koydu. Charles gidip Wallace’a hangi okula gittiğini sorar. O da olanları anlatarak artık önünde fazla seçeneği kalmadığını söyler. Bunun üzerine Oakley, Cleveland’daki bir arkadaşına telefon açar. Bu çocuğu izlemeleri gerektiğini anlatarak Wallece’ı oradaki bir kampa gönderir. Kampta başarılı olan adamımız kapağı Cuyahoga CC’ye atar. Orda 24 sayı, 17 ribaund ve 7 blok gibi inanılmaz ortalamalara ulaşır ve tekrar daha büyük okulların antrenörlerinin dikkatini çeker. Ama ne kadar iyi bir okula transfer olacaksa olsun benchte oturmak istemeyen Wallece, daha sezon bitmeden takımını terk eder ve soluğu Oakley’in yanında alır. Oakley de idarecilerle konuşarak onu mezun olduğu okul olan Virginia Union’a aldırır. Burada ceza hukuku eğitimi alan Ben, 12.5 sayı, 10.5 ribaund ve 3.7 blok ortalamalarına ulaşarak takımını NCAA Division 2’da Final Four’a taşır. Ama okulu basketbolda adı sanı duyulmamış bir okuldur ve Wallace oyunuyla NBA scout’larının çok da ilgisini çekmez. Dolayısıyla katıldığı 96 NBA Draft’ında seçilemez. Wallace üzülmekle beraber o an için NBA seviyesinde bir oyuncu olmadığının farkındadır bu yüzden bunu kendisine fazla dert etmez. Daha çok çalışmaya başlar ve Boston antrenörü M.L Carr onu takımın yaz kampına davet eder.

BOY PROBLEMİ
Bu arada Wallece’ı çağıran Carr, bu boyuyla onun pivot ya da power forvet oynamak için çok kısa olduğunu onu kampta off guard veya kısa forvet olarak deneyeceğini söyler. Aslında NBA kayıtlarında boyu 2.06 olarak gözükse de Wallece’ın gerçek boyunun ancak 2 metre olduğu söyleniyor. Hatırlayacaksınız “Sir” Charles Barkley’in boyu da öncelikle 1.98 olarak kabul edilirken bir süre sonra 1.96’ya inmiş en son ise gerçekte 1.92 olduğu ortaya çıkmıştı. Bu tür olaylar diğer bir çok NBA yıldızı için de geçerli. Kim bilir belki de bu arkadaşlar kemik erimesi hastalığından mustariplerdir. Vah zavallılarım vah...
Tabii ki bu boyuna göre pozisyon seçme formülü ona pek yaramadı. Sonuçta Ben, kampta fazla forma şansı bile bulamayarak Boston kampından ayrıldı ve Washington’la antrenmanlara çıkmaya başladı. Çaylak sezonu Wallace için pek parlak geçmedi. O zamanki adı Wizards yerine Bullets olan Washington’da takımın ancak 12. adamıydı. 34 maçta forma görev alan Wallece maç başına ancak 5.8 dk sahada kalırken 1.1 sayı ve 1.7 ribaund ortalamalarına sahipti. Bu arada ismi, tanınmasa da basketbol camiasında kulaktan kulağa yayılmaktaydı. Washington’daki bu gizemli oyuncu, antrenmanlarda Juwan Howard ve Chris Webber da dahil olmak üzere çoğu oyuncunun canına okumaktaydı. Bir sonraki sezon sahada kaldığı süreyi tam 3 katına çıkartarak maç başına 15.8 dk oyunda kaldı. Indiana karşısında ilk kez bir maça ilk beşte başladı ve aldığı 12 ribaundla sahada en çok ribaund alan ismi oldu. Sezonda toplam 61 maça çıkarken bunların 16’sında ismi maça başlayan beşte yer alıyordu. Ortalamaları ise fazla kıpırdamamış, sayı ortalamasını ancak 3.1’e, ribaund ortalamasını ise 4.8’e çıkartabilmişti. Bullets’taki üçüncü sezonunda ise içindeki cevher biraz da olsa ortaya çıktı. Cleveland karşısında attığı 20 sayı ile kariyerindeki en yüksek rakama ulaşırken ribaund hanesinde de 10 yazıyordu. Bu sırada süre aldıkça double-double yapmaya başladı. Bucks karşısında 14 sayı ve 14 ribaund’luk, Toronto’ya karşı da 12 ribaund, 16 sayılık performanslar ortaya koydu. Sezon sonuna gelindiğinde aldığı süre 10 dk. daha artmıştı. Bu artış da beraberinde 6.0 sayı, 8.3 ribaund ve 1.96 blokk ortalamaları getirmişti. Washington bu sezonun sonunda büyük bir hata yaparak elindeki tüm yetenekli power forvetleri kaçırdığı gibi Wallece’ı da kaçırdı. Wizards, Orlando ile yaptığı takasta Wallace,Tim Legler, Terry Davis ve Jeff McInnis’i göndererek Magic’ten 1995-96 sezonunda Tuborg forması, geçtiğimiz yıl da Ülker forması giyen Isaac Austin’i kadrosuna kattı. Orlando da oynadığı 81 maçın tümünde kendisine ilk beşte yer bulan Big Ben, bu maçlarda 4.8 sayı, 8.2 ribaund ve 1.6 blok ortalaması tutturdu. Sonraki sezon Orlando da ayağına gelen fırsatı elinin tersiyle iterek Grant Hill yüzünden gözü kör olmuş bir şekilde Chucky Atkins ve Ben Wallace’ı Grant Hill’le takas etti. Tabii ki o dönem de Hill mi yoksa Wallace mı diye soracak olsaydınız akıl sağlığı yerinde olan herkes Grant Hill cevabını verirdi. Ama Orlando idarecileri en azından Wallace’ı kadrolarında tutmaya çalışarak takasa başka isimleri dahil etmeyi deneyebilirlerdi. Bu takasın sonucu ortada. Magic, astronomik bir anlaşmaya imza attırdığı Hill’i geçirdiği sakatlıklar yüzünden oynatamazken, Pistons şu anda ligin blok ve ribaund kralına sahip bulunmakta.

PİSTONS’IN YENİ KÖTÜ ÇOCUĞU
Pistons’taki ilk yılında Wallace 80 maçta oynarken bir kez daha oynadığı tüm maçlara ilk beşte başlar. Ama bu kez kendisine daha önce tanınmayan bir şansa sahip olarak sahada 34.5 dakika ortalamasıyla kalır. Sahada kaldığı süre bu kadar çok artınca Wallace da tüm marifetlerini daha iyi sergilemeyi başarır. Maç başına 13,2 ribaund ortalaması ile ligde ribaund krallığını zorlar ama Mutombo’nun arkasında 2.sırayı alır. Aldığı 1052 ribaundla toplamda ligin en çok ribaund alan ve bu sayede Pistons’ın Dennis Rodman’dan sonra 1000 ribaund barajını geçen ilk oyuncusu olur. Ayrıca sezon boyunca Dikembe Mutombo ile beraber arka arkaya 20 ve üzeri ribaund alabilen iki oyuncudan biridir ve Orlando maçında 28 ribaund ile kariyerinin en yüksek rakamına ulaşır. Bir sezon evvel 1.60 olan blok ortalamasını ise 2.30’a çıkarır. Pistons tarihine hem ribaund, hem top çalma hem de blok ortalamalarında takımın lideri olan ilk isim olarak geçer. Yılın Savunmacısı ödülü için yapılan oylamada ise 6 oy alarak beşinci olur. Ama maalesef bu performansı takımı için yeterli olmaz ve Detroit normal sezonu ancak 32 galibiyet ile kapatır. Geçtiğimiz sezon ise kariyeri için bir zirvedir. Takımın başına New Jersey, Portland ve Indiana’da 11 sezon asistan coach’luk yapan Rick Carlisle getirilir. Takımdaki bu yeni yapılanmada Stackhouse kendini bulur ve ilk kez egosunu bir kenara bırakarak olması gereken oyuncu gibi oynar. Corliss Williamson bench’ten gelerek inanılmaz bir katkıda bulunur ve takım Ben Wallace’ın liderliğinde sahada inanılmaz bir savunma uygular. Sonuçta da takım uzun bir aradan sonra 50 galibiyet barajına ulaşarak 1990 yılından sonra ilk kez Merkez grubu şampiyonu olarak tamamlar. Wallece sahada 36.5 dakika ortalamasıyla kalırken hücumda daha agresiftir, %53’lük bir şut yüzdesiyle 7.6 sayı averajı tutturur. 13.0 ribaund ve 3.48 ortalamaları ise onu her iki kategoride de NBA’in zirvesine taşır. Yakaladığı bu başarıyı ise daha önce NBA tarihinde ancak Hakeem “The Dream” Olajuwon, Kareem Abdul-Jabbar ve Bill Walton’ın yakaladığını söylersem sanırım Big Ben Wallace’ın ne kadar önemli bir başarıya imza attığını anlatabilirim. Üstelik Wallace’ın boyu diğer 3 oyuncu ile kıyaslanamayacak derecede de kısa. Bu mükemmel savunma performansı doğal olarak onu rekor bir şekilde “Yılın Savunmacısı” ödülüne ulaştırır. Oylama tamamlandığında en yakın rakibine 114 oy fark atmıştır. Wallace ayrıca tutturduğu 1.7 top çalma ortalaması ile bu kategoride de ilk 15 içindedir. Sezon içinde 2 defa haftanın oyuncusu seçilen Wallace, 24 Şubattaki Milwaukee maçında da 10 sayı, 17 ribaund ve 10 blok ile kariyerindeki ilk triple-double’ı gerçekleştirir. 24 Mart’ta Boston karşısında ise kariyer rekorunu bir kez daha egale eder ve 28 ribaund’a ulaşır.
Tüm bu başarılarının yanında regular sezonda Doğu’da 2.sırayı alan Detroit ile kariyerinde ilk playoff maçına çıkar ve 21 Nisanda Toronto karşısında 19 sayı, 20 ribaundluk muhteşem bir oyun ortaya koyar. Kariyerindeki bu ilk playoff tecrübesinde çok başarılı maçlar çıkaran Wallace, ilk turda Toronto karşısında 8.2 sayı, 15.0 ribaund, 2.2 blok ve 2.2 top çalma; konferans yarı finalinde Boston karşısında 6.4 sayı, 17.2 ribaund, 3.0 blok ve 1.6 top çalma ortalamalarını yakalar. Evet Wallace kendini tüm NBA’e kanıtlamıştır, artık oda ligin yıldız oyuncular arasındadır.

Majesteleri Michael Jordan’ın antrenörü Doug Collins onun hakkında şunları söylemekte: “Bence Wallace, Jason Kidd’le beraber sayı üretmeden oyunu domine edebilen az sayıda oyuncudan biri.” Başkan Joe Dumars daha Grant Hill’i Atkins ve Wallace ile takas ettiği gün basına takımın fazla yumuşak olduğunu ve aralarına katılan bu iki yeni oyuncuyla beraber takımın çok daha sert ve dişli olacağını söylemişti. Dumars oyunculuğunda zekasıyla oynayan bir isimdi. Şu ana kadar takımın başında olduğu sürede aynı muhteşem zekayı masa başında da kullanmakta. Bazı isimler daha şimdiden Wallace’ın Pistons tarihinde bir kilometre taşı olduğunu düşünüyor ama Wallace bu durumdan endişeli. En azından Joe Dumars’ın beklentilerini yükseltmesinden korkuyor: “Sanırım benimle anlaştıklarında kendileri bile benim tam olarak ne tür bir oyuncu olduğumun farkında değillerdi. Onlar sadece sahada çalışan ve biraz ribaund alan bir oyuncu istemişlerdi ama sanırım ben bundan daha fazlasına sahibim. Yeni koç, yeni bir takım ve yeni bir sistem benim de kariyerimde yeni bir sayfa açmama yardımcı oldu.”
Aslında Wallace’ı yakından tanıyan insanlar sahada rakipleri için fazlasıyla korkutucu olan bu adamın saha dışında çok yumuşak bir ses tonuyla konuşan, eğlenceli ve maket araba yaparak vakit geçiren sıradan bir insan olduğunu söylüyor.

“Sahada oynarken arkanızı ‘big ben’ gibi bir devin kolladığını bilmek güzel bir duygu. Her zaman böyle bir adamın karşımda oynamasındansa yanımda olmasını tercih ederim.” - jerry stackhouse

Takımın birinci yıldızı Stackhouse ise tartışmasız ikinci yıldızı da Wallace. Stack bu konuda şöyle diyor: Sahada her zaman Big Ben’in nerde olacağını hissederim. Her defasında doğru zamanda doğru yerdedir bu sayede asistlerimin büyük bir kısmını ona yaparım. Onun orda olması bile çoğu şeyi bizim için kolaylaştırıyor çünkü bu sayede önümde bir koridor açılıyor. Eğer onun adamı yardıma gelmezse rahatça savunmacımla bire bir oynayabiliyorum eğer yardım gelirse de topu ona veriyorum ve o da sayıyı bizim hanemize ekliyor.” Wallace gerçekten pota altında yüksek isabetle oynuyor. Ama kaydettiği sayıların çoğunu tiplerden ve potayı kırarcasına yaptığı smaçlardan bulduğunu düşünürsek Big Ben’in hücumda zaafı olduğunu söyleyebiliriz. Kesinlikle kendisini geliştirmesi gerekli ve kendisi de bu eksikliğinin farkında. Bu konuda kendisi de şöyle demekte: “Eğer yıldız olmak istiyorsam hala kendimi geliştirmek zorundayım sahanın iki ucunu da dağıtamadığım sürece gerçek anlamda yıldız sayılmam. Zaten her antrenmandan sonra en az bir saat daha sahada kalarak şut ve serbest atış çalışıyorum.”
Ben Wallace gerçekten ligin en önemli oyuncularından biri ama şu anda ne bir Hakeem O’lajuwon ne Kareem Abdul-Jabbar ne de bir Bill Walton. Hatta daha tam bir Dennis Rodman bile değil. Wallace bir savunma uzmanı olduğu kadar bir hücum silahı olduğu gün NBA tarihine hak edeceği yeri alacaktır. Son bir cümle de Mehmet Okur için. Umarım Memo, Detroit’e gittiği zaman Ben Wallace’tan savunma hakkında çok şey öğrenir. Çünkü Mehmet fazlasıyla yetenekli bir oyuncu NBA’de yıldız olmak için de diğer Avrupalılardan kesinlikle hiçbir eksiği yok. Yeter ki Oda Wallace gibi yürekli bir savaşçı olsun!.
__________________
вιzє єğℓєηмєуι уαηℓış öğяєттιℓєя çüηкü σηℓαя нιç "ραѕ¢αℓ ησυмα" ιℓє ∂ιѕ¢σуα gιтмє∂ιℓєя...
AyTeK54 Ofline   Alıntı ile Cevapla
Alt 14-11-2006, 11:50   #3
Forumun Basketçisi
 
AyTeK54 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 

Jason Kidd
NBA tarihinde Triple-Double (bir maçta sayı, ribaund, asist, top çalma veya blok kategorilerinden üçünde çift haneli sayıya ulaşma) denildiğinde ilk akla gelen oyuncu Oscar “Big O” Robertson’dır. 1960-1974 yılları arasında ligde yer alan ve kariyerinde gerçekleştirdiği 178 triple-double ile bu kategoride zirvede bulunan Robertson, 1961-62 sezonunda da 30.8 sayı, 12.5 ribaund ve 11.4 asist ortalamaları ile hala yanına yaklaşılamayan bir başarı elde etmişti. Robertson’dan sonra 80’li yıllar ve 90’lı yılların başında Earvin “Magic” Johnson, Big O’nun başarılarını tekrarlar rakamlar yakalasada hastalığı sebebi ile basketbola ara vermesi ve daha sonra da bırakması Oscar’ın gerisinde kalmasına yol açmıştı. Aynı dönemlerde Larry Bird ve 94 draftı ile lige katılan Grant Hill gerçekleştirdikleri triple-double’lar ile Big O’yu ve Magic’i hatırlatan performanslar çizmişlerdi. Şu anda ise NBA liginde triple-double denildiğinde, akla gelen ilk ve tek isim Nets’i son iki sezonda NBA Finaline taşıyan Jason Kidd’den başkası değil. İşte karşınızda Hız ve Zekanın Kusursuz birleşimi “New, Mr.Triple-Double” JASON KIDD...

NERDEN NEREYE!!

1967’de start alan ve 1976’ya kadar 9 sezon faaliyet gösteren ABA liginin son şampiyonu (1975-76) New York Nets, 1976 senesinin Haziran ayında Indiana Pacers, San Antonio Spurs ve Denver Nuggets ile birlikte NBA ligine katılmıştı. NBA ligine katıldığında New York’tan, 1967’de ilk kurulduğu şehir olan New Jersey’e taşınan ekip 1976-77 NBA sezonu ile birlikte New Jersey Nets adı ile NBA liginde mücadele etmeye başladı. İlk NBA sezonunda 22 galibiyet alarak ligin 22. ve son takımı olan Nets, bir sonraki sezonda ne yazık ki bu kötü ünvanını devam ettirdi. 1978-79 sezonunda ise Bernard King’in takıma katılması ile bir önceki sezona göre 13 galibiyet fazla alarak ilk defa NBA Playofflarında yer aldı ve o dönemde 3 maç üzerinden oynanan ilk turda Philadelphia’ya her iki maçta da mağlup olarak sezonu kapadı. 1983-84 sezonunda tekrar playoff başarısı yakalayan ve ilk defa ilk turu geçme başarısını gösteren Nets (Philadelphia 3-2), bir üst turda Milwaukee’ye 4-2 elenmekten kurtulamadı. 1985-86 sezonundan itibaren genelde ilk 10 sıranın dışında yer alan, playofflara kalabildiği senelerde (1992-1993-1994-1998) ise ilk turdan öteye gidemeyen Nets’de her şey geçen sezon (2001-02) değişti. Geçen sezona kadar son 16 yılda sadece 3 kez .500 galibiyet oranını geçebilen ve playoff’a kalabildiği 4 sezonda ilk turdan öteye gidemeyen (16 playoff maçında sadece 4 galibiyet) Nets, NBA tarihinin en başarısız ve oyuncular tarafından en az tercih edilen takımlarından biriydi. Aslında kadroları 1998’den itibaren çok çok gelişmişti ama başarı bir türlü gelmiyordu. 1997’de draftta 2.sıradan seçilen Keith Van Horn draft-takas yolu ile kadroya katıldı. Backcourt’ta Sam Cassell, Kerry Kittles, frontcourt’ta tecrübeli Kendall Gill ve NBA ribaund krallığında 2.sırayı alan Jayson Williams ile Nets geleceğin takımı olarak gösteriliyordu. Ama bir türlü gelmeyen başarı önce Cassell’ın başını yaktı ve 1999’da takas yolu ile kadroya Stephon Marbury katıldı. 2000 Draftında ilk sıradan seçme hakkı elde edildi ve Cincinnati’nin forvet oyuncusu Kenyon Martin, takıma dahil oldu. Ama yine de Nets son sıralardan kurtulma başarısını gösteremedi ve geçen sezon başında bu sefer Marbury takas ile takımdan gönderildi. İşte o takasta Marbury’e karşılık kadroya katılan O oyuncu Nets’in çehresini değiştirdi ve Nets’e sanki sihirli bir değnek deymişçesine takım tarihinin en başarılı regular sezonunu geçirerek bir evvelki sezona göre 26 fazla galibiyet ile (52 galibiyet ile .634’lük galibiyet oranı) Doğu Konferansında ilk sırayı aldı. Playoff’larda ilk turda Indiana’yı, ikinci turda Charlotte’ı eleyerek NBA tarihlerinde ilk defa Doğu Konferansı Finaline yükseldi. Burada rakip Boston’du ama yine O oyuncu serinin kaderini değiştirdi ve Nets tarihinde ilk defa NBA finaline çıktı. Ama NBA Finalinde O oyuncun gücü Lakers efsanesine karşı koyamadı. Bu sezon da Nets, geçen sezonki başarının bir sürpriz olmadığını yine bu oyuncunun üstün oyunu ile herkese kabul ettirdi ve 49 galibiyet ile Doğu Konferansında 2.sırayı aldı. Playofflarda ilk turda Milwaukee’yi 4-2 geçtikten sonra ikinci turda Boston’u ve Doğu Finalinde Detroit’i 4-0’lık sonuçlarla süpürerek ard arda 2.defa NBA Finaline yükseldi. Böylece Chicago Bulls efsanesinden sonra ilk defa bir Doğu takımı ard arda 2 yıl NBA Finalinde oynama başarısını yakaladı. Ama geçen sezon Shaq, bu sezon ise Duncan, Nets’in final serisini kazanmasını engelledi ve Nets sezonu NBA Finalisti olarak kapadı.
İşte bu ay sizlere tanıtmak istediğimiz oyuncu, o başarısız Nets’i bataktan kurtarıp ard arda iki yıl NBA finaline taşıyan, skorer kimliği veya gösterişli basketbolu ile değil takımını oynatan ve etrafındaki oyuncuların kabiliyetlerini açığa çıkartan oyunu ile sivrilen O takas ile takıma katılan oyuncu. İşte karşınızda, basketbolunu zekası ile bir üst seviyeye taşıyan ve kendisine göre bir çok yetenekli oyuncuyu oyun bilgisi ile gölgede bırakan Nets’in 5 numaralı All-Star guard’ı JASON KIDD…

BILLY THE KIDD!!

Tam adıyla Jason Frederick Kidd, hava yolu müfettişi bir baba ve banka memuru bir annenin çocuğu olarak 23 Mart 1973’te California Alameda’da dünyaya geldi. Çocukluğunda, Jason’ın favori sporu futboldu. (Hayır, Amerikan futbolu değil bildiğimiz futbol!) Basketbolla resmi tanışması 3.sınıftayken yanına gelen 4.sınıfların basketbol takımlarında onu görmek istemeleriyle olmuştu. Böylece Kidd, Saint Joseph of Notre Dame lisesi basketbol takımına giriyordu. 1990-91 sezonunda takımı California Division 1 eyalet şampiyonluğunu kazanırken genç Jason’ın payı inkar edilemeyecek derecede büyüktü. İkinci senede aynı başarı tekrarlanmıştı. Okulun iki senede yaptığı 69 maçtan 63’ünden galip ayrılması Kidd’in ne kadar yetenekli olduğunu gösteriyordu. Aslında maç başına yakaladığı 25 sayı, 10 asist, 7 ribaund ve 7 top çalmalık performansı da bunu gözler önüne seriyordu.
Onun bu başarısının temelleri aslında Oakland’in asfalt sokak sahalarında atılmıştı. Jason, Alameda’dan idi. Yani şehrin “düzgün ve temiz” tarafından. Bu da onu diğer zenci sokak oyuncularından farklı yapmaya yetiyordu zaten. Fakat o, sadece geldiği yerle değil oynadığı oyunla da farkını gözler önüne sermişti. (Evet Kidd’in inanılmaz pas kabiliyetinden bahsediyorum.) O ,sanki takım arkadaşlarının -hatta onlardan bile önce- nereye gideceğini kestirebiliyordu. Bu özelliğiyle kendini sokakta kabul ettirdi ve o sıralar NCAA’de Oregon Ducks’ın yıldızı Gary Payton ile tanışma ve tabi maç yapma fırsatı buldu. (NBA yıldızlarından size Payton’ı anlatmalarını isteseniz size ilk önce ne savunmasından ne de hücumundan bahsederler. İlk söyleyecekleri özelliği onun maç boyunca durmayan çenesi olacaktır. Evet Payton NBA’in en kıdemli savunmacılarından biri bu konuda herkes hemfikir, ama bunda rakibiyle konuşarak onu demoralize etmesinin payı yadsınamayacak derecede büyük.) Payton’a göre Jason çok yetenekli bir gençti ve özellikle hücumda takımını sırtlayabilecek, sorumluluk alabilecek kapasitedeydi, fakat savunması yeterli seviyede miydi? Bu noktada Gary nam-ı diğer ‘The Glove’ (rakibini eldiven gibi sardığı söylenir) devreye girmiş ve Kidd’e bir eğitmen edasıyla yaklaşmıştı. Tabi bir sokak basketbolcusundan nasıl bir eğitmen olabilirse ancak öyle... Payton karşısında savunma olarak Jason’ı gördüğünde ona daha fazla yüklendiğini, daha sert oynadığını, çamurluk yaptığını ve tabi en çok ona konuştuğunu inkar etmiyor. Fakat bunların hepsinin onun sertliğe alışması ve sert oynaması için gerekli olduğunu da söylüyor. Payton onla yaptığı her maçtan sonra kendisini evdekilere şikayet ettiğini ama ertesi gün daha bir azimle onu durdurmak için gene asfalt sahada onu beklediğini de ekliyor. Jason ise o zamanlardaki eğitmeni hakkında övgüyle söz ediyor: ”Kuralları en iyisinden öğrendim”. Bunlar olurken Jason henüz 14 yaşındaydı ve okulu Saint Joseph of Notre Dame başarıdan başarıya koşuyordu. Bu başarılar yetenek avcılarının iştahını kabartmıştı. Jason ilk ciddi üniversite bursu teklifini o sene -yani 14 yaşında- bir mektupla aldı. “Şimdiden mi?” diye düşünüp yanlış olabileceğine karar verip teklifi geri çevirdi. İyi olduğunu biliyordu fakat o kadar da değildi. Kim bilir kaç kalburüstü oyuncuya bu tip teklifler yapılmış ve kim bilir kaçı buna “Evet” diyip harcanmıştı. Fakat o sıralar Kidd’in çevresine baktığınızda bu teklifin adeta “geliyorum” dediğini görebilirsiniz. Okulunda Jason Kidd tişörtü adeta bir üniformaydı. Giymeyene adeta uzaylı gözüyle bakılıyordu, röportajlar gazete haberleri de cabası...
Ve Jason’ın okulundaki son senesi gelmiş çatmıştı. Bu da ertesi sene için bir üniversite seçimini beraberinde getiriyordu. Daha sonra seçeceği California, o sene başında kafasında oluşturduğu 5 kolejden biri değildi. Hatta California’yı hiç “resmi” olarak ziyaret etmemişti. Düşünülenin aksine California koçu Lou Campanelli ile de hiç bir bağlantısı yoktu. Tüm bunları bir terazinin “olumsuzluklar” kefesine koyarsanız diğer kefeye çok değerli bir şey koymalısınız ki seçiminizi o üniversiteden yana yapmanız için ağır bassın. Jason için California’nın tek olumlu yanı “evine, yuvasına yakın” olmasıydı. Hatta o kadar yakındı ki öğretmenlerle sokakta, sporcularla spor salonunda veya asfalt sahada kim bilir kaç kez karşılaşmıştı. Sonuçta Kidd, elinde USA Today’in High School Player of the Year ödülü, kolej ligleri asist krallığı ve biri önceki seneden toplam iki California Player of the Year ödülüyle California Üniversitesi’nin yolunu tuttu.

KIDD’IN KISA NCAA KARİYERİ

Fakat işler umulduğu gibi gitmedi. Kidd koç Lou’nun devamlı takım arkadaşlarına küfretmesinden onları aşağılamasından hoşlanmıyordu. Koçluk küfrederek motive etmek değildi. Zaten Campanelli, Kidd’e karşı da özel bir ilgi duymuyor diğer oyunculara nasıl davranıyorsa ona da öyle davranıyordu. Takım Campanelli’den şikayetçiydi. Sonuçta Jason’ın ilk senesinin sonlarına doğru Campanelli’ye kapının yeri gösterildi ve yerine asistanı Todd Bozeman getirildi. İlk NCAA sezonunda 13.0 sayı, 7.7 asist, 4.9 ribaund, 3.79 top çalma ortalamalarını tutturan Kidd, Pac 10 Konferansında hem asist hem de top çalma kralı oldu ayrıca Gary Payton’a ait olan Pac 10 Konferansı top çalma rekorunu da kırdı. Koç değişikliği de hemen etkisini gösterdi ve Kidd 1993-94 sezonunda 16.7 sayı, 9.1 asist, 6.9 ribaund ortalamalarıyla konferansta adeta her istatistikte zirveye oynuyordu.
Birkaç hafta sonra Jason, birkaç inanılmaz son saniye atışıyla takımı California Golden Bears’ı 93 NCAA Turnuvasına taşıdı. Maç kazandıran şutlarından ilki LSU, (LSU gözünüzde canlandırmak isterseniz 5 tane iri cüsseli 2.10’luk adam düşünmeniz yeterli!) ikincisi ise, önceki iki senenin NCAA şampiyonu Duke Blue Devils karşısındaydı. Kidd bu maçta 14 asist, 11 sayı, 8 ribaund, 4 çalmayla “normal” oyununu sergilemişti. Blue Devils, o sene de şampiyonluğun en büyük favorilerindendi -zaten duke’un favori olmadığı sene yok gibi- fakat Kidd’in game-winner’ı onları three-peat hayallerinden uyandırdı. Bu maçta Bobby Hurley’nin savunmasında attığı son saniye şutu Sports Illustrated kapağına taşınan Kidd, sophomore senesinin ardından (yani kolejdeki 2. senesi sonunda) profesyonel olmaya karar verdi. Kidd, iki senelik kısa üniversite kariyeri süresinde daha sonra Phoenix’de beraber oynayacağı Kevin Johnson’ın asist ve top çalma rekorlarını kırmıştı. 92-93 yılında aldığı PAC-10 Freshman of the Year ödülünün yanına bu sefer PAC-10 Player of the Year ödülünü ekliyordu. Ayrıca Kidd, bu ödülü alan ilk 2.sınıf öğrencisiydi.

1994 NBA DRAFTI ve DALLAS TARİHİNİN 3J’Sİ

Jason Kidd, NBA’ye adımını 1994 Draft’ında Glenn ‘Big Dog’ Robinson’ın arkasından, Grant Hill’in önünden 2. sırada Dallas Mavericks tarafından seçilerek attı. Jason, böylelikle Dallas’ın genç ilk beşindeki Jamal Mashburn ve Jim Jackson’dan sonraki üçüncü “J” oldu. Mavs sezona çok iyi başladı. Oyuncular koştukları zaman topun kendilerine geleceklerinden emin oldukları için çok rahat oynuyorlardı, kendilerine olan güvenleri tamdı. Jackson ve Mash’in 50 sayılık maçları bunun göstergesiydi (JJack @ Denver 26/11/94; Mash @ Chicago 12/11/94). Bu sırada Kidd box score’larda pek dikkat edilmeyen, fakat maçı kazanmak için gereken bir çok sorumluluğu alıyordu. Uzun adamlara ribandlarda yardım ediyor, takımın skorerleri sıkıştığında top kullanmaktan çekinmiyor, top çalıyor savunma yapıyor, rakibin yıldızını kilitliyordu. Yani, takım kimyasının en önemli parçasını oluşturuyordu. Jason’ın ilk senesinde bir sene evvel ligin 13 galibiyet ile son sırasında bulunan Dallas, bir önceki seneye göre 23 maç daha fazla kazandı (36 G-46 Y) ama Batı’da 10.sırayı alarak playoffların dışında kaldı. NBA tarihinde o ana kadar hiç bir rookie guard takımına bu kadar katkı sağlamamıştı. Gözden kaçan bir nokta ise bu patlamanın takımın skorerlerinden Jim Jackson’ın bilek sakatlığında 31 maç kaçırmasına rağmen gerçekleşmesiydi. Ve sezon sonunda Kidd üstün performansının karşılığını Grant Hill ile birlikte 11.7 sayı, 7.7 asist, 5.4 ribaund ve 1.91 top çalma ortalamaları ile Rookie of the Year (yılın çaylağı) seçilerek alıyordu. Sezonu top çalma krallığında 7., asist krallığında 10.sırada tamamlayan çaylak Kidd, 4 triple-double ile bu kategoride ise ligin zirvesindeydi.
Fakat sonraki sene Dallas ve Kidd için işler istenildiği gibi yürümedi. 3J’nin arasına kara kedi girdi. Bir takım için en büyük problem oyuncular arasındaki çekişmedir. Mücadele demiyorum çünkü mücadele hırsı beraberinde getirir ve bu takım başarısına yansır. Fakat çekişme takıma ve oyunculara zarar vermekten başka hiç bir işe yaramaz. Mavericks’te ortaya çıkan ilk problem Jim ve Jamal arasındaki ağız dalaşıydı. Sebebi de pek tabi hücumda alınacak insiyatifti. Hangisinin ilk hangisinin ikinci opsiyon olacağı kafaları karıştıran en önemli soruydu. İkinci fakat en az birincisi kadar önemli olan, Jackson’ın topun kontrolünü istemesiydi. Bu Kidd’in rolünü kısıtlıyordu. Takımda veteran bir lider, tecrübesiyle olaya ağırlığını koyacak biri olmaması bu tartışmayı uzattıkça uzattı. Sonunda Kidd ortamı yumuşatmaya yönelik bir kaç demeç verdi fakat söylediği şeyler yanlış anlaşıldı ve bağlar tamamiyle koptu. Mavs 26-56’lık dereceyle ligin en altlarına demir atmıştı. Kidd bütün bu olanlara rağmen 82 maçta forma giymiş ve istatistiklerini 16.6 sayı, 9.7 asist (lig 2.si), 6.8 ribaund ve 2.16 top çalma (lig 4.sü) ile dişe dokunur derecede geliştirmişti. Ayrıca 783 asist ve 553 ribaund rakamlarına ulaşarak 1990-91 sezonunda (Magic Johnson) sonra 700 asist, 500 ribaund rakamlarını geçen ilk oyuncu olmuştu. Regular sezonda 9 triple-double ile, Grant Hill’in ardından (10 triple-double) 2.sırada yer bulurken, 30 Ocak’ta Clippers karşısında 21 sayı, 16 asist ve 16 ribaund rakamlarına ulaşarak, 1989 sezonundan bu yana (Magic Johnson) bir maçta 20 sayı, 15 asist ve 15 ribaund rakamlarını yakalayan ve geçen ilk oyuncu oldu. San Antonio’da düzenlenen All-Star maçına 1 milyonun üzerinde oy alarak seçilirken, Dallas tarihinde All-Star maçına ilk beşte başlayan ilk oyuncu olmayı da başardı. (7 sayı, 10 asist, 6 ribaund) Tüm bu kişisel başarılara rağmen, çok yetenekli 3 gençle Dallas’ın ligin dibinde olması eleştirilerin çoğalmasına yol açıyordu. Jason’ın bunu o zaman anlaması biraz zordu fakat henüz ikinci senesinde çok önemli bir ders almıştı: Kazanmanın önemini. Dallas gibi yetenekli bir takımın bile bir kaç sıradan tartışma sonucu ligin dibine batabildiğini göz önünde bulundurursak bunu ne kadar önemli olduğunu anlayabiliriz.

DALLAS’DAN PHOENIX’E KISA BİR YOLCULUK

1996-97 sezonunda ilk 22 maçta 9.9 sayı, 9.1 asist ortalamalarını tutturan Kidd, Dallas’taki düşüşü ve bölünmeyi engelleyemeyince, 1996 Christmas’ın ertesi günü 26 Aralık 1996’da, Tony Dumas, Loren Meyer ile birlikte, Sam Cassell, A.C. Green, Michael Finley karşılığında Dallas’tan Phoenix’e takas edildi. Green gidişi ile Suns’ın cap space’inde oldukça büyük bir yer açılmıştı. Bu boşluğun gelecek için yapılacak yatırımlar için yeterli mali kaynağı sağlayacağı kesindi. Fakat Jason’ın kendine göre problemleri vardı ve bunların başında Mavericks geliyordu. Arkasında kendi başına kurtarmak istediği bir takım bırakmıştı, düzelmesi için çabaladığı bir takım. Fakat Dallas’taki bazı kimseler, Kidd gittikten sonra onun arkasından konuşmuş, çamur atmıştı. Ve Kidd’in elinden hiç bir şey gelmiyordu. Bu noktada NBA’de henüz üçüncü senesini yaşayan Jason yeni bir ders daha öğreniyordu: “Eğer kendini savunmak için elinden bir şey gelmiyorsa bırak oynadığın oyun senin cevabın olsun”

“Eğer kendini savunmak için elinden bir şey gelmiyorsa bırak oynadığın oyun senin cevabın olsun”

Jason Kidd, Phoenix forması altında çıktığı ilk maçta köprücük kemiğinden sakatlanana kadar oynadığı 20 dakikalık bölümde 6 sayı, 9 asist, 7 ribaund ve 3 top çalma gerçekleştirmişti. Ama sakatlığı Phoenix forması giymesini 21 maç erteledi. 21 maç sonunda formasına kavuşan Kidd, sezonda şut yüzdesini %38’den %42‘ye, 3lük yüzdesini de %32.3 ten %40.0’a çıkartırken, kalan 32 maçta Phoenix’e 23 galibiyet getirerek playoff yarışında büyük bir ivme kazandırmıştı. Sezon sonunda asist krallığında 4., top çalma krallığında 5.olan Kidd, Phoenix forması ile 2 triple-double yapmayı başardı. Ama o sezonki en büyük yenilik Kidd’in kariyerindeki ilk playoff maçına çıkmasıydı. Kidd’in gelişi ile regular sezonu sezonunda (Phoenix Suns, Kidd gelmeden önce, 17 galibiyet, 32 mağlubiyet ile 11.sıradaydı) 40 galibiyet, 42 mağlubiyet ile Batı’da 7.sırayı alan Phoenix 1997 NBA Playofflarında ilk turda Seattle ile eşleşti. 3.maçın sonunda seride 2-1 öne geçen Phoenix, evinde oynadığı 4.maçta Kidd’in 23 sayı, 14 asist ve 6 ribaunt’una rağmen salondan 122-115 mağlup ayrıldı. Seriyi 2-2’ye getiren Seattle son maçta 24 sayılık farkla salondan galip ayrılarak bir üst tura çıkan takım oldu. Kidd’in ilk playoff tecrübesi 12.0 sayı, 9.8 asist, 6.0 ribaund ve 2.20 top çalma ortalamaları ile noktalanmıştı.
Click the image to open in full size.
__________________
вιzє єğℓєηмєуι уαηℓış öğяєттιℓєя çüηкü σηℓαя нιç "ραѕ¢αℓ ησυмα" ιℓє ∂ιѕ¢σуα gιтмє∂ιℓєя...
AyTeK54 Ofline   Alıntı ile Cevapla
Alt 14-11-2006, 11:51   #4
Forumun Basketçisi
 
AyTeK54 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 

YENİ NESLİN -FAZLA SEVİLMEYEN- SÜPER STARI,
KOBE BRYANT #8


Lise yıllarında efsane Wilt Chamberlain’in 4 yıllık toplam sayı rekorunu kıran, NBA’e girdiği yıllarda oynadığı oyunla herkesin taktirini toplayan 18 yaşındaki ufaklık, aradan geçen yıllarda önce Shaq ile takımın en önemli gücü kim tartışmasını başlattı, ardından bu senede saldırgan tavırlarıyla takım arkadaşları ve rakip oyuncularla kavga etti.

Kariyerinin başındaki güler yüzlü ve neşeli insan gitti, yerine saldırgan, hırçın ve kavgacı bir insan geldi.

Kobe bu sene başı ile bir anda huysuzlaştı, laf dalaşı yapmaya ve kavga çıkartmaya başladı. Acaba ne kadar sert olduğunu mu kanıtlamaya çalışıyor? Yoksa sadece hala büyümeye devam ettiğini mi?

23 yaşına 2 NBA şampiyonluğu ve 1 All-Star MVP ödülü sığdıran Kobe, bu sezon Memphis maçında 56 sayı üreterek kariyer rekorunu kırdı.

EFSANE TAKIM VE EFSANE OYUNCULARI
Los Angeles şehrinin 2 takımından biri olan Lakers; 80’li yıllarda Magic Johnson, Kareem Abdul-Jabbar, James Worthy, Byron Scoot, Michael Cooper, A.C. Green ve coach Pat Riley önderliğinde Lakersball adını alan hızlı hücuma ve show’a dayalı oyunları ile gönüllerde taht kurmuş, 8 NBA Finali sonucunda da 5 defa şampiyonluğa ulaşmıştı. Bu başarılı takım 90’ların başında yaşlanan kadrosunu Vlade Divaç, Sam Perkins ve Elden Campbell gibi genç oyuncularla takviye ederek sadece 1 yıl aradan sonra 1991’de tekrar NBA Finaline çıkmıştı. Ama final serisinde -6 şampiyonluğun ilkine ulaşacak olan- Chicago’ya 4-1 kaybeden Lakers için bu sonuç, başarılı bir döneminin sonu olmuştu.
1992’de Lakers, 82 maçlık normal sezonun sonunda ilk defa Los Angeles’ın diğer takımı olan Clippers’ın altına düşüyor (Oysa 1987’de Clippers ile aralarında 53 maçlık bir galibiyet sayısı farkı vardı) ve ancak 8. sırayı alabiliyordu. 1993’de bir kez daha Clippers’ın ardında kalan Lakers yine 8. sıradan playofflara dahil oldu ama aynı bir evvelki sene gibi ilk turda elendi. Ama daha kötüsü 1994’de oldu. Lakers 33 galibiyet ile 19 yıl sonra ilk defa playofflara katılamadı. 1995’de Cedric Ceballas, Eddie Jones takviyeleri sonucunda biraz toparlanan Lakers, Magic’in basketbola tekrar dönmesi ile 1996’da Batı’da 4. sıraya kadar yükseldi. Fakat ilk turda Houston’a 3-1’lik skorla elenerek bir kez daha sezonu erken kapadı.
Şaşalı ve zengin Los Angeles’ın tarihi başarılarla dolu takımı Lakers, 1996 yılının yazında büyük bir transfer gerçekleştirerek Orlando takımından dev pivot Shaquille O’Neal’ı kadrosuna kattı. Bir de Charlotte’ın draftta 13. sırada seçtiği -henüz 18 yaşındaki- Kobe Bryant’ı, Vlade Divaç karşılığında takas etti. Shaq, NBA’de oynadığı 4 yılda kendini ispatlamıştı ama bu 18 yaşındaki çocuk NBA’in devleri arasında ne yapabilirdi?
Kobe, bunun cevabını çok geciktirmeden daha ilk yılında verdi. NBA tarihinde en küçük yaşta forma giyen oyuncu olurken, 31 sayı ile Rookie All-Star maçın hala kırılamayan sayı rekorunu eline geçirdi. Ardından Slam Dunk yarışmasının en genç şampiyonu oldu. Bir sene sonra, kendi takımında ilk 5 başlamamasına rağmen seyircilerden aldığı oylarla gerçek All-Star’ların arasına katıldı ve yine bir ilki gerçekleştirerek All-Star maçları tarihinin en genç oyuncusu oldu. Shaq, pota altını cehenneme çevirirken, Kobe kritik anlarda penetreleri, fake-away şutları ve birbirinden güzel smaçları ile Lakers’ı 9 yıl aradan sonra 2000 yılında tekrar NBA Finaline taşıdı. Bu Final serisi ile NBA şampiyonluğu sevincini 22 yaşında tadan Kobe, hep karşılaştırıldığı Jordan’ın 7 yıl sonunda yakaladığı bu başarıyı 5. NBA sezonunda elde etti.
KOBE’DEKİ BÜYÜK DEĞİŞİM
Kobe, parmaklarında 2 şampiyonluk yüzüğü taşıyan 24 yaşında bir NBA yıldızı. Ama lige katıldığı ilk dönemlerde bir çok kişinin sevgilisi haline gelen bu genç yıldız şimdi bir o kadar kişi tarafından da sevilmeyenler listesinde.
18 yaşında bir çaylakken herkes tarafından taktir gören ve maçları ilgi ile izlenen Kobe, 4 yıl sonra Shaq’la takımın en önemli gücü kim kavgası yapmasıyla manşetlerde negatif düşüncelerle yer almaya başlamıştı. O sırada 22 yaşındaydı, 2 kez All-Star seçilmişti ve 1 şampiyonluğa sahipti. Buna rağmen ligdeki hiçbir oyuncuyla yakın ilişki geliştirmeyi başaramamıştı. Lakers’dan ayrılmak istediğini söylüyor ve gerçek liderin kendisi olacağı bir takım istiyordu. Coach Phil Jackson’ın çabaları ile Shaq ile arasındaki buzlar eridi ve 2001’de 2. şampiyonluk yüzüğü geldi.
2001 sezonun ardından geçtiğimiz yaz Shaq ile arasındaki sorunları gideren Kobe, onun çok büyük bir oyuncu olduğunu belirten açıklamalarda bulundu. Shaq’ta Kobe’yi himayesine aldığını, ona yapılacak her türlü gereksiz sertlik ve haksızlıkla savaşacağını söylüyordu. Evet Kobe, Shaq ile aralarındaki sürtüşmeyi bitirmesinden dolayı taktir toplamıştı ama sezonun start alması ile başka büyük sorunlar çıkarttı.
Bir çok maçta hem kendi hem de rakip takım oyuncuları ile laf dalaşı yapmaya ve kavga çıkartmaya başladı. Hatta bu dalaşmanın boyutunu Indiana maçında Reggie Miller ile yumruk yumruğa kavga etmeye kadar ilerletti. Takım arkadaşı Samaki Walker’la da idman sonrası takım otobüsünde kavga etti. 2 ay evvel Şubat ayında All-Star maçında 31 sayı atmasına rağmen bencil oyunu ile doğduğu şehir’in taraftarlarınca yuhalandı. Evet artık işler hiç iyi gitmiyordu. Acaba 18 yaşındaki çocuk büyümüştü de ne kadar sert olduğunu mu kanıtlamaya çalışıyordu? Yoksa hala büyümeye devam ettiğini mi?
Kobe’nin bu sezonki saldırgan davranışlarının nedenlerine geçmeden, çocukluktan NBA yıldızlığına nasıl geldiğini inceleyelim...
WILT CHAMBERLAIN’İN REKORUNU KIRAN UFAKLIK
Babası da bir NBA oyuncusu olan Kobe, Joe "Jellybean" Bryant’ın Sixers forması giydiği sırada 23 Ağustos 1978’de Philadelphia’da doğdu. Adını babasının en sevdiği lokantalardan birindeki bir et yemeği menüsünden alan Kobe, San Diego Clippers ve Houston Rockets takımlarına transfer olan baba Bryant ile birlikte çocukluğunda oldukça dolaştı. Ama asıl uzun mesafeli yolculuğunu babasının basketbol macerasını Avrupa’da devam ettirmesi sebebi ile İtalya’ya yaptı. 8 yaşındayken İtalya’ya gelen Kobe, okul hayatına burada başladı. Bryant ailesi 5 yıl boyunca İtalya’da kalırken, Kobe o yılların gözde takımı olan Lakers’ın maçlarının sürekli İtalyan televizyonlarında yayınlanmasından dolayı Magic Johnson hayranı oluyordu.
13 yaşındayken Amerika’ya dönen Bryant ailesi Kobe’yi Pennsylvania’daki seçkin Lower Marion Lisesine yazdırdı. Kobe’nin takıma katılımından evvel 24 maçta sadece 6 galibiyet alan Marion Lisesi genç oyuncunun katılımı ile bundan sonraki 3 yılda 91 maçta 77 galibiyet almayı başardı.
İtalya’dayken Magic Johnson hayranı olan Kobe, Amerika’ya gelir gelmez Michael Jordan’ı izlemeye başladı. Onun her yaptığı hareketi okul müdüründen aldığı salon anahtarları sayesinde Merion lisesinin salonunda yüzlerce hatta binlerce defa tekrarladı. Bu çalışma azmi ve Allah vergisi kabiliyeti sayesinde 18 yaşında bir Jordan kopyası haline geldi. Onun gibi drive ediyor, onun gibi fake atarak dönüşler yapıyor, fake’den sonra geriye doğru uçarak şut çekiyor, son saniye atışlarını kullanıyor ve hatta onun gibi faul atıyordu.
Son sezonunda 30.8 sayı, 12.0 ribaund, 6.5 asist, 4.0 top çalma, 3.8 blok ortalamalarını tutturan ve 34 maçta 31 galibiyet ile takımına eyalet şampiyonluğunu kazandıran Kobe, liseler arasında Naismith, Gatorade Circle, USA Today ve Parade Magazine tarafından yılın oyuncusu seçilirken, McDonalds All-America Takımının da bir üyesi oldu. Ayrıca Pennsylvania eyaletinin o seneye kadar en skorer lise oyuncusu olan efsane Wilt Chamberlain’in toplam 2359 sayılık rekorunu da 2883 sayı ile tarihe gömmeyi başardı.
Kobe, bu çok başarılı lise sezonun ardından kendini hazır hissettiğini söyledi ve üniversiteye gitmek yerine, tercihini direk profesyonel olmak yolunda kullandı.
NBA LİGİNİN EN KÜÇÜK OYUNCUSU
Draftta Charlotte tarafından 13. sırada seçilen Kobe Bryant, Vlade Divaç karşılığında Lakers’a takas edildi. Yaz ayını ağırlık idmanları ile geçiren Kobe, ligin ilk maçını belindeki rahatsızlıktan dolayı kenardan izledi. 3 Kasım 1996’da, sezonun 2. maçında Minnesota karşısında son dakikalarda oyuna giren Kobe, 18 yıl, 2 ay ve 11 gün ile NBA ligi tarihinde en küçük yaşta forma giyen oyuncu oldu. (Daha sonra -o yıllarda- Portland forması giyen –şimdi Indiana’lı- Jermaine O’Neal bu rekoru daha aşağılara çekti.) Maçta sadece 6 dakika oynayan ve 1 şut girişiminde bulunan Kobe ilk NBA maçını 1 ribaund, 1 top kaybı ve 1 faul ile tamamladı.
Ligdeki ilk sayısını bir sonraki maçta New York’a karşı faul atışından bulan Kobe, ligdeki 4. maçında Toronto karşısında bu sefer 17 dakika sahada kaldı ve kariyerinde ilk çift haneli rakama ulaşarak maçı 10 sayı ile tamamladı. 28 Ocak’ta Dallas maçında (12 sayı üretti) sahaya ilk 5 çıkan Kobe, 18 yıl, 5 ay ve 5 gün ile NBA tarihinin en küçük yaşta ilk 5’te sahaya çıkan oyuncusu oldu. İlk sezonunda 25 maçta 10 sayı, 4 maçta 20 sayı barajını geçerken, 8 Nisan’da Golden State karşısında 25 dakikada 8/7 ikilik, 3/2 üçlük ve 7/4 faul atışı ile 24 sayı üreterek kariyerinin en yüksek skoruna ulaştı. Ama asıl başarısını Rookie All-Star maçında Doğu takımı adına hala kırılamayan 31 sayılık performansı ile yaptı. Aynı organizasyonda Slam Dunk şampiyonluğuna ulaşan en genç oyuncuda oldu. İlk sezonunu 71 maçta (6 kere ilk 5 çıktı) 15.5 dakika oyunda kalarak 7.6 sayı ortalaması ile tamamlayan Kobe, ligin en iyi ikinci rookie 5’ine de seçilmeyi başardı.
İlk playoff maçına Portland karşısında çıkan Kobe, bu ilk maçında sadece 2 sayı üretebildi. Serinin 3. karşılaşmasında 27 dakikada 22 sayı atarken 4 maçlık seriyi 7.5 sayı ortalaması ile tamamladı. Fakat 2. turda işler hiç iyi gitmedi. Oysa 3. maçta 19 dakikada 19 sayı üretmiş ve Lakers’ın serideki ilk galibiyeti almasını sağlayan oyunculardan olmuştu. Ama 5. maçta normal sürenin bitimine 11 saniye kala skor 87-87 berabere iken son şutu kaçıran Kobe, uzatmada da 2 kritik şut kaçırarak Lakers’ın maçı ve seriyi kaybetmesine yol açmıştı. Evet 18 yaşındaki genç oyuncu ilk sezonunu kaçırdığı bu kritik şutlarla kapadı.
ALL-STAR MAÇLARI TARİHİNİN EN GENÇ OYUNCUSU
Kobe, 1997 yazını ağırlık ve şut idmanları ile geçirdi. Ayrıca birkaç kilo aldı. 2. sezonun başında 17 Aralıkta Jordan’lı Chicago karşısında kariyerinin en başarılı oyunlarından birini çıkardı ve 33 sayı üretti. New York’taki All-Star maçında Batı takımında 19 yaşında ilk 5 başlayarak en küçük yaşta ilk 5 başlayan oyuncu oldu. Bununla da kalmayarak 18 sayı ve 6 ribaund ile takımının en yüksek rakamlarına ulaştı. İlk sezonundaki 15.5 olan oyunda kalma süresini, 2. sezonunda 26 dakikaya çıkaran Kobe, sayı ortalamasını da 15.4’e yükseltti. Artık 19 yaşındaki Kobe’yi tüm dünya tanıyordu.
3. sezonunda Lakers’ın ilk 5’ine yerleşen Kobe, lokavt nedeni ile sadece 50 maç olarak gerçekleştirilen normal sezona fırtına gibi girdi. İlk 5 maçta üst üste double-double yaptı ve 21.0 sayı, 10.4 ribaund, 2.8 asist ortalamalarını tutturdu. Normal sezonda 50 maçın 11’inde takımının en skorer oyuncusu olan Kobe, 19.9 ortalama ile lig genelinde sayı krallığında 15. sırayı aldı. 21 Mart’taki Orlando maçında 33’ü ikinci yarıda olmak üzere 38 sayı ile kariyerinin en yüksek skoruna ulaştı. Evet Kobe, 3. NBA sezonunda ligin en iyi 3. beşine seçiliyordu. Fakat takım içinde bazı huzursuzluklarda adı geçmeye başlamıştı.
Playoff’larda ilk tur ilk maçında Houston karşısında son 5.3 saniye kala 2 kritik faul atışında başarılı olarak 101-100’lük galibiyeti getirdi. 4. ve son maçta da 24 sayı ile sahanın en skorer oyuncusu oldu. Seride Lakers 3-1 üstünlük sağlarken Kobe, 18.3 sayı, 7.3 ribaund, 5.8 asist ortalamalarını tutturdu. Fakat 2. turda San Antonio karşısında 21.3 sayı ortalaması 4-0’lık hezimet karşısında unutuldu.

KOBE-SHAQ ATIŞMASI BAŞLIYOR
2000 sezonunun başı ile Kobe, maçlarda gerektiği kadar top alamadığından ve tüm topları Shaq’ın harcadığından yakınmaya başladı. Aslında bunu 2001 sezonunda yapacağı gibi basının karşısında dobra dobra söylemiyordu ama bir çok konuşmasında bu konuya da üstü kapalı değiniyordu. Daha fazla top kullanabileceği daha fazla sorumluluk alabileceği bir takımda oynamak istediğine dair ilk sözleri de bu dönemde ortaya çıktı. Basketbolda “ben” diye bir şey olmamasına rağmen Kobe, Lakers’ın başarılarında kendisinin en büyük etken olduğu teorisine inanıyordu. O’na göre başarısı da bunun kanıtıydı. Bencilliğiyle beraber koroya ve şefe (Phil Jackson) güvenmiyordu. Takımla hiç uyumlu olmuyordu. Yolculuklar sırasında herkes birbirleri ile geçen maçların tartışmalarını, gelişen olayları konuşuyor ama Kobe bunların hiç birine katılmıyordu. O kendini onlardan uzak tutuyordu. Bu düşüncelerini konuşmalarına ve oyununa da yansıtınca biranda ligin sevilmeyenleri arasına dahil oldu.
Bir de NBA’de yer alan bir çok oyuncunun aksine rahat bir çocukluk geçirmesinden dolayı bazı oyunculardan tepki görmeye başlamıştı. Seyircilerde, her zaman zorluk çeken ve ezilen kesimin yanında olduğundan yavaş yavaş ona karşı olan olumlu izlenimde ortadan kalkmıştı. Fakat ortadan kalkmayan bir gerçek onun gün geçtikçe yükselen performansı idi. Bir çok maçta son saniyelerde galibiyeti getiren sayılara imza atarken, geriye doğru zıplayarak attığı fake-away şutlarla çok can yakmaya başlamıştı. Oda aynı Jordan gibi tüm zorlu savunmalara karşı kolay sayı üretebiliyor ve maç içine sazı eline aldığında ard arda sayılar bularak Lakers’a kritik maçlar kazandırıyordu. Tabi yıldız olabilmek için sadece hücuma yönelik bir oyuncu olmak büyük eksiklikti. Bunun bilincine varan Kobe, ligdeki bu 4. sezonunda savunması ile de kendini gösterdi. Sezonun en iyi savunma beşine seçilirken, ligin en iyi 2. beşinin de elemanı oluyordu. 10/16 Nisan tarihleri arasında 29.7 sayı, 7.0 asist, 6.0 ribaund ortalamaları ile haftanın oyuncusu seçilen Kobe, 12 Mart’ta da Sacramento karşısında 40 sayı ile kariyer rekorunu kırdı. Fakat tüm bu başarıların yanında sağ elinden sakatlanan genç oyuncu 16 maç kaçırdı.
Sezonu 22.5 sayı (lig 12.si), 6.3 ribaund ve 4.8 asist ortalamaları ile tamamlayan Kobe, playoff’larda da çok başarılı maçlar çıkardı. İlk turda Sacramento karşısında 2. ve 4. maçlarda 32, 3. maçta 35 sayı attı. Batı finalinde Portland karşısında 5. maçta 33 sayı üretirken 6. maçta 25 sayı, 11 ribaund, 7 asist, 4 blok ile tüm bu kategorilerde sahanın en iyisi olarak Lakers’ı 9 yıl sonra NBA Finaline taşıdı. Final serisinde rakip Indiana’ydı ve ilk maçta 104-87’lik farklı skorda Kobe’nin 14 sayılık bir katkısı oldu. Ama 2. maçın 9. dakikasında sakatlandı ve bir daha oyuna dönemedi. 3. maçta da yer alamayan Kobe, deplasmandaki 4. maçta 8’i uzatma bölümünde 28 sayı üretirken, 36 sayı, 21 ribaund ile oynayan O’Neal ile birlikte bu kritik maçın kazanılmasında (120-118) başroldeydi. Fakat 4. maçta uzatma bölümünde bulduğu 8 sayıyı, 5. maçta 20/4 şut yüzdesi ile tüm maç boyunca atabilince seri 6. maça uzadı.
6. maçın son periy****a Lakers 85-79 geride girdi. 4’ü son 13 saniyede olmak üzere bu son periyotta 8 sayı üreten Kobe maçı da 26 sayı, 10 ribaund ve 4 asist ile tamamlayarak kariyerindeki ilk NBA şampiyonluğuna 22 yaşında ulaştı. Bir çok NBA yıldızının tüm kariyerini bu uğurda harcadığını ve bu yüzüğe sahip olamadan kariyerini noktaladığını düşündükçe benliği ve egosu daha da büyüdü.
ARTAN GERİLİME RAĞMEN GELEN 2. ŞAMPİYONLUK
2001 sezonu ile Kobe ile Shaq arasındaki gerginlik giderek arttı. Kobe, basına Shaq ile maç içinde top bölüşmekten bıktığını maç boyunca topların ona indirilmesinden sıkıldığını söylüyordu. Shaq’ta daha fazla sessiz kalamadı ve Kobe’nin elinde olsa maç boyunca tüm topları kullanacağını, onun maçı kazanmak gibi bir düşüncesi olmadığını tek amacının sayı ortalamasını yükselterek herkesten üstün olduğunu göstermeye çalışan, egosu altında ezilen ve sevilmeyen zengin bir züppe olduğunu söyledi. Tüm bu atışmalar sezon boyunca devam etti. Ama bu tartışmaların yanında, Aralık’ta 16 maçta 32.3 sayı ortalaması ile ayın oyuncusu seçildi. Sezon boyunca 24 defa 30, 6 defa 40 sayı barajını geçti. 2 kere triple-double, 8 kere double-double gerçekleştirdi. 6 Aralıkta Golden State maçında 51 sayı ile kariyer rekorunu kırdı. 8-18 Kasım tarihleri arasında oynanan 5 maçta ard arda 30 sayı barajını geçerken, 68 maçta 28.5 ortalama ile sayı krallığında lig genelinde 4. sırayı aldı. Sol eli ve sağ ayak bileği sakatlıkları sebebi ile 14 maçta oynamazken, 20 Aralıktaki Clippers maçında 2 teknik faulden dolayı ilk defa oyundan atıldı.
Playoff’larda fırtına gibi esen Lakers takımı NBA Finaline kadar Portland, Sacramento ve San Antonio engellerini yenilgisiz geçti. Kobe özellikle Batı Finalinde San Antonio karşısında çok başarılı maçlar çıkardı. İlk maçta 35/19 şut yüzdesi ile 45 sayı atarak kariyer Playoff rekorunu kırarken, seriyi de 4 maçta 33.3 sayı, 7.0 ribaund ve 7.0 asist ortalamaları ile tamamladı.
NBA Finalinde yeni rakip Philadelphia’ydi ve herkes Lakers’dan yenilgisiz bir süpürme daha bekliyordu. 11 playoff maçını ard arda kazanarak bir NBA rekorunu egale eden Lakers bir galibiyet daha aldığı taktirde rekoru geliştirecekti. Ama San Antonio serisinin yıldızı Kobe uzatmaya giden ilk maçta kendi seyircisinin önünde 52 dakika oyunda kalıp, 22/7 şut yüzdesi ile sadece 15 sayı üretebilirken, 6 da top kaybı yapınca Shaq’ın 44 sayı, 20 ribaund’luk performansına rağmen gülen taraf 107-101’lik skorla Sixers oldu. Ligin bir başka genç süper starı Iverson ilk raundu kazanan taraf olmuştu. Bu şok yenilginin ardından 2. maçta 31, 3. maçta 32 sayı ile oynayan Kobe seride durumu 2-1’e getirdi. 4. maçta düşük şut yüzdesine rağmen 19 sayı, 10 ribaund ve 9 asistlik performansının ardından, 5. maçta 26 sayı, 12 ribaund ve 6 asist ile oynayarak ilk maçtaki düşük performansını unutturuyor ve ard arda 2. defa şampiyonluk kupasını kaldırıyordu. Ama seride yine MVP ödülünü alan Shaq olmuştu.
Ölü sezonda herkes Shaq ve Kobe ikilisinin arasındaki soğuk savaşın büyüyeceğini ve belki de bu 2 oyuncudan birinin takımdan ayrılacağını düşünüyordu. Ama böyle olmadı. Bu 2 oyuncuda rota değiştirerek birbirlerini öven ve yücelten demeçler vermeye başladı. Buna en çok sevinen coach Jackson oldu. Çünkü yeni sezonda bu süper ikilinin çok iyi anlaşmaları Lakers’a yeni rekorlar getirebilirdi. Yaz boyunca Shaq, yeni sezonda Kobe’nin MVP ödülüne ulaşacağını umduğunu söylerken, Kobe’de Shaq’ın vazgeçilemez ve durdurulamaz bir oyuncu olduğunu söylüyordu. Ve hatta bir makinenin dişlileri gibi olduklarını ikisinin de görevlerinin farklı olduğunu ve kazanmak için ne gerekiyorsa onu yapacaklarını söylüyordu.
Bu olumlu gelişmeler sezonun ilk ayında kendini gösterdi ve Lakers 17 maçta 16 galibiyet alarak zirveye oturdu. Fakat daha sonra istikrarsız ve isteksiz oyun Lakers’ın bu süper başlangıcını gölgeledi ve ard arda alınan yenilgilerle ekip 3. Sıraya kadar düştü. Kobe’de ligdeki ilk 5 yılında olmadığı kadar sinirli, saldırgan bir yapıya bürünmüştü. Hem takım arkadaşları ile hem de rakiplerle tartışıyordu. Shaq’ta kendine yapılan sert faullere yumrukları ile karşılık verince Lakers başarılı takım sıfatından olaylar takımı unvanını aldı.
NAZİK ÇOCUKTAN SALDIRGAN ADAMA GEÇİŞ
Artık aralarından su sızmayan ikiliden Shaq’ın Bryant’a yaptığı bir muzurluktan bahsederek Kobe’nin tüm bu başarılara rağmen son dönemlerdeki davranışlarındaki saldırgan tavrı ve neden fazla sevilmediğini anlamaya çalışalım.
Mart ayının ilk günlerinde Shaq, soyunma odasında pakete sarılmış bir şeyi Kobe’nin anı olarak imzalamasını isteyerek ona verdi. Bryant paketi açınca aslında 5 gün evvel meşhur olan kapışmasını yaptığı Indiana guard’ı Reggie Miller’ın Bobble-Head bebeğini buldu. (Bobble-Head bebekler şu anda Amerika’da çok moda olan ve ufak temaslarda bile deli gibi sallanan büyük kafaları olan oyuncaklar) O anda kahkahalara boğularak “Hey, bunun yüzünde çizikler var ve hatta bir kaç tane ezik bile var” dedi.
Aslında son zamanlarda Bryant’ın davranış şekline bakarak eğer oyuncağı parçalayıp kafasını bir sağ hook atışla fırlatsa şaşırmamak gerekirdi. Belki hala espri yeteneğini korumasına rağmen Kobe’de yeni beliren saldırgan davranışlar ortaya çıktı. Bu sadece hakemlere aşırı derecede sıklıkla laf atması, sezonun daha ilk ayında geçen sezonun tümünde aldığından çok teknik faul alması, takım otobüsünde power forvet Samaki Walker’ın söylediği küçük bir şey nedeni ile ikisinin yumruk yumruğa kavga etmesi ve ardından Miller’la ikisinin iki maç ceza almasına neden olan kavga değil. Aynı zamanda saha dışında da daha sinirli davranışlarda bulunuyor. Eskiden karşısına çıktığında her bakımdan üstün bir profil çizmeye dikkat ettiği medya karşısında bile daha ahlaksız konuşuyor. Konuşmalarını eskiden kullanmayacağı şekilde şiddet referansları ile süslüyor, ne kadar rekabetçi bir oyuncu olduğunu belirtirken “Senin kalbini sökmek istiyorum” diyor ve tahminen biri kendisi olmak üzere diğeri de Jordan’ı ima ederek ”Ligdeki sadece iki katilden biri olduğunu” deklare ediyor. Dostu, düşmanı, taraftarı, herkes ondaki değişimi fark etti ve hepsi aynı şeyi merak ediyor: Kobe’nin nesi var?
Bryant, hiçbir problemi olmadığı konusunda ısrar ediyor ve kavgalarına rağmen, performansı onu kurtarıyor. Mart ayı sonunda 25.3 sayı, 5.5 asist ve 5.6 ribaund ortalamaları ile Lakers’a Batıda en iyi üçüncü konumu kazandıran 50-21’lik duruma gelinmesinde Shaq ile birlikte başrollerde. Coach Phil Jackson, Bryant’ı daha çok duygusal olan bir lider olması için uyarmıştı ama bu kadar da duygusal değil. ”Onda başka dereceye yönlenmesini istedim, agresif olmasını istiyoruz düşmanlık yapıp kavga çıkartmasını değil” diyor Jackson. Yeni “Huysuz” Kobe huysuzluğunu azaltmak isterken bile kendisini belli ediyor. ”Bence herkes aşırı analiz yapıyor, Medya durmadan bu Miller olayı üstünde konuşmaya devam ediyor sanki biz kahrolası Mike Tyson ve Evander Holyfield‘ız. Bu çok saçma! Alt tarafı biraz boğuştuk herifin kulağını ısırıp koparmadım” diyor.
Peki Kobe’nin bu saldırgan tutumunun altında bir çok NBA oyuncusundan ayıran imtiyazlı geçmişi söz konusu olabilir mi? Çocukluğunun bir kısmını babası Joe’nun basketbol oynadığı italya’da geri kalanını da Philadelphia‘nın ferah Lower Merion semtinde geçirmiş olması şatafata düşkün ve seçkin çevresi olan yılları geçmişinde taşıması, kendisine göre çok daha az avantajla büyümüş diğer NBA oyuncularının ona karşı olan saygılarını kazanmasını zorlaştıran bir geçmiş. Kobe lige bir sokak kredisi olmadan girdi ve sevilmemesindeki en büyük neden belki de bu!. Şu anki patırtılı kavgaları, yeni modası olan soyunma odasında rap çığırarak yürümesi bu saygıyı kazanmak için bir çaba olabilir.
Rick Fox: “Eğer NBA’de 6 yıl geçirdiyseniz sonunda ya daha güçlü olursunuz ya da artık etrafta olmazsınız!.”
Bryant’ın bir zor durumu da, onun halk tarafından sevilmesine neden olan bazı özelliklerinin takım arkadaşları tarafından hanım evladı olarak algılanmasına neden olabilmesi. Sevgi dolu, duyarlı, çocuksu olmanın Kobe’yi ürün oyuncusuna dönüştürmek isteyen firmalar için bir sakıncası yok ama NBA’de hayatta kalabilmek için sınırlarınızı zorlamanız gerekli. ”6 yıl evvel lige girdiği ilk andan itibaren, Bryant‘a olan saldırının temeli şu hem fiziksel hem de zihinsel olarak saldır. Eğer onun ruhuna işlerseniz ve maçı kişiselleştirmesine neden olursanız bundan uzak dursanız iyi olur” diyor ve ekliyor bir NBA gözlemcisi ”Oyuncular eskiden vücut temasına girip onu itip kakarlardı ama şimdi daha güçlü ve hakemler onu daha çok koruyorlar. Dolayısıyla bunu ancak konuşarak onun kafasına girip yapabilirsiniz.”
Peki ya rakipleri onun konsantrasyonunu sarsmaya çalıştıkları zamanlarda ne söylüyorlar? 11 aylık karısı Vanessa hakkındaki yorumlara karşı hassas olduğunu herkes biliyor. Çift hakkında bir kaç TV ve radyo programına espri olmaktan çok daha fazlası var. Nişanlandıkları zaman Vanessa’nın Huntinton Beach Californiada Marina Lisesi son sınıf öğrencisiydi. Belki bu yüzden oldukça gizli olarak hareket ediyorlardı. Karısı maçlarda nadiren gözükür veya fotoğrafı çekilir, Kobe de halkın karşısında nadiren onu tartışır. Bu limitlerinin dışına ait bölge hakkında konuşmaya niyetlenen rakipleri karşısında Kobe’den boşalan öfkeyi hayal etmek güç olmasa gerek.
“23 yaşındayken 18 ya da 20 yaşında olduğu aynı insan olması onun için pek mantıklı olmazdı, özellikle o yılları etrafta kolej çocuğu olmak yerine erkek olmakla geçirmiş biriyseniz” diyor takım arkadaşı Rick Fox ve ekliyor ”Eğer NBA’de 6 yıl geçirdiyseniz sonunda ya daha güçlü olursunuz ya da artık etrafta olmazsınız.”
Bryant’taki değişiklik ayrıca daha çok bilinçli bir seçim gibi gözüküyor. Uzun süreçte onun için ne kadar iyi işleyeceği ise pek berrak değil. Hem takım arkadaşları hem de kamuoyu onu zaten tatlı, duyarlı bir genç adam olarak tanıyorlar ve bu gruplardan hiçbiri onu kaçak numaralarla dövüşen sert bir adam olarak satın almayı arzulamaz. Kavga etmek acaba rakiplerinin ona zalimce davranmasını engelleyecek mi yoksa sadece onun sarsılabileceği ve onların bunu daha sık denemesi gerektiği konusunda ikna edici mi olacak? Bryant için tehlikeli olan şu an kendisini eğlenceli bir yetenekken karanlık mutsuz bir stara dönüştüren Ken Jefferey Jr’ın NBA versiyonuna dönüşme yolunda olması.
Yüzündeki öfke Allen Iverson veya Gary Payton için işe yarayabilir ama Bryant doğal olarak nazik, kötü yapısı olmayan biri. Eğer gerçekten imajını yenilemeye kalkıyorsa çok geç olabilir. Çünkü Onu seven sayısı zaten pek fazla değil!...
__________________
вιzє єğℓєηмєуι уαηℓış öğяєттιℓєя çüηкü σηℓαя нιç "ραѕ¢αℓ ησυмα" ιℓє ∂ιѕ¢σуα gιтмє∂ιℓєя...
AyTeK54 Ofline   Alıntı ile Cevapla
Alt 14-11-2006, 11:52   #5
Forumun Basketçisi
 
AyTeK54 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 

* Pozisyon: Center(pivot)
* Boy: 7-1 / 2,16
* Kilo: 338 lbs. / 153,3 kg.--son zamanlarda 147'ye düştü *
Takım: Miami Heat
* Jersey:#34
* Kolej : Louisiana State

---Kariyeri boyunca sadece 99'da AllStar olamayan bu dev pivot ki zaten 99'da AllStar Game yoktu kariyeri boyunca takımlarını hep üst sıralara taşımış onlarla beraber yüzükler kazanmıştı.İşte onun hakkında bazı bilinmeyenler.

-Shaq basketbolu bıraktıktan sonra Sheriff olmayı kafasına takmış durumda.
-4 çocuğu ve dev gibi bir malikenesi var.İçinde spor salonundan,sinema salonuna kadar herşey mevcut.
-47 numara ayakkabı giyiyor.
-Üvey babası Müslüman olduğu için Müslümanlara saygısı ve sempatisi çok fazladır.
-Okçuluk ve motor sporlarına bayılıyor.
-New Jersey'de doğup emekli olduktan sonra Florida'ya yerleşmeyi planlıyor.
-Ayrıca 9 tane film yapıp parasına para ününe ün katmıştır.Bunların en önemlisi Kazaam'dır.Ülkemizde de sayısız kere gösterilmiştir bu film.Son filmi Scary Movie4 :lol:
-5 tane rap albümü ile de çok sevdiği bu tarzda cdler yapmıştır.Fakat nerdeyse hiç biri tutmamıştır.


Shaquille Rashaun O'Neal,6 Mart 1972'de New Jersey'nin Newark kentinde dünyaya geldi. Babası Joe Toney ve annesi Lucille O'Neal uzunca bir düşünme seansından sonra bu iri bebeğe Arapçada Küçük Savaşçı anlamına gelen Shaquille Rashaun adını verdiler. Ailesi ve çevresi bu şirin ufaklığın ileride devasa bir yapıya sahip olabileceğini az çok tahmin etseler de 13 yaşına geldiğinde 1.98 boya sahip olup 3.15 lik potaya kolayca smaç vurabilecek kadar gelişeceğini hatta daha da ileri gidip günün birinde NBA'in kapısını çalabileceğini beklemiyorlardı.
Shaq, 13 yaşında bu sinyalleri vermeye başladığında ise üvey babası Philip Harrison'ın Amerikan Ordusundaki görevi nedeniyle, ailesiyle birlikte Almanya'ya gitmek zorunda kaldı. Hızla gelişen fiziğinden ötürü her geçen gün basketbola biraz daha yaklaşan küçük çocuk için Almanya, yaşıtlarından ayırt edilmesi ve göz önünde olması açısından bir bakıma şans oldu.

Her yıldız oyuncunun basketbol yaşamına yön verecek dönüm noktaları olmuştur. Shaq'ın 2 senelik bu Almanya macerasında en çok zaman geçirdiği yer evlerinin yakınındaki bir basketbol sahasıydı. Basketbolu tanıyıp sevmeye başladığı o ilk günlerden."Bazı oyuncuların yaptığı gibi küçükken basketbol oynamak için büyük çabalar sarf etmedim.Ama fiziğim beni bu oyuna yönlendiriyordu ve direnmedim. Gittikçe zevk aldım ve kendime güvenim geldi." sözleri ile bahsediyor Shaq.
Shaq'ı keşfeden isim ise ara sıra Avrupa'ya gelip çeşitli basketbol seminerlerine katılan Louisiana State Üniversitesi koçu Dale Brown oldu. Brown, çocuğu 15 dakika kadar izledikten sonra NBA'de rahatlıkla oynayabilecek bir donanıma sahip olabileceğini sezmiş, ona bir ton öğüt verip ülkesine dönmüştü. Ancak ikili arasındaki irtibat hiç kesilmedi. Brown'ın kafasındaki plan belliydi;Shaq basketbol oynamaya devam edecek ve üniversite çağına geldiğinde Louisiana State'e kabul edilip buradan NBA'e sunulacaktı. Ancak kendini iyiden iyiye basketbola veren bu yetenekli ve dev çocuk için lise yılları daha yeni başlıyordu.Shaq'ın boyu 1,5 sene içinde 10 santim daha uzadı.Fakat bu,Almanya'nın Fulda kentinde öğrenim gördüğü lisenin takımına girmesini kolaylaştırmadı.Buradaki sistemin Amerika'dan çok farklı olması ve takım kadrosunun dolu oluşu nedeniyle Shaq takıma giremedi.Aslında ilk başta canım çok sıkılmıştı. Benden daha güçsüz çocukların sahada ufak darbelerle yere düştüklerini görünce durumu kabullenmem kolay olmadı. Ama kendimi bırakmanın en büyük hata olacağını düşündüm ve evimizin arkasındaki potada oynamaya devam ettim. Ve bu bana çok şey kazandırdı."diye konuşuyor bu olay için Shaq.
__________________
вιzє єğℓєηмєуι уαηℓış öğяєттιℓєя çüηкü σηℓαя нιç "ραѕ¢αℓ ησυмα" ιℓє ∂ιѕ¢σуα gιтмє∂ιℓєя...
AyTeK54 Ofline   Alıntı ile Cevapla
Alt 14-11-2006, 11:53   #6
Forumun Basketçisi
 
AyTeK54 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 

NBA’İN #1 NUMARALI HÜCUM SİLAHI; TRACY MCGRADY

Şu anda NBA’de 25 sayı, 5 ribaund ve 5 asist ortalamasıyla shooting guard oynayabilen sadece iki isim var. Birisi üç şampiyonluk yüzüğü sahibi Kobe Bryant diğeri ise Tracy McGrady. Üstelik McGrady, Shaquille O’Neil gibi NBA’in en güçlü pivotuyla hatta ve hatta en dominant oyuncusu ile oynama lüksüne de sahip değil. Yani Kobe gibi savunmacısı ikili sıkıştırmalara yardım için gittiğinde boş şut pozisyonları yakalamıyor. Aksine takımının tek büyük yıldızı olması nedeniyle ikili hatta kimi zaman üçlü sıkıştırmalarla boğuşmak zorunda. İşte bu yüzden geceleri yatmadan önce Grant Hill’in parkelere sağlam bir şekilde ve temelli olarak dönmesi için dua ediyor. Yine de Hill dönsün ya da dönmesin T-Mac yolunu bilir. Çünkü o NBA’in sayı kralı. Ve dikkat etmezseniz her an potanıza en az 30 sayı atmaya hazır!!

Eyvah Dr. J Emekli Oluyor, Gitti Paracıklar!!
Julius Erving, yani Dr.J, basketbol tarihinin “havada yürüyebilen” ilk büyük yıldızıydı. Ayaklarının yer ile teması kesildikten sonra yapabileceklerini hayal etmek bile o günün basketbol şartları içinde zordu. Sadece onu seyretmek için salonlara doluşan binlerce kişi vardı. O basketbolu birçok insana sevdirmiş bir süper stardı. Kimi basketbol yazarlarınca belki de yer yüzüne gelmiş en inanılmaz oyuncu olarak nitelendiriliyordu. Önce ABA’daki sonra da NBA’deki muhteşem yılların ardından Dr. J’de her ölümlü gibi yaşlanarak NBA’deki kariyerinin sonuna doğru yaklaşınca insanlar birden paniğe kapılmaya başladı. Ligin en spektaküler yıldızını kaybedeceklerdi. “Ya bir daha asla onun gibisi bu lige gelmezse” sorusu kafalarda dolaşıyordu. Dr.J’in oynadığı her sezon NBA’e yönelen ekstra ilgi, izleyici ve para demekti. Dr. J’in basketbolu bırakması ise NBA’in popülaritesinin azalmasına yol açabilirdi. Ama önce Larry Bird’ün sonra da Magic Johnson’ın sahneye çıkmasıyla pazarlayabilecekleri yeni bir Chamberlain & Russell rekabeti yaratmayı başarabildikleri için NBA yönetiminin korktuğu başına gelmedi ve Dr. J bir kaç sezon daha bu yeni yıldızlarla boğuşup emekliye ayrıldığında NBA’deki seyirci oranları önceki yıllara oranla artış bile göstermişti. 90’lı yıllara gelinirken bu kez de Bird ve Magic’in yaşlanıyor olmasının yarattığı telaş vardı. Ama NBA bir kez daha süper bir yıldız yaratarak durumu kurtardı: Michael Jordan!!
Veliahtı ararken
Majestelerinin basketbol tarihindeki önemini belirtmeye sanırım gerek yok. MJ basketbolu bıraktığını açıkladığında binlerce kişi basketbola küstü, geri dönüşlerinde milyonlarca insan sevince boğuldu. Maalesef bu kez majesteleri gerçekten basketbolu bıraktı ama NBA hala yeni süper yıldızını bulamadı. Önce Duke’un beyaz atlı kibar prensi Grant Hill yeni veliaht olarak takdim edildi ama geçen her sezonun ardından Hill’in aradıkları isim olmadığını anladılar. Sonra havada bir kaç adım attıktan sonra yaptığı smaç jenerik olan Anfernee “Penny” Hardaway üzerinde kısa bir promosyon bombardımanı yapıldı. Ne yazık ki Penny de Orlando’yu Shaq olmaksızın bir yere taşıyamayarak NBA yönetimini büyük hayal kırıklığına uğrattı. Sonra Allen Iverson basketbol yeteneğinin yanında “Generation X” olarak adlandırılan ve eskiler tarafından kayıp gençlik diye nitelendirilen kuşağın olumlu olumsuz bir çok özelliğini de taşıdığı için “yeni yüzyıla yeni bir kahraman” mantığı ile topluma sunuldu. Iverson’ın sorunlu geçmişi nedeniyle adeta bir saatli bomba olması “temiz topluma temiz kahraman” diyenleri tedirgin etti. Ardından iki North Carolina’lı; Jerry Stackhouse ve Vince Carter ard arda “Yeni Jordan” ambalajı ile market raflarındaki yerini aldı. Onlar hala beklemedeyken Kobe Bryant isimli bir liseli herkesi sollayarak 3 şampiyonluğa ulaştı ve veliahtlık yarışında herkesin bir adım önüne geçti. Ne var ki Kobe’yi de gölgeleyen Shaquille O’Neil isimli “büyük” bir etken vardı. Bu arada hem kişilik hem yetenek bakımından üstün özelliklere sahip bir oyuncu medyanın gözünün önünde durmasına rağmen uzun süre -maç başına 20’li sayılara çıkana dek- farkedilemedi. Çünkü artık günümüz toplumunda, A malının B malından iyi olması önemli değil. Asıl önemli olan elinizdeki malı diğerinden iyi pazarlamak. NBA’in pazarlamacıları ise geç uyandı. Şu an ligdeki belki hiçbir oyuncu maç içinde onun gibi smaç yapamıyor. Tek başına rakiplerini bozguna uğratıp takımını play-off’a taşımıyor. O adeta tek başına bir takım: Ve karşınızda Tracy McGrady. Namı diğer T-MAC!!

Big Mac’ten T-Mac’e

Tracy Lamar McGrady Jr., 24 Mayıs 1979’da Orlando ve Tampa arasında göllerle çevrilmiş küçük bir kasaba olan Auburndale’de doğdu. Tracy’nin ailesi o daha 4 yaşındayken boşandıkları için annesinin ve büyükannesinin yanında büyüdü. Aslında annesi Disneyland’de çalıştığı için büyükannesi Tracy’nin hayatında adeta ikinci bir anne olarak çok önemli bir rol oynadı. Bu arada T-Mac babasının, annesiyle ayrı olmasına ve kendisine ait hir hayata sahip olmasına rağmen ilgisiz bir baba olmadığını ve kendisiyle her fırsatta ilgilendiğinin de altını çiziyordu. Tracy küçüklüğünde spor yapmaya basketbolla başlamadı. Onun ilk göz ağrısı baseball’du ve onu seyreden tüm antrenörler gelecekte çok büyük bir baseball yıldızı olabileceği konusunda birleşiyorlardı. Tabii hayat Tracy’nin önüne çok daha farklı bir senaryo çıkarttı. Yine de T-Mac’in baseball’a karşı bugün bile büyük bir sevgi beslediği gerçek. O kadar ki eğer kendisine profesyonel beyzbol takımlarından teklif gelirse bu teklifi kabul edeceğini çünkü en büyük hayalinin aynı anda basketbol ve beyzbol oynamak olduğunu söylüyor. Zaten Tracy, Baseball ligindeki lakabını bile yıllar önceden belirlemiş: “Big Mac”

ADIDAS ABCD


Tracy’nin basketbol macerası tam anlamıyla lise 3. sınıfta başlamakta. Auburndale lisesine giden T-Mac, o yıl 23.1 sayı, 12.2 ribaund, 4.9 blok ve 4.0 asist ortalamalarıyla oynayıp takımını galibiyetlere taşıyınca yerel haberlerde adı anılmaya başladı. Ama bu mükemmel ortalamalara rağmen NCAA Division I takımlarından kendisine ilgi gösteren pek olmamıştı. Sadece aynı bölgede olan Florida ve Miami üniversiteleri kendisini birkaç kez izlemek üzere temsilci yollamıştı ama ortaya somut bir şey çıkmadı. Yıl sonunda düzenlenen Adidas ABCD Turnuvası ise T-Mac’in hayatını değiştirdi. Karşılaşmalarda yaptığı akıl almaz hareketler seyircilerin büyük tezahuratlarıyla ayakta alkışlanıyordu. MVP seçildiği bu turnuva sonrası T-Mac, şu an Clippers’ta oynayan Lamar Odom’un ardından bir anda Amerika’nın ikinci büyük lise oyuncu olarak anılmaya başladı. Bu sırada onun oyunundan etkilenen Mt. Zion Hristiyan Akademisi, Tracy’e burs teklif ederek lisedeki son yılını kendilerinde geçirmesini istedi.

“Koleje gitmeyi düşünüyordum ama benim hayalim zirveye ulaşmaktı. Şu anda bu hayalimi gerçekleştirme şansına beklediğimden dana önce sahip oldum.” Tracy McGrady

Papa I. Tracy McGrady!!
Sıkı, disiplinli, aşırı dindar hatta kimi zaman insanı depresif bir hale sokan bu kilise okuluna kayıt yaptıran Tracy, başlarda çok zor günler geçirse de basketbol sayesinde öyle ya da böyle okuluna alışmayı başardı. Mount Zion’u maç başına 27.5 sayı, 8.7 ribaund, 7.7 asist istatistikleriyle 20 galibiyet ve 1 mağlubiyetlik bir seriye sürükledi. Mount Zion, Amerika’nın en yüksek tirajlı gazetelerinden USA Today’in anketlerinde ikinci sıraya kadar çıktı. Bu arada T-Mac şov devam ediyordu. McGrady, 54 takımın katıldığı Reebok Holiday Prep. Turnuvasında takımını şampiyon yaparken sahada 37 sayı ve 17 ribaund gibi inanılmaz performanslar ortaya koydu. Daha da spektaküler olan şey coach’unun Tracy’i maç esnasında tüm pozisyonlarda oynatmasıydı!. Böylelikle USA Today tarafından yılın lise oyuncusu ve AP tarafından da North Carolina Eyaleti yılın oyuncusu seçildi. Tabii doğal olarak Mc Donalds All-America maçına davet edilerek Baron Davis, Elton Brand, Lamar Odom, Brendan Haywood ve Larry Hughes gibi oyuncularla ter döktü. Bir yıl önce hiç bir büyük NCAA takımının ilgisini çekmeyen Tracy McGrady için artık takımlar sıraya girmeye başlamıştı ve sezon daha bitmeden Tracy’nin Rick Pitino’nun Kentucky’sine katılacağı neredeyse kesin gibiydi. Ama tam bu sırada ortaya çıkan NBA scoutları ortalığı karıştırdı. Mount Zion’un son maçları meraklı scoutların saldırısına uğradı. Tracy ‘nin kulağına birinci turda ilk beş sıra içerisinde seçilebileceği de fısıldanınca T-Mac, NCAA düşünü ve Kentucky’i bir kenara bırakarak NBA Draftına katılmaya karar verdi. McGrady basın mensuplarının NBA’e gitmek için erken olup olmadığı şeklindeki sorularına: “Sanırım bu ben ve ailem için en iyi karar. Koleje gitmeyi düşünüyordum ama benim hayalim zirveye ulaşmaktı. Şu anda bu hayalimi gerçekleştirme şansına beklediğimden daha önce sahip oldum.” sözleriyle cevap veriyordu.

Krause’un suya düşen, Pippen–McGrady takası


Tracy, 1997 NBA draftına katılarak Kevin Garnett’le başlayan Kobe Bryant ve Jermaine O’Neil’la devam eden liseli yıldız zincirine eklenen yeni bir halka oldu. Draft gecesine yaklaşılırken Tracy McGrady’nin en büyük taliplisi Chicago Bulls’tu. Michael Jordan, Scottie Pippen ve Dennis Rodman’lı efsanevi kadro yıldan yıla yaşlanmaktaydı. Bir anda Jordan’ın veya Pippen’ın emekli olmasıyla büyük bir çöküş yaşamaktan korkan Chicago GM’i Jerry Krause, draft planlarını Tracy üzerine kurmuştu ve takımın geleceğinin T-Mac olduğu inancındaydı. Bu yüzden Scottie’yi Vancouver’a gönderip onların 4. sıradaki seçme haklarıyla T-Mac’i kapmayı düşünüyordu. Ama bu plan Jordan’ın kulağına gidince majestelerinin tepkisi korkunç oldu. Hemen Krause’u arayarak böyle bir takasın gerçekleşmesi halinde bir sonraki gün düzenleyeceği bir basın toplantısıyla emekliliğini açıklayacağını söyleyerek tehdit etti. Çünkü Pippen, Jordan’ın en yakın arkadaşlarından biriydi. Birlikte iyi-kötü anıları vardı ve aslına bakarsanız bu birliktelik her iki oyuncunun kariyerine de karşılıklı olarak çok şey katmıştı. Krause bu telefon konuşmasının ardından artık T-Mac’in bir hayal olduğunu anlamıştı. NBA’in en büyük yıldızını gelecekte ne olacağını bilmediği bir yıldız adayı uğruna feda edemezdi. Bunu üzerine T-Mac’i cep telefonundan arayarak üzgün olduğunu, artık onu draft edemeyeceklerini söyledi. Tracy işe şoktaydı çünkü bu telefon konuşmasını yaptığı sırada Drafta sadece 8 saat vardı ve o an bir hastanede Bulls doktorları tarafından sağlık kontrolünden geçiriliyordu.

Hayatımda ilk kez basketbol oynamaktan keyif almıyordum. Tanrım ligin en kötü takımıydık!! Madem beni seçti niye oynatmıyordu ki?! Play off’lara falan da gittiğimiz yoktu. Öyleyse beni biraz takıma koysaydı. Sisteme alışırdım böylelikle. Sonraki sezon da takıma daha iyi bir oyuncu olarak katkıda bulunabilirdim” Tracy McGrady

Darrel Walker Bunalımı

Chicago tarafından hayal kırıklığına uğratılan McGrady, ilk 10 sıra içerisinde seçilme ümitlerini kaybedip ilk tur için dua etmeye başladığı bir anda 9.sırada Toronto Raptors tarafından seçildi. Bu sırada Isiah Thomas, Damon Stoudamire ve Marcus Camby’nin etrafında yeni bir takım oluşturmaya çalışıyordu. Takımın başına getirilen Darrel Walker ise, genç dinamik ama tecrübesiz bir coach’tu. Büyük umutlarla girilen 1997-98 sezonuna 2 galibiyet ve 22 mağlubiyet ile başlanınca bir anda gelecekle ilgili kurulan pembe hayaller unutuldu ve takımda, Isiah Thomas’ın yöneticiliği bırakması ve en büyük yıldızları Damon Stoudamire’ın takas olmak istediğini söylemesiyle, büyük bir dağılma başladı. En sonunda Raptors’ta kalan tek elle tutulur oyuncu 16.5 sayı ortalaması ile takımının en büyük skor gücünü teşkil eden Doug Christie’ydi. Haliyle basın, Darrel Walker’a eleştiri oklarını yönelterek Walker’ın üzerinde güzel bir atış talimi yaptı. Walker da hırsını elinin altındaki çaylak McGrady’den çıkartmaya başladı. Onu antrenmanlarda hırpaladı. Belki de herkesten çok bağırdı, çağırdı. T-Mac, Walker’ın odasında durumdan rahatsız olduğunu söylediğinde aldığı tek cevap daha sıkı çalışması gerektiği yönündeydi. Tracy bu dönemi hayatının en kötü günleri olarak niteliyor: “Hayatımda ilk kez basketbol oynamaktan keyif almıyordum. Tanrım ligin en kötü takımıydık!! Madem beni seçti niye oynatmıyordu ki?! Play off’lara falan da gittiğimiz yoktu. Öyleyse beni biraz takıma koysaydı. Sisteme alışırdım böylelikle. Sonraki sezon da takıma daha iyi bir oyuncu olarak katkıda bulunurdum. ”

Kobe Psikolojik Yardım Servisi


T-Mac bu zor günlerini o zamanki en iyi arkadaşlarından Kobe Bryant’ın da yardımıyla atlatmaya çalıştı. Kobe de liseyi bitirdikten sonra sonra Kolej yerine doğrudan NBA’e geçiş yaptığı için kimi zorluklara göğüs germek zorunda kalmıştı. Bu yüzden T-Mac, kendisini en iyi anlayacak kişinin Kobe olacağını düşünüyordu. Bu dönemde T-Mac her fırsatta Kobe’nin evinde yatıya kalmaktaydı. İkili eski karate filmleri seyredip play station oynayarak, birbirleriyle kızlardan tutun da hayatın anlamına kadar derin konularda dertleşerek vakit geçiriyorlardı. Tabii her fırsatta da beraber idman yaptıklarını söylememize gerek yok sanırım. Bugün bu arkadaşlık ilişkisinin nasıl olduğunu merak ediyorsanız. Doğal olarak eskisi gibi değil. Tracy, Kobe’yi sevdiğini belirtmesine rağmen onun değiştiğini söylüyor. Zaten Kobe’nin de üç şampiyonluk yüzüğüne rağmen NBA’in hem en sevilen hem de en çok nefret edilen genç yıldızı olmasının nedeni kişiliğindeki bu değişim. Konumuza geri dönersek; Tracy, Walker’la olan problemlerini kendi eksikliklerine ve yeteneksizliğine bağlıyordu ve gittikçe kendisine olan güvenini kaybetmekteydi. Walker da T-Mac’in gözünün yaşına bakmıyordu. T-Mac’in neredeyse depresyona girdiği bu günler, Walker’ın “şutlanmasıyla” sonra erdi.

Butch Bizi Gözetliyor

All-Star haftasonundan sonra Walker’a kapının gösterildiğini ve yerine çok sevdiği asistan coach Butch Carter’ın getirildiğini öğrenen T-Mac seviçten havalara uçuyordu. Butch Carter’ın ilk yaptığı iş Tracy’e ne kadar güvendiğini ve onun ileride bir yıldız olacağına inandığını söylemek oldu. Ve ondan tek bir şey rica ettiğini, her idmandan sonra yaklaşık bir saat şut atmasını istediğini söyledi. Tabii Tracy’nin bilmediği birşey vardı. Butch Carter, Tracy’nin çekingenliğinin farkında olduğu için salonun çeşitli noktalarına doğrudan kendi odasına bağlanan kameralar yerleştirtmişti. Böylelikle Carter, T-Mac’i tedirgin etmeden şut idmanlarını takip edebiliyordu. Butch Carter’ın Tracy üzerindeki ilgisi bu kadarla da kalmadı. Carter, Tracy için kendisini ifade etmekte zorlandığını farkederek özel bir basın danışmanı ve beslenme düzenine dikkat etmesi için de bir aşçı tutmuştu. T-Mac çalkantılı geçen çaylak sezonunu 7.0 sayı, 4.2 ribaund ve 1.5 asist ortalamasıyla tamamladı. Sezon bitimiyle beraber Carter, Florida’da Tracy’nin evini ziyaret ederek onu yaz ayları boyunca özel olarak çalıştırdı. Onu kardeşine ait basketbol yaz kampına götürdü. Birlikte T-Mac’in gelişimi için neler yapabileceklerini konuştular. Böylelikle Tracy’nin ona duyduğu güven gün geçtikçe artıyordu.

Kuzen Vince


Belki hatırlarsınız bir dönem Chicago’da yaşayan ve bir gazetede çalışan Larry ve Balky isimli iki sempatik kuzeninin komik maceralarını konu alan bir televizyon dizisi vardı. Bu dizide, ne olursa olsun her bölümde kuzenler, birbirlerini koruma iç güdüsüyle hareket ederek karışık olaylardan kurtulmayı beceriyorlardı. Tracy’nin kuzeni Vince Carter, North Carolina’da geçirdiği başarılı NCAA kariyerinin ardından NBA’e ilk adımını attığında ve draftta takas yoluyla Raptors’a geldiğinde aklımda bu dizinin Toronto versiyonu canlanmıştı bir anda. Vince, NCAA’de en sevdiğim oyunculardan biriydi. Antawn Jamison, Ed Cota ve Shammond Williams’la beraber Tar Heels’de ortaya koyduğu oyun bir çok kişiyi büyülemişti ve Vince de McGrady gibi çemberi gördüğü zaman acıması olamayan bir oyuncuydu. Bu yüzden ikisinin birlikte oynadığı maçlar hele T-Mac bir yaz boyunca şut idmanı yapıp ağırlık çalışarak kendisini güçlendirdikten sonra şova dönüşmeye adaydı. Ama Tracy 1998-99 sezonunda hep spektaküler kuzeninin gölgesinde kaldı ve bir türlü hedeflediği ilk beş içindeki yeri alamadı. Kuzeni VC, 18.3 sayı ve 5.7 ribaund ortalamalarıyla Yılın çaylağı ödülünü (Rookie of the year) kaparken NBA’deki ikinci sezonunda T-Mac, 9.3 sayı ve 5.7 ribaund ortalamarıyla ancak benchten katkı yaptı.

Merhaba Play-off


Tracy, 1999-00’e yine takımın benchten gelen gizli silahı olarak başladı. Ama T-Mac, sezon ilerledikçe takım için ne kadar önemli bir oyuncu olduğunu gösterdi. Öncelikle pivot dışındaki tüm pozisyonlarda oynayabiliyordu. Sonra savunması da yaptığı ağırlık idmanlarıyla güçlenmesi sonucunda gelişmişti. T-Mac, hem kritik anlarda ekstra sayılara imza atıyor hem de rakibin en skorer isimlerine göz açtırmıyordu. Saha içindeki bu gayreti sonunda kendisini ilk beşe taşıdı ve kuzeni Vince Carter’la beraber NBA’in en tehlikeli ikililerinden birini oluşturdular. Bu ikilinin ne kadar etkili olduğu All-Star haftasonunda gözler önüne serilecekti. Slam Dunk yarışmasına katılan Vince&T-Mac birbirinden enfes smaçlara imza attı. Vince, finalde Steve Francis ile giriştiği inanılmaz mücadeleden galip ayrılırken T-Mac 3.lükle yetinmek zorunda kaldı. Tabii Vince’in kendisine şampiyonluğu kazandıran son smaç denemesinde T-Mac ‘in yardımını istediği ve Vince’e verdiği mükemmel bounce pass ile kuzeninin şampiyonluğunda önemli bir rolü üstlendiğini belirtelim. Yalnız bahsettiğimiz bu smaç sonrasında Vince’in bu ekstra hareketle Tracy’i kullandığı. Birlikte daha sıkı çalışmaları halinde ikisinin de finale çıkabileceği ama Vince’in bencillik yaparak en “baba” hareketi kendisine sakladığı yönünde dedikodular da ortada dolaşmaya başlamıştı. Sezon sonuna gelindiğinde Vince’in 25.7 sayı ortalaması ve Tracy’nin 15.4 sayı, 6.3 ribaund ve 3.3 asistlik çok yönlü oyunu Toronto’ya tarihinde ilk kez playoff’a katılma hakkını kazandırdı. Ve ilk turdaki rakip güçlü New York Knicks’ti. Takımın 1 numaralı yıldızı Vince, seride inanılmaz derecede heyecanlı ve gergin gözükürken %30 gibi düşük bir şut yüzdesiyle oynadı. T-Mac ise kuzeninin aksine oldukça rahattı bu kez. Sanki sinirleri alınmış gibiydi ki bu rahatlığın sebebi belki de daha playofflar başlamadan Toronto’dan ayrılmayı kafasına koymuş olmasıydı. T-Mac, serinin daha ilk maçında 25 sayı ve 10 ribaundla oynayıp sahada olduğu dakikalarda Knicks’e büyük eşleşme problemleri yaratacağını gösterdi. Ayrıca Knicks’ten hangi oyuncuyu savunursa savunsun bunda başarı sağlaması bir başka artısıydı. T-Mac “Kaybedecek hiç bir şeyim olmadığını hissediyordum. Özgürdüm.” sözleriyle bu serideki ruh halini anlatıyordu. Ama daha komplike bir takım olan Knicks, Vince’in durduğu bu seride T-Mac’in çabalarına (16.7 sayı, 7.0 ribaund, 3.0 asist) rağmen Toronto’yu 3-0 ile süpürdü. Serinin hemen ardından Tracy, Toronto’daki tüm eşyalarını toplayak Florida’ya uçtu. Bu onun bir Raptor olarak son kez Toronto’ya gelişiydi…

“Toronto’dan ayrılamam kişisel birşey değildi. Ama evimden bu kadar uzakta, soğukta, ailem olmadan -sahip olduğum tek aile takımken- burada yaşamak çok zordu.” Tracy McGrady

Elveda Toronto

Tracy artık free agent olmuştu. Ve aslına bakarsanız Toronto’daki hemen hemen hiçbir şeyden memnun değildi. Her ne kadar Tracy: “Toronto’dan ayrılamam kişisel birşey değildi. Ama evimden bu kadar uzakta, soğukta, ailem olmadan -sahip olduğum tek aile takımken- burada yaşamak çok zordu.” diyerek takımdan ayrılmasıyla Vince’in hiçbir ilgisi olmadığı ima etse de Carter’ın gölgesinde kaldığı yönünde basında yer alan haberler moralini bozuyordu. Üstelik Vince the Prince’in en formda olduğu dönemdi. Düşünün neredeyse her hafta NBA Action Top 10’a 2-3 kez konuk olan Vince’in kimi hareketleri T-Mac’in yediği bir bloktan ya da kaçırdığı bir şuttan sonra kaptığı topla yaptığı smaçlardı ki T-Mac, televizyonda bu pozisyonları izlerken bile sinirlerini bozulmaya başlamıştı. Bunların üstüne bir de çok sevdiği Butch Carter’ın menajerlik talepleriyle Raptors yönetimine başvurmasının ardından takımdan kovulmasını da eklerseniz Tracy’nin Raptors’la tekrar anlaşması imkansızdı. Tabii bir de bütçelerinde yer açarak Tracy ve Duncan’ı kapmayı hedefleyen Chicago ve Orlando’nun cazip tekliflerini belirtmemize gerek yok. Şimdi Tracy’nin önünde iki seçenek vardı. Chicago’da Michael Jordan karşılaştırması altında ezilmek ya da yıldızsız Orlando’da kral olmak…

“Gitmedim çünkü Chicago’nun Orlando’ya göre hiçbir artısı yoktu. Ben her yıl Playoff’lara katılan takımlardan birine gitmek istiyordum. Bence Orlando da bunun için uygun bir takımdı. Diğer bir nedeni de Florida’nın evime yakın olması. Evime, arkadaşlarıma ve aileme…” Tracy McGrady

Orlando’nun yeni sihirbazı

NBA’in en genç takımlarından Orlando Magic, lige dahil olduğu tarihten günümüze kadar, akıllı oyuncu seçimleri, yüksek bütçesi ve Florida takımı olması sayesinde hep “elit” bir konumda olmayı başardı. 14 sezon boyuna sadece ilk üç sezonunda .500 galibiyet yüzdesinin altında kalan Magic, takıma kattığı genç yıldızlarla çok hızlı bir şekilde şampiyon adayları arasında yerini aldı. Önce skorer Nick Anderson ve üç sayı bombacısı Dennis Scott’la güçlendiler. Sonra Shaquille O’Neil denen tuhaf isimli ama çok sempatik bir uzun onları NBA’in en tehlikeli takımlarından biri yaptı. Ardından 1993-94 sezonunda Chris Webber takasıyla takıma süper guard Anfernee “Penny” Hardaway de dahil edilince Orlando, NBA Finali oynayan kadrosunu kurmuş oldu. Ama iki sezon içinde bu süper kadro dağıldı. Shaq, Lakers’a gitti. Takımın çekirdek oyuncuları yapılan takaslarla değişti. Tek başına çırpınan Penny de sonunda vazgeçip Arizona çöllerinin yolunu tuttu. Bu arada Orlando yönetimi FA olacak Tim Duncan için salary cap’te önemli bir boşluk yaratma çabasıyla takımı kuvvetlendirmiyordu. Ne var ki Orlando hedeflediği Duncan’ı kadrosuna katamadı. Ve farklı bir strateji izleyerek Detroit’in süper yıldızı Grant Hill’e ve “memleketinde” oynamak isteyeceğini düşündükleri T-Mac’e bol sıfırlı anlaşmalar önerildi. İki oyuncunun da aklını çelerek takıma getiren Orlando, böylelikle sezon öncesinde doğunun en büyük şampiyon adayı haline gelmişti. Tracy kendisini yıllardır çok isteyen Chicago yerine Orlando’ya gitmesinin nedenini şöyle açıklıyor: “Gitmedim çünkü Chicago’nun Orlando’ya göre hiçbir artısı yoktu. Ben her yıl Playoff’lara katılan takımlardan birine gitmek istiyordum. Bence Orlando da bunun için uygun bir takımdı. Diğer bir nedeni de Florida’nın evime yakın olması. Evime, arkadaşlarıma ve aileme…” Tabii T-Mac, sevgilisi Clarenda Harris’le daha çok zaman geçirebildiği için de oldukça mutluydu. Tracy daha NBA’e adım atmadan önce kendisine araba bakmaya gittiği bir oto galerisinde tanıştığı bu kıza o günden beri aşık. Harris’in konuşma yöntemleri uzmanı olması ve Tracy’e basın toplantılarında hangi ses tonuyla nasıl konuşacağını göstermesi çoğu zaman T-Mac’in oldukça işine yarıyordu. Çiftin ilk randevusu da oldukça ilginç. O zamanlar daha “ züğürt” olan Tracy, kız arkadaşını ucuz bir spor barına götürmüş ve birlikte tavuk kanadı yiyip 1997 NBA Final Serisinin ilk maçını seyretmişler. Ne kadar romantik değil mi?? Sanırım normal şartlar altında bundan daha kötü bir ilk randevu ancak işkembe salonunda gerçekleşir. Yalnız Tracy’nin bu olaydan yıllar sonra kızı 5 kıratlık bir elmaz yüzükle kandırarak evlenmeye ikna ettiğini de belirtmeden geçmeyelim.
Bu arada Vince Carter kendisiyle bir kez bile konuşmadan Toronto’dan ayrılan kuzenine oldukça kızgındı. Vince ve T-Mac aylarca birbirleriyle konuşmadılar. Bu durum böylece devam etti ta ki Vince “Like Mike” filminin çekimleri için gittiği Los Angeles’taki bir gece kulübünde T-Mac’le karşılaşıp iki süper yıldız, komedyen Eddie Griffin tarafından barıştırılıncaya kadar.

Carter’ın gölgesinden kurtulmak ve tek olmak

Grant Hill’le birlikte oynayacak olmak T-Mac’i hem heyecanlandırıyor hem de endişelendiriyordu. Hill gibi tecrübeli bir oyuncu kendisine çok şey öğretebilirdi ama Tracy’nin Orlando’ya gelmesinin nedeni Vince Carter’ın gölgesinden kurtularak tek başına yıldız olabileceği bir takımda oynaktı. Bu kez de Hill’in gölgesinde yıllarını harcamak istemiyordu. Ama Hill, Detroit’e kazık attığı için takdir-i ilahi mi dersiniz, T-Mac’e verilen bir şans mı? Yoksa “dandik” ayakkabılar sonucu meydana gelen bir sakatlık mı yorumu size bırakıyorum; Hill, sadece 4 maç oynadıktan sonra bir daha kendisini adam gibi toparlayamayacağı ve sürekli tekrarlanan meşhur sakatlığını yaşadı ve takımın tüm sorumluluğu bir anda T-Mac’in omzuna yüklendi. T-Mac ise halinden memnun bir şekilde sahaya çıkıp önüne gelen tüm takımların üzerine kabus gibi çökmeye başladı. Tracy attığı 30’lu 40’lı sayılarla takımını galibiyetlere taşıyınca Orlando coach’u Doc Rivers, T-Mac’in şımartılmasından ve basın tarafından ona kaldırabileceğinden çok sorumluluk yüklenmesinden korktuğu için açıklamalarda bulunmaya başladı: “Ben takımda kimseden yıldız olmasını beklemiyorum. Sadece onun iyi oynamasını istiyorum ve ümit ediyorum ki oyunu onu bir yıldız haline getirir. Birçok oyuncudan yıldız olmasını bekleyebilirsiniz ama olamazlar. Sizin yapmanız gereken onları en etkili oldukları pozisyonda oynatmak. Böylelikle verimli olabilirler. Eğer bu şekilde yıldız olmayı başarıyorlarsa bu herkes için muhteşem. Bence Tracy, yıldız bir basketbol oyuncusu olacak. Benim beklentilerim yüzünden değil, kendi beklentileri sayesinde. Onun standartları çok ama çok yüksekte. Siz daha sadece Tracy McGrady’nin başlangıcını seyrettiniz. Hala tam kapasitesine ulaşabilmiş değil. Ama herkesten çok bunun farkında olan yine kendisi. İşte bu yüzden onu bu kadar çok seviyorum. Tracy’nin Scottie Pippen ile kıyaslandığını duyuyorum. Bu bence mükemmel olur. Bence onun kadar iyi olacak. Şu anda değil ama olacak” Ama Rivers bile T-Mac’ten bir anda böyle büyük bir çıkış beklemediğini itiraf ediyordu: “Tracy’nin sayı atabildiğini biliyordum ama böyle şut atabildiği konusunda en ufak bir fikrim bile yoktu.”
Takım arkadaşları ise Tracy’nin yeteneklerinden bahsederken, coachları Doc Rivers kadar temkinli yaklaşmıyordu. Mesela Monthy Williams, Tracy’nin yeteneklerini ancak Michael Jordan’la kıyaslıyordu: “Onun yetenekli olduğunu bekliyordum. Ama Jordan’dan beri her gece karşısındakileri geberten başka bir oyuncu görmemiştim. Eğer bakarsanız bunu yapan adam 2.00-2.02. Shaq ve Tim Duncan adamlarını harcayabilir çünkü onlar uzun. Ama McGrady’nin size’ında ve o yaşta, bir yıl bounca bu kadar oyunu domine eden birini uzun zamandır görmemiştim.” Tracy, belki majesteleri gibi olmasa da gerçekten attığını sokmaya başlamıştı ve yavaş yavaş sahadaki karakteri de yerine oturmaktaydı.

Abra Kadabra Şutlar Potaya


İnsanlar merak etmekteydi: Bu çocuk Toronto’dayken böyle şut atamıyordu ki!! Orlandoya gidince takımın ismi gibi sihirli bir değnek mi değmişti yoksa?? Dilerseniz cevabı T-Mac’ten alalım: “Jump shot’larım kesinlikle Toronto’dakine kıyasla daha iyi. Ben Toronto’dayken de iyi şut atabiliyordum. Ama kendime güvenim yoktu. Sanırım asıl fark bu. Şimdi kendime güvenim var ve sanki her attığım şut girecekmiş gibi hissediyorum. Tamamen kendine güven duygusuyla ilgili. Ben her zaman şut atabiliyordum. Eğer kendinize güveniniz yoksa şutlarınız da girmez.” Ayrıca Walker’ın üzerinde kurduğu psikolojik baskının oyununu ne kadar çok etkilediği her cümlesinden de anlaşılıyordu: “Umarım Doc Rivers, kariyerimin sonuna kadar benim coachum olur. Çünkü O, yaptığınız hatalardan çok herşeyinizi vererek oynayıp oynamadığıza önem verir. O, oyuncularını kollayan coach’lardan biri. Sürekli bunu belli eder. Yaptığınız hataları önemsemez. Ama sahanın iki ucunda da kendinizi kasmanızı ister. Bu tutumu gerçekten oyunculara güven veriyor çünkü ben kariyerimde güvensizlik duygusunu birkaç kez yaşadım. Hata yapacağımdan korkuyordum ve sürekli kenarda bir hareket var mı diye göz atıyordum. Şimdi Doc, bizim sahaya çıkıp oynamamıza izin veriyor ve hatalarımızı çok da önemsemiyor. Bu gerçekten oyuncuların kendilerine olan güvenlerinin gelişmesine yardım ediyor.” Tracy zihinsel bir rahatlamanın getirdiği yükselen performansı sayesinde All-Star’da ilk beş için kendisine yer ayırttı. Sezon sonuna gelindiğinde ise 26.8 sayı, 7.5 ribaund ve 4.6 asist ortalaması onu ligin en çok gelişme gösteren oyuncusu seçilmesini sağladı. 26.8 sayı ise o güne kadar 21 yaş ve altı bir oyuncunun sezon boyunca ulaştığı en yüksek rakamdı. Böylece takımın dizginlerini eline alan McGrady, Hill’in yokluğuna rağmen takımını yetenekli guard Darrell Armstrong ve çaylak Mike Miller’la playoff’a taşıdı. Toronto’yla ilk turda elenen T-Mac bu kez ikinci tur sevinci yaşamak arzusundaydı. Ama rakip de Milwaukee Bucks’tı. Tracy tüm sezon boyunca Grant Hill’in yokluğunun keyfini sürmüştü ama iş playoff’a gelince tek başına 3 süper yıldız: Ray Allen, Sam Cassell ve Glen Robinson’ı devirebilecek miydi? Tracy bu seride adeta tek başına bir takım gibi oynayarak sahada kaldığı ortalama 44 dakikada 33.8 sayı, 8.3 asist ve 6.5 ribaund’luk performansıyla Bucks’a kafa tuttu hatta bir maç da aldı ama T-Mac’in play off rüyası yine erken sona ermişti.
Müzmin Sakat: Grant Hill
T-Mac artık hem kendisini NBA’e kanıtlamış hem de kendisine olan güvenini pekiştirmişti. Ama yaşlı oyuncuların 21 yaşındaki bir “veledi” lider olarak kabul etmekte zorlanması ve Bucks karşısında tek başına kalmanın verdiği sorunlar nedeniyle artık Grant Hill’in sağlıklı bir şekilde oynamasını diliyordu. Üstelik Patrick Ewing gibi veteran bir NBA devi ve Horace Grant gibi usta bir oyuncu da takıma katılarak pota altının güçlenmesini sağlamıştı. Tam kadro olurlarsa belki playoff’larda iyi işler yapabilirlerdi. Ama Hill, yine birinden beddua işitmiş olacak ki daha lige yeni başladık derken sezonu kapattı. Ve bir kez daha tüm sorumluluk T-Mac’e yıkıldı. Çünkü Ewing artık kariyerinin sonuna gelmişti ve “20 sayı, 10 ribaund, 3 blokluk” günler geride kalmıştı. Darrell Armstrong’a gelince; bir kaç sezon takımı sürükleyen isim olmasına rağmen her yıl bir önceki performansını aratarak sıradan bir guard olmaya doğru ilerliyordu. Bir yıl öncesinin yılın çaylak oyuncusu seçilen Mike Miller ise iyi niyetli ama deneyimsizdi. Yine de tek kişilik ordu T-Mac, takımını sırtlamayı başardı ve bu performansı onun ikinci kez All-Star maçına seçilmesini sağladı.

Orlando’nun Büyücüsü

Philly’deki 2002 All-Star Maçı gerçekten bir çok ilginç olaylara ev sahipliğinde bulundu. Allen Iverson’ın yaptığı çılgın parti olay oldu. MVP seçilen Kobe Bryant, bencil oyunu nedeniyle “hemşerileri” tarafından yuhalandı. Ve Michael Jordan’ın boş potaya kaçırdığı smaç, belleklerde yer etti. Ama T-Mac, maç içerisinde öyle bir smaç yaptı ki 2002 All-Star haftasonuna damgasını vurdu. Bir hücum sırasında rakip potaya sakin sakin yaklaşan T-Mac, aniden çıldırarak topu panyaya fırlattı sonra da havada yakalayıp inanılmaz bir samaça imza attı ki bu hareket uzun yıllar boyunca insanların hafızasından kazınabileceğini sanmıyorum. Rahmetli Marylin Monroe yengemizin de kocası Arthur Miller’in gerçek bir hikayeye dayanan “Cadı Kazanı” romanını bilirsiniz. 17. Yüzyılda Salem’de başlatılan cadı ve büyücü avlarıyla tüm suçları yetenekli veya güzel olmak olan onlarca masum insan yakılır. Herhalde o zamanın insanları T-Mac’in bu smacını görseler adamı diri diri yakmakta çekinmezlerdi ki zaten takımının ismi de sakat. Tabii bu smaç yapıldığı zaman çok acımamız gereken bir kişi var. O da maçın istatistikçisi. Ben de bir bir basketbol istatistikçisi olarak şunu söyleyebilirim ki sahadaki oyuncuların bile ne olduğunu anlayamadığı bu pozisyonu bilgisayara kaydetmeye çalışan zavallı istatistikçi muhakkak yaklaşık bir kaç dakika işin içinden çıkamamıştır. Çünkü T-Mac sadece bir kaç saniye içinde şut, hücum ribaundu, smaç ve hatta asist sayılabilecek bir pozisyona imza attı hadi bakalım şimdi hangilerini geçerli sayacaksınız. Gelin de çıkın işin içinden.

T(erminatör)-Mac

Neyse efendim basketbol tarihinin en inanılmaz smaçlarından birini de hatırladıktan sonra Tracy’nin sezon sonundaki performansına dönelim. T-Mac, 25.6 sayı, 7.9 ribaund ve 5.3 asist ortalaması ile sakatlıklarla boğuşan takımını 44-38’lik galibiyet oranıyla yine playoff’a taşımayı becerdi ve All-NBA 1.takımına seçildi.
Herkes T-Mac’in bu sefer play-off’larda neler yapabileceğini merak ediyordu. Yoksa yine tek başına rakip takımlara kafa tutmak zorunda mı kalacaktı? Cevap maalesef evet oldu. T-Mac sırasıyla 20, 31, 37 ve 35 sayı atmasına rağmen diğer oyuncuların nerdeyse hiç katkı sağlamaması sonucunda Orlando, Baron Davis’in Hornets’ına 3-1’lik skorla elendi. Bu şekilde sonra eren bir sezonun ardından artık tüm gözler bir kez daha Grant Hill’in üzerindeydi. Ve doktorlardan müjdeli haber geldi: Hill iyileşti!! Tabii geçtiğimiz sezonlarla kıyaslanınca seyrettiğimiz, Hill’in iyileşmiş haliydi. Hatta düşünün adam 29 maç sakatlanmadan dayanarak bir rekor bile kırdı kendi çapında. Ama yine sezonun ortasında Grant Hill’e doktor, T-Mac’e de çile yolu gözüktü. Tracy yine pes etmedi. Bu kez iyice Terminatörlüğe soyunarak 32.1 sayı gibi insan üstü bir istatistik yakaladı (1992-93 sezonunda Michael Jordan’ın 32.6 ortalamasından sonra ki en yüksek sayı ortalaması) ve sayı krallığına sonunda ulaştı.
Yalnız bu yıl Tracy, sadece saha içinde yaptıklarıyla değil örnek davranışlarıyla da gündeme geldi. Örneğin 2003 All-Star maçına çıkacak Michael Jordan’a kendi yerini vererek ilk beşte başlatmak istemesi tüm basketbol severlerin alkışını aldı. (Tabii T-Mac, kendisinden iki kat yaşlı bir oyuncuyla oynarken neler hissettiği sorulunca: “Jordan’ı savunurken kendimden iki kat yaşlı birini tuttuğum için üzülmüyorum çünkü Jordan’ı asla küçümseyemezsiniz. Hala 40’ın üzerinde sayı attığı maçlar var. Öyleyse Jordan’ı göz ardı etmeyip sahada tüm gücünüzle onu savunmak zorundasınız yoksa size de hiç çekinmeden 30-40 sayı atabilir. Jordan nasıl sizi küçümsemeyecekse işi yavaştan almayıp tüm gücüyle üzerinize yüklenecekse siz de Jordan’a aynı şekilde karşılık vermek zorundasınız.” diyecek kadar da hırslı bir oyuncu.)

Sadece Sayı degil Gönüllerinde Kralı!


Ama geçtiğimiz aylarda (Maryland, Virgina gibi eyaletlerde dehşet saçan manyak) “Sniper” tarafından yaralanan Iran Brown isimli küçük çocuğun hayranı olduğunu gazetelerde okuduktan sonra önce hasta yatağındaki küçük çocuğa formasıyla beraber cesaret verici bir not yazıp göndermesi, ardından da çocuk iyileştikten sonra onu antrenmana götürüp basketbol oynaması T-Mac’i gönüllerin de kralı yaptı. Ama bildiğiniz gibi gönüllerin kralı olmak sizi playoff ikinci turuna taşımıyor maalesef. Hele Detroit gibi iyi savunma yapan bir takım karşısındaysanız. NTV ekranlarında Murat Kosova ve Kaan Kural ikilisinin sempatik yorumlarıyla izlediğimiz seride T-Mac yine istediğini bulamadı. Hoş adamcağız elinden geleni yaptı iki maç üst üste Detroit’e 46 ve 43 sayı atmak kolay değil. Tabii sevgili Memo’muza burdan T-Mac’in üzerinden yaptığı o enfes smaç dolayısıyla geçmiş olsun dedikten sonra tebriklerimizi de yollamayı ihmal etmiyoruz. Aslında Orlando sezon içinde Memphis’le yaptığı Mike Miller-Gordan Giricek& Drew Gooden takası sayesinde pota altına ve skorer guard pozisyonuna destek bulduğunu düşünüyordu. Ama Giricek Playoff’ta sönüp giderken. Gooden ise Ben Wallace’ın tecrübesine mağlup oldu. Üstelik Orlando seride 3-1 önce geçmiş ve saha avantajını eline geçirmişken kaybedilen bu seri, Tracy McGrady’nin Kevin “ birinci tur” Garnett’le kıyaslanmasına yol açmaya başladı. Ama doğrusunu söylemek gerekirse bence Tracy’nin bundan fazla yapabileği hiçbir şey yoktu. Eğer takımınızda 31.7 ortalama ile oynayan biri varsa ve siz bu seriyi kazanamıyorsanız sanırım burada suçu T-Mac’te değil de başkalarında aramak lazım. Özellikle de milyonlarca dolar alıp 3 sezonda toplam 60 maç bile oynamamış bir süper yıldızınız varsa ve bu süper yıldız salary cap’te elinizi ayağınızı bağlıyorsa yöneticilerin daha değişik yollara başvurması gerektiği doğal olarak akla gelmekte. Çünkü bu iş tek başına T-Mac’le olur mu? Asla!! Hatırlayacaksınız ki Michael Jordan bile tek başına Bulls’u şampiyon yapamadı. Ama ne zaman yanına Scottie Pippen, Horace Grant gibi oyuncular eklendi o zaman kimse şampiyonluğu onun elinden alamadı. Eğer Orlando yönetimi yeni bir Michael Jordan yaratmak arzusundaysa önce yapması gereken tek birşey var: T-Mac’in yanına “sağlıklı” bir Scottie Pippen bulmak!!

__________________
вιzє єğℓєηмєуι уαηℓış öğяєттιℓєя çüηкü σηℓαя нιç "ραѕ¢αℓ ησυмα" ιℓє ∂ιѕ¢σуα gιтмє∂ιℓєя...
AyTeK54 Ofline   Alıntı ile Cevapla
Alt 14-11-2006, 11:55   #7
Forumun Basketçisi
 
AyTeK54 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 

YENİ NESLİN UÇAN YILDIZI, VINCE LAMAR CARTER...

Soru: Bir NBA takımı yöneticisi olduğunuzu düşünün. Bir seçme hakkınız olsaydı. Siz, 1998 Drafttında aşağıdaki oyunculardan hangisini öncelikli olarak seçerdiniz?.
Michael Olowakandi, Mike Bibby, Raef La Frentz, Antawn Jamison, Vince Carter.

Cevaplar: L.A.Clippers: Michael Olowakandi
Vancouver: Mike Bibby
Denver: Raef La Frentz
Toronto: Antawn Jamison
Golden State: Vince Carter. Fakat Golden State, Jamison karşılığında Carter’ı Toronto’ya verdi.

Sonuçlar: Denver: 2001 sezonu Batı Konferansı 11.si
L.A.Clippers: 2001 sezonu Batı Konferansı 12.si
Vancouver: 2001 sezonu Batı Konferansı 13.sü
Golden State: 2001 sezonu Batı Konferansı 14.sü, yani sonuncu!.
Toronto: 2001 sezonu Doğu Konferansı Yarı Finalisti!!..

Vince Carter, NBA Liginde geçen son 3,5 yıla, bir en iyi rookie oyuncu ödülü, bir slam dunk şampiyonluğu, 3 defa All-Star oylaması birinciliği, bir Olimpiyat altın madalyası sığdırmayı başardı.

1998 NBA Draftı, 24 Haziran 1998’de Vancouver’da yapılmıştı. 51 yıllık NBA tarihinde ilk defa bir Türk oyuncunun (Mirsad Türkcan, Houston Rockets tarafından 18. sırada draft edilmişti.) seçilmesi bakımından bizim için büyük değeri olan draftın, NBA ligine kazandırdığı en büyük yıldız ise, 5.sırada Golden State Warriors tarafından seçilen Vince Lamar Carter’dı.
Draft gecesi 4. sırada seçilen üniversitedeki takım arkadaşı Antawn Jamison karşılığında Golden State’den Toronto Raptors’a takas edilen Carter, Kanada takımının ve NBA liginin 2000’li yıllardaki en büyük yıldızlarından biri olacağını, sezon sonunda 118 oydan 113’ünü alarak kazandığı en iyi rookie oyuncusu ödülü ile gösterdi. Bir yıl sonra All-Star oylamasında 2 milyona yakın oyla ilk sırayı alan Carter, bir çok kişiye göre slam dunk yarışmaları tarihin en muhteşem performansı ile de smaç şampiyonluğuna ulaşmıştı. 2000 yazında Sidney Olimpiyatlarında -zor da olsa- altın madalya alan Dream Team IV’ün en skorer oyuncusu olan ve Fransa maçında Frederic Weis’in üzerinden yaptığı smaç ile tüm dünyaya kendini tanıtan Carter, geçen sezon Toronto’yu Doğu Konferansı yarı finaline kadar çıkarmayı başardı. Evet 3 yıl sonunda NBA liginin en başarılı 10 oyuncusundan biri “The Prince”, “Air Canada”, “In-VINCE-able” lakapları ile de tanınan Toronto’nun 15 numaralı oyuncusu Vince Lamar Carter, sizlere tanıtacağım NBA oyuncusu.

KONSER SALONUNDAN BASKETBOL ARENASINA
Vince Carter, 26 Ocak 1977’de Florida Daytona Beach’de doğdu. 9 yaşındayken katıldığı 12 yaş altı eyalet turnuvasında kısa boyuna ve küçük yaşına rağmen dikkatleri üzerine çeken Carter, 13 yaşındayken de ilk smacını yapıyordu. Fakat baba Harry’nin Volusia’da bando ve orkestra direktörü olması Carter’ı da müziğe itti. 7 farklı enstrümanla ilgilenen Carter, 1995 yılında Mainland Lisesini bitirdiğinde basketbol ve voleybolculuğunun yanında, davul ve saksafon çalarken, okul orkestrasında bariton solistlikte yapıyordu. Ama Carter, basketbol sahasında bir maçta 47 sayı başka bir maçta da 17 blok rakamlarını erişip, okulunu da 36 maçta 34 galibiyet ile eyalet şampiyonu yapınca tercihini basketbolden yana kullandı. (Tabi 1981 Draftı ile NBA’e seçilen amcası Oliver Lee’nin de Carter’ın basketbolcü olmasında büyük katkıları vardı.)
Carter, lise’deki son yılında forvet mevkiinde, Ron Mercer ve Shareef Abdul-Rahim’in ardından Amerikanın en iyi lise oyuncularından biri olarak gösterildi ve yılın en iyi ikinci beşine seçildi. 1995 yazında üniversite tercihini, iki yıldız oyuncusu Jerry Stackhouse ve Rasheed Wallace’ı NBA’e kaptıran ve yeni bir takım kurmayı amaçlayan ülkenin en iyi basketbol programlarından ve coachlarından (Dean Smith) birine sahip North Carolina’dan yana kullandı. İki yıldızını kaybeden UNC üniversitesi yeni iki rookie oyuncu Vince Carter ve Antawn Jamison ile lige başladı. Guard’lar Jeff McInnis ve Dante Calabria, pivot Serge Zwikker ile birlikte iyi bir uyum yakalayan bu genç oyunculardan Carter, ilk yılında 31 maçta forma giydi. İlk yılında hem guard hem de kısa forvet pozisyonlarında oynayan Carter, 19 kere ilk 5’te sahaya çıkarken, 10 maçta skorda çift haneli sayıya ulaştı. Fakat maç başına sadece 18 dakika oyunda kalabildi ve 7.5 sayı, 3.8 ribaund, 1.3 asist ortalamaları ile ilk senesini tamamladı. Aynı yıl, USA Junior Basketbol takımının bir üyesi olarak, Atina’da düzenlenen dünya şampiyonasında 7. olan takımda 8 maçta, 48 sayı, 32 ribaund, 11 asist ve 9 top çalma üreten Carter, tüm sezon boyunca açık sahada fast break organizasyonlarında Tar Heel seyircilerine inanılmaz hava hareketleri seyrettirmeyi başardı.

NCAA’LERDE İKİNCİ YIL VE İLK FINAL FOUR
Üniversitedeki ilk senesinde muhteşem smaçları ile büyük bir hayran kitlesi yaratan Carter, ikinci sezonunda büyük gelişme gösterdi. 1995-96 sezonunun ardından NBA’e gitmeyi tercih eden McInnis’in (Denver tarafından 2. tur 37. sırada draft edildi.) takımdan ayrılması, coach Smith’in Carter’ın oyunda kaldığı süreyi maç başına 28 dakikaya çıkarmasına neden oldu. Bu fırsatı iyi değerlendiren Carter 13.0 sayı, 4.5 ribaund, 2.4 asist ve 1.4 top çalma ortalamaları ile NCAA’ler deki 2. sezonu tamamladı. Playofflar da, çeyrek finalde Lousville maçında 18 sayı üreterek, 15 sayı ile oynayan Jamison ile birlikte UNC’yi 14. defa Final Four’a sokmayı başaran Carter, yarı finalde Arizona potasına 8 sayısı smaçtan olmak üzere 21 sayı gönderse de 66-58’lik yenilgiyi önleyemedi. Aynı yıl NBA’de slam dunk şampiyonluğuna ulaşan Kobe Bryant’ın yarışma içerisinde yaptığı bir çok hareketi, NCAA’de maç içinde rakip oyuncuların savunmalarına karşı yapan Carter, oynadığı süre ile orantılı olarak artan hava hareketleri ile sadece okulunun değil Amerikanın ve dünyanın hayranlıkla seyrettiği bir oyuncu olmuştu. Ama o sadece zıplama kabiliyeti ile anılmak istemiyordu. Chicago şehrinin yetiştirdiği en büyük smaç makinesi Ronnie Fields, gibi sadece smaçları ile tanınmak ve NBA’e gidemeyip CBA’de veya diğer küçük liglerde kaybolup gitmek istemiyordu. Bu sebeple de 2. senesinin yazını bol bol şut idamı yaparak geçirdi.
1997-98 sezonunda başarı grafiğini yükseltmeye devam eden Carter, %59 saha içi, %41 üç sayı yüzdeleri ile 15.6 sayı, 5.1 ribaund, 2.0 asist ortalamalarıyla 3. yılını tamamladı ve John Wooden All-Amerika takımına seçildi. Ayrıca normal sezonun ardından stres dolu NCAA Turnuvasında da harika maçlar çıkardı. İlk turda Navy’e 14 sayı, ikinci turda UNC Charlotte’a 24 sayı, 7 ribaund, sweet-16’da Michigan State’e 20 sayı, 10 ribaund, elite-8’de Conneticut’a 12 sayı atan Carter, UNC’yi ard arda 2.defa final four’a taşıyan oyuncuların başındaydı. Final Four maçında Utah Üniversitesi karşısında, sezonun en değerli oyuncusu seçilen takım arkadaşı Jamison’dan daha başarılı olan Carter, 65-59’luk yenilgiye mani olamadı. Üniversite kariyerindeki son maçında sahanın en skorer oyuncusu olan Carter 21 sayı, 5 ribaund ve 3 blok ile NCAA kariyerine noktayı koydu.
1997-98 NCAA sezonunun ardından Maryland coach’u Gary Williams, Carter için “en iyi takım oyunu oynayan yıldız oyuncu” nitelemesini yapıyordu.
Carter, NCAA Turnuvasında oldukça başarılı olup bir çok NBA menajerinin dikkatini çekince 4. seneyi beklemeden profesyonel olmaya karar verdi. Aslında 3 yıldır oynadığı oyunla bir çok menajer onu draftta seçilecek oyuncular arasına koymuştu ama Final Four’daki oyunu değerini daha da arttırdı. Birde NBA’de seyirci sayısının düşmesi, Michael Jordan’ın basketbolü bıraktıktan sonra yerine geçecek spektaküler ve örnek -üniversite tahsili almış, adı kavga, hırsızlık ve adi suçlara karışmamış- bir oyuncunun NBA tarafından hala lanse edilememesi, (Grant Hill, bu örnek oyuncuların başındayken sakatlıklar sebebi ile beklentileri ne yazık ki karşılayamadı.) Carter’ın yolunu biraz daha aralamıştı. Evet Carter, 3 yıl boyunca 103 maçta formasını giydiği ve 12.3 sayı, 5.1 ribaund, 2.0 asist, 1.1 top çalma, 0.8 blok ortalamaları ile oynadığı North Carolina Üniversitesine veda ederek 1998 NBA Draftına katıldı.

1998-99 NBA SEZONUNUN EN DEĞERLİ ROOKİE OYUNCUSU
1998 NBA Draftında 5. sırada Golden State tarafından seçilen Carter, aynı gece 4. sırada Toronto tarafından draft edilen takım arkadaşı Jamison’a karşılık Raptors’ın yolunu tutuyordu. Fakat NBA komisyonu ile Oyuncular Komitesinin 1997-98 sezonun hemen ardından anlaşmazlığa düşmesi ile ortaya çıkan lokavt, Carter’ın NBA liginde oynayacağı ilk sezonu tehlikeye soktu. Önce sezon öncesi hazırlık kampları iptal edildi, ardından da Kasım’ın başında start alacağı belirtilen lig durduruldu. İki taraf arasındaki anlaşma ancak Ocak ayının sonunda sağlanabildi. (Hatırlarsanız Yunanistan’da, 1998 Temmuz Ayında düzenlenen dünya şampiyonasına da NBA oyuncuları iştirak etmemiş ve Amerika Milli Takımı ancak 3. sırayı alabilmişti.) Ama Carter bu boşluktan istifade edip özel antrenörler eşliğinde bol bol çalıştı ve 5 Şubat 1999 günü Boston Celtics takımına karşı ilk NBA maçına çıktı. Maça ilk 5 başlayan Carter, ilk periy****un 4 dakikasında bir jump shot ile NBA kariyerinin ilk sayısını kaydetti. İkinci periy**** 6 dakikasında ise ilk muhteşem turnikelerinden birine imzayı atıyordu. Ama beklenen hareketi maçın son periy****a saklamıştı. Maçın bitimine 5:33 kala Charles Oakley’in pası ile jeneriklere geçecek ilk smacını Paul Pierce’ın üzerinden yaparken, Boston seyircisi bile bu hareketi ayakta alkışlıyordu. Bu ilk maçta 30 dakika oyunda kalıp 16 sayı, 3 ribaund, 2 asist ve 2 top çalma üreten Carter takımına 103-92’lik galibiyeti getiriyordu. İki deplasman maçından sonra sezonun 3. maçında Toronto seyircisinin önünde çıkan Carter, 5’i ikinci yarıda olmak üzere 6 smaç ile tam bir show gerçekleştirirken maçı da 22 sayı ile tamamladı. Ligin 7. maçında (yeni salonları Air Canada’nın açılış maçı) ise 4’ü ikinci periyotta olmak üzere 5 smaç ile Vancouver’a karşı 27 sayı atmayı başardı. 25 Mart’ta Houston karşısında 32 sayı ile ilk sezonunun en yüksek skoruna ulaşan Carter, Mart ve Nisan’da ayın en iyi rookie oyuncusu, 22 Mart’ta da haftanın oyuncusu seçildi. Regular sezonda 50 maçın 49’unda sahaya ilk 5’te çıkarken, 3 kez 30 sayı, 23 kez 20 sayı barajını geçmeyi başardı. Ayrıca 6 kere de double-double yaptı. Toronto 23 galibiyet, 27 mağlubiyet ile %46’lık kazanma oranı ile bir takım rekoru kırarken ne yazık ki playoff’lara kalamadı.
Evet, Carter ilk senesinde jeneriklere geçen bir çok harekete imzasını atarken, maç başına ortalama 35 dakika oyunda kalarak 18.3 sayı, 5.7 ribaund, 3.0 asist, 1.54 blok ve 1.1 top çalma ortalamaları ile çaylaklar arasında sayıda ve blokta ilk sırayı alırken, sezonun en iyi rookie oyuncusu ödülüne de 118 oydan 113’ünü -hem de üniversite de hep gölgesinde kaldığı takım arkadaşı Jamison’ın önünde- alarak ulaştı. Carter bir çok inanılmaz hava hareketi ile NBA Action’ların vazgeçilmez oyuncusu olmuş, NBA’de aradığı kanı bulmuştu. Lokavt sırasında iade edilen sezonluk biletler, Toronto’nun salonu Air Canada’da neredeyse yok satarken, deplasman maçlarında da Carter’ı izlemeye gelen seyirciler sayesinde NBA’in izlenme oranı artıyordu.

2000 SLAM DUNK ŞAMPİYONLUĞU
Carter 1999-00 sezonuna fırtına gibi girdi. İlk 8 maçta 25.7 sayı ortalamasını tutturdu. Sezonun 10. maçında şampiyonluk adaylarından Lakers’ı deplasmanda 111-102 yendikleri maçta 34 sayı, 11 ribaund, 4 asist ile bir kez daha NBA seyircilerinin hayranlığını kazandı. Genelde Toronto’nun maçlarını hiç yayınlamayan ulusal kanallar, artık gelen yoğun istekleri karşılayabilmek için Carter’ın maçlarını yayınlamaya başlamışlardı. 14 Ocak’ta 115-110 galip geldikleri Milwaukee maçında 47 sayı ile ilk defa 40 sayı barajını geçen Carter, 13 Şubat’ta ki All-Star maçına kadar oynanan 47 maçta 24.5 sayı ortalamasını tutturdu. Oakland’da düzenlenecek All-Star maçı seçimlerinde bütün NBA yıldızlarını geçerek en fazla oyu alan Carter, maçtan bir gün evvel düzenlenen slam dunk yarışmasında da finalde kuzeni Tracy McGrady ve Steve Francis’i geçerek şampiyonluğa ulaştı. İlk All-Star maçında sahaya ilk 5’te çıkan Carter, smaç şampiyonasından enstantaneler sunduğu maçta 28 dakika oyunda kaldı ve 12 sayı üretti. All-Star maçından tam 2 hafta sonra 27 Şubat’ta Phoenix’te 103-102 galip geldikleri maçta, 51 sayı ile kariyer rekorunu kırdı. Regular sezonda 25 kere 30 sayı, 63 kere de 20 sayı barajını geçti ve hiç bir maçta 10 sayının altına düşmedi. Ayrıca 9 kere double-double ve 10 Nisan’da Cleveland’a karşı 14 sayı, 11 ribaund ve 10 assist ile ilk triple-double’ını yaptı. Sezon sonunda ortalama 38 dakika sahada kalarak çoğu maçta hücum da sürüklediği takımında, %46.5 saha içi, % 40 üç sayı yüzdeleri ile 25.7 sayı, 5.8 ribaund, 3.9 asist, 1.34 top çalma ve 1.12 blok ortalamalarını tutturdu. Bu başarılı 82 maçlık regular sezon sonunda, Toronto 45 galibiyet 27 yenilgi ile Doğu Konferansında 6. sırayı alıp, play-off’lara kalıyordu.
NBA kariyerinde ki ilk playoff maçını 23 Nisan’da New York’a karşı Madison Square Garden’da oynayan Carter 92-88 kaybettikleri maçta, 16 sayı ve 6 asist üretti. 2. maçta 27 sayı, 7 ribaund, 5 asist’lik performansı 84-83’lük yenilgiyi önleyemezken, Toronto’da oynanan 3. maçta 15 sayı, 8 asist ve 7 ribaund’a rağmen 87-80’lik skorla sezona ilk turda veda etti.
Carter, başarıya doyamadığı 2000 yılının yazında, Sidney’de Dream Team IV ile Olimpiyat Altın madalyasını boynuna taktı. Shaq, Kobe, Duncan ve Iverson’dan yoksun bir kadro ile mücadele eden Amerika’nın 8 maç sonunda 118 sayı ile en skorer oyuncusu olan Carter, yarı finalde zar zor 85-83 yendikleri Litvanya maçında 18 sayı ile en skorer oyuncu oldu. Fransa maçında Frederic Weis’in üzerinden yaptığı smaç ise aylarca konuşuldu. Bir çok NBA yazarı tarafından gelmiş geçmiş en güzel basket olarak değerlendirilen bu smaçın yanı sıra bir çok muhteşem harekete de imza atan Carter, bu turnuva sayesinde tüm dünya tarafından tanınmaya başladı.

2001 NBA DOĞU YARI FİNALİ

Geçen sezon artan tecrübesi ile Toronto takımını regular sezonda bir klüp rekoru olan 47 galibiyete taşıyan Carter, maç başına 39 dakika oyunda kalarak %46 saha içi, %43 üç sayı yüzdeleri ile 27.5 sayı (lig 5.si), 5.3 ribaund, 3.9 asist, 1.54 top çalma ve 0.85 blok ortalamaları ile tamamladı. Bu ortalamalarla ligin en iyi ikinci takımına seçilen Carter, bir kez daha All-Star oylamasında en fazla oyu alarak Washington’daki maçta Doğu takımının ilk 5 inde yer aldı. Maçı 16 sayı ile Iverson ve Bryant’tan sonra en skorer oyuncu olarak tamamlayan Carter, sezon için de 4 kere 40, 31 kere de 30 sayı barajını geçerken, 18 Kasım’da Milwaukee maçında 48 sayı ile sezonda kendisinin en yüksek skoruna ulaştı. Play Off’lar da ilk turda New York’a karşı 5 maçta 22.8 sayı, 7.2 ribaund ortalamaları ile oynarken son 2 maçta muhteşem oyunu ile ilk defa tur atlama sevincini yaşadı. Doğu Yarı Finalinde rakip Iverson’lı Philadelphia’ydı. Seri Iverson ile Carter’ın düellosu şeklinde geçerken, 1. maçta 35, 3. maçta 50 (13/9 üçlük), 6. maçta ise 39 sayı üretti. Fakat son maçta 20 sayı, 9 asist, 7 ribaund, 3 top çalma, 2 bloğu galibiyete yetmedi ve Toronto 2001 NBA ligine Doğu Yarı Finalinde elveda dedi. Gösterdiği performans ile bir çok eski NBA oyuncusu ile karşılaştırılmaya başlanan Carter, ligin genç yıldız oyuncularından biri olmuştu.
Ağustos Ayında 6 yıllığına 94 milyon $’a takımı ile tekrardan anlaşan Carter, Hakeem Olajuwan’ın takıma katılması ile bir yıl evvelki başarıyı tekrarlayacaklarını ve hatta geçebileceklerini söylüyordu.

DOĞU KONFERANSINDA ZİRVE YARIŞI
Bu sezon Carter için çok iyi başlamadı. İlk maçta Orlando karşısında 11/2 saha içi, 3/0 üçlük ve 7/7 faul ile sadece 11 sayı üretti ve 114-85’lik farklı mağlubiyeti önleyemedi. Daha sezonun ilk maçı Carter’ın artık sıkı savunmalarla karşılaşacağının bir belirtisiydi. Gerçekten’de şu ana kadar oynanan 43 maçta eski sezonlara göre daha sıkı savunulan Carter, düşen şut yüzdesine rağmen, artan asist ortalaması ile takımına 25 galibiyet getirmeyi başardı. 10 Kasım’da Utah’da 14/8 üçlük ile 43 sayı üreten Carter, 7 ve 9 Aralıkta ard arda Denver ve Phoenix maçlarında 42 sayı ile oynadı. Şu anda 25.6 ile sayı krallığında 5. sırada bulunan Carter, 10 Şubat’ta Philadelphia’da düzenlenecek All-Star maçı oylamasında da 1.287.003 oyla bir kez daha ilk sırayı aldı.
Michael Jordan, NBA ligine geri döndü. Ama ne yazık ki eski hava hareketleri ile değil. Fakat Jordan’ın eski muhteşem smaçlarının, inanılmaz turnikelerinin, yakını ve belki de daha muhteşemleri, Toronto’nun 15 numaralı oyuncusu Vince Lamar Carter ile devam etmekte. Bryant, Iverson, Duncan, Pierce, Garnett, gibi ligin yeni nesil oyuncularının en başarılısı, henüz şampiyonluk veya bir MVP ödülü almamasından dolayı belki Carter değil ama, kim ne derse desin ligin en spektaküler, en ilgi çeken ve en çok izlemekten zevk alınan oyuncusu Vince Carter. Yakın gelecekte takıma katılacak tecrübeli (ama, Hakeem Olajuwan gibi -eskiden ne kadar başarılı olursa olsun- kariyerinin son yıllarını yaşayan bir oyuncu değil) ve daha yetenekli 1-2 oyuncu ile Toronto, NBA Finaline ulaşırsa bunda en büyük pay da Carter’ın olacaktır. O da böylelikle gerekli ödüllere ve hatta NBA Şampiyonluk yüzüğüne ulaşabilir. Aynı Jordan’ın ligde ilk 6 yıl bekledikten sonra Pippen, Grant gibi oyuncularla şampiyonluğa ulaştığı gibi…
__________________
вιzє єğℓєηмєуι уαηℓış öğяєттιℓєя çüηкü σηℓαя нιç "ραѕ¢αℓ ησυмα" ιℓє ∂ιѕ¢σуα gιтмє∂ιℓєя...
AyTeK54 Ofline   Alıntı ile Cevapla
Alt 14-11-2006, 12:22   #8
iLHAN-MANSiZ
Guest
 
iLHAN-MANSiZ - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 

tşk. ettim paylaşım için AyTeK54...
  Alıntı ile Cevapla
Alt 16-11-2006, 15:03   #9
Forumun Basketçisi
 
AyTeK54 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 

KAN, TER VE GÖZYAŞI, KEVIN GARNETT

Blood, Sweat & Tears (Kan, Ter ve Gözyaşı)
KEVIN GARNETT

“DA KID” artık büyüdü ve tek hedefi takımını başarıya taşıyarak “DA M.V.P” olmak!!

Kevin Garnett, şüphesiz son yıllarda NBA’deki en büyük oyunculardan biri. Ama NCAA’i pas geçerek doğrudan NBA’e atılması onun önüne bir çok zorluk çıkarttı. NBA zaten acımasız ve büyük para oyunlarının döndüğü bir ligdir eğer insanlar sizin hassas olduğunuz bir noktayı yakalarsa, etik olsun ya da olmasın, kazanmak için bunu size karşı kullanmakta bir an için bile tereddüt etmez. KG’de küçük yaşta kurtlar sofrasına atılmasına rağmen tanrı vergisi yeteneği ve mücadeleden asla kaçmayan yapısıyla sağ kalmasını bildi ve NBA değirmeninde öğütülen onca genç ve yetenekli oyuncudan biri olmamayı başardı. Kendi ifadesiyle o, her çıktığı maçta bir “yaşam” mücadelesi verdi ve takımı yenilse de çoğu kez bu mücadeleden galip ayrıldı. Artık O, NBA’de herkesin saygı duyduğu bir oyuncu. Geçtiğimiz NBA All-Star maçında aldığı MVP ödülü, yıllardır bir ünvana susamış KG’nin NBA’in en iyi oyuncularından biri olduğunu tasdik ederken, KG’i öyle bir kamçıladı ki 7-9 Şubat tarihindeki All-Star haftasonundan sonra çoşan KG’yi ve onun Timberwolves’unu durdurmak neredeyse imkansız hale geldi. Bu kez Garnett, All Star MVP ödülünden çok daha büyük ve prestijli bir ödülü gözüne kestirdi ve şu ana kadar ortaya koyduğu performansla bu onuru sonuna kadar hakediyor: Normal Sezon MVP Ödülü!!..

Adam Olacak Çocuk
Kevin Maurice Garnett, 19 Mayıs 1976’da Mauldin-Güney Carolina’da doğdu. KG çocukken birazcık sokakta gezen belalı tiplerden de olsa (Okulda beyaz bir çocuğun bileğinin kırıldığı bir kavgaya karıştığı için tutuklanmıştı) genelde vaktinin çoğunu idolü Magic Johnson gibi iyi bir basketbolcu olabilmek için Springfield Park’ta basketbol oynayarak geçiriyordu. Hatta Kevin, kendisini basketbola o kadar kaptırıyordu ki yanında biri olsun ya da olmasın çoğu kez gece yarısına kadar parkta kalarak şut atmaktaydı. Kevin’ın öz babası O’Lewis McCullough da tam anlamıyla bir basketbol delisiydi. KG’nin üvey babası ise onun basketbol oynamasına pek de sıcak bakmıyordu. Annesi Shirley Irby Garnett de çocuğunun basketbol gibi “boş işler” ile uğraşacağına oturup ders çalışarak üniversiteye gitmesini arzulamaktaydı. Ama KG’nin okul ve derslerle arası pek iyi değildi. Onun tek yapmak istediği basketbol oynamaktı. Bu yüzden Kevin, herkesten gizli olarak lisesinin basketbol takımı Mauldin Mavericks’te oynamaya başladı. Kevin’ın ailesinin ise bundan haberi yoktu. Öğrendiklerinde de çoktan iş işten geçmiş ve Garnett maçlara çıkmaya başlamıştı. Artık Kevin’ın basketbol oynamasının engellenemeyeceği aşikardı. Üstelik Kevin, bu oyunu gayet de iyi oynuyordu. Lisedeki ikinci yılında KG’nin ünü giderek yayılmaya başladı. Garnett’in maçlarını kaçırmak istemeyen insanlar Mauldin Lisesi’nin salonuna akın ederek onun basketbol şovunu izliyordu. KG, o günlerde basketbol vasıtasıyla Stephon Marbury isminde New York’lu bir genç ile tanışıyor ve ikilinin arasındaki dostluk, kısa zamanda adeta iki kardeşin ilişkisine dönüşüyordu. KG, Güney Carolina’da Mauldin Lisesinde “Mr.Basketball” seçildikten sonra son sınıfta Chicago, Illinois Eyaleti’ndeki Farragut Akademisi’ne geçmek zorunda kalmıştı. 1995 sezonunda %66.6 şut yüzdesi ile 25.2 sayı, 17.6 ribaund, 6.7 asist ve 6.5 blok ortalamarıyla oynayarak, spektaküler smaçları ile adını duyuran ama ne yazık ki kötü bir trafik kazası sonucunda bir lise efsanesi olmaktan öteye gidemeyen Ronnie Fields (1996’da Amerikanın en iyi beş lise oyuncusundan biri olarak seçilmişti) ile birlikte takımını 28-2’lik bir seride sırtlayan oyuncu olurken Amerika’nın en yüksek tirajlı gazetelerinden USA TODAY tarafından yılın basketbol oyuncusu olarak seçilirken, Parade ve Slam Dergilerince de Amerika’daki en iyi beş lise oyuncusundan biri olarak gösterildi. Kevin’ın Brooklyn’li kankası Steph ise Parade tarafından 1995 yılının en iyi lise oyuncusu seçilmişti.
Garnett, Springfield'da düzenlenen birinci Nike Hoop Summit turnuvasında, Amerikan Genç Milli takıma davet edildi ve ilk defa Amerikan Ulusal formasını giydi. Yapılan maçta Amerikan Genç Milli Takımı, uluslararası oyunculardan oluşan karma takımı zor da olsa 86-77 mağlup ederken KG, 10 sayı, 10 ribaund ve 9 blokla triple-double'ı kıl payı kaçırıyordu. (1999'da KG, Porto Riko’da düzenlenen Amerika Kıtası Olimpiyat elemelerinde ikinci kez milli formayı giyme şansını yakaladı. KG'li Amerikan Milli takımı, 11 günde çıktığı 10 maçın 10'unda da galip gelerek altın madalyaya uzanırken, Garnett 11.9 sayı, 7.0 ribaund, 1.9 asist, 2.2 blok ve 1.7 top çalma ortalamaları ile Gary Payton, Tim Duncan ve Jason Kidd ile birlikte takıma kattığı yüksek enerji ve nefes kesen smaçlarıyla seyircilerin beğenisini toplamıştı)
Tekrar KG’nin Lise son sınıftaki son günlerine dönelim. KG, Ron Mercer, Shareef Abdur-Rahim ve Stephon Marbury gibi ülkenin en iyi lise oyuncularını karşı karşıya getiren St.Louis’deki 1995 McDonalds All-American maçında 18 sayı, 11 ribaund, 4 asist ve 3 blok üreterek, Most Outstanding Player ödülünü kucaklarken (1995 McDonalds All-American maçında oynayan ve şimdi NBA’de forma giyen diğer oyuncular: Kobe Bryant, Vince Carter, Paul Pierce, Chauncey Billups, Antawn Jamison ve Robert Traylor) ardında toplam 2533 sayı, 4807 ribaund ve 739 blokluk bir lise kariyeri bırakıyordu. Normal şartlar altında Kevin Garnett çapında bir oyuncuyu kapmak için çoğu NCAA takımı kıyasıya bir yarışa girerdi (KG’nin NCAA’de oynayamıyacağı belli olmadan önce Michigan, Michigan State, DePaul, North Carolina ve Illinois üniversiteleri ile görüştüğü söyleniyordu) ama Kevin, son SAT sınavında kaldığında artık koleje kabul edilme ihtimali ortadan kalkmıştı. İşte bu yüzden artık şansını NBA’de denemeye karar verecekti.

Kuzu Postuna Bürünen Timberwolves’un Hain Planı!!..
1995 NBA Draftına; Jerry Stackhouse, Rasheed Wallace, Antonio McDyess, Joe Smith, Damon Stoudemire ve Michael Finley gibi bir çok bomba isim katıldığından Kevin Garnett’in kaçıncı sıradan seçileceği merak konusuydu. Çünkü 1975 Draftında Philadelphia tarafından 5.sıradan seçilen Darryl Dawkins’den tam 20 yıl sonra ilk defa bir Lise oyuncusu NBA draftında seçilme şansına sahipti. (NBA tarihinde, üniversitede oynamadan liseden direk lige katılan ilk oyuncu efsanevi Moses Malone’dur. NBA Draftında 1.sıradan seçilen ilk liseli oyuncu ise 2001’de Washington Wizards tarafından seçilen Kwame Brown’dur)
Bu sırada Minnesota’nın basketbol faaliyetlerinden sorumlu başkan yardımcısı eski Celtics efsanelerinden Kevin McHale ve takımın coach’u Flip Saunders, Timberwolves için ilginç bir draft stratejisi belirlemişti. Ortalığa Kevin Garnett’in bulunmaz bir Hint kumaşı olduğuna ve onu kesinlikle kaçırmayacaklarına dair söylentiler yayacaklardı. Böylelikle spekülasyonlara aldanıp paniğe kapılan takımlardan birinin “Bu adamların kesin bir bildiği vardır!! Biz elimizi bunlardan önce tutalım da şu çocuğu alalım” diye Garnett’ı seçeceğini ümit ediyorlardı. Hayallerindeki oyuncu ise North Carolina’da Michael Jordan’ın tahtına aday gösterilen skorer guard- forvet Jerry Stackhouse idi. McHale ve Saunders planlarının tıkır tıkır işleyeceğini, bu şekilde de diğer takımları “kekleyerek” Stack’in doğrudan kucaklarına düşmesini sağlayacaklarını hesaplamaktaydı.

“Flip eğer bu çocuk başaramazsa ikimiz de kovuluruz!!” Kevin McHale

Ama Garnett, Minnesota’nın planlarını çöpe atan isim oldu. O güne kadar bir tek Minnesota yetkilisi bile Garnett’i izlemeye gitmemişti. Bu yüzden KG’nin nasıl bir oyuncu olduğuna dair en ufak bir fikirleri bile yoktu. Garnett, Chicago’da çıktığı bir work-out’ta öyle bir basketbol şovu sundu ki Saunders ve McHale salondan ayrılırken ikisinin de ağzı açık kalmıştı. Tam salonun dışına çıktıklarında Saunders döndü ve McHale’e şunları söyledi: “Kevin bu çocuğu alacağımızı kimse bilmemeli!! Eğer onu 5.sırada alabilirsek şanslıyız.” Bir önceki sezonda ancak 21 galibiyet alabilen Timberwolves için yazarlar, takımı çekip çevirebilecek ve kendisini NCAA’de ispatlamış Damon Stoudemire gibi bir guard’a ihtiyaç duyulduğunu yazmaktaydı. Bırakın Garnett gibi daha olgunlaşmamış bir lise oyuncusunu Jerry Stackhouse’un bile bir kumar olabileceğini iddia ediyorlardı. Yani Garnett gibi uzun yıllara yayılması gereken bir draft planının başlangıcı, değil kumar oynamak intiharın ta kendisiydi!! Drafttan evvel McHale, Saunder’s şöyle dedi: “Flip eğer bu çocuk başaramazsa ikimiz de kovuluruz!!”
Draft gecesinde Maryland’li Joe Smith (ki gelecek yıllarda Minnesota’yla usulsüz anlaşma yaparak Timberwolves’un başını oldukça ağrıtacaktı) 1.sırada Golden State tarafından seçiliyordu. Clippers hakkını Antonio McDyess’dan, Sixers Jerry Stackhouse’tan ve Washington da Rasheed Wallace’tan yana kullanmıştı. Beşinci sıradaki Timberwolves’ta ise McHale ve Saunders, Garnett’ı kaçırmamanın getirdiği rahatlıkla oldukça derin bir nefes alıyordu.
Minneapolis Lakers’tan Minnesota Timberwolves’a…
Minnesota, 1989-90 sezonunda Orlando Magic’le beraber NBA’e katıldığında, Minneapolis ikinci kez bir NBA takımına ev sahipliği yapma şansını yakalamıştı. Şehrin ilk NBA takımı ise daha sonra Los Angeles’a taşınacak olan ve George Mikan ve Elgin Baylor gibi efsanevi isimlerin oynadığı Minneapolis Lakers idi. Timberwolves bir anda Minnesota’ya yeni bir heyecan getirdiyse de takımın aldığı kötü sonuçlar ve genelde sezonu hep 3 aşağı 5 yukarı 20 galibiyet alarak tamamlamaları neticesinde heyecan duygusu yerini hayal kırıklığına bıraktı.
Minnesota o kadar kötü bir takımdı ki hatırlarım babam, ben 12-13 yaşımdayken bana televizyona bağlanan oyunlardan almıştı. Tabii o zamanlar şimdiki gibi playstation falan yok. Benim de favori oyunum binbir güçlükle bulduğum “dandik” bir NBA oyunuydu. Oyunun tasarımcısı Çinli programcı, fanatik bir Knicks taraftarı ve Starks hayranı olduğu için John Starks oyundaki en iyi oyuncu olarak tasarlanmıştı. Ben de New York Knicks’in karşısına “ezik” Minnesota’yı alıp John Starks’a 50 üçlük attırmaya ya da Patrick Ewing’e 40 blok yaptırmaya uğraşırdım. İşte Kevin Garnett geldikten sonra Minnesota’nın oyunlara bile yansıyan bu makus talihi tersine döndü.
Dikkat Koca Köpek Var!!
Garnett gerçek anlamda ilk profesyonel maçına Milwaukee Bucks karşısında çıktı. KG bu maçı şöyle anlatıyor: “İlk maçımda karşımda Glenn “Big Dog” Robinson vardı. Başlarda maç oldukça keyifliydi. Çünkü posterleri odamın duvarlarını süsleyen biri karşısında oynamak bana heyecan veriyordu. Ama maç ilerledikçe çabuk öğrenmek zorunda kaldım. Big Dog bazı pozisyonlarda gerçekten bana günümü gösterdi. Ama ikinci karşılaşmamızda intikamımı aldım. Çünkü bu kez hazırlıklıydım. Rövanşta 6 kez Bucks potasına bastım. Ayrıca koca köpeği de %34 şut yüzdesiyle oynattım. Daha ne isteyebilirdim ki!!”
Garnett kariyerinin ilk üç ayına takımın yedek kısa forveti olarak başladı. (Bu aradaGarnett’e de kısa forvet diyoruz ya insaf, adam 2.11!!) Bu 3 aylık sürede ise 6.2 sayı ve 3.8 ribaund ortalamaları ile oynuyordu. Hatırlayacaksınız, geçtiğimiz aylarda Kenny Smith ve Charles Barkley’in Yao Ming hakkında girdikleri iddia ve Sir Charles’ın bir eşşeğin oldukça nazik bir kısmına buse kondurmasıyla neticelenen olaylar, Smith’in Ming hakkında yorum yaparken KG’nin de ilk aylarında pek parlak bir performans ortaya koyamadığını ama sonra kendisini yavaş yavaş toparladığını hatırlatmasıyla başlamıştı.
Gerçekten de Garnett, kendisine ilk beşte yer bulmaya başladığı Ocak ayında aniden ortalamalarını 14.0 sayı ve 8.4 ribaund’a çıkardı. All-Star haftasonunda çaylaklar takımına da seçilen KG, Batı takımı hanesine 8 sayı, 6 asist, 4 ribaund eklerken Doğu takımında Damon Stoudemire ve Jerry Stackhouse etkili oyunlarıyla takımlarını 94-92’lik skorla Batı karşısında galibiyete taşıyordu. KG çaylak sezonunda 10.4 sayı ve 6.3 ribaund ortalamaları ile oynayıp NBA’in en iyi ikinci çaylak takımına (All Rookie Second Team) seçildi. Ama Minnesota KG’nin katkısına rağmen bir kez daha 20’li galibiyetlerden kurtulamamıştı.

“Kevin hep 2.13’e ulaşırsa onu pivot olarak oynatıp Shaq gibi uzunların üzerine salacağımı zannettiği için boyunun birazcık daha uzamasından ödü kopuyordu. Onu 3 numarada oynatıp rakiplere kan kusturmak varken hiç pivot oynatacak kadar budala olabilir miyim??” Flip Saunders

Yoksa siz boyunuz kısa diye mi üzülüyorsunuz??
Kevin Garnett’in o dönemdeki en büyük korkusu uzun boyu nedeniyle Saunders’ın kendisini pivot olarak oynatmasıydı. KG draft edildiğinde takımın başkan yardımcısı Kevin McHale ile aynı boydaydı. Ama aradan 14 ay geçtikten sonra KG, artık McHale ile yan yana durduğunda ona 6 cm kadar yukarıdan bakıyordu. Kevin bu boy meselesini o kadar kafasına takmıştı ki periyodik boy ölçümlerinden birinde adeta gazetecilere yalvararak: “Hayır!! Lütfen etrafta benim 2.11 olduğumu söyleyip durmayın!!” şeklinde bir istekte bulundu. Garnett’ı asıl tedirgin eden şey ise coach Saunders’ın odasının duvarına astığı ve KG’nin boy gelişimini takip ettiği bir çizelgeydi: “Kevin hep 2.13’e ulaşırsa onu pivot olarak oynatıp Shaq gibi uzunların üzerine salacağımı zannettiği için boyunun birazcık daha uzamasından ödü kopuyordu. Onu 3 numarada oynatıp rakiplere kan kusturmak varken hiç pivot oynatacak kadar budala olabilir miyim?? O, 1.88’lik bir oyuncu kadar hızlı ve çabuk. Büyük oyuncuların tanrı vergisi bazı özellikleri vardır. Kevin Garnett’in olduğu gibi. Bu tür şeylerin nasıl olduğunu sorgulayamazsınız sadece kabul edersiniz. ” Doug Collins de Garnett’in fiziği hakkında şu yorumda bulunmuştu: “Bence tüm büyük yıldızlar gibi Garnett de genetik bir ‘kaçık’ !!”
KG’ye dokunan yanar!!
İlk sezonunun ardından McHale ve Saunders takım ile ilgili tüm planlarını Garnett üzerine inşaa etmeye başlamıştı. Düşünün ki o yıla kadar takımın en önemli oyuncularından ve “orjinal” Dream Team’in de üyesi olan Christian Leattner, KG’e yönelttiği bazı eleştirilerden sadece bir kaç gün sonra takımdan postalanıyordu. (KG ile arası hafif limoni olan Wally Szczerbiak’ın dikkatine!!) KG ise önceleri kendisinin üzerine bu kadar düşülmesinden rahatsızlık duyduysa da duruma çabucak alıştı: “Sanırım herkes iyi iş çıkarttığımın farkındaydı. Sezon sonunda parçaları yerli yerine oturtmayı başardım. Skor üretiyordum, savunmada çemberin etrafını kolluyordum ve takımın sahada daha agresif olmasını sağlıyordum. Coach, sahada kendi başımın çaresine bakabildiğimi görünce benden daha fazlasını yapmamı istedi. Önce benim bir lider olmam gerektiğini sonra da takımı benim üzerime kurmak istediklerini söylediler. Herşey o kadar çabuk olmuştu ki!! Ben hala basketbolu ve NBA’i öğrenmeye çalışıyordum. Ve onlar benim omuzlarıma sanki 8 yıllık oyuncularıymışım gibi sorumluluk yüklüyorlardı. Ama sonra bunu yapabileceğimi anladım.”
İlk Play off sevinci ve bir kabusun başlangıcı
1996-97 sezonuna da McHale ve Saunders draftta büyük bir kumar oynarak başladı. Garnett’in koca sezon boyunca “Bakın adamım Steph, Georgia Tech’te ne güzel oynuyor seyretsenize, hadi onu bize alalım” tarzındaki beyin eti yeme seanslarının da etkisiyle Wolves, draftta Ray Allen’ın hakları karşılığında KG’nin kankası Stephon Marbury’i takıma katıyordu. Kevin Garnett ve Stephon Marbury uyumu işe yarayıp üstüne üstlük onlara bir de Tom Gugliotta desteği eklenince Timberwolves, normal sezonu 40 galibiyet ile tamamlayarak tarihinde ilk defa play-off’a kaldı.
Minnesota tarihinde bir diğer ilk de KG ve Gogliotta’nın All-Star maçında oynamasıydı. KG maçı 7/1 şut yüzdesiyle 6 sayı, 9 ribaund ile tamamlarken, Gugliotta 7/3 şut yüzdesiyle 9 sayı, 8 ribaund ile oynadı. Minnesota’nın playoff yolculuğuna geri döndüğümüzde, Wolves’un ilk turdaki rakibi yarı Dream Team kıvamındaki Houston Rockets’tı. Minnesota belki bir sürpriz peşindeydi ama Clyde “the glide” Drexler, Charles Barkley ve Hakeem O’lajuwon üçlüsü Minnesota’yı paramparça ederek Timberwolves’u süpürdü.
KG ve Marbury arasına giren kara kedi
1997-98 sezonu Minnesota için yeni ilkleri de beraberinde getirdi Steph ve KG liderliğindeki Minnesota, ligde çok canlar yakıp 45 galibiyet alarak ilk kez %50’lik galibiyet yüzdesinin üzerine çıktı. KG ise 18.5 sayı ve 9.6 ribaund ortalamaları ile oynayarak bir kez daha All-Star maçında yer almayı hakettiğini kanıtlamıştı. Üstelik bu kez maça Batı takımının ilk beşinde başlıyordu. KG, 12 sayı ve 4 ribaund ile oynarken maçın kahramanı hasta yatağından kalkarak maça gelen ve kan kokusu alıp saldıran köpekbalıkları misali üzerine oynayan Kobe’yi ekarte ederek 23 sayı, 8 asist ve 6 ribaund üreten majesteleri Michael Jordan olmuştu.
Timberwolves, geçen yıldan elde ettiği tecrübelerle bu kez play off’ta daha başarılı olacaklarını düşünüyordu ama playoff’un ilk turunda karşılaştıkları Seattle özellikle Gary Payton’ın üstün performansıyla seriden galip ayrılan taraf oldu. Yalnız alınan bu sonuç takımda önemli değişikliklerin doğuşuna zemin hazırlayacaktı. McHale, KG ile 125 milyon $ karşılığında dudakları uçuklatan 6 yıllık bir anlaşma yapmıştı. Takımın diğer önemli yıldızı Marbury ise takımda arka plana itilmekten oldukça rahatsızdı. Sezonun başlamasıyla Marbury’nin düşünce tarzındaki değişiklik sahaya da yansımaya başladı. Marbury, eskisine göre daha çok şut kullanmaya ve “attırmaktan” çok “atmaya” yönelik oynamaya başlamıştı. Takımın en kritik anlarda top kullanan “crunch time” atıcısının kendisi olması gerektiğini iddia ediyor ve Seattle serisini kaybedilme nedeni olarak da bunu ileri sürüyordu. Sonunda Marbury, Saunders’a giderek sözleşmesi bitip Free Agent olduğunda Minnesota’nın getireceği hiçbir teklifi kabul etmeyeceğini, mümkünse ailesi ve arkadaşlarının yaşadığı New York’a veya New Jersey’e takas edilmesini istedi. Bunun üzerine Minnesota yönetimi Marbury’i 3 takımın dahil olduğu bir takasla New Jersey’e gönderip yerine benim bir zamanlar en çok beğendiğim guardlardan biri olan Terrell Brandon takıma kazandırıldı. Lock Out nedeniyle 50 maça indirgenen normal sezonda Timberwolves, 25 galibiyet ve 25 mağlubiyet alarak bir kez daha playoff’a kalırken Garnett’in çabalarına rağmen takım, her zamanki alışkanlığını sürdürerek ilk turda Tim Duncan ve San Antonio Spurs fırtınasına boyun eğiyordu.
1999-00 sezonunda takıma katılan çaylak oyuncu Wally Szczerbiak ve tercübeli guard Terrel Brandon’ın da desteğini arkasına alan Kevin Garnett, her zaman yaptığı gibi ortalamalarını bir önceki sezona göre yükselterek 22.9 sayı, 11.8 sayı ve 5.0 asist’le oynarken Timberwolves, 50 galibiyet’e ulaşmıştı. Ama artık taraftarları bezdiren bir biçimde bu kez de Portland’a play offların ilk turunda eleneceklerdi.
2000-01sezonu Malik Sealy’nin bir trafik kazasında ölümü ve Joe Smith’le yapılan illegal sözleşme nedeniyle tatsız başladı. Yine de Garnett gemisini kurtarmaya çalışan kaptan olarak maç başına 22.0 sayı ve 11.4 ribaund’lık double double performansıyla takımına 47 galibiyet kazandırdı. Ama adeta pilav günleri gibi geleneksel bir hale gelen play off ilk tur kabusu tekrar Timberwolves’un üzerine çöktü ve San Antonio zorlanmadan Minnesota’yı 3-1’lik skorla eledi.
Aynı filmi geçen yıl da Dallas karşısında izledik. Geçen onca yılda filmin senaryosunda değişen tek şey katillerdi ama kurban hep Minnesota’ydı. Taraftarlar artık Kevin Garnett’in liderliğini ve takımın geldiği noktayı iyice sorgulamaya başlamıştı. KG Timberwolves tarihinin toplamda en çok sahada kalan, en çok top çalan, en çok asist yapan, en skorer ve en çok top kesen oyuncusuydu. Son 3 sezonda sürekli olarak NBA’in en iyi savunma beşine (NBA All defensive first team) ve 98-99 sezonundan beri de All NBA takımlarının abonesi… Ayrıca Larry Bird, Wilt Chamberlain ve Oscar Robertson’la beraber NBA tarihinde 3 sezon üst üste 20 sayı,10 ribaund ve 5 asist barajını geçen 4 oyuncudan biri ama buna rağmen Minnesota iş play off’a gelince hep sefilleri oynadı. Rakip takımların seyircileri onlarla “Aslında ilk turu oynamasalar belki şampiyon bile olabilirler” şeklinde dalga geçmekteydi.
Yeni sezon başlamadan önce bu tarz espriler ve hakkındaki eleştiriler Kevin Garnett’i iyice öfkelendirmişti. KG, sezona bu öfkenin verdiği hırsla başladı. Hele 37 sayı, 9 ribaund ve 5 top çalmayla oynayıp MVP seçildiği All-Star maçından sonra adeta çıldırdı. Şu anda Timberwolves, All Star maçından beri oynadığı 17 maçın 13’ünden galip olarak ayrıldı. Lakers maçını saymazsanız, KG bu karşılaşmaların hiçbirinde 20 sayının altına düşmedi ve sayı, ribaund ve asistte triple double’a yaklaşan istatistiklerle oynadı. Şu anda ligde 23.1 ile sayı krallığında 8., 13.2 ile ribaund krallığında 2., 67 maçta 56 double-double’la 1. sırada. Ayrıca 5.8 ile asist krallığında 16.sırada ve bir çok gerçek guarddın sıralamada üstünde. Kuşkusuz KG, normal sezonun en önemli MVP adaylarından biri hatta birincisi. Yalnız işler normal sezonda ne kadar iyi giderse gitsin asıl önemli olan Minnesota’nın Play-off’ta nasıl bir performans sergileyeceği. Ama ne olursa olsun NBA, Garnett’e çok şey borçlu. Sadece insanlara sunduğu enfes basketbol şovu yüzünden değil. Eğer Garnett küçük yaşta cesareti ve yeteneği ile sahada kan ter ve gözyaşı dökerek kendisini acımasızca eleştiren onca insana ve baskıya göğüs germeseydi NBA’de liseliler hakkındaki tabu daha da sertleşen bir mizansen içinde genç yeteneklerin karşısına çıkacaktı. Ve kimbilir, belki bugün biz liseden direk profesyonelliği seçen Kobe Bryant, Tracy McGrady, Jermaine O’Neil ve Amare Stoudamire gibi pek çok yetenekli genci NBA’de göremeyecektik. Eğer LeBron James seneye birinci sırada seçilirse herkesten önce tek bir kişiye teşekkür etmeli: O da kendisine bu yolu açan Kevin Garnet!!..
__________________
вιzє єğℓєηмєуι уαηℓış öğяєттιℓєя çüηкü σηℓαя нιç "ραѕ¢αℓ ησυмα" ιℓє ∂ιѕ¢σуα gιтмє∂ιℓєя...
AyTeK54 Ofline   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bu konuyu arkadaşlarınızla paylaşın


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 
Seçenekler
Stil

Yetkileriniz
You may not post new threads
You may not post replies
You may not post attachments
You may not edit your posts

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-KodlarıKapalı
Trackbacks are Açık
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık




Türkiye`de Saat: 14:07 .

Powered by vBulletin® Copyright ©2000 - 2008, Jelsoft Enterprises Ltd.
SEO by vBSEO 3.3.2

Sitemiz CSS Standartlarına uygundur. Sitemiz XHTML Standartlarına uygundur

Oracle DBA | Kadife | Oracle Danışmanlık



1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147 148 149 150 151 152 153 154 155 156 157 158 159 160 161 162 163 164 165 166 167 168 169 170 171 172 173 174 175 176 177 178 179 180 181 182 183 184 185 186 187 188 189 190 191 192 193 194 195 196 197 198 199 200 201 202 203 204 205 206 207 208 209 210 211 212 213 214 215 216 217 218 219 220 221 222 223 224 225 226 227 228 229 230 231 232 233 234 235 236 237 238 239 240 241 242 243 244 245 246 247 248 249 250 251 252 253 254 255 256 257 258 259 260 261 262 263 264 265 266 267 268 269 270 271 272 273 274 275 276 277 278 279 280 281 282 283 284 285 286 287 288 289 290 291 292 293 294 295 296 297 298 299 300 301 302 303 304 305 306 307 308 309 310 311 312 313 314 315 316 317 318 319 320 321 322 323 324 325 326 327 328 329 330 331 332 333 334 335 336 337 338 339 340 341 342 343 344 345 346 347 348 349 350 351 352 353 354 355 356 357 358 359 360 361 362 363 364 365 366 367 368 369 370 371 372 373 374 375 376 377 378 379 380 381 382 383 384 385 386 387 388 389 390 391 392 393 394 395 396 397 398 399 400 401 402 403 404 405 406 407 408 409 410 411 412 413 414 415 416 417 418 419 420 421 422 423 424 425 426 427 428 429 430 431 432 433 434 435 436 437 438 439 440 441 442 443 444 445 446 447 448 449 450 451 452 453 454 455 456 457 458 459 460 461 462 463 464 465 466 467 468 469 470 471 472 473 474 475 476 477 478 479 480 481 482 483 484 485 486 487 488 489 490 491 492 493 494 495 496 497 498 499 500 501 502 503 504 505 506 507 508 509 510 511 512 513 514 515 516 517 518 519 520 521 522 523 524 525 526 527 528 529 530 531 532 533 534 535 536 537 538 539 540 541 542 543 544 545 546 547 548 549 550 551 552 553 554 555 556 557 558 559 560 561 562 563 564 565 566 567 568 569 570 571 572 573 574 575 576 577 578 579 580