Beşiktaş Forum  ( 1903 - 2013 ) Taraftarın Sesi


Geri git   Beşiktaş Forum ( 1903 - 2013 ) Taraftarın Sesi > Kültür , Sanat Turizm, Gezi ve Seyahat Rehberi > Biyografi > Sanatçılar

Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
Alt 08-10-2007, 22:17   #1
Banned
 
onurozgen - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Ruhi Su

Click the image to open in full size.
Ruhi Su 1912'de Van'da doğdu. Asıl adı Mehmet'ti. Anne babasını çok küçük yaşlarda kaybetti. Kendi anlatımlıyla, "Birinci Dünya Savaşı'nın ortada bıraktığı çocuklardan biriydi". Van'dan Adana'ya getirilerek çocuğu olmayan, fakir bir ailenin yanında yaşamaya başladı. Onları; amcası ve yengesi biliyordu, öyle çağırıyordu. Mehmet, yanında yaşadığı ailenin ev işlerine yardım etmenin yanı sıra bir yandan çobanlık yapıyor, diğer yandan da bu işleri yaparken türküler söylüyordu.

Altı yaşına geldiğinde, Adana, İngilizler ve Fransızlar tarafından işgal edildi. Bu işgalin ardından Adana'lılar toplu olarak Toros Dağları'na kaçtılar. Mehmet de amcası ve yengesiyle birlikte kaç-kaç denilen bu göçün içindeydi. Kaç- kaç yılları boyunca Mehmet, hep çalışıp, verilen işleri yapmayı başardığı halde, yengenin hoşnutsuzluğu hiç bitmiyor Mehmet’i sürekli azarlıyor hatta dövüyordu. Geçen süre içerisinde Mehmet “amcanın” gerçek amcası olmadığını öğrenmesine rağmen savaşın anasız babasız bıraktığı çocukların içerisinde bunu fazla önemsemedi.


Mehmet, çok sağlıklı bir çocuktu. Doğanın bütün olanaklarını kullanmasını, doğayı sevmesini bilmiş, yaşamı boyunca zorlukları yenmiş ve içinde olgunlaştığı bu dönemleri hiç unutmamıştı. Çocuk denecek yaşta savaş denen şeyin, ne demek olduğunu içinde yaşayarak, seferberlik türküleri, marşlar söyleyerek öğrenmişti. Türküler öğreniyor, türküler söylüyor, komşular, özellikle de kadınlar, dinleyicilerinin başında geliyordu. Bu türküler küçük Mehmet’in müzik duygularını pekiştirmede ve değiştirmede önemli rol oynamıştı.

Adana'ya döndükten sonra, Mehmet, aile ile bin bir güçlükle, yaşamını sürdürüyordu. Yenge Mehmet’in yanlarında kalmasından sürekli rahatsız olarak sudan bahanelerle onu hırpalıyor ve sürekli eziyet ediyordu. Bir gün yine, sıradan bir kusurunu bahane ederek Mehmet'i dövmeye başlamış, bir türlü hırsını alamayarak Mehmet'i ağaca bağlayıp kamçı ile dövmüştü. Bu dayak, belki de Mehmet'in yaşamının dönüm noktası olmuştu. Onun bu kötü yaşamını bilen arkadaşı Hüseyin' in annesi, o gün ona, "Seni Hüseyin'in okuluna götürmemi ister misin ?" diye sormuş, Mehmet korkudan sadece başını sallayarak, evet diyebilmişti.

“Adana’ya döndüğümüzde on yaşındaydım. Hüseyin adında bir mahalle arkadaşım vardı. Annesi beni çok severdi. Bir gün “Gel oğlum, seni de Hüseyin’in okuluna yazdırayım daha rahat edersin” dedi. Hüseyin’in okulu dediği Öksüz Yurdu Darül Eytam’dı. O zamanlar Adana’da, Suphi Paşa derler, soylu aileden, nüfuzlu bir paşa vardı. “Köyden geldi, kimsesizdir” diye bir mektup yazıp “al bunu Öksüz Yurdu Müdürüne ver” dedi.



Mehmet cebinde mektupla Öksüzler Yurdu’na gitti. Müdür “Banyo yapsın, çocuğa elbise verin” dediğinde okula alındığını anlamıştı. Amca’nın bu olup bitenlerden haberi bile olmamıştı. Ruhi Su o günden sonra öğrenimine hep yatılı olarak devam edecekti.

“Oyun denen bir şeyin var olduğunu o zaman öğrendim, içim içime sığmıyordu, şaşkındım. Öksüzler Yurdu’nda çocukluğumu yaşamaya başladım. Önce sesimin farkına vardılar. Marşlar, şarkılar söyleyerek taburun önünde yürüyen gruba aldılar beni... Zaten önceden konu komşu hep beni çağırır türkü söyletirlerdi.”

Bir yıl sonra öksüzler yurdunun müzik öğretmeni Mehmet Tahir, yurda bir keman aldırtıp, Mehmet'i kemana başlattı. Dördüncü sınıfta kemana başlayan Mehmet, böylece, klasik müziğe de ilk adımını atmış oluyordu.

1925 de Ankara'da Müzik Öğretmen Okulu kurulmuştu. Türkiye'deki tüm öksüz yurtlarına; müziğe yetenekli, sesi güzel çocukların, sınav sonucu müzik öğretmen okullarına yollanması için bir bildiri yollandı. Adana Öksüzler Yurdu'ndan dördüncü Sınıf öğrencisi Mehmet ve beşinci sınıftan Şaban sınava girdiler. Mehmet sınavı kazandı fakat Şaban kazanamadı. Okul Müdürü Mehmet'i çağırarak, "sen bir sene daha bu okulda okuyabilirsin ama Şaban açıkta kalır, bu yıl onu kazanmış gibi gösterelim, sen nasılsa seneye yine sınava girersin." dedi. Mehmet de kabul etti. Gerçekten de kendisi giderse arkadaşı açıkta kalacaktı. Bir yıl sonra, sınavı kazanacağından emin olan Mehmet bir yıl



sonra beşinci sınıftan Suphi adlı arkadaşıyla birlikte tekrar sınava girdi ve sınavı kazandı. Kayıt işlemleri için dosyalar Ankara'ya gittiği sırada, dönemin Savunma Bakanı Recep Peker'den öksüz yurtlarına bir başka bildiri geldi. Bu bildiride: " okulu bitiren tüm çocuklar zorunlu olarak askeri okullara girecek." deniliyordu.

"Bize bunu duyurdular. Çok üzüldüm ama yerimi Şaban’a verdiğime hiç pişman olmadım. Suphi, ben ve diğer arkadaşlarımla birlikte, İstanbul Halıcıoğlu Askeri Lisesi'ne gidecektik. Yeniden müzik öğretmen okuluna nasıl gideceğimi düşünmeye başlarken, askeri okula gitme hazırlıklarımız başladı. Adana’da doktor kontrolünden geçtik. Göz muayenesinde az görüyormuşum numarası yaptım ama, sağlam olduğu karar verdiler. Bizi muayene eden doktorlar, isimlerimizi duydukça gülümsüyorlardı. O ara isimlerimizden dolayı, küçümsendiğimizin farkına varıyorduk. İsimlerimizi değiştirmeyi veya ek bir isim almayı kararlaştırdık. Ökkeş, Durmuş, Cumali, Ali Merdan gibi isimleri bırakarak "kibar" isimlerimizle İstanbul’a Halıcıoğlu Askeri Lisesi’ne geldik. Cumali, Ali Ulvi oldu, Suphi, Suphi Nijat oldu. Artık ben Mehmet Ruhi idim. (…)

İstanbul bir masal ülkesi gibiydi. Haliç’ten denize girilirdi. İnsanlara bakıyoruz, yapılara bakıyoruz. Askeri lisede herkes herkesle dayanışma içine girdi. İstanbul Öksüzler Yurdu öğrencileri bize yol gösterdiler. Beni kendi yurtlarındaki Ahmet Muhtar bey ile tanıştırdılar. Akşam oldu mu kantinde toplanırdık. Ağabeyler “hadi Ruhi çal” derlerdi... Keman çaldırırlardı. Bir aksam yine kantinde ağabeylere keman çalarken, okul komutanı içeri girdi " Ne yapıyorsunuz ? Bu ne rezalet?" dedi. Kemanı kaptığı gibi ayaklarıyım altına atıp, kırması bir oldu. Birkaç gün sonra, okul komutanı beni çağırdı. Kemanın parasını vermek isteyince, kabul

etmedim. Çok üzülmüştüm. Aklım fikrim Müzik öğretmen okuluna nasıl gidebileceğimdeydi. Buradan ayrılmanın yollarını arıyordum. Bir gün, Ahmet Muhtar bey "Ankara'ya gelebilir misin" diye sordu. Hiç bir şey düşünmeden gelirim dedim. Askeri liseden kaçmaya karar verdim. Kimliğim müdüriyette idi. Arkadaşlarım aralarında para topladılar, iki kimliği olan bir arkadaşım da kimliğinin birini bana verdi. Yanımda sahte bir kimlikle bavulumu hazırlayıp, trene bindim. O zamanlar trenlerde çok sıkı kontrol yapılırdı. Tam Polatlı'ya yaklaşırken, polisler geldi, sorular sormaya başladılar. Nereye gidiyorsun, nerede kalacaksın? Kimliğimi aldılar ve yarın, merkezden gel al' dediler. İstasyonda indim. Sırtımda koskocaman bir bavul. Önce Ulus, sonra Cebeci'ye yürüdüm. Nihayet Müzik öğretmen Okulu'nun önüne geldim. Ahmet Muhtar beyi buldum. Beni görünce şaşırdı. Nasıl geldiğimi sordu. Kaçtığımı duyunca derinden bir "eyvah" çekip, beni Askeri Liseler Müdürlüğü’ne yolladı. Sırtımdan bavulu indiremeden oraya gittim. Karşıma çıkan ilk yetkiliye durumumu anlatmaya başladım. Konuşmaya başlamamla birlikte gözümden yaşlar boşandı. Masada bir albay oturuyordu. Bir taraftan anlatıyor, bir taraftan da ağlamaya devam ediyordum. Albayın da gözlerinin dolduğunun farkına vardım. Ama cevabı şu oldu: "Seni kabul edersem herkes askeri okuldan kaçar." Sen okuluna dön, oradan dilekçe ile başvur."

Mehmet Ruhi büyük umutlarla gittiği o yolu iki inzibatla o akşam geri dönmek zorunda kaldı. Kaçtığı için hemen hapse attılar. İki gün orada kaldı, ama kaçtığına pişman olmadı. Müzik Öğretmen Okulu'na gitmenin yollarını daha kapsamlı düşünmeye başladı.



"O yıllarda, askeri okullara girme isteği çok fazlaydı. Öksüzler Yurdundan gelen çocuklar da isteğe bağlı olarak Gülhane Askeri Hastanesi'nde sağlık kontrolü yaptırıyorlardı. Çürük çıkan olursa, başka okullara gönderiliyordu. Okul komutanına çıkıp, beni hastaneye sevk etmesini istedim. Herkes askeri okullarda okumayı isterken, benim müzik okuluna gitmek isteyişime şaşırıyorlardı. Muayenelerim başladı. Göz muayenesinde, bütün harfleri yanlış okudum ama, doktorlar öksüzüm diye acıyıp sağlam raporu verdiler. Oradan kulak muayenesine gittim. Kulak doktoruna durumumu anlattım. İsteğimi tekrar tekrar söyledim. Beni çürük çıkarması için yalvardım. Hiç unutmuyorum "iltihabı üzeynden dolayı mektebe devam edemez" diye rapor verdi. Çok sevindim. Arkadaşlarım ve ağabeyler Müzik Öğretmen Okulu'na dilekçe yazdılar. Hazırlanmaya başladım. Okuldan dilekçeye "yerimiz yok, alamayız" diye cevap geldi.

Çürüğe çıktığı için Askeri Okul ile ilişkisi kesilen Mehmet Ruhi, Adana Öksüzler Yurduna geri gönderildi. Adana Lisesi parasız bir okuldu. Önce oraya gitti, sonra da Öğretmen Okuluna geçti. Bir yandan da okulda teneffüslerde keman çalmaya devam ediyordu. O sıralarda Adana'da, bir sinemada sessiz filmler oynatılmaktaydı. Bu sinemada, küçük bir de orkestra vardı. Filmdeki sahnelere göre, bu orkestra müzik yapıyordu. Orkestradaki Avusturya'lı Ervix, aynı zamanda Adana Öğretmen Okulunun da keman hocasıydı. Mehmet Ruhi ilk klasik batı müziği parçalarını ondan öğrendi. Askeri Liseden, Adana Öksüzler Yurdu'na dönüp, oradan da Öğretmen Okuluna geçtikten sonra, aşık olduğu ebe—hemşire olarak çalışan bir hanımla evlendi. Bir oğulları oldu, adını Güngör koydular.



Müzik Öğretmen Okulu'na geçtikten sonra eşi de Ankara'ya tayin olarak Numune Hastanesi'nde çalışmaya başladı. Eylül ayında, Ankara Müzik Öğretmen Okulu'nun giriş sınavı yapılacaktı. Yine arkadaşları aralarında para topladılar ve Mehmet Ruhi Ankara’ya gitti.

"Ankara'ya gittim ve sınava girdim. Sınavda ne çalarsın* diye sordular, ben de “morsolar" (parçalar) dedim. 'Bir konçerto çal' dediklerinde çok şaşırdım. Bu sözü ilk kez duyuyordum. Müzik imlası ve armoni sözlerini de ilk kez duyuyordum. Öğretmenlerden biri, sınava hazırlanmam için Vivaldi Sol Majör keman konçertosunu verdi. Bir arkadaştan ödünç keman buldum. Bir otel odasında gece gündüz çalıştım. Sınavı basarı ile verdim. Ulvi Cemal Erkin'in “son sınıfa girerse zorlanır, bir sınıf aşağısına girmeli” teklifine, tüm öğretmenler katıldılar."

Böylece Mehmet Ruhi, Müzik öğretmen Okulu'na girdi. Ancak gündüzlü olarak başarılı olursa, bir sene sonra yatılı olabilme koşuluyla. O yıllarda Orta Öğretim Müdürü olan Hasan Ali Yücel Mehmet Ruhi’yi çağırıp gündüzlü olarak nasıl okuyacağını sordu. Mehmet Ruhi arkadaşlarının kendisine yardım edeceğini söyledi. Hasan Ali Yücel de bunun çok zor olacağını, Konya’ya geri dönmesini söyledi. Talim Terbiye Dairesi üyesi Kazım Nami Duru, Mehmet Ruhi’nin masraflarını üzerine aldı. Çocuk esirgeme Kurumu’ndan her öğlen yemek almasını sağladı. Bu arada müzik okulu müdürü Müderris İsmail Hikmet Bey Mehmet Ruhi’nin Çocuk Esirgeme Kurumu’na gitmemesini, öğle yemeklerini birlikte yiyebileceklerini söyledi. Mehmet Ruhi bu şartlar altında ilk yılı başarı ile bitirerek yatılı okumayı hak etti. O sene, tek hece olduğu ve


kolay söylendiği için "Su" soyadını aldı. Adı Mehmet Ruhi Su oldu. Müzik Öğretmen Okulu'ndan, Ankara Riyaseti Cumhur Orkestrası'na seçilerek orada çalışmaya başladı. Aynı zamanda müzik öğretmeni olarak, İkinci Ortaokul ve Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nde çalışıyordu. Mehmet Ruhi Su, konservatuarın opera bölümü öğrenciliğini sürdürürken, şan hocası Prof. Hay, keman çalışmasının ses tellerine zarar vereceğini, sesinin zayıf çıkacağını söyleyerek, bir tercih yapmasını istedi. Bunun üzerine, Ruhi Su, kemanı bırakmak zorunda kaldı. Devlet Konservatuarı'nda (1936-1942) opera sanatçısı olarak çalışmaya başladı. 1945 yılında Opera Kanunu çıkınca öğretmenliği bırakmak zorunda kaldı. 1952 yılına kadar Devlet Operası'nda çeşitli operalarda oynadı: Bastien Bastienne,, Madam Buttefly, La Boheme, Satılmış Nişanlı, Fidelio, Maskeli Balo, Yarasa, Figaro'nun Düğünü, Rigoletto, Aşk İksiri... En son Konsolos operasının provasındayken, göz altına alındı ve tutuklandı. Opera yaşamı böylece noktalandı. Operada çalışmaya başladığı yıllarda ilk evliliği de anlaşmazlık nedeniyle sona ermişti. Opera yaşamı, 1952'de son bulunca, türkülere ağırlık verdi. Çocukluğunda başladığı türkü söyleme işine Öksüzler Yurdu'nda, Öğretmen Okulu'nda, Müzik Öğretmen Okulu'nda, Askeri lisede, konservatuarda ve operadayken hep devam etmişti. Operayı çok seviyordu ama türkü söylemekten de hiçbir zaman vazgeçmemişti. Opera çalışmalarından sonra, zamanını türkü söylemekle ve derlemekle geçiriyordu. Konservatuarda türküleri dinleyen hocalarından Markovich, "Türk müziğinin bu kadar güzel olduğunun ilk defa farkına varıyorum" demişti. Markovich zamanın Radyo Müdürü Vedat Nedim Tör'e Ruhi Su'dan övgüyle söz etmiş, on beş günde bir Pazar günleri saat 10'da “Basbariton Ruhi Su Türküler Söylüyor" anonsuyla sunulan radyo programı böyle başlamış, 1943-45 yılları arasında çok ilgi görerek devam etmişti.


Ruhi Su'nun söylediği türkülerin çoğu, alevi deyişleri ve alevi nefesleriydi. Ali İzzet' ten ; “Bir Allah'ı Tanıyalım, Ayrı Gayrı Bu Din Nedir”, Pir Sultan Abdal'dan; ”Gelin Canlar Bir Olalım”, Muhyi'den “Zahit Bizi Tan Eyleme” gibi nefesler söyleyen Ruhi Su'yu, bir gün Mesut Cemil yanına çağırarak, aleyhindeki söylentilerden söz etti. Ruhi Su söylediği bu deyiş ve nefeslerden dolayı komünizm propagandası yapmakla suçlanıyordu. Mesut Cemil ‘Ruhi'ciğim seni harcamayalım, bu programa bir müddet ara verelim’ diyor. Ruhi Su, "ben bu yolda harcanmaya razıyım" dediyse de, Mesut Cemil, Ruhi Su'nun radyodaki işine son veriyordu. Yıl 1945-1946. O sırada Ruhi Su Ankara'da yedek subaylığını yaparken aynı zamanda operada oynamaya devam ediyordu. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'nde bir korosu vardı. Sonradan eşi olacak olan Sıdıka hanım 1946 yılında Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümüne geliyor, dünya görüşleri arasındaki yakınlık, türkülere karşı duydukları ortak sevgi, aralarında güzel bir arkadaşlığın temellerini atıyordu. 1950 yılı baharında Ruhi Su'nun Sıdıka hanımla arkadaşlığı, türküler temelinde filizlenen ve uzun yıllar devam edecek olan bir aşka dönüştü. Her ikisi de, birbirlerinin, aynı siyasal örgütlenmenin içinde olduklarını yine bu yıllarda keşfettiler. İlişkileri gelişmekteyken, geniş kapsamlı bir tevkifat başladı. Artık özgür ve güzel günlerinin sonunun geldiğinin farkındaydılar. Bu arada Ruhi Su'nun korosu kapatıldı. Sıdıka hanımın fakültedeki hayatı zorlaştı. 1952 sonbaharında Sıdıka hanımın evine polisler gelerek onu Birinci Şubeye, oradan da İstanbul'a, ünlü Sansaryan Han'a götürdüler. Aynı sıralarda Ruhi Su'nun da tiyatrodan bir arkadaşının ihbarı üzerine, opera binasından çıkarken polisler tarafından derdest edildiğini ve kendisi gibi önce Birinci Şubeye, oradan da Sansaryan Han'a götürüldüğünü Sıdıka hanım ancak beş ay sonra öğrenebilecekti.


Sansaryan Han'ın en alt katındaki hücrelerden birinde beş ayı aşkın bir süre kalan Ruhi Su, orada ağır işkence gördü. Tabutluğa kondu. Harbiye Cezaevine getirmek için iyileşmesini beklemek zorunda kaldılar. Cezaevine getirilip, Sıdıka hanımla ilk görüşme izni verildiğinde hala tanınmaz haldeydi. Görüşmelerini resmi izne bağlamak için nişanlanmaya karar verdiler. Adalet tarihimizin en karanlık sayfalarını oluşturan sistematik işkence uygulamasının talihsiz kurbanlarından biri olan Ruhi Su, bu olayları hiç bir zaman dile getirmedi. Uğradığı haksızlıklardan kendisine kahramanlık payı çıkartmayı hiç düşünmedi. Harbiye Cezaevi'nde üç buçuk yıl kaldılar. Haftada bir, ancak on dakika görüşebiliyorlardı. Her gün resmi kanallarla, tezkere yazışı yazıyorlar, ayrıca gayri resmi kanallarla da mektuplaşıyorlardı. Hanım mahkumlar hayli uğraş verdikten sonra, her gün öğleden önce Merkez Kumandanlığı'nın bahçesine, Jandarmalar eşliğinde hava almaya çıkıyorlardı. Bahçeye çıkarken erkeklerin kaldığı koğuşların önünden geçerlerdi. Erkeklerin koridorları bu bahçeye bakıyordu. Bahçede kalınan süre içinde Ruhi ile Sıdıka pencereden yakılan ışıklarla ve bedenlerinin devinimleriyle haberleşiyorlardı. Bu günlerin izlerine Ruhi Su'nun bazı türkülerinde rastlamak mümkündür.

Hapishanede Ruhi Su'ya önce sazını vermediler. Bunun üzerine tutuklulardan Faik Şekeroğlu, o zaman kullanılan tahta paspas parçalarından ona bir bağlama yaptı, Ruhi Su iki sene bu bağlamayla çalıştı. Ancak iki sene sonra, izin çıkınca Ankara'dan bağlamasını getirtebildi. Merkez Kumandanlığı Cezaevi'nde 167 kişiydiler. Ruhi Su, bu arkadaşları arasından bir koro oluşturdu. Konserler yaptı. Onlarla çalıştı. Onlardan türküler derledi. Türküler söyletti. Bu arada her gün, ses egzersizleri yapmaya devam ediyordu. 1951 tevkifatı sanıkları için

özel mahkeme salonu yapıldı. İstanbul'un göbeğinde yattılar, yargılandılar, açlık grevleri oldu. Basının kılı bile kıpırdamadı. Basın, sadece tutuklamayı duyurmuştu. Ruhi Su ve Sıdıka hanım beşer yıla mahkum oldular. Erkekleri Adana Cezaevine, iki tutuklu kadından biri olarak kalan Sıdıka hanımı da Sultanahmet Cezaevi'ne gönderdiler.

Mahkeme sonuçlanır sonuçlanmaz nikah işlemlerine başlandı. Behice Boran ve Eşi Nevzat Hatko, Su çiftinin nikah şahitleri oldular. Ruhi Su hapishanede, türkü çalışmalarının dışında, boncuk çantalar, tahta kutular yaptı. Resim çalıştı. Portreler yaptı. Koğuşun penceresinden ışıklarla haberleşmelerini anlatan motifler çizdi. Sıdıka Su, bu motifleri nakışlayıp, kullanılır hale getirdi. Koğuşta ancak ellerine geçtikçe, kitap gazete okuyabiliyorlardı. Her şey çok kısıtlıydı. Ruhi Su, türküler üzerinde en verimli çalışma dönemini cezaevinde geçirdi. Bestelediği türkülerin çoğu bu döneme rastlar. Ankara'dan İstanbul'a Sansaryan Hanı'na getirilişini anlatan türkü, "Bu Nasıl İstanbul Zindan İçinde"dir. "Mahsus Mahal" türküsü, doğrudan Sıdıka hanımla ilgilidir.

Bu türküyü Ruhi Su "tabutluk" diye bilinen hücredeyken hazırlamıştır. Ruhi Su'yu İstanbul'dan Adana'ya otobüsle götürürlerken, ikişer kişiyi bileklerinden birbirleriyle zincire vurmuşlardı. Tuvalete bile birlikte gitmek zorundaydılar. "Hasan Dağı, Hasan Dağı Eğil Eğil Bir Bak" türküsü, bu yolculuğun bir ağıtıdır. Nazım Hikmet'ten Kuvay-i Milliye Destanı'nı, cezaevinde düşünmeye başlamıştı. 1960'tan sonra besteyi tamamladı. "Seferberlik Türküleri ve Kuvay-i Milliye Destanı" plak olarak 1971'de çıktı, Şeyh Bedrettin Destanı'ndan bir parça ve Üç Selvi'yi bestelemeyi ise 1974 yılına kadar tamamladı. Adana Cezaevi'nde, Fazıl

Hüsnü Dağlarca'nın, "Almanya'da Çöpçülerimiz" adlı şiirini ve A. Kadir'in Bugünün diliyle Mevlana'sından bazı şiirleri bestelemiştir. Ruhi Su, Nazım Hikmet'in şiirini besteleyen ilk sanatçıdır. 1950 yılında Süvarinin Türküsü'nü (Dört Nala Gelip Uzak Asya'dan) yapmıştır. Sonra Fransa'da Yves Montand, Nazım Hikmet'in "Akrep Gibisin Kardeşim" şiirini besteledi. 1963'de Nazım Hikmet'in ölüm haberi geldiğinde Ruhi Su "Karalı Bir Haber Düşmüş Geliyor" ağıtını, bir türkü ezgisini yorumlayarak söyledi. Bu türkünün sözleri Ruhi Su'ya aittir. Operada iken, "Hayali Gönlümde Yadigar Kalan" (On Beşlere Ağıt) ve "Baladız Destanı"nı (1944) yapmıştı. Hapishanede bu türküler için de işkence gördü.

1958 yılının Haziran ayında tahliye oldular. Ruhi Su, sürgün yeri olan Çumra'ya gönderildi. Sıdıka hanım Ankara'ya mevcutlu olarak gitti. Ruhi Su Çumra'da ucuz bir otele yerleşti. Eşi ailesinin yanında kaldı. Ruhi Su, Çumra'ya hemen uyum sağladı. Çumra halkı ona ilgi duyuyordu. Radyodaki haberleri, parkta dinliyor, türkü programlarını kaçırmıyordu. Bu arada sıkı sıkı iş arıyor, Ankara'ya nakli için çalışıyordu. Yazdığı bütün dilekçelere ret cevabı geliyordu. Emniyet Genel Müdürü Kemal Aygün, Ruhi Su'nun naklini istemiyordu. Çumra savcısı Muharrem İlkez ve hakimi İlhan Somer ise onu Ankara'ya göndermeye uğraşıyorlardı. Savcı, Ruhi Su ile iyi ilişkiler içindeydi. Ondan cura dersi alıyordu. Her sabah otele uğruyordu. Mutlaka naklini yaptıracağını söylüyordu. Muharrem İlkez Ruhi Su'ya Çumra cezaevinde bir de konser verdirdi. Ruhi Su Çumra'da Ağustos sonuna kadar kaldı. Sonunda savcı Ankara'ya naklini yaptırmıştı. O da, savcıya ve Çumra halkına, istasyondaki bir salonda coşkulu bir konser vererek Çumra’dan ayrıldı. Böylece Ruhi Su, Kemal Aygün'ün muhalefetine rağmen Ankara'ya geldi.

Ankara'da dostları Celal Cündoğlu, Su ailesine Etimesgut'ta bir işçi lojmanı verdi. Bu lojman, Etimesgut'a 2 km uzaklıktaydı. Bir tarla ortasında, elektriği ve suyu olmayan, kerpiçten yapılmış. İki oda bir sofa ve tuvaletten ibaretti. Mevcut eşyalarıyla (bir gaz sobası,bir kilim, birkaç parça kap kacak) lojmana yerleştiler. Celal Cündoğlu ayda 100 Lira da para veriyordu. Her sabah ve akşam 2 km. yürüyerek jandarmaya imza vermeye gitmelerinin dışında normal bir hayata kavuşmuşlardı. Sıdıka Su hamileydi. 1959 Nisanında Ilgın geliyordu, ismi çok önceden konmuştu.

İşsizlik devam ediyordu... O sıralar cezaevinden çıkan bazı arkadaşları, bir nakliye şirketi kurmuşlar, Ruhi Su 'ya; "sen de biraz para bul, ortak ol" demişlerdi. Celal Cündoğlu bir miktar para vererek gene yardımcı oldu. Ama arkadaşları sözlerini tutmadılar. Yazıhanede oturması için anlaştıkları halde Ruhi Su'ya eşya taşıttılar. Ama iş, işti. Ruhi Su bundan hiç gocunmadan, sırtında eşya taşıyarak evine ekmek götürebiliyordu hiç olmazsa. Emniyet nezaretinin son günleriydi. Atıf Yılmaz, Osman Nuri Karaca ve arkadaşları Ankara'ya gelmişlerdi. Ruhi Su'nun eşya taşıyor olması onları üzmüştü. Mutlaka bir şeyler yapılmalıydı. Cezanın bitiminde Atıf Yılmaz, “Karacaoğlan'ın Kara Sevdası" filmini çekecekti. Ruhi Su'yu Adana'ya bu filmin müziği için çağırdı. Ruhi Adana'ya Çığşar yaylasına giderek çalışmalara başladı. Türküler derledi. Karacaoglan'a ait derlediği türküleri bu filmde söyledi. Bu film için koro oluşturdu. 40 gün Adana'da kaldı. Eşi Ankara'da idi. Oğlu Ilgın 2 aylıktı. Ruhi Su film çekimi birince, Taksim gazinosunda sahneye çıkmak üzere İstanbul'a gitti. Bir ev kiralayarak, 2 Mart 1960'da ailesini yanına aldı. Bu tarihten sonra türkü söylemeyi kulüplerde sürdürecekti. 27 Mayıs devrimi kulüplerde yabancı sanatçı çalışmasını

engellemiş, yerli sanatçılara olanak tanımıştı. Bu arada Yapı Kredi Bankası'ndan, Kazım Taşkent tarafından, kendi adına bir kulüp kurması için bir teklif aldı. Ruhi Su, bunu yapamayacağını, ancak yine aynı bankanın düzenlediği halk oyunları şenliğine gelen ekiplerin müziklerini banda alıp, notaya aktararak bir arşiv oluşturabileceğini, böylelikle, bankanın da daha yararlı bir yatırım yapmış olacağını söyledi. Çalışmalara başladı. Beş yıl sürdü bu arşivleme. Notalar basıldı, bir kitap çıkacaktı. O ara, Ruhi Su "Bitmeyen Yol" adlı filmde bir türkü söylemişti. "Serdari Halimiz Böyle N'olacak/Kısa Çöp uzundan Hakkın Alacak." Dünya gazetesinde, o dönemin ünlü fıkra yazarı Bedii Faik, "Kulaklara Kurşun Gibi Akan Ses” diye bir fıkra yazdı, "İş adamlarımız uyuyor mu?" diye Ruhi Su aleyhinde bir kampanya başlattı. O sırada iktidar da değişmişti. Kazım Taşkent, Ruhi Su'yu çağırdı. Bedii Faik'in yazısından söz etti ; "Sen artık bütün aletleri ve notaları alıp, evinde çalışsan" gibi bir teklif getirdi. Ruhi Su bunu kabul etmedi. "Anlaşıldı. Siz yeni iktidara göre yeni adımlar atacaksınız" dedi ve her şeyi bırakarak çıkıp gitti. Neden sonra, bir de baktı ki beş yıl boyunca onca emek vererek derlediği, notaya aktardığı halk oyunları, Yapı Kredi Bankası tarafından kitap olarak, Sadi Yaver Ataman adıyla çıkarılmış. İşte Ruhi Su, buna çok sinirlendi. Sadi Yaver'e " Bunu nasıl yapar, nasıl kabul edersin?" diye sordu. Sadi Yaver, "Haklısın bu senin emeğin. Ama böyle istediler" dedi. Bu sözleri mahkemede de tekrarladı ve Ruhi Su böylece davayı kazandı. Tazminat istememişti, ama ikinci baskı Ruhi Su adıyla çıkacaktı. Yapı ve Kredi Bankası ikinci baskıyı hiç yapmadı. Bu kitap, ölümünden üç yıl sonra, Ruhi Su imzasıyla, Kültür Bakanlığı'nın katkılarıyla çıktı.


Musiki Muallim Mektebinde bir yandan da türküler üzerine çalışmalarını sürdüren Ruhi Su, okuldaki arkadaşlarıyla birlikte 1956 yılında bir "Müzik Öğretmenliler Korosu" kurmuştu. Bu koronun başına da, hocaları Ahmet Adnan Saygun'u getirmişlerdi. Koronun adı, döneme ait belgelerde "Ses ve Tel Birliği Korosu" olarak geçer. Bu, onun ilk koro çalışmasıdır. İkinci koro çalışmasını, 1944-47 yılları arasında, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'nde oluşturduğu koro ile birlikte yürütmüştür. Bu koro, zaman zaman kapatılıp yeniden açılarak, aralıklarla çalışmalarını sürdürmüştür. Ruhi Su'nun sonradan hayat arkadaşı olarak seçeceği Sıdıka Umut da bu koronun koristlerindendi. Ruhi Su, hapishane yaşamı boyunca da kısa dönemli koro çalışmaları yapmıştır.

Ruhi Su’nun en önemli korosu, 1975 yılında Dostlar Tiyatrosu bünyesinde, ilk üyelerini sınavla seçerek kurduğu Dostlar Korosu'dur. Dostlar Korosu, Ruhi Su yönetiminde, türküler üzerinde çalışmalarını sürdürdü. Koro, çoksesli türkü çalışmalarının ilk örneklerini, iki sesli türküleri seslendirdiği konserlerde vermeye başlamıştı. 1976 yılının sonunda "El Kapıları", 1977'de "Sabahın Sahibi Var", 1978'de ise "Semahlar" uzunçalarlarında Dostlar Korosu Ruhi Su'ya eşlik etti. Ruhi Su, Dostlar Korosu ile İstanbul, Ankara ve Bursa'da çok sayıda konser verdi. Karşılaşılan nice güçlüğe göğüs gererek, koro elemanları, Ruhi Su'ya ve yaptığı işe duydukları sevgi ve bağlılıkla koroyu ayakta tutmayı uzun süre başardılar.


Dostlar Korosu, 1980 yılında, 12 Eylül döneminde ülkenin değişen ve ağırlaşan koşulları nedeniyle çalışmalarına ara vermek zorunda kaldı. Bu suskunluk, Ruhi Su'nun aramızdan ayrıldığı 1985 yılına kadar sürdü. 1986'da, öncelikle Ruhi Su'yu anma gecelerine katılmak üzere yeniden bir araya gelen koro, çalışmalarını: Timur Selçuk, Sarper Özsan, Hüseyin Tutkun, Cenan Akın, Öcal Öcalan, Refik Köksal, Cengiz Ünal gibi değerli müzik adamları yönetiminde sürdürerek günümüze kadar gelebilmiştir. Koro, 1987 yılında, Ruhi Su'ya olan sevgi, saygı ve bağlılığını ifade etmek üzere, adının başına onun adını ekleyerek "Ruhi Su Dostlar Korosu" adını aldı.

Ruhi Su ilk kez 1977 yılında Ahmet İsvan ve Necdet Uğur'un yoğun uğraşıları sonucu pasaport alabilmişti. Yurtdışına da ilk defa yine o yıl çıkarak, ülkemizden bir grup sanatçı ile birlikte, Berlin'de yapılan Nazım Hikmet haftasına katıldı. Büyük bir coşku ile karşılanan sanatçı, bu haftayı izleyen günlerde sık sık siyasal ve sosyal kuruluşların çağrılısı olarak Almanya'nın diğer şehirlerine, Hollanda, Belçika, İngiltere ve Fransa'ya giderek çok sayıda konserler verdi. Bu pasaportu ile son olarak Avustralya'ya gitti ve orada, çok ses getiren bir konser verdi. Ruhi Su'nun hayatı boyunca alıp alabileceği bu tek pasaportun süresi aynı yılın sonunda doldu. Kültür ve sanat dünyamız ; onurlu, inançlı ve ödünsüz kişiliğiyle örnek bir aydın portresi oluşturan, tüm engellemelere rağmen, yeteneği ve sanatının gücü ile adını ülkemiz sınırları dışında da duyuran bu çok değerli sanatçısını 20 Eylül 1985'te kaybetti. Hastalığına prostat kanseri teşhisi konulduktan sonra, 73 yaşındaki sanatçının yurtdışında tedavisi için girişimlerde bulunuldu. Ne var ki yetkililer, hiçbir gerekçe göstermeksizin, sanatçıya pasaport vermemekte direndiler. Ülkemizin ve tüm uygar ülkelerin aydınları, sanatçıları, bu insanlık dışı,

anlamsız ve utanç verici direnişi kırmak için seferber oldular. Nihayet kapılar açıldı, Ruhi Su'nun tedavi amaçlı olarak ve "yalnız bir defaya mahsus olmak üzere" yurtdışına çıkmasına izin verildi. Ama artık çok geçti. Ruhi Su artık ölüm yolculuğuna hazırlanmaktaydı. Ruhi Su bu gecikmeyle verilmiş pasaporttan yararlanamadı.

Ruhi Su 1964 yılından ölümüne kadar on altı adet 45'lik plak ve on bir adet uzunçalar çıkardı. Ölümünden sonra ise, eşi Sıdıka Su ile oğlu Ilgın Su, özel arşivlerindeki ses kayıt belgelerinden yararlanarak, plak, kaset ve CD üretimini sürdürdüler. Böylece, bir anlamda Ruhi Su müziği ile ilgili tarihsel arşivlemeyi tamamlamaya çalıştılar. Ruhi Su'nun birinci ölüm yıldönümünde "Ekin idim Oldum Harman" plağı, kaseti ile birlikte Paris ve Türkiye'de aynı zamanda çıkarıldı. Bu plak, o yıl yayınlanan aynı türdeki uzunçalarlar arasında, dünyanın önemli ödülleri arasında yer alan Charles Cros Akademisi’nin "Büyük Plak Ödülü"ne (Grand Prix du Disque) değer görüldü. Ödül, 9 Şubat 1988 tarihinde Paris'te düzenlenen bir törende, dönemin Kültür Bakanı François Leatanol tarafından -sağlık koşulları nedeniyle törene katılamayan Sıdıka Su'ya iletilmek üzere- Pertev Naili Boratav'a sunulmuştur. "Seferberlik Türküleri ve Kuvayi Milliye Destanı", "El Kapıları", ve "Şiirler-Türküler" uzunçalarları Almanya'da da basılmıştır. "El Kapıları" Köln'de, o yılın "Eleştirmenler Ödülü"nü almıştır. 1991'de, o yılın Yunus Emre yılı olması nedeniyle, ABD'de bir plak şirketi "Yunus Emre" ve "Pir Sultan Abdal" plaklarını tek CD olarak çıkarmıştır. Ruhi Su, ölümünden sonra pek çok konser, söyleşi, panel, sergi ve diğer etkinliklerle anıldı ve anılmaya devam etmekte. Bu etkinliklerin pek çoğu İstanbul'da yapılmakla birlikte, Ankara ve Eskişehir gibi kentlerimizde ve Almanya, Avusturya gibi ülkelerde de gerçekleştirilmiştir. Örneğin 1991'de Köln'de, Köln filarmoni salonunda altmış kişilik Ruhi Su Dostlar Korosu'nun katılımı ve Cenan Akın'ın şefliği ile bir konser verilmiş. Arkadaş Tiyatrosu, VDR Televizyonu, Türkiye Öğretmenler Derneği ve işçi sendikaları tarafından da desteklenen bu konser Frankfurt'ta da tekrarlanmıştır. Ruhi Su, yaşarken işini hep konserlerle, plaklarla, kasetlerle sürdürmüştü. Ölümünden sonra da kaset ve CD'leriyle sürdürüyor. Ruhi Su Kültür ve Sanat Vakfı, 1997'den bu yana Ruhi Su adına, onun anısını canlı tutmak, müziğini ve dünyayı yorumlama biçimini, yeni kuşaklara anlatmak amacıyla etkin bir şekilde çalışmaktadır

Eşi Sıdıka Su ile yapılan görüşme


Soru 1- Ruhi Su île ne zaman nasıl tanıştınız ?

Ruhi Su'nun kendisinden önce sesi ile tanıştım. O yıllarda henüz ortaokul lise öğrencisiydim. Ruhi 1943-45 yılları arasında radyoda türküler söylüyordu, 15 günde bir Pazar günleri "bas bariton Ruhi Su" anonsu ile açılan bir programdı bu. O zaman Türkiye'de tek radyo vardı, O da TRT Ankara radyosu... Bu programların başlaması da şöyle oluyor. Ruhi Su bir yandan konservatuarın opera bölümüne devam ederken bir yandan da halk türküleri söylüyor. Onun sesinden türküleri dinleyen konservatuar hocaları bu türküleri çok beğenip Ruhi'nin bunları radyoda söylemesi gerektiğini düşünerek bu fikirlerini o zamanki TRT Ankara Radyosu müdürü Vedat Nedim Tör'e iletiyorlar. Vedat Nedim Tör de bunun üzerine Ruhi Su'yu yanına çağırıp ona radyoda bir program yapmasını teklif ediyor, hatta bu programın her gün olabileceğini söylüyor. Ancak Ruhi bu teklifi 15 günde bir program olmak üzere kabul ediyor ve bu şekilde radyo programlarına başlıyor. Bu programlar 1943 den 45 e kadar devam ediyor ve çok büyük ilgi görüyor. Halk Ruhi Su'yu çok beğeniyor, onu evlerine davet ediyorlar, radyoya devamlı olarak mektuplar geliyor ve programlar bu şekilde devam ediyor. Ruhi Su o


zaman Pir Sultan Abdal, Ali İzzet, Muhyi, Dertli ve daha bir çok Alevi ozanlarından deyişler seslendiriyor. Pir Sultan'dan "Gelin canlar bir olalım" ı, Ali İzzet' ten "Bir Allah'ı tanıyalım ayrı gayrı bu din nedir?" i ve Muhyi'den "Zahit bizi tan eyleme" isimli deyişleri söylüyor. Tabii bu deyişler Ankara Radyosunu müthiş hareketlendiriyor ve halktan müthiş bir ilgi görüyor. Böylece de Ruhi Su Alevi deyişlerini ve nefeslerini ilk olarak söyleyen sanatçı oluyor. O güne kadar Alevi nefeslerini radyoda söyleyen kimse yok. Tabi bu müthiş ilgi görünce bu sefer telaş ediyorlar. Mesut Cemil Ruhi Su'ya diyor ki; "Senin sesini buralarda harcamayalım, sen bir opera sanatçısısın" ama Ruhi Su ona "Benim sesimi harcayın. Ben türküleri radyoda söylemeye devam edeyim" diyor. Bunun üzerine Mesut Cemil Ruhi Su'ya hakkında bir çok söylenti olduğunu, onun komünizm propagandası yaptığının söylendiğini bunlardan dolayı da bu radyo programlarına bir müddet ara vermesi gerektiğini söylüyor. İşte verilen o ara uzun yıllar sürdü. Bir daha Ruhi'yi ne radyolara ne de televizyonlara çıkarmadılar. Yahut arada bir belki...

Ruhi Su' yu ben bu programlarda sesi ile tanımış oldum. Onu da şöyle dinledim. Benim ağabeyim Ankara'da Ziraat Fakültesi'nde okuyordu o sıralar ve Ruhi Su ile arkadaştılar. Radyoda söylediği zaman bizi uyaran kişi ağabeyim olmuştu. (Ben o sıralar ortaokul öğrencisiydim. Ancak Sivas'ta çocukluk yıllarımdan itibaren aile ortamında sürekli türkülerle büyümüştüm. Yani Ruhi Su'yu tanımadan önce Aşık Veysel'i tanıyordum. O zaman Şarkışla'lı Aşık Veysel Sivas'a geldiğinde bizim mahallemize gelirdi. Bulunduğumuz ortam itibariyle çocukluğumuz önemli bir kültürel zenginlik içerisinde geçmişti. O dönemde Alevi'ler, Kürt'ler, Ermeni'lerle iç içe bir çocukluk dönemi yaşamışlık. Onun için


kendimi çok şanslı hissediyorum) Yani Ruhi Su'yu ilk olarak ağabeyim aracılığı ile tanımış oldum.

İlkokulu Sivas'ta bitirdikten sonra, ortaokul ve liseyi Bursa'da okudum. Liseyi bitirdikten sonra Ankara'da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'nin Felsefe bölümüne girdiğimde artık bilinçli bir öğrenciydim. Yani düşünebilen, politikayı anlamaya çalışan, türkülerin ve sanatın içinde olan biriydim artık. O yıllarda halk evlerinde şiir ve türkü matinelerine devam ediyordum. Ben Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'ne başladığım zamanlarda Ruhi Su'nun da bu fakültede bir korosu vardı. Ben de hemen o koroya korist olarak katıldım. İlk tanışmamız da şöyle oldu; Nezihe Aras, Ruhi Su ve ben bir gün okul çıkışı birlikte Ulus'a kadar yürüdük. Yürüyüş sırasında konuşmaya çalışmama, ona bir şeyler anlatmama rağmen Ruhi benimle hiç konuşmadı ve sürekli dinledi. Ancak gideceğimiz yere gelip ayrılırken bana "kusura bakma bu akşam operaya çıkacağım, havanın soğuk oluşundan dolayı seninle konuşamadım, nasıl olsa sonra görüşürüz" dedi. Böylece o gün ilk kez tanışmış olduk. Ondan sonra Ruhi Su'nun korosuna devam ettim. Ancak bu fazla sürmedi. Çünkü bu koroyu yasakladılar. Sonra bir ara tekrar bir koro kuruldu ve yine yasaklandı. Ancak arkadaşlığımız bu korolarda başlamış oldu. Bu arkadaşlık karşılıklı saygı çerçevesinde bir dostluktan ibaretti. 1949 senesinin sonlarına doğru ağabeyim Ankara'ya tayin oldu ve annemle birlikte Ankara'ya taşındılar. Ben de öğrenci yurdundan ayrılıp ailemle birlikte oturmaya başladım. Yine bu günlerde Ruhi Su hem ağabeyimin hem de benim arkadaşım olarak bize gelip gidiyordu.




Annem de türküleri sevdiği için Ruhi'yi beğenerek dinliyordu. 1950 yılında benim rahatsız olduğum bir gün Ruhi bize geldi. O akşam ki sohbette ilk kez birbirimizi karşılıklı olarak tanıma imkanı bulduk. Türkülerden bahsettik, bizim ailece türkülere ne kadar bağlı olduğumuzu öğrendi. Aşık Veysel'den bahsettik, geç saatlere kadar beraber türküler söyledik. Hatta benim bu kadar çok türkü bilmeme şaşırdı. Böyle güzel bir geceden sonra Ruhi ayrıldı ve sabahleyin beni telefonla arayarak buluşmak istediğini söyledi. Zannediyorum aramızdaki ilk duygusal yakınlık o akşam başladı.

Soru 2: Evlilik aşamasına kadar geçen süreyi anlatabilir misiniz ?

Böylece Ruhi Su'yla ertesi gün buluştuk. Arkadaşlığımızın artık bir sevgiye dönüştüğünü ve bunu kabul etmemiz gerektiğini söyledi. Ben de buna hiç itiraz etmedim ve aramızdaki sevgi bu şekilde başladı. Yani arkadaşlığımız sevgiye dönüştü. Bu zaman zarfında ikimiz de ilerici insanlar olarak o zamanki siyasi mücadele içerisinde aynı paralelde olduğumuzu anladık. Bu şekilde aramızdaki ilişki gittikçe gelişti, çok yönlü olmaya başladı. Daha önce aynı siyasal yapılanma içerisinde bulunduğumuzu bilmiyorduk. Yani demek istiyorum ki, Ruhi ile birbirimizi çok yönlü olarak anlamamız söz konusuydu. Tabi aramızda çok fırtınalar kopmuş olabilir, çok şeyler olmuş olabilir ama biz bir kere türkülerde anlaşmıştık. Temel olgu türkülerdi. İkincisi ise, ideolojimiz, yanı siyasi düşünce bakımından birlikteliğimizdi. Bu dönem içerisinde birbirimize tam manasıyla aşık olmamız 1950 senesi baharı diyebiliriz. Bundan sonra Ruhi , bize sık sık geliyor, beraber konserlere, tiyatrolara, operaya gidiyorduk. İlk aşamada evlenmeyi düşünmedik.


Şöyle ki; ikimiz de belli bir siyasi örgütlenmenin içindeyiz ve 51 tevkifatı başlamıştı. Tutuklanacağımızı biliyorduk. Bu tutuklanma aşamasında evlenelim mi yoksa biraz daha bekleyelim mi tam olarak karar veremedik ve böylece 1951 in sonunda biz tutuklandık, ilk olarak Ankara'da gözaltına alındık. Sansaryan Hanı'nda bulunan 1. Şubeye getirildik. Orada dört buçuk ay gibi bir süre kaldık. Ruhi benden biraz daha fazla kaldı. Sonra Harbiye Merkez Kumandanlığı Cezaevi'ne geldik. Cezaevine gelince hemen müracaat ettik nişanlı olduğumuzu söyledik ve orada hemen birer yüzük taktık acele. Çünkü belki bizi bir daha görüştürmeyeceklerdi. Böylece haftada bir görüşmemize izin verilecekti. Gerçi bu görüşmeler o zamanki cezaevi müdürlerinin keyfi kararlarına bağlıydı. Ama tutuklanmamızdan mahkumiyet kararının verilmesine kadar bir çok kez görüşme imkanı bulduk ve mahkememiz üç buçuk sene sürdü. Sonunda 5 er seneye mahkum olduk. Mahkumiyet kararı kesinleşince erkekleri Adana ceza evine götürdüler. Toplam on yedi kişi olan hanımlardan Mihri Belli'nin eşi Sevim Belli ve ben kaldık. Sevim Belli'yi Ankara'ya beni de Sultanahmet Cezaevi'ne gönderdiler. Ondan sonraki cezamızı ben Sultanahmet'te, Ruhi ise Adana'da çekti. Mahkumiyet kararımız kesinleşince evlenmeye karar verdik. O zaman benim Dil ve Tarih’den hocam ve aynı davada yargılandığımız Behice Boran benim, eşi Nevzat bey de Ruhi'nin şahidi olarak Harbiye Cezaevi'nden iki jandarma ve bir astsubayın nezaretinde Nişantaşı'nda Rumeli caddesindeki Hükümet Tabipliği'ne gittik. 29 Eylül 1954 Cumartesi günü nikahlandık. Nikahtan sonra cezaevine yürüyerek döndük. Bu bizim için çok önemliydi. Çünkü Nişantaşı'ndan Harbiye'ye kadar Ruhi'yle beraber yürüyorduk. Gerçi iki jandarma bir de astsubay vardı yanımızda ama yine de o yolu beraber yürümek bizim için çok


önemliydi. Yolda Ruhi askerlerden müsaade alarak dört yoldaki bir kitapçıdan Goya'nın bir albümünü satın aldı ve imzalayarak bana hediye etti. Sonra ikimiz de kendi koğuşlarımıza döndük. Bir müddet sonra da Ruhi Adana'ya ben de Sultanahmet Cezaevi'ne gönderildim. Bundan sonraki görüşmelerimiz ancak mektuplar aracılığıyla sürdü. Cezaevindeyken sürekli mektuplaştık. Mektup göndermemize de izin yoktu ama biz bunu gizli yollardan aşmayı başardık. Çok büyük bir tesadüf eseri yıllar sonra emekli olduğumda maaşımı Hükümet Tabipliği'nde nikahımızın kıyıldığı o binada ve aynı odada almaya başladım. İlk maaşımı almaya gittiğimde o odada daha önce yaşadıklarımı hatırlayarak duygulandım.

Soru 3: Cezaevi süreci tamamlandıktan sonra nasıl buluştunuz?

5 sene bittikten sonra sürgün günlerimiz başladı. O zaman hanımları tutuklandıkları yere gönderiyorlardı sürgüne. Onun için beni Ankara'ya, Ruhi Su'yu ise Konya'nın kazası Çumra'ya gönderdiler. Bu sürgün hayatı 20 ay sürdü. O zaman böyle "5 sene cezanız bitti, hadi buyurun çıkın, serbestsiniz" demiyorlardı. Yani artık ceza evindeki işiniz bitmesine rağmen kolay kolay kurtulamıyordunuz. Benim cezamın bitimi Cumartesi gününe rastlamıştı. Ancak o gün tatil olduğu için daha "Pazartesi gününe kadar bekleyeceksiniz" dediler. Yani beş sene hapis yatmıştım ve beni iki gün daha orada tutacaklardı. Beni karşılamaya Behice Boran ve eşi gelmişti. Bu duruma itiraz ettiler ve bu itirazın neticesinde beni Behice hanımın oturduğu yere yakın bir karakola (sonradan öğrendiğime göre Kalamış Polis Karakolu'na) mevcutlu olarak getirdiler. Yine akşama kadar süren uzun bir uğraşı ve Behice hanımın kefil olması üzerine beni Pazartesi sabaha kadar Behice Boran'a teslim

ettiler. Cumartesi akşamdan Pazartesi sabaha kadar Behice hanımlarda misafir oldum ve beni Pazartesi sabah erkenden karakola teslim ettiler. Karakol da daha sonra 1. Şubeye teslim etti.

Tabii bunun benim için güzel bir yanı oldu, o gün aksama kadar 1. şubede kaldım. Ankara'ya götürülmem için akşamki treni beklemek zorundaydık ve beni 1. Şube binasının içinde serbest bıraktılar. Ben de akşama kadar şube içindeki hücreleri, tabutlukları gezme imkanı buldum. Boş olan hücrelerin kapılarını açtım ve duvarlarında yazan yazıları okudum. O yazılarda Ruhi'nin söylediği türkülerden cümleler vardı. "Hangi günü gördük akşam olmamış..." bu ve bunun gibi bir çok sözü toplu iğneyle duvarlara kazımışlardı. O günün akşamı yine bir polisin nezaretinde Ankara 1. Şubeye doğru trenle yola çıktık. Ertesi gün 1. Şubede imzayı attım ve artık serbestsiniz dediler. Yani o imzayı atana kadar iki gün daha eziyet çektirdiler.

Soru 4: O zaman Ruhi Su Çumra'da siz Ankara'dasınız... Evli olmanızdan dolayı bir arada yaşamanıza izin verilmedi mi?

Şimdi Ruhi'nin nakli için hemen harekete geçtim ve dilekçe verdim. Zaten karı koca olarak bir arada olmamız kanuni hakkımızdı. Fakat o zaman Kemal Aygün diye birisi vardı emniyet genel müdürü ve Ruhi'nin resmen nakledilmemesi için Çumra hakimliğine ve savcılığına yazı yazdı. Ben gittim konuşmalar yaptım, hiçbir şeyi kabul etmedi. Ama Çumra'da çok iyi niyetli bir savcı vardı o sıralar -şu anda ismini hatırlayamıyorum- onlar "Ruhi bey üzülme biz senin naklini yaptıracağız. Hiç kimse bize mani olamaz , isterlerse sürsünler ama yine de bu işle uğraşacağız" diyerek Ruhi'ye moral verdiler. Havayı yumuşatmaya çalıştılar. O sıralar Ruhi de

Çumra'da böyle salaş denilebilecek ucuz bir otel odasında kalmaya başlamış. Çumra halkı da Ruhi'ye devamlı destek oluyor, moral veriyorlar, otelde radyo olmadığı için Ruhi parkta haberleri ve Yurttan Sesler'i dinliyormuş. Bu arada Ruhi üzüldükçe, daldıkça "üzülme, bu günler de geçer" diye ona moral verenler oluyormuş. Tabi bunun yanı sıra Ruhi'ye olumsuz yaklaşanlarla beraber Çumra halkı sanki ikiye ayrılmış. Fakat savcı Çumra'daki bu durumu yumuşatmak için Ruhi'den cura dersi almaya başlamış. Bir cura alarak Ruhi'ye gelmiş. Bir müddet sonra savcı Ruhi'den Çumra cezaevinde bir konser vermesini istemiş ve orada Ruhi'ye türkü söylettirmiş. Biz çıktığımızda 1958 Haziran'ıydı, Eylül sonunda Ruhi'nin naklini yaptırdı o savcı ve Ruhi oradan ayrılmadan tren istasyonun salonunda Çumra halkıyla vedalaşıyor, insanlara türküler söylüyor, beraber kadeh tokuşturuyorlar ve sohbet ediyorlar. Çıktıktan bu zamana kadar ben de Ruhi'yle hiç görüşmedim tabi... Ankara'ya Ruhi'yle beraber dönmek için 1. Şube müdüründen bir hafta izin istedim ve Çumra'ya gittim, bir hafta Ruhi'yle beraber kaldım. Çumra halkı bana da çok ilgi gösterdiler. Bizi bahçelerine üzüm yemeye çağırdılar, savcı evinde misafir etti ve biz Çumra'da yaşadığımız o günleri hiç unutmadık. O savcıyı saygıyla anıyorum hala. Daha sonra Ruhi ile o savcının adını çok hatırlamaya çalıştık, hatta oğlunu bulduk ama kendisi rahmetli olmuş. Neticede bir daha görüşemedik. Daha sonra beraber Ankara'ya geldik. Ruhi'nin çok yakından tanıdığı Celal Cündoğlu isimli bir iş adamı vardı. Celal Cündoğlu bize Etimesgut'a 12 kilometre uzaklıkta, tarla ortasında, suyu, elektriği olmayan iki göz bir ev verdi. Orada 20 ayımızı geçirdik ve her gün sabah akşam 12 kilometre yürüyerek Etimesgut'a imza vermeye gidiyorduk. Ruhi ile orayı yaşabilir bir yer haline getirmeye çalıştık. Ruhi mukavvalardan, tahtalardan elbise dolapları yaptı. Kullandığımız suyu Ruhi kendisi taşıyarak getirirdi.


Akşamları gaz lambasıyla aydınlanırdık. O günlerden sonra o lambalara merak saldık. Gaz lambası ışığında oturmak hoşumuza giderdi. Bunu bilen arkadaşlarımız da bize hediye olarak lamba getirirlerdi.

Soru 5: Bu arada sazı hep yarında mıydı? Müzik çalışmaları nasıl devam ediyordu?

Bütün hapishane döneminde ve çıktıktan sonra da sazı hep yanındaydı Ruhi'nin. Ancak hapishanede iki sene sazını vermediler. O zaman da soyadı Şekeroğlu olan bir arkadaşımız vardı ve hapishane koşullarında Ruhi'ye bir saz yapmıştı. Bu sazı yaparken de eskiden kullanılan tahtadan birbirine saç örgüsü gibi geçmiş paspasları kullanmıştı. Yani hapishanede bulunan bu paspasları birbirinden çözerek elde ettiği tahtalardan bir saz yapmayı başarmıştı ve Ruhi hapishanede bir müddet bu sazla çalıştı, iki sene sonra Ruhi'nin sazının gelmesi üzere o zaman tahliye olan bir arkadaşı isteyince Ruhi paspastan yapılan sazı ona vermiş. Ancak daha sonra buna çok üzülmüştü. Çünkü o sazı o günlerden kalan bir hatıra olarak saklamak istiyordu. Daha sonra Şekeroğlu'yla cenazede karşılaştık. Ruhi'ye yaptığı o sazdan bahsettik. O sazı ne kadar büyük bir emekle yaptığını anlattı.

Soru 6: Bildiğim kadarıyla Ruhi Su'nun dolaşmaya imkanı yoktu. Peki türküleri hangi kaynaklardan derliyordu ve kimlerden öğreniyordu?

Şöyle anlatabilirim. Ruhi yasaklı bir dönemin sanatçısıydı. Onun yasakları neredeyse ölene kadar sürmüştü. Pir Sultan'ı hazırlarken Malatya-Arguvan'a gitmişti. Oraya giderken Arguvan eşrafından birileriyle gitmişti onun için rahat çalışma imkanı bulmuştu. Ama her yer


için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Mesela Mersin tarafına derleme yapmaya gittiği zaman başına gelmeyen kalmamıştı. Köylüler peşine takılmış, elindeki teypten şüphelenerek onu jandarmaya şikayet etmişler ve jandarmalar da Ruhi'yi gözaltına almışlardı.

İki gün nezarethanede kaldıktan sonra tanıdığımız bir mühendisin yardımıyla zor kurtulmuştu oradan. Bunun yüzünden orada derleme çalışmaları yarım kalmıştı. Bu uzun bir hikayedir anlatsam çok vakit alır. Ondan sonra güneydoğuya gitmişti. Orada bir ressam dostumuz vardı Rasine Arsebük, Ersin Alok ve daha bir çok kişiyle beraber dolaşırlarken peşlerine bir cip takılıyor. Oradan da geri dönmek zorunda kalıyordu. Ruhi Su derlemelerini bu sebeplerden ötürü, daha çok gecekondu mahallelerinde yaşayan Anadolu insanlarından yapardı. Mesela derlemelerinin pek çoğunu Ankara-Altındağ'da Alevi dedelerinden, onların çevresindeki insanlardan yapmıştır. İstanbul'da da aynı kaynakları kullanmıştır. Mesela sizinle yeni tanıştı; Nereden geldiniz, nerelisiniz, kiminle oturuyorsunuz, ailenizde türkü söyleyen var mı? Bunları araştırırdı ve eğer varsa onlara sizin aracılığınızla mutlaka ulaşır bildikleri türküleri öğrenmeye çalışırdı. Yani Anadolu halkını nerede buluyorsa türküleri orada derlemiştir. Ama bu arada imkan buldukça çeşitli illeri de dolaşmıştır. Arguvan, Mersin, Adana... Mesela Dadaloğlu'nu hazırlarken Adana'ya da gitmişti. Dadaloğlu albümünü yapmak için kırık havalar bulması gerekiyordu. 12 Eylül'den sonra Adana-Kadirli'ye gitmeye karar vermişti. Gitmeden önce de o yörenin bütün aşıklarına haber göndermiş ve hepsinin Kadirli'de toplanmasını sağlamıştı. Ancak Adana valisi Ruhi'ye Adana'yı derhal terk etmesini söyledi ve Ruhi gittiği günün ertesi gecesi tekrar eve döndü. Ruhi bu duruma çok üzüldü. Zaten 12 Eylül yönetimi korosuna son vermişti, türkü şöylemesine engel oluyordu. Diyebilirim ki Ruhi'yi 12 Eylül yönetimi öldürdü, Çünkü 12 Eylül'ün gelişi Ruhi'yi büyük bir umutsuzluğa sürükledi. Plaklarını yasakladılar, plakların satıldığı iş yerlerine baskılar yaptılar, Anadolu'da yapılan aramalarda evlerde Ruhi Su plakları bulunan kişiler hakkında tahkikatlar yaptılar. Gerçi resmi olarak bir yasaklama yoktu ama yasakmış gibi davranarak 12 Eylül'ün ertesi günü plakçılar çarşısındaki bütün Ruhi Su plaklarını ortadan kaldırdılar. Ruhi Su işte böyle bir dönemde yaşadı ve Adana'dan geldikten sonra artık hiçbir çatışma yapmadı. Dadaloğlu plağını da bu yüzden çıkaramadı. Fakat ben ölümünden sonra elimizdeki eski kayıtları kullanarak "Dadaloğlu ve Çevresi" adı altında bir albüm çıkardım. İşte Ruhi Su halk müziğine yapacağı pek çok önemli katkı varken ve tam olgunlaştığı bir devrede bu şekilde engellendi.

Soru 7: Etimesgut'taki hayatınıza dönmek istiyorum biraz... Oradaki yaşamınızdan bahsedebilir misiniz?

Biz yirmi ay Etimesgut'ta kaldık. Orada misafirler ağırladık. Mesela Ali İzzet Özkan baş misafirimizdi. Ali İzzet'i hem Ruhi hem de ben çok severdik. Bize yatılı misafirliğe gelirdi. Sabahın 5 inde 6 sında kalkar türkü söylerdi. O küçücük evi Ruhi ile çok güzel bir yere dönüştürmüştük. İki tane odamız vardı zaten. Birisinde sobamız vardı, kilimler sermiştik. Ruhi'nin kendine ait eşyaları, benim eşyalarım çok şirin bir evimiz olmuştu tarlaların ortasında. Orada işçiler vardı. Onlarla komşuluk ediyorduk ara sıra otostop yaparak Ankara'ya gidiyorduk. Mesela ilk defa bir konsere gittik. Cüneyt Gökçer'in oynadığı zannediyorum Arthur Müller'in Satıcının Ölümü adlı oyuna gitmiştik. 6 sene sonra gittiğimiz o ilk tiyatro bizi çok heyecanlandırmıştı ve Ruhi

sanatçıları tebrik etmek istedi. Ben nasıl davranacaklarını bilmediğim için gitmedim. Ama Ruhi "Ben gideceğim" dedi ve gitti. Zannederim gittiğine de pişman oldu. Çünkü Cüneyt Gökçer onu görünce çok şaşırmış ne yapacağını bilememiş ve Ruhi onun ancak elini sıkmış. Çünkü hapse girmeden önce aralarındaki ilişki çok iyiydi ve onun aklına fikrine çok güvenirdi. Onun bu soğuk tavrından çok etkilenmişti Ruhi.

Bu arada işsizlik devam ediyordu- Kemal Aygün yakamızı bırakmıyordu ve Ruhi'ye iş verilmemesi için elinden geleni yapıyordu. Mesela Mehmet Bey bir basın balosu tertipleyip Ruhi'ye türkü söyletmek istemişti. Kemal Aygün burada da karşılarına çıkıp "Ruhi Su'nun itibarını iade mi etmek istiyorsunuz" diyerek bütün çıkış yollarını kapatıyordu. Yani hiçbir yerde iş bulma ihtimalimiz kalmıyordu. Celal Cündoğlu bize ayda 100 lira veriyordu, biz de o para ile geçinmeye çalışıyorduk o zaman. Her gün sabah akşam 12 kilometre o karların içinde yürüyüp imza vermeye gidiyorduk bir yandan. Ama oradaki insanlar jandarması, astsubayı çok iyi niyetli insanlardı. Bazen bizi arabalarına alan insanlar olurdu. O şekilde giderdik. Derken hapiste tanıdığımız arkadaşlar kendi aralarında bir nakliye şirketi kurmuşlar. Birkaç tane eski arabaları vardı. Sonra Ruhi'ye "Sen de bir şeyler katarsan bu işi beraber yaparız, gelir yazıhanede oturursun" dediler. Ruhi de bu konuyu Celal beye açtı. Oradan aldığı 20,000 lira kadar bir parayla o işe ortak oldu. Ancak arkadaşları daha sonra verdikleri sözü tutmadılar ve Ruhi emniyet nezaretimiz bitene kadar evden eve eşya taşıdı. Ruhi bu nakliye işine başladıktan sonra Aydınlıkevler'de bodrum katında bir ev tuttuk. Burada oğlumuz Ilgın dünyaya geldi. ( 29 Nisan 1959) Ruhi Su'nun eşya taşıdığı aydınlar arasında da biliniyordu ve ona başka işler araştırılıyordu.


Ruhi’nin eşya taşıdığı günlerde Atıf Yılmaz'ın "Karacaoğlan'ın Kara Sevdası" adlı bir filmi çekilecekti ve Ruhi'den orada Karacaoğlan türkülerini söylemesini istediler. Tabii Ruhi bu teklife çok sevindi ve onlarla Adana'ya gitti. Yaylalarda kaldı ve Karacaoğlan plaklarında söylediği türküleri o zaman derledi. Bu çalışmaları kırk gün kadar sürdü. Derlediği Karacaoğlan türkülerini o filmde seslendirdikten sonra o kış Ruhi İstanbul'a gitti. (Aralık 1959) İstanbul'da Taksim Belediye Gazinosu'nda türkü söylemeye başladı. Bu arada "Karacaoğlan'ın Kara Sevdası" filmi bitti ve Sinema Tek'te ki gösterimine biz de giderek filmi seyrettik. Ancak daha sonra Ruhi'nin seslendirdiği türküler filmden çıkarıldı. Güya halk türkülerin opera gibi seslendirilişine tepki göstermişti. Bu sebepten dolayı Ruhi'nin seslendirdiği türküler filmden çıkartıldı ve aynı türküler onun yerine yine bir opera sanatçısı olan Aydın Gün tarafından okutturuldu. Yani böyle komik bir şey. Gerçi Atıf Yılmaz buna çok üzüldü ama filmin yapımcısı Hürrem Erman'ın baskısı sonucu Ruhi'nin sesini filmden çıkarmak zorunda kaldı. İşin kötü tarafı o zaman filmin ilk kopyası ortadan kayboldu ve o kopyalara ne olduğunu hala kimse bilmiyor. Bu konuyu uzun süre araştırmama, Ankara'daki film arşivlerine defalarca gidip gelmeme rağmen filmin ilk kopyalarından birine dahi ulaşamadım. Filmin o ilk hali ortadan kaldırılmıştı. Tabii Aydın Gür'ün Ruhi Su tarafından yetiştirildiğini ve opera sınavlarına yine onun tarafından hazırlandığını göz önüne alırsak burada yaptığı işi ben saygısızlık olarak nitelendiriyorum. Yani Ruhi'nin yerine söylemekle büyük bir saygısızlık yaptı diye düşünüyorum.

Ruhi'nin Aralık 1959 da İstanbul'a gidip iş bulmasının ardından 1960 senesinin Mart ayında da biz de gittik İstanbul'a. Ruhi Nişantaşı'nda çatı katında bir ev tutmuştu -iki oda bir mutfak- ve orada

oturmaya başladık. Fakat o günlerde sıkıyönetim ilan edildi. Bütün klüpler, müzikli eğlence yerlerinin kapanmasıyla yine işsiz kaldık. 27 Mayıs ihtilalinden sonra Ruhi başta klüpler olmak üzere bir çok yerde çalıştı ve bazı film müzikleri yaptı. O yıllarda Yapı Kredi Bankası'nda bir halk oyunları yaşatma tesisi vardı, oranın yetkililerinden Kazım Taşkent Ruhi'yi çok beğeniyordu ve Ruhi'yi orada işe aldı. Bu kurumun bünyesinde yapılan gösterilerde çalınan halk oyunlarına ait müzikleri Ruhi teyplere kaydediyor ve daha sonra onların notalarını çıkarıyordu. Bir süre sonra iktidar değişti Süleyman Demirel başbakan oldu. Yönetimdeki bu değişiklik sırasında Ruhi Su da bu işten ayrılmak zorunda kaldı. Ancak yazdığı notalar bir kitap halini almaya hazırdı artık. O yıllarda Türkiye'de nota basılmadığı için Ruhi Su'nun notaya aldığı halk oyunları Almanya'ya gönderilmiş ve çıkacak olan kitap bekleniyordu. İşte o haldeyken Ruhi bütün bu çalışmaları bıraktı. Aslında Kazım Taşkent Ruhi'ye işine evinde devam etmesini söyledi ama Ruhi bunu kabul etmedi.

Birkaç sene sonra Eskişehir'de bir Yunus Emre seminerinde Sadi Yaver Ataman oradakilere bir kitap dağıtıyor. Kitap Ruhi'nin eline de geçiyor. Ruhi bir bakıyor ki kitabın içindekiler kendi notaları. Yani beş sene uğraşıp notalarını yazdığı halk oyunlarını bir araya getirip bir kitap yapmışlar altına da Sadi Yaver Ataman imzasını atmış. Ruhi hemen gidiyor ve Sadi Yaver Ataman'a yüksek sesle "Sen bunu nasıl yaptın, bu kitabın altına nasıl imzanı atarsın" diye çıkışıyor. Neticede mahkemelik oluyorlar. Sadi Yaver geliyor "Bu kitap Ruhi Su'ya aittir" diye ifade veriyor. "Ancak yöneticiler böyle istediği için buraya imza atmaya mecbur kaldım" diyor. Tabi bu dava sırasında Aziz Nesin başta olmak üzere pek çok dostu Ruhi'ye tazminat davası açmasını söylediler Ancak Ruhi

"istemem" dedi. Sadece çıkacak olan ikinci baskının altına adının yazılmasını istedi. Tazminat istemediği için herkes çok kızdı fakat Ruhi "en güç zamanımda onlar bana iş verdiler bunu yapamam" dedi. Ruhi'nin bu iyi niyetine rağmen Yapı Kredi Bankası "Türk Halk Oyunları" adlı o kitabın ikinci baskısını yapmadı. Ancak Ruhi'nin ölümünden sonra ben üç sene uğraştım ve Fikri Sağlar'ın bakan olduğu sırada kitabı Kültür Bakanlığı Yayınları'nda çıkardım . Yani Ruhi bu eserini çok istemesine rağmen göremedi. Ruhi'nin ölümünden sonra ben Yapı Kredi Bankası'na gittim ve bu eserin ikinci baskısının Ruhi Su adı altında basılmasını istedim. Hatta bütün telif haklarını da onlara vermek koşuluyla... Ama kitabı basmadılar. O zaman "Ya siz çıkarın yada müsaade edin ben yayınlanmasını sağlayım" dedim ancak onlar kitabı yayınlamak bir yana bankanın arşivlerinde bana verecek bir kopyayı bile bulamadılar. Yani ellerindeki her şeyi yok etmişlerdi.

Biz de onun üzerine elimizdeki kitapla önsözü de değiştirerek Kültür Bakanlığı aracılığı ile bu eseri yayınlamayı başardık. İşte görüyorsunuz, içinde halk oyunları bulunan bu kitaba Ruhi'nin nasıl emek verdiğini ben biliyorum. Sizde biliyorsunuz halk oyunları davulla zurnayla çalınır. Ruhi bunları notaya aldı.

Soru 8: Ruhi Su hapishaneden çıktıktan sonra siyasi faaliyetlerine devam etti mi?

Eski arkadaşlarımızla yine görüşüyorduk. Ama bir siyasi oluşuma katılmamız zaten mümkün değildi. Çünkü beş sene siyasi yasağımız vardı. Buna rağmen Türkiye İşçi Partisini destekledik ve bu fikirler

ışığında yapılanan pek çok derneğin ve oluşumun gecelerinde Ruhi Su hiçbir ücret almadan türkülerini söylemeye devam etti. Onlara desteğini türkülerini söyleyerek verdi.

Soru 9: Peki Yapı Kredi Bankasındaki görevinden ayrıldıktan sonra ne işle uğraştı Ruhi Su ?

Yine klüplerde türküler söylemeye devam etti bir süre. Daha sonra aydınlar bunun böyle gitmeyeceğini Ruhi Su'nun bu işlerle uğraşmasını istemediler. Halit Çambel, Atilla Özkırımlı daha bir çok arkadaşlar aralarında karar verip ve bir dergi gibi para topladılar. Bu şekilde Ruhi'nin dört adet kırk beşlik plaktan oluşan albümü çıkmış oldu. Tabii o zaman bu plakları da bütün plakçılar satmak istemiyorlardı. Ancak belirli kitapçılara, daha aydın kitapçılara gönderiyorduk bu plakları. İşte İstanbul'da iki tane, Ankara'da bir kitapçı , İzmir'de bir kitapçı dağıtımımız bu kadardı ve böylece bu plaklar çıkmış oldu. Bundan başka da arkadaşlar aboneler kaydediyorlardı. Çıkan plakları abonelere göndererek aldığımız para ile yeni plaklar çıkarıyorduk. Bu şekilde on altı tane plak yayınlandı. Ondan sonra ilk uzunçalar "Kuvayi Milliye Destanı’nı çıkardık. Yani bir çeşit imece usulüyle bu plakları çıkarmış olduk. Zaten bu plakların adı da İMECE idi.

Soru 10: Ruhi Su'nun herhangi bir sosyal güvencesi var mıydı? Daha önce sigortalı çalıştığı işlerden dolayı emekli olmaya hak kazanabilmiş miydi?

Evet, o zaman opera nereye bağlıysa oraya ödenen primleri geçerli sayıldı, daha sonra plakları çıkınca Bağ Kur'a bağlı oldu ve neticesinde


bunlar hesaplanarak emeklilik hakkını kazanmış oldu. Sonra o emeklilik bana da yansımış oldu.

Soru 11: Ruhi Su ile kaç çocuğunuz var? Şu an nerede yaşıyorlar?

Evet, bir oğlumuz var. Ilgın Su. Ancak Ruhi'nin öğretmen Okulu'nda okuduğu yıllarda yaptığı başka bir evliliği ve bu evlilikten Güngör Su adında bir oğlu daha var. Ama o evlilik çok kısa sürmüş. O hanım Adana'da bir hastanede ebe olarak çalışıyormuş sonra Ankara'ya gelmiş ancak evlilikleri 6 sene sürmüş ve ayrılmışlar. Benim bu evlilik hakkında bildiklerim bu kadar, çünkü biz Ruhi ile tanıştığımızda bu evliliği sona ermişti. Oğlumuz Ilgın İstanbul'da yaşıyor. Ruhi Su Vakfı'nın genel sekreterliğini yapıyor. Bunun dışında mesleği sinemacılıktır. Ancak daha çok reklam sektöründe çalışmaktadır, müziğe hep ilgi duymuştur ama Ruhi onun hiçbir zaman müzisyen olmasını istememiştir. Ilgın hep saz çalmak istemiştir, Ruhi kendisi ders vermek istemiştir. Ama Ruhi’ye gazeteciler sorduğunda Ilgın'ın müzik konusunda ısrarcı olmasından hep korktuğunu söylemiştir. Bu işin zorluklarını bildiği için oğlunun da bir müzisyen olmasını istememiştir açıkçası. Ruhi'nin diğer oğlu Güngör Su’ya gelince, kendisiyle uzunca bir süredir görüşemedik. Talas kolejini bitirdiğini, bir süre rehberlik yaptığını ve sonunda iyi bir iş adamı olduğunu biliyorum. Kendisiyle bir çok kere görüştük hatta sürekli görüşmeyi de istedik, kendisi çok da iyi bir insan. Fakat dünyalarımız farklı onun için uzunca bir süredir görüşemedik.

GÖRÜŞLERİ.....



Müziği Düşünen Adam
Yaptığı müziğin yapısı ve işlevi üzerine, halk müziğinin estetik ve sosyolojik temelleri üzerine, ülkemiz sanat yaşamında türkülerin ifade ettiği anlam, açabileceği ufuk üzerine çok düşünen, düşüncelerini her fırsatta; yazılarında, söyleşilerinde, öğrencileriyle yaptığı çalışmalarda dile getiren bir sanatçıydı Ruhi Su. Müzisyenliğinin yanısıra, bir düşünür olarak da kültür dünyamızda etkinliği olmuştur. İşini bilinçle,felsefeyle yoğuran bu müstesna sanatçıyı tanımanın en doğru yolu, onun kendi sözlerine kulak vermek olacaktır. Ruhi Su’nun sanatıyla, müziğiyle ilgili görüşlerinden seçtiğimiz dikkate değer örnekler, onun yaptığı işin büyüklüğünü ve değerini gerçek anlamda kavramak isteyenler için çok önemli bir kılavuz niteliği taşıyacaktır.



Aldı Ruhi Su... bakalım neler söyledi:



>“ Garbın şan tekniği bizim için iyi bir idealdi, aldık ve onunla şarkı sesimizdeki pısırıklığı atmaya çalışıyoruz. Bu tekniği yalnız ecnebi şarkılarını söyleyebilmek için aldığımız düşünülemez. O halde, başka sahalarda olduğu gibi, garbın şan tekniğini de, şarkılarımızın karakterini belirttiği nisbette sesimizde kullanalım. Bu karakteri bozmasına müsaade etmeyelim. Mesela Ulvi Cemal Erkin’in, “Yayla gülünün dikeni bol olur” diye başlayan bir şarkısını “alafranga” söyleyeceğim diye, enerjik ve katı bir sesle, adeta dinleyiciyi azarlar gibi söylemeye lüzum yok. Esasen bizim şarkılarımızın çoğu böyle köşeli ve kırık tonlara müsait değildir. Ekserisi lirik ve pastoral bir tonla söylenmek ister.

(...) Halk şarkılarımızı, bir saz şairinin yayık ve disiplinsiz sesiyle değil, fakat şehirli bir muganninin ağzıyla da değil; halk şarkılarımızı garp tekniği içinde, halk gibi, fakat halktan ayrı olarak söylemeliyiz.



Varlık, 1.1.1940



>“ (...) Bu sebeple, bizi de çok sesli müziğe götürecek en sağlam yol, esasında zaten polifonik bir karakterde olan halk müziğimizin yoludur diyorum. Müziğimizin bu yolda bir adım atabilmesi ise, yalnız kompozitörün değil, kompozitörle birlikte bütün icracılar topluluğunun işidir.

İyi bir icracı, kullandığı enstrümanın bütün imkanlarına sahip olan kişidir. İnsan sesi de bir enstrümandır. Bir şarkıcının da şarkı söylemeye başlamadan önce uzun bir teknik eğitim görmesi, sesine bu imkanları kazandırması lazımdır.



(...) Türkülerin bir kısmı şarkı anlamına gelen lied, bir kısmı arya, bir kısmı da resitatif karakterindedir. Bunlara sahip olmakla bizim şarkı sesimiz, birtakım cilveli oyunlardan, ağlamaklı, miyavlamaklı olmaktan kurtulabilir. Çünkü bunların hepsi ne üsluptan, ne de müziğin kendisinden gelir. Bütün bu oyunlar bilgisizlikten, sesteki yetersizlikten, yani sesin kendisi ile elde edemediğini birtakım trüklerle elde etmek istemesindendir.



Halk türküleri donmuş bir müzik olmadığından, her söyleyen insanla değişen, her söyleyişte değişen, daima bozulup yeniden kurulan bir sanat olduğundan, onu içeriğine göre yorumlayıp icra etmek, hem en doğru yol olur, hem de en doğru yol olduğundan halkın lehine olur. Çünkü halk bütün bu dediklerimi elde etmek için yapıyor bunları. Ayrıca, halkını seven insan, halkın yetişmesi diye bir şeyin de var olduğunu bilir.”



Yeditepe, 16-31 Ağustos 1961



>“ (...) Toplumun düzeni zaten dayanılır gibi değilken, bir de inanç boğuşması...Artık toplumun düzensizliği mi bu inanç boğuşmasına gitmiş, inanç boğuşması mı toplumun düzenini bozmuş, toplumbilimciler çıksın içinden. Halkını sevenlerin her zaman başı derde girmiştir. Ve her zaman, bir rahatsızlığın kökünü dışarıda aramak yöneticilerin kolayına gelmiştir. “Güvendiğin padişahın, o da bir gün devrilir” derken, Pir Sultan Abdal’ın aslında ne şahla ne padişahla bir ilgisi vardır. Zamanının dili ile, onun sadece toplumun bir huzursuzluğunu söylediğini bugünün aydını bilir. Anadolu insanı bugün bile “Allah” demeden “of” diyemez. Pir Sultan Abdal olsun, Yunus olsun, ya da bugün yaşamakta olan Ali İzzet olsun, Kul Hasan olsun, zamanlarındaki düşünce yolu ne ise, dertlerin çözüm yolu da o olmuştur. Hepsindeki, bir barış ve huzur özlemi : Laiklik dendi mi aklıma hep bunlar geliyor. Yeryüzünde laik bir devlet olmanın kadrini sanırım bizim bu halk kadar bilecek çok az insan kalmıştır. Çünkü dünyada bu mesele söz konusu olmaktan çoktan çıkmıştır.”



Yeni Ufuklar, Aralık 1963



>“ (...) İyi yorum, iyi icra, kullanılan enstrümanın (insan sesi de bir enstrümandır) bütün yeteneklerine sahip olmakla yapılabilir. Bir kompozitör keman için, piyano için ya da ses için bir eser yazsa, bunları en iyi icra edebilecek ( çalabilecek ya da söyleyebilecek) o kompozitörün kendisidir diye bir şey söylenemez. Bir eser hangi saz için yapılmışsa, ancak o sazın bütün güçlüklerini yenmiş bir insan o eseri olumlu bir şekilde icra edebilir. Çünkü bestelemek ayrı iş, icra etmek yine ayrı bir iştir. Halk da bir besteci olarak bu kuralın dışında değildir.

İşte bundan dolayı, “Halk gibi söylemek” sözü de yerinde bir söz değildir. Ne halk diye belirli bir kişi var, ne de halk bütününü ifade edebilecek belirli bir söyleyiş var. Aşık Veysel var, Aşık Hasan var, Ahmet var, Mehmet var, biz varız. Biz hepimiz halkız. Halkın birimleriyiz. Her birimiz sesimiz ve kültürümüzün şartları içinde derece derece birtakım ayrıntılarla bu türküleri söylüyor ve değerlendiriyoruz. Eğer kültürümüzle birtakım imkanlar kazanmışsak, illa da bu imkanlardan mahrum insanlar gibi söylemeye neden özenelim? Olacak iş mi bu? Daha ilerinin daha geriyi taklit ettiği nerede görülmüş? Bunun altında sahte bir halk sevgisi, gelenekçi bir tutum sezilmiyor mu?



Folklore ’64,İstanbul American Colleges, Mart 1964



>“Batı müziği, bizim halkımızın çoğunluğunca daima bir yabancıdır, anlaşılması güç bir dildir. Kültürümüzün kökleriyle başka dünyalarda oluşumuz bunun nedenlerinin başında gelir. Bizim geleneğimizde çok seslilik yoktur. Biz bu aşamaya batı kültürüne yöneldiğimiz bir anda geldik. Batı kültürüne yönelişimizin tarihi de iki yüzyılı bulur. Yalnız müzik değil, bir uygarlık yaratılabilirdi bu süre içinde. Demek ki, giysilerin ya da faydası kolayca anlaşılan diğer araçların değiştirilmesi gibi kolay olmuyor müzikte değişiklik. Onun gelişebilmesi daha köklü dönüşümlerle ilgili.Bir toplumun müziği, konuştuğu diil kadar hayatına bağlıdır. Ve bundan dolayı da konuştuğu dil kadar kendisine anlamlı ve sıcak gelir. Bunda ayıplanacak bir şey yok: İnsan, tamaıyla yabancılaşmadıkça ne dilinden, ne de müziğinden kopabilir. Toplum ileri bir toplumsa, müziği de ilerlemiş, gelişmiş olur. XIII.-XIV. Yüzyıl batı müziği, bizim bugünkü alaturkadan daha yeterli bir müzik değildi. Bugünkü batı müziği ise, bilimde ve teknikte Rönesans’la uzay çağı arasındaki gelişme ile orantılıdır. Bilimin ve tekniğin yalnız ürünlerini alıp da dünyada uygar olabilmiş bir toplum yok. Marifet, bu ilerletici bilimin ve tekniğin içinde olabilmekte.

Armoni, batı müziğine bugünkü gücünü kazandırmış olan çokseslilik kurallarının bilimidir. Armonize etmek, mevcut bir melodi çizgisini çoksesli bir hale getirip zenginleştirmek demektir. Çokseslilik nedir bilmeyen bizim gibi bir toplumda bunun, halkı da, sanatçıyı da yetiştirici iki yönlü bir faydası vardır. Çoksesliliğe kendi türkülerinin eşliğinde girmesi hem halka daha ilginç gelir, hem de sanatçıya bu kurallar içinde kendi diliyle düşünmeyi öğretir. Gerçi sadece türkülerin armonize edilmesi batı müziği, ya da bir müziğin geleceği demek değildir ama, bu anlamdaki bir müziğe hem yolunu açan, hem kişiliğini kazandıran bir çabadır. Zira bir sanat, kural ve teknik yabancı ya da yabancılaştırıcı bir unsur olmaktan çıktığı zaman kişiliğini bulur. Yalnız kişiliğini değil, kişiliğinin kurallarını da bulur. Edebiyatımızdaki gelişmeyi düşünelim: Destandan, masaldan, halk hikayelerinden ve halk şiirinden bugünkü batı romanına, batı hikayesine ve batı şiirine geçerken, batıdan neler aldığımızın bir okuyucu olarak farkında mıyız? Batı tekniği ile işlenmiş müziğimizi dinlerken de kendi dilimizi ve kendi yaşantılarımızı bula bula çoksesliliğin tadını anlamaya alışacağız ve böylece batı müziği içerisindeki yerimizi alacağız.”



Orkestra , Mayıs 196

>“ (...) Müziğimize bir bakalım. Tartışma şu: “Alaturka mı? Alafranga mı?”

Bir ucu yüz elli yıl gerilere kadar giden bu tartışmanın en olumlu sonucu “alaturka” sözcüğünün yerine “Türk müziği”, “alafranga” sözcüğünün yerine de “Batı müziği” sözcüklerinin gelmesi oldu. Bunun arkasından alaturka dediğimiz müziğin Türk müziği olup olmadığı çıktı ortaya. Özü ile bu yine aynı tartışmanın bir devamıdır. Alaturkanın Türk müziği olmadığı, halkın çoğunluğu tarafından söylenen halk türkülerinin Türk müziği olduğu söyleniyor şimdi. Bu kanı, divan şiirinin Türk şiiri olmadığı, ancak halk şiirinin Türk şiiri olduğu kanısı kadar tutarsızdır. Alaturkanın bugünkü Türk toplumunu ifade edemediğini düşünürken, işi alaturkanın Türk olup olmadığına kadar götürmek yanlıştır. Bütün bu yanlışlıklar, halkı hesaba katmadan halkın hesabına düşünmüş olmaktan çıkıyor. Halkın hangi koşullar içinde olduğu bilinse, birtakım doğrular bu kadar yozlaştırılmamış olur sanıyorum. Gerçekte, halk türküleri gibi, alaturka dediğimiz müzik de bu koşulların ürünüdür. Kısacası ikisi de Türk müziğidir. Sanatın her dalında olduğu gibi müzik de toplum düzenine ve hayat şartlarına sıkı sıkıya bağlıdır. Bu sebeple gerçek bir aydın, bugünkü Türk müziğinin Türk halkını ifadeye yetmediğini söylerken, bugünkü düzenin ve hayat şartlarının Türk halkını ifadeye yetmediğini de söylemiş olur. Hiç değilse, “ Bir halkın müziği, ana kanunları ile birlikte değişir.” Diyen Yunan filozofları kadar ciddi olabilmeliyiz bu konularda.”



Sahne Kapısı , Ağustos 1965



>“Türkü söylemenin kolay görünmesi, türkülerin erişilmez sadeliğinden ve sağlamlığından gelir. Bundan dolayı da, nasıl söylenirse söylensin, yine de bir şeyler kalır türkülerden. Bu hal bir umursamazlığa, sanki aslında da türkülerin böyle söylendiği ve böyle söylenmesi gerektiği gibi yanlış bir yargıya götürebilir insanı. Yorum ve üslup ancak entellektüel bir faaliyet olan sanata, sanat müziğine hasmış gibi gelirse 6de, bunun bir kuruntudan ve bir kendini beğenmişlikten ileri geldiğini sanıyorum. İlkel çağlara gittikçe, türkülerin sihir ve kehanete karışması, ozanların vecde gelip kendinden geçmesi, herşeyden önce yorumla, karşısındakini etkileme çabasıyla ilgili görünüyor.Türküler de tıpkı operalar ve lied’ler gibi çeşitli konularda vedeğişik biçimlerde olduğundan, onlar gibi renkli ve değişik bir icrayı zorunlu kılar. Bunun da bir yetki, bir hüner işi olduğu açıktır. İnsan sesi çalgıların en soylusudur. Hiçbir çalgı insan sesinin anlatım gücüne sahip değildir. Fakat insan sesi de dahil,kullandığı çalgının yeteneklerinden yoksun kişi, hem kullandığı enstrümanı, hem de o enstrümanla yaptığı işi yozlaştırır.Şarkı söylemelyi meslek olarak seçen bir insan için, bu – en azından- bir klasik eğitim, bir ses eğitimi, sözün kurallarına göre bir şarkı söyleme eğitimi ve sonsuz bir insan sevgisi demektir. Türkü söyleyen bir sanatçı ise, bunlarla beraber halkını ve bu türküleri meydana getiren koşulları da iyi bilmeli. Bunların olmadığı yerde, iş herkesin kolayca yapabileceği klişe bir icraya yönelir ki, bizim memleketimizde genellikle şarkı söyleme sanatı böyle olagelmiştir.Bazılarının “Halk gibi söyleyiş” dediği de budur. Eğer bir sanatçı bu yeteneklere sahipse, halk gibi söyleyeceğim diye, bunlardan yoksun insanlara özenmesi ya da özendirilmesi, bilgiye ve hünere karşı saygısızlıktır. Acaba Sümmani halk gibi söyler miydi? Söylese “Sümmani tavrı” diye bir şey kalır mıydı? “Halk gibi” diye gösterilebilecek bir örnek tip yoktur. Sümmani, Veysel, Ayşe, Fatma, Mahsuni, Ruhi vardır. Biz hepimiz halkız.Hepimiz kendi görgümüz ve bilgimiz içinde birtakım katkılar ve ayrıntılarla söyleriz bu türküleri. Türküler yaşayan bir varlık gibi iyisine ya da kötüsüne, bu kişisel katkılarla her an bozulup yeniden doğar. Bu bizim elimizde olan bir şey değil. İmzalı bir sanat eseri gibi donduramayız bu türküleri. İyi ki elimizde olan bir şey değil.Çünkü türküler o zaman yeniye karşı daima açık olan aslını ve otantik gücünü yitirirdi.

Bana, “Sen bu türküleri nasıl söylediğini anlat” dedikleri zaman, bunlardan başka söyleyecek bir şey gelmiyor aklıma. Kısacası, “Bu benim terbiyem icabıdır.” diyemiyorum.



İmece Plakları Takım II kitapçığı, 1968



>“ (...) Halk türkülerinin bu diriliği ve uyanıklığı karşısında bir de dolmuşlarda, sokaklarda, gazinolarda, yatak odası seslerini, sevgili kavgalarını yansıtan “müziğimiz”in halyine bakın. Gerek ses, gerek çalgı düzeni (orkestrasyon) bakımından Hint, Arap ve hafif batı müziği etkisinde, artık iyiden iyiye tarihi Türk müziğinin yerini almış yeni bir alaturkaya tanık olmaktayız ki, kuşkusuz bu da halkımızın karşı karşıya bulunduğu bir gerçektir. Bugün bu yoz “müzik”, Tarihi Türk Müziği dediğimiz Türk Sanat Müziğine göre daha geniş halk kitlelerine inmiş olmasına rağmen, demek ki “yenileşmek” her zaman için “ileri” olmak anlamına gelmiyor.”



Köken, Mayıs 1974



>“(...) Bir toplumun sanatı, o toplumdaki gelişmelere uygun olur. Olmamak elinde değildir. Çünkü o gelişmeleri hazırlayan öğelerden biri de sanattır. Bu sorulara gelen cevaplar arasında “sosyalist sanat”, “kapitalist burjuva sanatı” gibi deyimlere rastladım. Bunları okuyan bir sanatçıyı, “Demek ki ben bilmeden nesir konuşuyormuşum !” diyen adamın durumuna düşürmemek için, daha doğru tanımlar bulmalıyız. Sosyalist toplumdan önce de sanat olduğuna göre ve sosyalist kişi bunları toptan reddetmediğine göre, “gerçekçi sanat”, “gerçeküstü sanat” deyimlerini daha tutarlı buluyorum. Sözgelişi, Bach’ın müziğine “kralcı” ya da “kapitalist müzik” demek ne kadar doğru olursa, Şostakoviç’in ya da Haçaturyan’ın müziğine sosyalist müzik demek de o kadar doğru olur ancak.”

Ant, Nisan 1968 (Osman Arolat’la söyleşi)

>Benim anladığım anlamda iyi türkü söyleyebilmek için kişinin bir ses eğitimi, müzik eğitimi görmesi şart. Bu eğitimi gören her insan da iyi türkü söyleyemez. İyi türkü söyleyebilmek için, içinde yaşadığı halkı tanıması, sevmesi gereklidir. O türkülerin nasıl ve ne koşullarda çıktığını, sonra o türkülerin dilini, yani Türkçemizi iyi kullanmayı bilmesi gereklidir. Bütün bunlar birleştiği zaman insan iyi türkü söyleyebilir. Bunlar olmadan da halkın, halk sanatçılarının içinde iyi türkü söyleyenler vardır ama, o benim açımdan yeterli bir söyleyiş biçimi değildir. O söyleyiş, ancak o söyleyişin geldiği geleneği sürdürmeye yetebilir. Ama o kültürü, o kültürün yaşayan kısımlarını daha ileri bir kültüre aktarmaya yetmez. Daha ileri kültüre, yani kendi toplumumuz için gerekli olan kültüre, ancak dediğim eğitimden geçmiş ve o ileri kültürü anlayan bir sanatçı aktarabilir. Hem kendi geleneğini, hem de daha ileri kültürün dilini bilir. Ondan dolayı, gelenekte var olan kültürü, özlemi çekilen kültüre daha iyi aktarabilir.”

The Bosphorus Chronicle, Nisan-Mayıs 1978 (Söyleşi)
__________________
[SIGPIC][/SIGPIC]

"İşkence acılar unutulur. Dik yaşamak iz bırakır hayatta..."

Deniz GEZMİŞ
onurozgen Ofline   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bu konuyu arkadaşlarınızla paylaşın


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 
Seçenekler
Stil

Yetkileriniz
You may not post new threads
You may not post replies
You may not post attachments
You may not edit your posts

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-KodlarıKapalı
Trackbacks are Açık
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık




Türkiye`de Saat: 13:18 .

Powered by vBulletin® Copyright ©2000 - 2008, Jelsoft Enterprises Ltd.
SEO by vBSEO 3.3.2

Sitemiz CSS Standartlarına uygundur. Sitemiz XHTML Standartlarına uygundur

Oracle DBA | Kadife | Oracle Danışmanlık



1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147 148 149 150 151 152 153 154 155 156 157 158 159 160 161 162 163 164 165 166 167 168 169 170 171 172 173 174 175 176 177 178 179 180 181 182 183 184 185 186 187 188 189 190 191 192 193 194 195 196 197 198 199 200 201 202 203 204 205 206 207 208 209 210 211 212 213 214 215 216 217 218 219 220 221 222 223 224 225 226 227 228 229 230 231 232 233 234 235 236 237 238 239 240 241 242 243 244 245 246 247 248 249 250 251 252 253 254 255 256 257 258 259 260 261 262 263 264 265 266 267 268 269 270 271 272 273 274 275 276 277 278 279 280 281 282 283 284 285 286 287 288 289 290 291 292 293 294 295 296 297 298 299 300 301 302 303 304 305 306 307 308 309 310 311 312 313 314 315 316 317 318 319 320 321 322 323 324 325 326 327 328 329 330 331 332 333 334 335 336 337 338 339 340 341 342 343 344 345 346 347 348 349 350 351 352 353 354 355 356 357 358 359 360 361 362 363 364 365 366 367 368 369 370 371 372 373 374 375 376 377 378 379 380 381 382 383 384 385 386 387 388 389 390 391 392 393 394 395 396 397 398 399 400 401 402 403 404 405 406 407 408 409 410 411 412 413 414 415 416 417 418 419 420 421 422 423 424 425 426 427 428 429 430 431 432 433 434 435 436 437 438 439 440 441 442 443 444 445 446 447 448 449 450 451 452 453 454 455 456 457 458 459 460 461 462 463 464 465 466 467 468 469 470 471 472 473 474 475 476 477 478 479 480 481 482 483 484 485 486 487 488 489 490 491 492 493 494 495 496 497 498 499 500 501 502 503 504 505 506 507 508 509 510 511 512 513 514 515 516 517 518 519 520 521 522 523 524 525 526 527 528 529 530 531 532 533 534 535 536 537 538 539 540 541 542 543 544 545 546 547 548 549 550 551 552 553 554 555 556 557 558 559 560 561 562 563 564 565 566 567 568 569 570 571 572 573 574 575 576 577 578 579 580