Beşiktaş Forum  ( 1903 - 2013 ) Taraftarın Sesi

Beşiktaş Forum ( 1903 - 2013 ) Taraftarın Sesi (http://besiktasforum.net/forum/)
-   Sosyal Bilimler (http://besiktasforum.net/forum/sosyal-bilimler/)
-   -   Sömürgecilik (http://besiktasforum.net/forum/sosyal-bilimler/73187-somurgecilik/)

Constantin 06-09-2008 15:25

Sömürgecilik
 
SÖMÜRGECİLİĞİN TANIMI

Sömürgecilik ansiklopedilerlerde; daha çok ekonomik, ticarî,
siyasi ve dinî amaçlarla güçlü bir devletin diğer devlet veya toplumlar üzerinde
maddî, manevî bir kontrol ve nüfuz kurmasi veya üstünlük sağlaması
hareketi; olarak geçiyor. Osmanlıca da müstemlekecilik, Bati dillerinde ise
koloniyalizm terimi ile karsilanmistir. Bir ülke vatandaşlarının başka bir
ülkede kurdukları yerleşme birimlerine de koloni denmiştir. İnsan
topluluklarının devlet seklinde de örgütlendikleri eski çağdan bu yana
çesitli sömürgecilik uygulamalarina rastlamamiza ragmen, sömürgecilik
haraketinin baslangiç tarihini belirlemede bir hayli zorlanıyoruz.
Ihsan Süreyya Sirma; ya göre, kelime olarak olmasa bile vakıa olarak
sömürü sistemi Adem (as.) oğlu Habil’in kardeşi Kabil tarafından
öldürülmesinden buyana mevcuttur. Sirma’ya göre Kabil, kendisine ait
olmayan bir hakki (kendi kız kardeşini), gasbetmek için kardeşi Habil’i
sömürmek istedi, Habil de karşı durunca onu öldürdü. İşte bu katl
olayından beri, sömürü, yada sömürü düzenleri varolagelmiş ve de rakip
tanımadıkları için rakip olabilecekleri ihtimal dahilinde olanlarda hemen
elimine edilerek bu tehlike bertaraf edilmiştir.
Fenikeliler, Persler, Roma İmparatorluğu gibi devletler, yaşadıkları
dönemde Akdeniz bölgesine ve Avrupa’ya koloniler kurarak sömürmüşler.
Bunlardan en kapsamlı faaliyeti Roma İmparatorluğu yapmış ve gerek
Avrupa’da gerekse Avrupa dışında egemenlikler kurmaya çalışmışlar. Nitekim
Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla birlikte Avrupa’da değişik prenslikler
ortaya çıkmış ve sömürgecilik hareketi başlatılmış.

15. yy sonlarına doğru Asya’dan Avrupa’ya ulaşan kara yollarına
müslümanlar, Akdeniz’de ise Cenevizler hakim olmuşlar. Avrupa’daki
İmparatorluklar bundan rahatsızlık duyunca, Afrika ve Asya’ya ulaşmak
isteyen maceraperest denizcilere büyük destekler vermeye başlamışlar.
Keşifler çağı olarak adlandırılan bu dönem sömürgecilik hareketinde yeni
bir asama ortaya koymuş. Portekiz ve İspanya kraliyetinin desteğiyle
denizlerde ve karalarda terör estiren bu seyyahlar, bir yandan Afrika
kıyılarına, oradan güney Asya’ya ve kısa zaman sonra da Amerika’ya
ulaşarak, deniz kıyılarında koloniler kurdular.
Geride bıraktığımız 20. yüzyıl, belaların, acıların, katliamların,
sefaletin, büyük yıkımlar getiren savaş ve çatışmaların yüzyılıydı. Milyon-
larca insan bir hiç uğruna, sapkın ideolojilere hizmet adına öldürüldü, kat-
ledildi, açlığa ve ölüme terk edildi, bakımsız, evsiz barksız, korumasız
bırakıldı. Milyonlarcası, hayvanlara bile reva görülmeyecek,insanlık
dışı muamelelere maruz kaldı. Tüm bu acıların ve belaların altında ise
hemen her zaman despotların ve diktatörlerin imzası oldu: Stalin, Lenin,
Trotsky, Mao, Pol Pot, Hitler, Mussolini, Franco… Bu isimlerden kimi aynı
ideolojiyi paylaşırken, kimi de birbirine ölümüne düşmandı.İdeolojilerinin
birbirlerine karşı olması nedeniyle kitleleri çatışmaya sürüklediler,
kardeşi kardeşe düşman ettiler, savaşlar çıkarttılar, bombalar attırdılar,
arabaları, evleri,dükkanları yakıp yıktırdılar, mitingler düzenlettiler,
ellerine silah vererek hiç acımadan gençleri, yaşlıları, kadınları, ço-
cukları, erkekleri öldüresiye dövdürttüler,kurşuna dizdirdiler…,

Sırf başka bir fikri savunuyor diye bir insanın yüzüne silah doğrultup,
gözlerinin içine bakarak öldürebildiler, başını ayakları ile ezebilecek kadar,
acımasızlaşabildiler, kadın, çocuk, yaşlı demeden insanları evlerinden,
yurtlarından sürdüler....
Geçtiğimiz yüzyılın belalar tablosu özetle böyledir. Karşıt fikirleri
savunan birkaç ideoloji ve bu ideolojilerini savunmak uğruna insanlığı
acıya ve kana boğan insanlar…. İnsanlığa karanlık günler yaşatan bu ide-
olojilerin başında faşizm ve komünizm gelir. Bunlar birbirine düşman ve
birbirini yok etmeye çalışan fikirler olarak görülür. Ne var ki, ortada son
derece ilginç bir gerçek bulunmaktadır: Bu ideolojilerin hepsi tek bir
fikri kaynaktan beslenmekte, o kaynaktan güç ve destek almakta ve o
kaynak sayesinde kitleleri ikna ederek ,kendi saflarına çekebilmektedirler.
Bu kaynak, ilk bakışta kesinlikle dikkat çekmemiş, bugüne kadar hep perde-
nin arkasında kalmış, insanlara hep masum görünen yüzünü göstermiştir. İşte
bu kaynak materyalist felsefe ve onun tabiata uyarlanmış hali olan DARWINİZM'dir


AVRUPAÎ VAHŞETİN ADI: SÖMÜRGECİLİK
Batının sömürü faaliyeti iki ana gruba ayrılarak incelenebilir. Bunlardan
birincisini iç sömürü ikincisini ise dış sömürü olarak ifade edebiliriz. İç
sömürü, Avrupa’nın bizatihi kendi insanına yönelik olarak gerçekleştirdiği
sefaletleştirme ve ölüme terketme faaliyetidir. Genellikle dış dünyaya yönelik
sömürü faaliyetlerinin gerçekleştirilemediği dönemlerde yoğunlukla
uygulanmıştır. Kendilerinden başka yerlerin sömürgeleştirildiği dönemlerde ise
bu tür sömürü azalmış yerini dış sömürüye bırakmıştır. Dış sömürü ise ya daimî
sömürgeleştirme şeklinde tecelli etmiş ya da geçici, fırsatlara bağlı olarak
uygulanmıştır. Zamanımızda ise bu tür doğrudan sömürgecilik faaliyetinin yerini,
kültürel emperyalizm aracılığıyla gerçekleştirilen ve adına küreselleşme denilen
yapılanma ile, dolaylı olarak gerçekleştirilen sömürgecilik almıştır.
KENDİNİ YİYEN BATILI YA DA “HOMO HOMİNU LİPUS” ÇAĞI
Batı tarihinde iç sömürünün yaygın olarak gözlendiği ve daha çok ön plâna çıkan
dönem kölelik çağı olarak adlandırılmaktadır. Söz konusu çağda dünyanın bir çok
bölgesinde köleliğin görülmesine rağmen, batılı kendi tarihini aklaştırma ve
şirin gösterme çabası içerisinde, köleliğin en yoğun olarak yaşandığı, birer
şehir devletleri olan “Polis”leri demokrasinin beşiği olarak göstermiştir. Antik
Yunan demokrasisi olarak ifade edilen bu dönem öylesine idealize edilmiş ve
anlatılmıştır ki, ütopik devletlerdeki ilişkiler sistemini bile geride
bırakmıştır. Halbuki söz konusu dönemde tam bir kölecilik uygulama ve zihniyeti
hâkimdir. Dönemin filozofları da böyle bir ilişkiler sisteminin çerçevesini
sunmakta ve fikrî temellerini ortaya koymaktadırlar. Nitekim efsaneleştirilmiş
olanı bir tarafa bırakıp Antik Yunan demokrasisine baktığımızda, demokrasinin
yaşandığı yer olarak kabul edilen Atina sitesinde, Platon ve Aristo gibi
düşünürler, her insanı “insan” olarak kabul etmeyen kölelik rejimini korumakta,
aristokrasiye doğru yönelmektedirler. Karl Popper’ın deyimiyle Platon “açık
toplumun düşmanı” olarak ortaya çıkmaktadır. Düşüncede karşı olunan demokrasi
uygulamada da kelime mânâsına dahi ters düşen bir biçimde azınlığın çoğunluk
üzerindeki tahakkümü şeklindedir. Azınlık ki bunların dışında kalanların bir
çoğu (köleler) insandan dahi sayılmamaktadır.
Avrupa’da insana bağlı köleliğin sona ermesiyle birlikte bunun yerini toprağa
bağlı kölelik (serflik) almıştır. Artık köle ancak toprakla birlikte alınıp
satılabilen bir varlıktır ve her şeyiyle birlikte toprak sahibine bağlıdır.
Feodal dönem olarak adlandırılan bu çağda, Avrupa defalarca kitleler halinde
ölümlere sahne olmuştur. Böyle bir sömürü sisteminde artan nüfusu besleyemeyen
sistem, nüfusun önemli bir kısmını ölüme terk etmek suretiyle üzerindeki
ağırlığı atmıştır.
Nitekim nüfus artarsa veya azalırsa, her şey değişmektedir. Eğer insanlar daha
kalabalık hale gelirlerse, üretim ve mübadelede artış meydana gelmekte;
işlenmeden duran ormanlık, bataklık veya tepelik toprakların sınırında ekim
alanlarının ilerlemesi; imalâtın ilerlemesi, köylerin ve bundan da sık olarak
şehirlerin büyümesi gerçekleşmektedir. Ancak bunun yanında olumsuz etkileri de
olmaktadır ki en önemlisi, artan miktarda bir aşırı insan yükü, toplumların
beslenme imkânlarını aşmaktadır. Dolayısıyla salgınlar ve kıtlıklar (önce
birincisi belirmekte, sonra da ikincisine refakat etmektedir), beslenecek
boğazlarla, zor sağlanan iaşeler arasındaki iş gücü ile istihdam imkânları
arasındaki dengeyi yeniden kurmaktadırlar. Çok büyük kalabalıktaki bu
ayarlamalar, eski rejim yüzyıllarının güçlü hattını meydana getirmektedirler. Bu
dalgalanmalar, Batıda; 1100-1350 arasında uzun bir nüfus artışı, 1450-1650
arasında bir başkası ve 1750’den itibaren artık gerileme içermeyen bir diğer
yenisi olarak görülmektedir.2
Her nüfus gerilemesi belli sayıda meseleleri çözmekte, basınçları yok etmekte,
hayatta kalanları ayrıcalıklı hale getirmektedir. Bu, ayağı kırılan atın
öldürülmesi gibi bir ilâçtır, ama gene de bir ilâçtır. XIV. yüzyılın ortasındaki
Kara Veba’dan ve onu izleyen ve onun darbelerini daha da ağırlaştıran
salgınlardan sonra, miraslar birkaç kişinin ellerinde yoğunlaşmıştır. Yalnızca
iyi topraklar işlenmiş (daha az zahmetle, daha çok verim), hayatta kalanların,
hayat standardı ve gerçek ücretleri yükselmiştir. Böylece Batıda 1350-1450
arasında, köylünün ataerkil ailesiyle birlikte, boş bir ülkenin efendisi olacağı
bir yüzyıl başlamıştır; vahşi ağaç ve hayvanlar, eskinin müreffeh kırlarını
işgal etmiş durumdadırlar. Fakat insanlar kısa bir süre sonra yeniden çoğalacak,
vahşi hayvan ve bitkilerin ondan aldıklarını yeniden fethedecek, tarlaları
taşlardan temizleyecek, ağaç ve makilerin köklerini sökeceklerdir ve bizzat bu
ilerleme onların omuzlarına çökecek, sefaletini yeniden yaratacaktır. 1560 veya
1580’den itibaren İspanya, İtalya ve muhtemelen tüm Batı’da olduğu gibi,
Fransa’da da nüfus yeniden çok fazla hale gelmiştir. Monoton tarih yeniden
başlamış ve kum saati tersine dönmüştür.3
Ancak ayağı kırılan atın öldürülmesi gibi bir çare olarak ifade edilen,
insanların ölüme terk edilmeleri son derece acı ve vahşet dolu sahnelerle
gerçekleştiği gibi ayak kendiliğinden kırılmamış, sömürenler tarafından bu
insanlar böyle bir akıbete sürüklenmişlerdir. Nitekim bu sahnelerden biri, bu
hususta bize vahşetin boyutlarını yeterince göstermektedir:
“Şiddetli yağışlardan ötürü ve tarlalardaki ürünlerin güçlükle kaldırılabilmesi,
çoğu yerde de yok olup gitmesi yüzünden, buğday ve tuz kıtlığı yaşandı.
İnsanların sağlığı bozulmaya başladı ve sakatlıklar oluştu. Her gün o kadar çok
insan ölüyordu ki, ortalık kokudan geçilmez oldu...
İrlanda’da acı günler 1318’e değin sürdü ve alabildiğine şiddetlendi, çünkü halk
kilise avlularındaki mezarlardan ölüleri çıkarıp yediler... Polonya ve Sibirya
gibi Slav ülkelerinde kıtlık ve ölümler 1319 yılında bile kol geziyor ve
yamyamlığın hâlâ gündemde olduğu söyleniyor. Anne-babalar çocuklarını, çocuklar
anne-babalarını öldürdüler ve idam edilmiş suçluların cesetleri sehpalardan
kapışıldı”4 Bu sahneleri göz önünde bulundurduğumuzda Thomas Hobbes’un “homa
hominu lipus” yani “insan insanın kurdudur” sözünün niçin söylendiği
anlaşılmakta -her ne kadar kurt leş yemese de- bu ifadenin Avrupalı için ne
kadar doğru olduğu görülmektedir.
Yine bu dönemde kıtlığın boyutlarını ve aç kalanların nasıl ölüme terk
edildiklerini göstermesi bakımından şu hadise zikredilmeye değerdir.
“..... Kıtlık durumunda, onun için kente göç etmekten, orada olabildiğince
yığılmaktan, sokaklarda dilenmekten, tıpkı Venedik veya Amiens’de XVI. yüzyılda
bile olduğu gibi orada ölmekten başka bir çözüm yoktur. Kentler bir süre sonra,
yalnızca yakın çevrelerinin ihtiyaç içindeki insanlarının olayı olmayıp, aynı
zamanda da bazen çok uzaklardan gelen gerçek fakir ordularını harekete geçiren
bu istilâlara karşı kendilerini korumak zorunda kalmışlardır. Troyes kenti
1573’te, kırsal alanında ve kendi sokaklarında, paçavralar içinde, bit ve
pireyle kaplı, aç “estrangers”, yabancıların zuhur ettiğini görmüştür. Bunlara
buralarda ancak 24 saat ikamet izni verilmiştir. Fakat burjuvalar kısa bir süre
sonra, bizzat kentteki ve yakınlardaki kırsal alanlardaki sefiller arasında bir
halk ayaklanması tehlikesinden kaygılanmışlar, adı geçen Troyes kentinin
zenginleri ve yöneticileri bu durumdan kurtulmak için toplantı yapmışlardır. Bu
toplantının kararı, bunları kent dışına atmak yönünde olmuştur. Bunu yapabilmek
için, oldukça bol miktarda ekmek pişirtmek, bunları dağıtmak üzere fakirleri
kapılardan birinin önüne toplamak gerekecektir. Onlara sır vermeden, herbirine
ekmeğini ve bir miktar parayı dağıtırken, bunlar bu kapıdan dışarı
çıkarılacaklardır, sonra en sonuncusu da çıkınca, kapı kapatılacak ve surların
üstünden onlara hayatlarını kazanmak üzere Allah’a başka bir yerde gitmeleri ve
Troyes’a gelecek hasattan önce dönmemeleri söylenecektir. Yapılan iş de bu
olmuştur. Dağıtımdan sonra Troyes kentinden kovulan fakirler iyice korkuya
kapılmışlardır...
Burjuva vahşeti XVI. yüzyılın sonuyla birlikte, ondan da fazlası XVII. yüzyılda
ölçüsüz bir şekilde ağırlaşacaktır. Sorun: fakirleri zarar veremez duruma
getirmek. Paris’te ezelden beri hasta ve sakatlar hastanelere sevkedilmekte,
sağlamlar ise, ikişer ikişer zincire vurulmuş olarak ağır ve iğrenç bir iş olan,
kentin çukurlarının temizlenmesine yollanmaktadırlar. İngiltere’de kraliçe
Elizabeth’in saltanatının sonundan itibaren poor laws ortaya çıkmaktadır, bunlar
fiilî olarak fakirlere karşı yasalardır....”5
Bütün bu süreç içerisinde Hıristiyan Avrupa önce kendi kendini sömürgeleştirme
işini tamamlamıştır. Dinî sınırlarını gelecek beş yüzyıl için saptamıştır.
Yakalamış olduğu ilk fırsatta kendi içindeki “öteki”lere kefen giydirmeyi
seçmiştir. Nitekim Müslümanların durumu 1494’ten itibaren bozulmaya başlamıştır.
1499 yazında Granada nüfusunun ezici çoğunluğunun hâlâ Müslüman olduğunu ve
“elches”in -1491 anlaşmalarının güvenceler verdiği, Müslüman olmuş
Hıristiyanlar- burada hâlâ serbestçe yaşadıklarını fark eden katolik krallar,
sadık dostları Talevera’yı görevden almışlar ve yerine Cisneros’u
geçirmişlerdir, o da Müslüman çocukları vaftiz ettirmiştir.6 Bununla da
kalınmamış büyük bir çoğunluğu katledilmiştir. Nitekim, X. yüzyılda
İspanyolların büyük bir çoğunluğu Müslümanken, 1600’de, İspanya nüfusunun sekiz
milyon olduğu tarihte, Hıristiyanlaştırmaya karşı direnişi sürdüren
Müslümanların yalnızca sekiz yüz bin dolayında olduğu sanılmaktadır. Bunlardan
yaklaşık altı yüz bini Kuzey Afrika’ya gönderilmek üzere yurtlarından kovulmuş,
dört yüz elli bin kadarı kötü yolculuk şartlarında hayatını kaybetmiş ve
bunların servetlerine el konulmuştur.7 Bu süreç içerisinde yapılan katliamlar
sadece Müslümanlar üzerine olmamıştır. Benzeri vahşete Yahudiler de maruz
kalmıştır. Şu satırlar mevcut durumu çarpıcı bir şekilde dile getirmektedir:
“İsrail oğullarının İspanya’daki sayıları, ihtişamlarının yağmalandığı yılda üç
yüz bindi; ve malları ile gayrimenkul ve menkul servetlerinin ve yaptıkları bol
miktardaki hayrın değeri binlerce kere bin saf altından daha fazlaydı, bu
zenginlikleri felâket günleri için saklıyorlardı ve bugün, sürgüne
gönderilmemizden ve harap edilmemizden dört yıl sonra her şey acı bir şekilde
sona erdi, çünkü onlardan yaklaşık on bin erkek, kadın ve çocuk kaldı; ve
zenginliklerini ve doğdukları ülkeden kendi elleriyle getirdikleri her şeyi
sürgün yerlerinde bitirdiler.”8
Bu dönemde Yahudilere dünyanın hiçbir yerinde yaşama imkânı tanınmazken, onlara
sadece Türklerin kucak açmaları oldukça dikkate değerdir. Zira Osmanlı ıstırap
içerisindeki bu insanlara şefkat elini bir an bile tereddüt etmeden uzatmıştır.
Böyle bir yardımın önemini kavramak bakımından, bu insanların başka yerlerde
nasıl bir karşılama merasimine tabi kaldıklarını bilmek gerekir. İşte bunlardan
sadece birisini zikretmek, sanırız yeterli olacaktır:
Provence yakınlarında, yanında açlıktan ölen yaşlı babasının bulunduğu bir
Yahudi var, bu kişi lokma ekmek dileniyor, bu yabancı toprakta kimse bunu ona
vermeyi istemiyordu. Bunun üzerine bu adam yaşlıyı yeniden canlandırmak üzere en
büyük oğlunu ekmek karşılığında satmaya gitti, ama babasının yanına döndüğünde
onun cesedinden başkasını bulamadı. Üstünü başını parçaladı ve oğlunu geri almak
için fırıncıya gitti, ama fırıncı çocuğu ona geri vermek istemedi. İç parçalayan
çığlıklar attı ve acı gözyaşları döktü, yardımına kimse gelmedi”9
Yaşanan ıstırap dolu sahneler, sadece bu yüzyıllara ait değildir. Oldukça yakın
sayılabilecek tarihlerde bile bu ve benzeri sahneleri görmek mümkündür. Nitekim
1780’lı yıllardaki Paris, hiç de geçmişi aratmamaktadır:
“Paris’te 1780’lı yılların ötesinde, her yıl ortalama 20.000 kişi ölmektedir.
Bunların 4000’i hayatlarını hastahanede bitirmektedir; “kaba bezlerin içine
dikilen” bu ölüler Clamart’ta sönmemiş kireçle sulanan ortak bir çukurun içine
karmakarışık bir şekilde gömülmektedirler. Gerçekte, her gece sürüklenen ve
Hotel-Diev’den ölüleri güneye doğru taşıyan el arabasından daha ürpertici ne
vardır?” “Çamura bulanmış bir papaz, bir çan, bir haç”, fakirlerin gerçek
konvoyu budur. Hastane “Tanrının Evi? Burada her şey sert ve kötüdür”; 5000 ve
6000 hasta için 1.200 yatak: Yeni gelen, ölen birinin veya bir cesedin yanında
yanyana yatırılacaktır.
Ve hayat, henüz başlangıcında daha cömert değildir. Zira Paris 1780’e doğru
30.000 kadar doğumdan 7-8.000 kadar terkedilmiş çocuk kaydetmektedir. Bu
çocukları hastaneye bırakmak bir meslekti, adam bunları sırtında “içine üç tane
alabilecek örtülü bir kutuda” taşımaktadır. Çocuklar kutunun içinde kundaklanmış
olarak ayaktadırlar, yukarıdan nefes almaktadırlar. Taşıyıcı kutusunu açtığında
çoğunlukla bunlardan birini ölü bulmaktadır; yolculuğunu diğer ikisiyle
tamamlamaktadır ve elindekilerden kurtulmak için sabırsızlanmaktadır ve hemen
ekmek parası olan işine yeniden başlamak üzere geri dönmektedir.”10
Bu ve benzeri sahnelerin daha nicelerini tarihin sayfaları arasında hiç de
zorluk çekmeden bulabilmek mümkündür. Ancak Avrupalı sadece kendi
içerisindekileri değil, dış dünyadaki “öteki”leri de katletmekten bir lahza
olsun çekinmemiştir.

Constantin 06-09-2008 15:26

DIŞARIDA ARANAN SÖMÜRGE YA DA “KATLİAM ÇAĞI”
Evvelâ, Haçlı seferleri yoluyla Doğunun gizemli hazinelerine ulaşmak isteyen
Avrupalıya kapıyı Türkler kapatınca, kendilerine aksi istikamette, çok daha
uzaklarda, âdeta Türklerden kaçarcasına sömürülecek yerler araştırdılar. Başka
bir ifadeyle, Avrupa’nın içerisine hapsolmuş bulunan Batılı’nın yeni bir çıkış
bulması gerekiyordu. Zira, Osmanlı’nın Akdeniz’e olan hâkimiyeti ve
karayollarını tutmuş oması, tutulan çıkışlar dışında bir yol bulmayı
gerektirmiştir ki, bu sebeple Ümit Burnu dolaşıldı ve ekmek kadar ihtiyaçları
olduğu Amerika yeniden keşfedildi. İşte denizaşırı bu yerler sömürünün en
dehşetli boyutu ile yaşandığı yerlerdi.
Yeni yerlerin keşfi, kapitalist gelişme doğrultusunda siyasî ortamı hazırladı.
16. yüzyıla gelindiğinde, feodalizm ve malikane sisteminin egemenliği sona
ermiştir. Merkezî monarşiler yeni yeni ortaya çıkıyordu. Dahası, denizaşırı
pazarlar tek bir hükümdarın denetiminde değildi ve Papalık’ın denizaşırı
pazarlara el koyma çabaları Protestan Reformasyonu’nu körüklemekten başka bir
işe yaramadı. Kısacası, bir yetki boşluğu vardı ve yükselen tüccar sınıfı bu
boşluğu enerjik bir biçimde değerlendirerek denizaşırı pazarlarda kapitalist bir
gelişim süreci başlattı. Hattâ, bu gözü açık ve para canlısı tüccar sınıfının
can çekişen Avrupa Feodalizminin içine sızmasının, eski düzene vurulan son darbe
olduğu da söylenebilir. Artık “burjuva”nın egemenliğini sürdüreceği devrin
temelleri atılmaktaydı.11 İşte bu egemenliğin sağlanması sürecinde yaşanan
vahşetler ve soykırımlar bugünkü “medeniyet!”in neler pahasına sağlandığını bize
göstermektedir.
Avrupa’nın 15. yüzyılda başlayan dünyayı sömürgeleştirme süreci, Portekizli
Prens Gemici Henrique ile başlar. Kısa bir askerî sefer dışında gemiye hiç ayak
basmamış olan bu adam, soylu bir prens olarak otoritesi, İsa Mezhebinin Ulu
Efendisi olarak da gelirini, bilinmeyen karanlık okyanusu Atlantik’i ve
Afrika’nın batı kıyılarının keşfini yönetmek için kullandı. Portekiz’in güney
ucundaki tek liman kenti Sapres’te bulunan karargâhından sayısız sefer başlattı.
Bu seferler sırasında, geçmişte astronom Ptolemais’un yaydığı bir efsaneyi, batı
yönünde çok uzaklara yelken açan gemilerin dünyanın kenarından aşağı düşeceği,
güney yönünde iyice uzaklara seyir etmeyi göze alanların ise güneşin dik
ışınlarıyla kızaracağı efsanesini yıktı.12
Batılıların Amerika kıtasını tamamıyla sömürgeleştirmeye çabaları, bütünüyle
neredeyse boş bir toprağı işgal etme meselesi değildi, çünkü bu hadiseyle
oldukça gelişmiş durumdaki Meksika ve Peru’nun Aztek ve İnka kültürleri de yok
oldu. Kızılderili ırkının katliamı ise, Batılıların tarihin sayfalarına
attıkları yeni kara lekelerdi. Elbette bu onların yapmış oldukları ne ilk ne de
son katliamdı. Zira, bu katliamların arkasında kendisinden başkasını insan
olarak görmemek yatmaktadır. Bu zihniyetlerini, coğrafî bilgilerini içeren ve
aslında zihniyetlerinin bir haritası olan, çizmiş oldukları coğrafî haritada
görmek mümkündür.
“Yeryüzü burada suyla çevrelenmiş, merkezinde Kudüs ve Avrupa’nın yan yana
oldukları, yassı bir tepsi gibi gösterilmektedir. Daha uzakta, halkı köpek başlı
maymunlar, tekerlek ayaklılar ve tekayaklar olan kavurucu ve canavarca bir ülke
vardır. Son olarak da bütün bunların çevresinde sudan bir halka vardır. Kıta
tarih’in ne olacağını haber veren simgesel görüş: Avrupa Yeni Kudüs’tür.
Avrupalılar insan, diğerleri canavardır.”13
İşte bu çerçevede modern anlamdaki sömürgeleştirme 1492’de başlamıştır.
Hıristiyan Avrupa geri kalanını belirleyip, ardından adlandırdıktan sonra ele
geçirmektedir. Bu çerçevede Amerika’ya akın akın gidişte önemli rolü olan şey
”altın”dır. Nitekim, Colombus, 1492’de şöyle haykırıyordu: “Altın harika bir
şey! Ona sahip olan istediği her şeyin efendisidir! Altın sayesinde ruhlara
Cennetin kapıları bile açılabilir...” Ancak Kolomb’un hayatı yaptıklarının
diyetini ödeyerek son bulmuştur: “Kolomb hayatının sonlarına doğru Yeni dünyanın
kıyılarında her gün biraz daha çıldırarak dolaşıp durdu. Gemisinin küpeştesi
üzerinde asileri astığı bir darağacı bulunuyordu. Onu o kadar sık kullandı ki
bir ara kendisini zincirleyip Cadiz’e geri götürmek zorunda kaldılar. Son
seferinde tayfaları uçsuz bucaksız kıyılarda Ganj nehrininin ağzını arayan
kaptanlarının eklem iltihahından iki büklüm olmuş bir bedenle ve darma dağınık
saçlarının perdesi altından bakan çılgın gözlerle güvertede toplayarak
dolaşmasını korkuyla seyrettiler Hindistan’da olduklarını yadsıyanları asmakla
tehdit etti. Gemiler dolusu köle ve altın eşya gönderdi. “Ey muhteşem altın”
diye yazdı Kolomb. “Altını alan, her istediğini satın almasını sağlayan bir
hazineye sahip olur. Onunla dünyaya istediklerini kabul ettirir, hattâ ruhunun
cennete girmesini bile sağlar” diyordu. Sonunda yoksulluk içinde öldü.”14
Gerçekten de baharat olmadığı için, altın bu yeni toprakların keşfedilmesini
meşru kılan yegâne şeydir. 1492’den itibaren Kızılderililerin üzerinde fark
edilen ve onlardan çalınan altın, izleyen yolculukların masraflarının
karşılanmasına, baharat satın alınmasına, hükümetlerin denetlenmesine,
bakanların ve piskoposların istenildiği gibi çalıştırılmasına tek başına imkân
sağlayacaktır. Ondan giderek daha fazla gerekmektedir. Bir yüzyıldan fazla bir
süre boyunca, gümüşle birlikte Amerika’nın yegâne ihraç kalemi olacaktır. Yeni
bir tipten insanların bu kıtaya hücum etmelerini tahrik edecektir; bunlar artık
denizciler ya da hayâlperestler değil de, servet avcılarıdır. Artık tüccarlar
değil de çok basit olarak hırsızlardır. 1950’de tapınaklardan çalınan ve
madenlerden veya nehirlerden çıkartılan toplam altın miktarı otuz ile otuz beş
ton arasındadır; bu toplama işlemi adalardaki on binlerce Kızılderili’nin
hayatına mal olmuştur.Öyle ki meselâ Guaxaca madeninde çalışma şartları
öylesine öldürücüdür ki, madenin çevresinde, çapı iki kilometrelik bir alanda,
iskeletlerin ve cesetlerin üzerinde yürümek gerekmektedir.16 İşte Koca Akif’in
“Tek dişi kalmış canavar” şeklinde ifade ettiği medeniyet, bunun gibi
milyonlarca insanların kemiklerinin üzerine bina edilmiştir. Bu öyle bir yok
ediş tufanıdır ki, bu tufandan bütün canlılar etkilenmiştir. Katliamın boyutları
hakikaten korkunç seviyelerde görülmektedir. Zira, insan, hayvan, ağaç vs. canlı
namına ne varsa, hepsi yok edilmişti. Bu yok edilişin ıstırabını derinden
hisseden “Kara Geyik” adlı Kızılderili’nin yürek yangınının alevi dudak
arasından şöyle çıkmaktadır:
“O zaman kaç kişinin öldüğünü anlayamamıştım. Şimdi kocamışlığımın şu yüksek
tepesinden gerilere baktığımda, yerde birbirleri üzerinde yığılı duran
boğazlanmış kadınları ve çocukları, hâlâ o genç gözlerimle görebiliyorum. Ve
orada, o kanlı çamurun içinde bir şeyin daha öldüğünü ve o kar fırtınasına
gömüldüğünü görebiliyorum. Evet, bir halkın düşü öldü orada. Güzel bir düştü
evet... sonra bir ulusun umudu kırılıp paramparça oldu. Artık yeryüzünün merkezi
yok, ölüp gitti kutsal ağaç.”
Bütün bu katliamlarda din de bir araç olarak kullanılmıştır. 1511 yılında Hatuey
adlı bir Kızılderili reisi Küba’da küçük çaplı bir direnme hareketi oluşturma
suçuyla tutuklanmış ve yakılarak idama mahkûm edilmişti. Hıristiyan
hayırseverliğinin bir örneği olarak da, kendisine sonunda cennete gidebilmek
için Hıristiyanlığı kabul etmesi salık verilmişti. Hatuey beyaz adamların halen
cennette olup olmadıklarını sordu ve kendisine bu olasılık konusunda garanti
verilince de şöyle dedi: “Öyleyse ben Hıristiyan olmayacağım; çünkü insanların
bu denli zalim oldukları bir yere, bir daha ayak basmaya hiç niyetim yok.”18
Avrupalı bütün bu katliamları yaparken bir başka şekilde, yaptıklarını
meşrulaştırma yoluna gitmiştir. Vahşetlerini üzerlerine saldıkları bu insanları,
aynadaki kendi görüntülerine bakıp “vahşi” olarak nitelendirerek haklı
olduklarını düşündüler. Bu hususta Duwarmish Kızılderililerinin reisi Seattle
tarafından Amerikan Başkanı Franklin Pierce’ye ithafen yazılan mektupta, “vahşi”
olarak nitelendirilen bu insanların vahşetten ne kadar uzak oldukları ve kimin
böyle bir nitelendirmeyi bihakkın temsil ettiği açık bir şekilde
anlaşılmaktadır:
“Sizin şehirlerinizi anlamıyorum. oralarda sessizlik yok ki... Yaprakların
seslerini, böceklerin vızıltılarını, kuşların ötüşünü ve kurbağaların
şarkılarını dinleyebileceğiniz yerler yok ki oralarda. Bir Kızılderiliyim ve
anlamıyorum. Ben, gölü yalayarak gelen rüzgârın sesini, öğlen yağmurunun
temizliğini ve taze çam yapraklarının kokusunu severim. Hava bizim için
kıymetlidir. Her şey aynı solunumdan pay alır ve hava tüm canlılar tarafından
ortak kullanılır. Bu yüzden onu kirletmeyin. Demir at (lokomotif), öldürüp
çürümeye bıraktığınız binlerce bufalodan nasıl kıymetli olabilir? Nasıl?
anlayamıyorum. Hayvanlar, insanları bıraksa, insanlar ruhlarının yalnızlığından
ölmez mi? Toprak bizim anamızdır ve toprağa tükürülmez. Toprak insana değil,
insan toprağa aittir; insan hayat dokusunun içindeki bir liftir sadece.”19
Katliamı en derin şekilde yaşayan bir diğer önemli kitle de zencilerdir.
Sömürgecilik faaliyetinde, zencilerin hayatta kalmasına, ancak onlara ihtiyaç
duyulduğu müddetçe müsaade edilmiştir. Aksi takdirde öldürülmüşlerdir. Meselâ,
yerli insanların işbirliğine ve emeğine ihtiyaç duyulmadığı avcılık gibi
yerlerde öldürülmüşlerdir. Bu uygulamalarda, biyolojik ya da kültürel hor görme
aracılığıyla da haklı olduklarını ilân etmişlerdir. Bu süreçte zenciler egzotik
bir faunanın parçası olarak ele alınmışlardır. Öyle ki onlar, eğlence sağlayan
fakat hiçbir tehdit oluşturmayan bir oyun parkının tabiî malzemeleridir.20 Ancak
köle ticareti esnasında zencilerin ödediği fatura hayli ağırdır. Amerika’daki
yerlilerin yok olma durumuna gelmiş olmalarıyla birlikte başlayan ve yüz
yıllarca süren köle ticaretinin ne kadar insan hayatına mal olduğu kesin
rakamlarla tespit edilemiyor. Muhafazakâr tahminler Amerika’ya sağ salim varan
köle sayısının 10 milyon civarında olduğundan yola çıkıyorlar. Atlantik
üzerindeki sevkiyat sırasında ölüm oranı % 20 dolayındaydı. Afrika’nın içinde,
kıyı şeridine varmadan önce öldürülen insanların sayısı ise bilinmiyor. En fazla
kazanç sağlayan, 15 ile 25 yaş arası erkek ve kadınlarla yürütülen ticaretti. Bu
insanları ele geçirmek için çoğu kez köylerin diğer sakinleri soğukkanlı bir
şekilde öldürülüyordu. On binlerce insan, iç kesimlerden sahil şeridine doğru
zoraki yürüyüş konvoylarında can vermekteydi. Tarla ve sürülerinin sürekli
tehdit altında kalması veya yok edilmesi sebebiyle açlıktan ölenlerin sayısı da
cabası. Böylelikle 100 milyon kadar insan köle ticaretinin kurbanı olmuş
olabilir.21
Böylece “uygarlık” kölecilik aracılığıyla “gelişme”ye, katliam yoluyla
yerleşmeye başlamaktadır. Bu durum bazı kurtuluş mücadelelerine rağmen, hemen
her yerde geriye döndürülemez nitelikte olacaktır. Tarih tiranlardan
kurtulduğunu, ama dillerinden kurtulunamadığını, onların askerlerinden
kurtulunduğunu, ama mallarından kurtulunamadığını öğretmektedir.”22 Şekil
değişmekle birlikte, sömürü devam etmektedir.
SON SÖZ
Batı’nın yüzyıllardır farklı kıyafetlere bürünerek devam eden sömürü ve
katliamları, basit ve özür diledikleri için geçiştirilecek bir olgu değildir.
Temelindeki felsefî desteği ve uygulamaları ile bir bütün olarak
değerlendirildiğinde, görülmektedir ki, geçmişte olan ve bugün yaşanan boyutları
ile yarın da tahmin edilebilmektedir. Önceleri “köle”leri, arkasından
“serf”leri, daha sonra “Kızılderili”leri, bunların soyu tükenince kara talihli
“zenci”leri, derisini yüzecek kendisinden olmayan insan kalmayınca da “mavi
yakalılar”ı (işçiler), şimdi de “teneke yakalılar”ı (teknolojik ürünleri ya da
robotları) kendilerine köle olarak seçtiler. Çıkardıkları sun’î savaşlarla
katliam arzularını da sürekli olarak yineleyen Avrupalı, kendisine her gün yeni
bir kurban aramakta, gözüne kestirdiği kurbanını ya yok etmekte ya da kendine
bağlamaya diğer bir ifadeyle mahkûm etmeye çalışmaktadır.
Önce Haçlı seferleri ile sonra dünya savaşında bütün gücü ile saldırmasına
rağmen emeline ulaşamayan, Kızılderililere ya da zencilere reva gördüğünü
Türklere yönelik olarak gerçekleştiremeyen, kendi vahşetinin derinliğine batmış
olan Batı, kısa fasılalarla, kendi vahşetini âdeta örtmek istercesine, Türklere
yönelik soykırım iddialarında bulunmaktadır. Ancak beyhude yere kendi vahşetine
ortak aramaktadır. Çünkü, Türk milletinin tarih sayfaları ak ve paktır. Yapılan
ithamlarla asla leke tutmamıştır. Bundan sonra da tutmayacaktır. Zira, bilimsel
çevrelerce, küçücük bir katliam bulabilmek için yapılan araştırmalar, hep
Türkler lehine sonuçlanmış, katledilmiş Ermeni aranırken, Ermeniler tarafından
katledilmiş olan Türklerin toplu mezarlarına rastlanmıştır. Bilimsel çevrelerde
delillerle boşa çıkmış olan sözde Ermeni soykırımı iddiası, siyasî çevrelerde
dile getirilmeye başlanmıştır. Ancak bu çabalar da yeni değildir. Lozan’dan beri
devam eden bir süreçtir. Bu çabaları ilmî delilleriyle birlikte reddederken ilme
film karıştıranlara, ilmî cevaplara ilâve olarak diyoruz ki, “Türk’ün gerek
ilmî, gerek siyasî gerekse askerî olarak eli kolu bağlı değildir.”




DİPNOTLARI
1- POPPER, Karl: Açık Toplum ve Düşmanları, (Çev. M. TUNÇAY) C-1, Ank, 1967.
2- BRAUDEL, Fernand: Maddi Uygarlık, Ekonomi ve Kapitalizm, XV-XVIII. Yüzyıllar,
Gündelik Hayatın Yapıları, C.1, (Çev. M.A. KILIÇBAY), Ank, 1993, sh. 17.
3- BRAUDEL, Fernand: A.g.e., sh. 17-18.
4- GIMPEL. Jean: Ortaçağda Sanayi Devrimi, (Çev. N. ÖZÜAYDIN), Ank, 1996, sh.
200-201.
5- BRAUDEL, Fernand: A.g.e., sh. 55-56.
6- ATTALI, Jacques: 1492, YKY., sh. 233.
7- AKAL, Cemal: Modern Düşüncenin Doğuşu, İspanyol Altın Çağı, Ank, 1997, sh.
44.
8- ATTALİ, Jacques: A.g.e., sh. 185.
9- ATTALİ, Jacques: Aynı eser, sh. 189.
10- BRAUDEL, Fernand: A.g.e., C. 1, sh. 432.
11- ROSENBERG, Nathan-BİRDZELL, L.E.: Batı Nasıl Zengin oldu, (Çev. E. GÜVEN),
İst., tarihsiz, sh. 94.
12- BERRY, Adrian: Bilimin Arka Yüzü, (Çev.R.L. AYSEVER), 2. Baskı, Ank., 1996,
sh. 2-3.
13- ATTALİ, Jacques: A.g.e., sh. 114.
14- BERRY, Adrian: A.g.e., Sh. 2.
15- ATTALİ, Jacques: A.g.e., sh. 233, 241-242.
16- AKAL, Cemal Bali: A.g.e., sh. 93.
17- BROWN, Dee: Kalbimi Vatanıma Gömün, (Çev. C. ÜSTER), İst., 1990, sh. 391.
18- GALBRAITH, JK.: Kuşku Çağı, Ekonomik Gelişmeler Tarihi, (Çev. R, AŞÇIOĞLU-N.
HİMMETOĞLU), İst., 1989, sh. 123.
19- Sevgi Dünyası Dergisi, S. 255, Mart 1990, sh. 24-25.
20- ADAM, Heribert: “Yahudi Düşmanlığı ve Zenci Karşıtı Irkçılık: Nazi Almanyası
ve Ayrımcı Güney Afrika”, (Çev. A. BAHÇIVAN), Doğu Batı, Y. 1 S.2, 1998, sh.
211-213.
21- ROSENKE, Werena: “Sefaletin Mimarı Avrupa”, Niçin Aztekler Avrupa’yı
Keşfetmedi?, (Der. P. WAHL), (Çev. L. KAFADAR), İst., 1993, sh. 60-61.
22- ATTALI, Jacques: A.g.e., sh. 211


Türkiye`de Saat: 18:01 .

Powered by: vBulletin Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
SEO by vBSEO 3.3.2


1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147 148 149 150 151 152 153 154 155 156 157 158 159 160 161 162 163 164 165 166 167 168 169 170 171 172 173 174 175 176 177 178 179 180 181 182 183 184 185 186 187 188 189 190 191 192 193 194 195 196 197 198 199 200 201 202 203 204 205 206 207 208 209 210 211 212 213 214 215 216 217 218 219 220 221 222 223 224 225 226 227 228 229 230 231 232 233 234 235 236 237 238 239 240 241 242 243 244 245 246 247 248 249 250 251 252 253 254 255 256 257 258 259 260 261 262 263 264 265 266 267 268 269 270 271 272 273 274 275 276 277 278 279 280 281 282 283 284 285 286 287 288 289 290 291 292 293 294 295 296 297 298 299 300 301 302 303 304 305 306 307 308 309 310 311 312 313 314 315 316 317 318 319 320 321 322 323 324 325 326 327 328 329 330 331 332 333 334 335 336 337 338 339 340 341 342 343 344 345 346 347 348 349 350 351 352 353 354 355 356 357 358 359 360 361 362 363 364 365 366 367 368 369 370 371 372 373 374 375 376 377 378 379 380 381 382 383 384 385 386 387 388 389 390 391 392 393 394 395 396 397 398 399 400 401 402 403 404 405 406 407 408 409 410 411 412 413 414 415 416 417 418 419 420 421 422 423 424 425 426 427 428 429 430 431 432 433 434 435 436 437 438 439 440 441 442 443 444 445 446 447 448 449 450 451 452 453 454 455 456 457 458 459 460 461 462 463 464 465 466 467 468 469 470 471 472 473 474 475 476 477 478 479 480 481 482 483 484 485 486 487 488 489 490 491 492 493 494 495 496 497 498 499 500 501 502 503 504 505 506 507 508 509 510 511 512 513 514 515 516 517 518 519 520 521 522 523 524 525 526 527 528 529 530 531 532 533 534 535 536 537 538 539 540 541 542 543 544 545 546 547 548 549 550 551 552 553 554 555 556 557 558 559 560 561 562 563 564 565 566 567 568 569 570 571 572 573 574 575 576 577 578 579 580