|
Ana Sayfa | Kayıt ol | Yardım | Ortak Alan | Ajanda | Bugünkü Mesajlar | XML | RSS | |
15-02-2007, 15:34 | #1 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
|
LAİKLİK ve LAİKLİK HAKKINDA BİLGİ LAİKLİK Türk ve yabancı bütün bilim adamları Atatürk inkılâbının en önemli öğesi olarak laikliği kabul ederler. Gerçi Türk inkılâbı, içinde taşıdığı ilkelerle bir bütündür. Ama bu bütünün dayandığı iki ana temel, milliyetçilik ve laiklik, öteki ilkeleri sağlamlaştırır. Laikliğin kısa tanımı, daha önce belirlenmişti. Yeniden özetleyecek olursak, laiklik; devlet düzeninin ve hukuk kurallarının dine değil, akla ve bilime dayandırılmasıdır. Din ve akılcılık Çok uzun bir zaman hemen hemen bütün insan toplulukları, dinlerin koyduğu esaslara göre yönetilmişlerdir. Çünkü insanların akıl ve bilim alanlarında olgunlaşması kolay olmamış, uzun bir zaman almıştır. Bu dönemde insanlar, kendi akıl ve iradeleri dışında kalan birtakım güçler tarafından yönetildiklerini kabul ederek rahatlamışlardır. Bu sebeple, devletlerle özdeşleyen dinler ve din adamları, giderek büyük ölçüde güçlenmiş, gelişen insan zekisinin önüne engeller koyarak varlıklarını sürdürmeye çalışmışlardır. | ||
|
15-02-2007, 15:34 | #2 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Dinler, inanç kavramına dayanırlar, ister ilkel olsun, ister gelişmiş, her dinin temeli belli varlıklara ve olgulara tartışmadan inanmaktır, insanlar özellikle ölüm gibi en ürkütücü olay karşısında inanç dünyalarını zenginleştirmiş, dinsiz yasayamaz duruma gelmişlerdir. İnsanoğlunun evren ve ölüm karşısındaki çaresizliği, zengin inanç sistemleri doğurmuştur. Bu çaresizliğe karşı tek sığınılacak yerin din oluşu, dinlerin insanları yönetmesi sonucunu vermiştir, ilk zamanlar için bu bir zorunluluktu. İnsanlar arasında düzen ve barışı sağlamak için dinin buyruklarına ihtiyaç vardı. Ölümsüzlüğe erişmek isteyen insanları, hayatta iyi davranışlara yönlendirmek için dinler hukuk kuralları da koydular ve bu kuralların uygulanmasına titizlik gösterdiler. Özellikle ileri dinlerin koyduğu baş hukuk kuralları, aynı zamanda evrensel ahlâkı da yansıtır. Hiçbir din, insanlara erdemsiz yaşamayı, hırsızlığı, yalancılığı, zinayı, adam öldürmeyi buyurmaz. Tersine, bütün dinler ahlâklı ve erdemli yaşamayı buyururlar. Dinler arasındaki farklılıklar, Tanrı ve ibadet anlayışından kaynaklanmaktadır. Böylece her din, tek ve üstün gerçeği temsil ettiğini ileri sürdüğünden dinler arasında bir birlik görülmemektedir. | ||
15-02-2007, 15:34 | #3 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Çok ileri ve üstün bir din olan İslâmlık, kısa sürede inanç sistemini birçok millete benimsetmiştîr. Hazreti Muhammed'in ölümünden sonra Müslümanlık hızla gelişti. Büyük İslâm bilginleri, ilkçağın akılcı filozoflarını yeniden gün ışığına çıkardılar, öyle ki, Batılı bilginler bu filozofları Müslümanlardan öğrendiler. Müslümanlık bu akıl çağında büyük aşamalar yaptı. Tanrının insanlara doğru yolu görmesi için akıl verdiğini söyleyen bilginler, İslâm dininin ilerlemesinde büyük rol oynamışlardır. Onları destekleyen halifeler de çıkmıştır. Böylece Müslümanlık aşağı yukarı üç yüz yıl Tanrının gösterdiği yolda gelişmiştir. Akla dayanan bu gelişme sırasında İslâm Hukuku da günlük hayata uydurulmuştur. Ne yazık ki, bir süre sonra bu gelişme durdu, İslâm dünyasında aklın yerini, tutucu ve durgun bir inanç kapladı. Bu görüşün sahipleri, akıl yolu ile değil, sadece inançla yaşamak gerektiğini savunuyorlardı. Bu görüş kısa sürede yaygınlaştı, İslâm dini ve hukuku donup kaldı. Buna karşılık akıl yolunu Müslümanlardan öğrenen Batılılar, bu esasları geliştirmekteydiler. İşte Türkler Müslüman oldukları vakit, İslâm dünyasında durgunluk başlamıştı. Türkler, üstün yetenekleriyle kısa sürede İslâm dünyasına egemen oldular. Çok içten inandıkları Müslümanlığı Hıristiyanlara karşı korudular, İslâmlığı Anadolu'ya ve Balkanlar'a yaydılar, ama onlar güçlerinin doruğunda iken Batı'da da akıl çağı başlamıştı. Büyük akılcılar, bir zamanlar Müslüman bilginlerin dedikleri gibi Tanrının insanlara verdiği en büyük hazine olarak akılı gördüler. Böylece Batı'da bilim ve hukuk akla dayandırılmaya başladı. Burada hemen şunu belirtmekte yarar vardır: Bu büyük akılcı akıma karşı, orada da kilise direnmiştir. Ancak bu direnme yeni mezheplerin (Protestanlık) doğmasına yol açmıştır. Bu yüzden Hıristiyan dininin bir bütün olarak akılcılığa karşı durması imkânı kalmadı. Kilise giderek yenilikleri kabul etmeye başladı. Nihayet XVIII. yüzyıl sonunda çıkan Fransız İhtilâli ile laiklik, devlet ve hukuk düzenine egemen oldu. Yani devlet, dinin etkisinden arıtıldı. Ama ayna zamanda din özgürlüğü de kabul edilerek, devletin vatandaşın vicdanına karışmayacağı, herkesin inancında serbest olduğu esası konuldu. | ||
15-02-2007, 15:34 | #4 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| === Atatürk ve din === Osmanlı Devleti'nin bu gelişmenin dışında kaldığını biliyoruz. Atatürk belki de İslâmlığın parlak çağına dönüş yaparak, zamana ve akla uymayan, eskiyen hukuk kurallarını bir yana bırakarak devleti laikleştirmiştir. Ama İslâmlığın inanç ve ibadete dayanan kurallarına hiç dokunmamıştır. Atatürk kesinlikle dinsiz değildi. Şu sözleri söyleyen Atatürk'ün dinsiz olduğu, laiklikle dinsizliği getirdiği söylenebilir mi? :"Tanrı birdir, büyüktür. Bizim dinimiz en makul (akla uygun) ve tabii (doğal) bir dindir. Ve ancak bundan dolayı da son din olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uyması gerektir. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur... Ey millet, Allah birdir, sanı büyüktür. Peygamberimiz, Efendimiz Cenabı Hak tarafından insanlara dinin gerçeklerini bildirmeye memur ve elçi olmuştur... İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor. Bu sebeple en mükemmel dindir... Varlık dünyasının bütün kanunlarını yapan Cenab-ı Haktır... Dinime, gerçeğin kendisine nasıl inanıyorsam buna da öyle inanıyorum". Atatürk bunlar gibi daha birçok söz söylemiştir. | ||
15-02-2007, 15:35 | #5 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Atatürk'ün akla uygun bir uygulama istediğini belirten şu sözleri, ne derin anlamlar taşımaktadır: "Büyük dinimiz, çalışmayanın insanlıkla ilgisi olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler modern olmayı kâfir olmak sanıyorlar. Asıl küfür onların bu zannı (düşünce)dır. Bu yanlış yorumu yapanların amacı; İslamların kâfirlere tutsak olmasını istemek değil de nedir?" "Bizim dinimiz milletimize, düşkün, miskin ve hor görülmeyi tavsiye etmez. Tam tersi, Allah da Peygamber de insanların ve milletlerin yücelik ve şerefini korumalarını buyuruyor... Bizim dinimiz için herkesin elinde bir miyar (ölçüt) vardır. Bu miyar ile hangi şeyin dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki, akla, mantığa, toplumun çıkarlarına uygundur, biliniz ki o, bizim dinimize de uygundur, o şey dinîdir. Eğer bizim dinimiz aklın, mantığın uyduğu bir din olmasaydı, en mükemmel ve en son din olmazdı". Görülüyor ki, Atatürk bilgisiz ve çıkarcı kimselerin milleti din adına sömürmesine karşıdır. O, devlete, hukuka ve bilime can verecek kuralların akla, mantığa uygun olmasını istemektedir. Atatürk, daha 1927 yılında dinin siyaset aracı olarak kullanılmasından doğacak sakıncaları ve çıkar düşkünlerini şöyle anlatmıştır: "Masum halka beş vakit namazdan başka, geceleri de namaz kılmayı vaaz etmek ve öğütlemek, belki de ömründe hiç namaz kılmamış olan bir politikacı tarafından vâki olursa, bu hareketin hedefi anlaşılmaz olur mu?" Atatürk'ün yıllarca önce söylediği bu sözler ne kadar düşündürücüdür. Laiklik devletin temeli olunca, akla dayanan uygulamalarla millet zaman yitirmeden çalışma ve kalkınma imkânı bulur. Devlet vatandaşın inancına karışamaz; daha Önce de belirtildiği gibi inançlar çeşitlidir. Herkesi bir doğrultuda inanca zorlamak olmaz. Bu her şeyden önce demokrasiye aykırıdır. Demokrasi, bir özgürlük rejimidir. Bu sebeple demokrasilerde devletin tek bir dini vatandaşlara benimsetmeye çalışması düşünülemez. Bu davranış demokrasi kavramına uymaz. Hem Kur'an "dinde zorlama yoktur" diyor. Bundan başka Kur'an ve Hazreti Muhammed devlet yönetiminde akla dayanılmasını isteyen pek çok buyruklar vermiştir. Demek ki, laiklik vatandaş inancının en sağlam güvencesi oluyor. İnanç özgürlüğü devletçe sağlanıyor. Herkes inancında ve ibadetinde serbesttir. Laikliği, resmi politikası dinsizlik olan rejimlerden kesinlikle ayrı tutmak gerekir. O tür rejimlerde devlet dine karşıdır. Vatandaşın dinsiz olarak yetişmesi için gereken her türlü tedbiri alır. Atatürkçü laiklikte ise, devlet işlerine karıştırılmaması koşulu ile tam bir din ve inanç özgürlüğü vardır. | ||
15-02-2007, 15:35 | #6 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Türk Devleti aynı zamanda nüfusumuzun yüzde doksan beşinden fazlasının inanç sahibi Müslüman olduğu gerçeğini de görmüştür. Müslümanların inanç ve ibadet hizmetlerini devlet yüklenmiştir. Din eğitim ve öğretimi yapan kurumlar açılmış, buralarda Atatürkçü, aydın, akılcı, laik din adamları yetiştirmeye hız verilmiştir. Hiçbir dönemde Anadolu'da Cumhuriyet dönemindeki kadar cami yapılmamıştır. Türk milleti ve Devleti varlığını ancak inanç özgürlüğü içinde, çağın gereği olan akıl ve bilim kavramlarının yolunda, insancıl bir laikliği benimseyerek sürdürebilir. Geriye dönüş mümkün değildir. Böyle bir tutum zamana ayak uyduramamak, çağın dışında kalmak olur. === Atatürk'ün Laiklik ile İlgili Bazı Sözleri === Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Bütün yurttaşların vicdan, ibadet ve din hürriyeti demektir. (1930) Laiklik, asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için, gerçek dindarlığın gelişmesi imkanını temin etmiştir. (1930) Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kasıt ve fiile dayanan tutucu hareketlerden sakınıyoruz. (1926) | ||
15-02-2007, 15:35 | #7 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| BAŞKA BİR KAYNAĞA GÖRE LAİKLİK Laiklik, dünya işlerini din işlerinden, dini otoriteden bağımsız olarak ele almak anlamında kullanılır. Laikleştirmek ise, dinle ilgisi olmayan işleri, dünya ve devlet işlerini dini görüşlerden bağımsız hale getirmektir. Hukuki olarak karşılığı devlet ile din işlerinin ayrılığı; devletin, din ve vicdan hürriyetinin gerçekleşmesi bakımından tarafsız olmasıdır. Laiklik, dinin kamu hayatı üstündeki etkisini sınırlamak amacı güder. Laikliğin başlangıcı, 14. yüzyılda din adamları sınıfının ve teokrasinin son bulmasına yol açmış olan mücadelelere dayanır. Philippe le Bel ile kanun koyucularının bu konudaki katkısı çok büyük olmuştur. Bu kimseler, kralın kişiliğinde, siyasetini tam bir bağımsızlıkla yürüten kişi ile, kilisenin uyarılarına kulak veren özel kişi arasında kesin bir ayırım yaptılar. Ardından, Papa 7. Bonifacius de Glericis Laios bildirisinde, o zamana kadar birbirini tamamlayan iki terim olarak kabul edilmiş olan din adamı ve laik terimleri arasında ayırım yapmak gerektiğini belirtti. Rönesans ve Reform, düşüncenin laikleştirilmesini daha da hızlandırdı. Mesela, kral 8. Henri, Padovalı Marcille’in “Defensor Pacis” (1324) ine dayanarak, kendine İngiltere kilisesini yönetmek hakkını tanıdı. Fransız İhtilali (din adamlarının görev ve yetkileriyle ilgili yasa, hayır kurumlarının, evlenmelerin, takvimin laikleştirilmesi), Papalık’ ın önleme gayretlerine rağmen 19. Yüzyıl boyunca gitgide yayılan laik düşünceyi kabul ettirdi. | ||
15-02-2007, 15:36 | #8 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Laikliğin felsefi, siyasi ve hukuki anlamları aynı değildir. Felsefi bakımdan laiklik, iman ve inanç yerine aklın hakimiyetini kabul eden bir anlayıştır. Bu anlayışa göre devletin dinden uzaklaşması, hatta dine karşı çıkması gerekir. Siyasi açıdan laiklik, siyasi iktidarın dini kudretten ayrılmasıdır. Laikliğin hukuki anlamı, soyut olarak devlet ile dinin birbirine karışmaması şeklinde ifade edilir. Ancak olaylar ve çeşitli ülkelerdeki uygulamalar, özellikle hukuki tarifin tam gerçekleşmediğini gösterir. Tarih süresince devlet, kişilerin dini inançlarının, karşı inançtaki kimseler tarafından saldırıya uğramasını veya baskı altında tutulmasını önlemek zorunda kaldı. Ayrıca dinin, ülkenin temel düzenini bozabilecek etkilerini önleyebilmek için, devletin, her devrin veya sosyal çevrenin şartlarına göre, olumlu müdahalesi de gerekti. Laiklik ile din hürriyeti kavramları, devletin dini eşitliği sağlamak zorunda kalması yüzünden birbirine yaklaştı. İlk çağlardan yakın çağlara kadar din, resmi bir nitelikte göründü. Ancak teokratik devlet düzeni, daha Ortaçağda başlayan çatışmalar sebebiyle dini ve dünyevi iktidarların birbirinden ayrılmasıyla sonuçlandı. Bu gelişmede aydın din adamlarının çabaları, tabii hukuk anlayışı ve Fransız ihtilali | ||
15-02-2007, 15:36 | #9 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| gibi dini, siyasi ve felsefi etkenler olumlu bir rol oynadı. Bugün dünyada din ile devlet ilişkileri bakımından çeşitli sistemler uygulanır. Bu sistemler çeşitli anayasalarla pozitif hukuk alanına girmiştir. Günümüzde teokratik veya yarı teokratik anayasa sayısı azdır: Yemen, Suudi Arabistan anayasaları gibi. Çoğunlukta olan laik anayasa tipidir. Devletlerin çoğunda, iktisadi ve sosyal rejimlerdeki ayrılıklar ne olursa olsun, laiklik ilkesine yer verilerek, din kurallarının devlet yönetiminde bir rol oynayamaması esas kabul edilmiştir. TÜRKİYE’ DE LAİKLİK Osmanlı devletinin, özellikle hilafetin Osmanoğulları’ na geçişinden sonra bütünüyle teokratik bir yapısı oldu. Bununla birlikte, siyasi, askeri ve iktisadi konularda, özellikle kamu hukuku alanında, din kuralları dışında kalan birçok kanuna yer verildi. İslam hukukunun yürürlükte olduğu Osmanlı İmparatorluğu’nda, bu hukukun boş bıraktığı idare işleri gibi alanlarda, padişah emirlerinden ve bunlara dayanan teamüllerden meydana gelmiş bir hukuk düzeni (Tevkii Abdurrahman Paşa kanunnamesi gibi) vardı. Ancak Osmanlı devleti, çeşitli ıslahat çabalarına girişmesine, meşruti monarşi dönemine geçmesine rağmen, gerçek anlamıyla laiklik ilkesini benimsemedi, dış baskıların ve içteki batı taraftarlarının etkisiyle devletin, Osmanlı vatandaşları arasında dinlerine göre ayırım yapmamayı taahhüt etmesi de teokratik özelliği değiştirmedi. | ||
15-02-2007, 15:37 | #10 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Kurtuluş Savaşı’ nda meclis, milli kurtuluştan başka bir şey düşünmediği için, hilafet ve saltanata bağlılığını belirtiyordu. Milli hakimiyet ilkesinin siyasi hayat üstündeki gerçek belirtisi ve Türkiye’ de laiklik bakımından atılan ilk ciddi adım, saltanatın kaldırılması oldu. Bu suretle dini ve siyasi otoritelerin devlet teşkilatı içinde aynı elde toplanmış olması engellenmiş oluyordu. Bununla birlikte halifenin bu sıfatına dayanarak onun din ve dünya işlerinde Hz. Muhammed’ e vekillik ettiği kabul ediliyordu. Cumhuriyetin ilanından sonra halifelik meclis dışında kaynağını milletten alan dini bir başkanlık görevi niteliği aldı. Nihayet 3 Mart 1927 tarihinde, 341 sayılı kanunla halifelik de kaldırıldı. Böylece laik devletin gerçekleşmesine engel sayılan önemli bir hukuki kuruluşa da son verilmiş oldu. Ne var ki, laiklik ilkesi, yine de tam anlamıyla gerçekleşmiş sayılamazdı. Çünkü hilafetin ilgasına dair kanunda “Hilafetin hükümet ve cumhuriyetin mana ve mefhumunda esasen mündemiç” olduğu açıkça belirtilmişti. Halifelik kaldırılırken, Tevhidi Tedrisat Kanunu kabul edildi; Şeriye, Evkaf ve Erkanı Harbiyesi Umumiye Vekaleti’ nin ilgasına dair (3 Mart 1924 tarih ve 429 sayılı) kanun madde 1 ile Şeriye vekaleti de kaldırılarak, ibadetle ilgili bütün işleri yönetmek üzere, Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti’ nin ilk anayasası olan, 20 Nisan 1924 tarihli Teşkilatı Esasiye Kanunu madde 2, “Türkiye devletinin dini islamdır” hükmünü taşıdığı için, uygulamada değilse de, hukuk alanında devletin teokratik karakteri devam ediyordu. Devlet dininin islam dini olduğu belirtilmekle birlikte, şeri hükümlere yer verilmemiş, siyasi iktidarın kaynağının ilahi olduğu kabul edilmemiştir; nitekim yürütme-yasama organları şeri esaslara bağlanmadı. 1924 Anayasası 26. maddesinin ilk şeklinde şeri hükümleri TBMM’ nin yerine getireceği belirtilmişti. 16. maddeyle de milletvekillerinin ve cumhurbaşkanlarının yeminlerinde "vallahi” kelimesine yer veriliyordu. Bunlar zamanın gereği olarak konmuş hükümlerdi ve anayasa 70. maddesiyle vicdan hürriyetini açıkça koruyordu. Atatürk anayasanın laik esaslara uydurulması gerektiğini, gerçek laikliğe ancak bu suretle ulaşılabileceğini Nutuk’ ta belirtiyordu. Söz konusu hükümler 10 Nisan 1928 tarihli ve 1222 sayılı kanunla kaldırıldı. Kanunun gerekçesi olarak devletin laik ve demokratik bir cumhuriyete yönelmesi gereği gösteriliyor ve bir kanunla anayasanın 2., 16., 26. ve 38. maddeleri değiştirilerek “Türkiye’ nin resmi dini” kaydı kaldırılıyor, meclisin şeri hükümleri yerine getirmesi görevine ve yeminlerdeki dini niteliğe dair hükümler anayasadan çıkarılıyordu. CHP’ nin 1931’ deki kongresinde parti doktrinini meydana getiren 6 ana hedef, parti programında gösterildi, bu hedeflerden biri olan laiklik, 1937 yılında 3115 sayılı kanunun yaptığı bir değişiklik anayasada yer aldı ve bir anayasa kurumu oldu. Türkiye’ de laiklik, sadece din ile devletin ayrılığını ifade eden bir nitelik değil, aynı zamanda vicdan hürriyetine imkan veren ve akılcılığı sağlayan bir temel kural olarak ortaya çıktı. Laikliğin temel bir anayasa kuralı haline gelmesinden önce, bu konu ile ilgili bazı kanunlar yapıldı. Tevhidi Tedrisat Kanunu yanında, 30 Kasım 1925 tarih ve 677 sayılı “Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Kapatılması ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Yasaklanması ve Kaldırılması’ na Dair Kanun” kabul edildi. 17 Şubat 1926 tarihli ve 743 sayılı Türk Medeni Kanunu’ nun 110. maddesiyle medeni nikah ilkesi yürürlüğe girdi. | ||
Bu konuyu arkadaşlarınızla paylaşın |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| |