|
Ana Sayfa | Kayıt ol | Yardım | Ortak Alan | Ajanda | Bugünkü Mesajlar | XML | RSS | |
20-02-2007, 12:21 | #1 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
|
Roma İmparatorluğu’nda, İsa’dan sonra II. yüzyılda, İtalya önemini gerçekten yitirirken eyaletlerde iktisadi ve kültürel yaşam doruk noktasına çıkar. Ne var ki, derin bir siyasal çözülmenin de belirtileri vardır. Onların yanı sıra, II. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak, daha da kaygılandırıcı bir başka olayın işaretleri görülmeye başlanır: Bu köle emeği üzerine kurulu ekonominin çürüyüşü ve çöküşüdür. Bütün bu çöküş, kültürde de çöküşü beraberinde getirmiştir. Hristiyanlık böyle bir ortamda doğacaktır. İktisadi ve Sosyal Tablo II. yüzyılda iktisadi ve sosyal ilişkiler İsa’dan sonra II. yüzyılın sonlarında Roma İmparatorluğunun giderek zayıflaması, İtalya’nın, imparatorluğun bu eski merkezinin zayıflamasından ileri geliyordu. Eyaletlerden yağmaladığıyla yaşamaya alışmış İtalya’nın gelişmiş bir ekonomisi yoktu. Yunanistan’da ve doğuda olduğu gibi büyük zanaat merkezleri oluşmuş değildi. Arretium’un -Etrüsklere kadar çıkan- eski seramik sanayisi, kuzey İtalya’daki tün sanayisi, Yunan kolonilerinin getirdikleri maden, kil, cam sanayisi, gelişmesini I. yüzyılda da sürdürmüş olsa da; bütün bu küçük işyerleri, yerel alıcılara hizmet ediyordu, ve Arretium’daki çömlekçilik bir yana, II. yüzyılda Galya işyerlerinin ürünleri baskın çıktığından, dışarıda pazar bulamaz olmuşlardı. II. yüzyılda İtalya’nın serpilmiş tarımı da çöküş içindeydi: İmparatorlar, senatörleri malikane almaya zorluyor ve tahıl ekimi ile yemişçilik zararına otlakları geliştirme eğilimlerine karşı mücadele ediyorlardı. Genç Plinius, Trajanus’a mektuplarında, sürekli, küçük mülkiyet ve çiftlik sahiplerinin, -devrin uğursuzluğuna bağladığı- çöküşlerinden yakınır; toprağın değerindeki genel düşüşe acınır durur. Çok çocuklu aileleri destekleyen çeşitli kanunlara karşın, nüfus da düşmeye devam ediyordu ve Antoninus hanedanının bütün imparatorları “geçim yardımı” sistemini gitgide genişletmek zorunda kaldılar. Siyasal yaşamın dışına atılmış Roma İtalyan toplumunda, pek belirgin olarak, siyasal kayıtsızlığı, sosyal görevlerden kaçma eğilimini, özel yaşamda kuytuya çekilişi görüyoruz. Özel yaşam ise, derin bir ahlaki çöküş, korkunç bir serbestlik ve örflerden alabildiğince kopuş içindeydi. Sonuç olarak Roma, yani İtalya, uçsuz bucaksız bir imparatorluğun bütün parçalarını birbirine bağlayan bir merkez olmaktan çıkmıştı. Buna karşılık eyaletlerde, Antoninus’lar devrinde, iktisadi ve kültürel yaşam doruk noktasındaydı. Sylla, Pompeius, Sezar, daha nice Romalı nice yıkımlara uğratmışlardı doğuyu; öyle de olsa, Bithynia, Bergama, Suriye ve Mısır’da eski zanaat ve ticaret merkezleri, her şeyleriyle canlanıvermişlerdi; Ege adaları da öyle. Ancak Batı eyaletleri de doğuyla rekabete başlamışlardı. Galya’da ve Batı Germanya’da köle emeğinin kullanılması büyük bir iktisadi gelişmeye yol açmıştı. Tuna eyaletleri, Roma’nın, Sicilya kadar bereketli tahıl ambarıydı; İspanya’da madencilik büyük bir gelişme içindeydi. Eyaletlerde de çok sayıda büyük kent kurulmuştu: İçlerinde çoğu Roma kolonisi düzeyine çıkmıştı bunların ve sakinleri yurttaşlık hakkı kazanmıştı; kimi belediyesini kurmuş, kimisi de -çoğu eski Yunan siteleri gibi- bir özerklikten yararlanıyor ve “bağlaşık” ya da “serbest” olarak görülüyorlardı. Eyaletler ve onların büyük kentleri, yoksullaşmış ve çöküntü içinde olan İtalya’yı hatta onun işadamlarının aracılığını safdışı ederek, gitgide daha canlı ticaret ilişkileri içine girmişlerdi | ||
|
20-02-2007, 12:21 | #2 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Dış ticaret, baştan aşağıya eyalet tacirlerinin elindeydi. Yunan ve Suriyeli tacirler, Hindistan’a ve Seylan’a uzun iş yolculuklarına çıkıyorlar; bazıları Çin’e değin uzanıyorlardı. Hindistan’dan baharat, değerli taşlar, kumaşlar, Çin’den ipekli getiriyorlardı. Galyalı tacirler Ren’i ve Tuna’yı iniyor ve Vistül yoluyla Baltık denizine ve İskandinavya’ya kadar çıkıyorlardı. Gitgide daha çok bahşedilen belediye özerkliği sayesinde, eyalet kentlerinde, kent yöneticilerinin seçimi, meslek kuruluşlarının çeşitli toplantıları, şu ya da bu amaçla sık sık bütün eyalet temsilcilerini bir araya getiren kurultaylar vesilesiyle, yoğun bir kamu yaşamı hüküm sürmeye başladı;eyaletler, bağımsız bir yaşamı sürdürmeye alışıyorlardı ve yavaş yavaş güçlü ayrılıkçı akımlar gün ışığına çıkmaya başlıyordu. Bu siyasal çözülmenin belirtilerinin yanı sıra, II. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak, daha da kaygılandırıcı bir başka olayın işaretleri görülmeye başlandı: Bu olay; köle emeği üzerine kurulu ekonominin çürüyüşü ve çöküşü idi. İlkçağ köleliği devrini bu şekilde tamamlıyordu. | ||
20-02-2007, 12:21 | #3 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Bir bunalımın habercileri I. ve II. yüzyıllarda, özellikle eyaletlere, üretim araçlarında büyük bir gelişme görülüyor. Yunanistan’da ve kuzey İtalya’da, tekerlekli ve geniş demirli saban, Galya’da orak makinesi ortaya çıkmış; su değirmenleri çoğalmış; işyerlerinde vinç, pişmiş tuğla, hatta çimento kullanılmaya başlanmıştı. Zanaatçıların aletlerinde de büyük bir yetkinleşme vardı. Ne var ki köle emeği, üretimin daha da verimli kılınmasında bir engeldi: Köle emeği gibi, bu en ilkel aletten yararlanmaya zorlanış, üretim araçlarındaki gelişme ile uzlaşmayan bir durum ortaya çıkarıyordu. Gerçi Aristoteles, “Köle, mülkiyetin en yetkin biçimidir” demiştir; ancak, İsa’dan sonra I. ve II. yüzyıllarda, köle sahipliği, en tehlikeli ve en geçici biçimlerden biriydi artık. Gitgide daha boyun eğmez duruma gelmiş olan köleler, efendilerine karşı durmadan artan bir kinle doluydular. İsa’dan önceki I. ve II. yüzyıllardaki büyük köle ayaklanmaları yoktu aslında; yönetimdekiler, şurada ya da burada ateşlenen başkaldırı ocaklarını, daha ilk kıvılcımında söndürüyorlardı. Ama, buna karşılık imparatorluk devrinde, köleler, efendilerine karşı öfke ve kinlerini, özellikle onları öldürerek ve çok kez yalan ihbarlarla dile getiriyorlardı. Durmadan işleyen hafiyelik is efendileri Neron, Dominiatus, Kommodius gibi despotların zulmüne uğratıyor ve sürekli bir kaygı içinde tutuyordu onları. Romalıların “Ne kadar kölen varsa, o kadar düşmanın var” sözü bu devirden kalmış olmalıdır. Son olarak, kölelerin “niteliği” de değişmişti; şimdi gerçek birer “barbar”dılar: Germendiler, Sarmattıllar, Daçyalıydılar; çünkü uygar halkların köleleştirilmesi sistemi, geçmişte kalmıştı. Eyaletler, Roma topluluğunun eşit haklı birer üyesi olmuşlar ve o yerlerden, iş bilen meslek sahibi işçi olarak köle getirilmesi durmuştu. Getirilenlerin de üzerinde titrenmeye ve en akılcı biçimde yararlanmaya başlandı: Aralarından çoğu, aylık bir ödenti karşılığında dışarıda çalışmakta serbest bırakıldı: Onlara, durumuna göre, bir toprak parçası, bir dükkan , bir işyeri verildi; içlerinden azat edilenler bile oldu. Bütün bunlar da, köleyi efendisine bağlı tutmakla beraber, efendisini ona bakmaktan da kurtarıyordu. | ||
20-02-2007, 12:21 | #4 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Sonuç olarak, köleler hakkındaki düşünceler ve onlara karşı davranış biçimleri de değişiyordu: Köle horlanmamalı, hoş tutulmalıydı; o da bir insandı ve kölelik doğaya karşıydı. Hadrianus ve Antoninus, köleleri öldürmeyi efendilerine yasakladıkları gibi kölelerin eşlerinden ayrılarak satılmaları da yasaklanmıştı; bunun gibi, kölelerin vasiyetname yapma hakları da kabul edildi, vb. Bu insancıllık ise sadece kölenin durumunu bir parça düzelterek, ondan olabildiğince yararlanma duygusundan geliyordu. Kırsal kesimde kolonluk, yeni sömürme biçimlerine geçişin bir işareti olarak gitgide yayılıyordu. Böylece, İsa’dan sonra II. yüzyıla girerken, köleci Roma İmparatorluğunun “altın devri” de açıkça sonuna yaklaşıyordu ve kölecilik üstüne kurulu sistemi kökünden yıkacak olan derin bir iktisadi ve sosyal bunalımın belirtileri şimdiden ortaya çıkmıştı. | ||
20-02-2007, 12:22 | #5 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Kültür yaşamı II. yüzyılda kültürel çöküş Antoninus’lar devrinden, çoğu zaman “aydınlıklar yüzyılı” diye bahsedilir. Bu; Roma uygarlığındaki gelişmelere ve onun pek geniş bir alana yayılışına bakıp verilmiş bir hükümdür. Gerçekten Roma, bu devirde, Akdeniz havzasının en güzel kenti durumuna gelmişti; ona; uygar insanların oturduğu “Evren” deniyordu. Çünkü, Yunanlılar olsun, Romalılar olsun, doğunun büyük uygarlıklarını Hint’i, Çin’i pek az tanıyorlardı. Roma’nın dış görünüşü de, özellikle 64 ve 69 yıllarındaki korkunç yangınlarsan sonra çok değişti. Flavius’lar, pek önemli onarma çalışmaları yapmışlardı. İlk Antoninus’lar, görkemli binaların çevrelediği Nerva ve Trajanus forumlarını yaptırdılar. Ünlü Ulpianus kitaplığı ile dev Trajanus sütunu Trajanu forumundaydı. Adrianus, Panteon’u yaptırırken, Tiber’in üstüne –kenti birleştirmek için- bir köprü yaptırmıştı. Markomanlar ile Sarmatlar üzerindeki zaferlerini kutlamak için Marcus Aurelius da bir başka sütun diktirmişti. Öteki devlet büyükleri ve zenginler de, imparatora öykünerek, kentte görkemli evler ve kırsalda zarif villalar yaptırıyorlardı. Roma’da sokakların hepsi taş döşeliydi ve kenarlarında da dereler akıyordu; alanları süsleyen çeşmelerden de, su kemerlerinin uzaklardan getirdiği sular akardı. | ||
20-02-2007, 12:22 | #6 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Dekor ve konfor beğenisi, eyaletlerde de, Romalı kolonlar, zengin tacirler, memurlar ve askerlerin aracılığıyla geniş ölçüde yayıldı. “Romalılaşma”nın etkisinde en çok batı ve kuzey eyaletleri kaldılar: İspanya, Güney Galya, Ren Germanyası, orta ve aşağı Tuna eyaletleri böyledir. Eyalet kentlerinde Roma örneği kapılar, bazilikalar, su kemerleri, sarnıçlar, havuzlar, çeşmeler, hamamlar, anfiteatrlar ve sirkler yapılıyordu. Yığınla okul açılmıştı; oralarda Latin dili ve edebiyatı okutuluyordu. Eyalet gençlerine konuşma sanatını öğretmek için Roma’dan hocalar geliyordu. Söylevlerin, nazım ya da nesirle yazılmış eserlerin okunduğu genel toplantılar adeta modaydı. Latince her yerde biliniyordu. Ne var ki, İsa’dan sonra I. yüzyılın ortalarından başlayarak, Roma İmparatorluğunun köleci çevrelerinde, kültürün her alanında, pek açık bir düzey düşüklüğü görülür. İmparatorluk rejiminin gevşetici, uyuşturucu, paslandırıcı, giderek duygusuzlaştırıp körleştirici etkisinden geliyordu bu. Bu rejimde, özgür durumdaki mülksüzler kadar, lüks içinde yüzen zengin köle sahipleri de şu bakımdan birbirine benziyordu: “Köleler, efendileri karşısında nasıl her türlü haklardan yoksun idilerse, devlet, yani, imparator karşısında köle sahipleri de öyleydi hemen hemen”. İmparatorluk iktidarı, her türlü sosyal düşünceyi, özellikle halktan gelenleri bastırıyordu. İmparatorların ezici boyunduruğu, bir başka sonuç olarak, köleci toplumun efendileri arasında bile bir boyun eğiş ruhunu yayarken, kamuyu ilgilendiren sorunlara karşı her türlü ilgiyi söndürüyordu. Bu hava, sanatın her alanında, özün zararına, biçimciliğin, yüzeysel etkilerle oyalanma, özentili ve yapmacıklı biçemlerin öne geçmesine katkıda bulunuyordu. Neron’un hocası Seneca’nın o aşırı derecede ince, karışık, anlaşılması güç ve ağzı kalabalık tragedyaları buna bir örnektir; ve o zamanın Roma toplumunun tüm yüksek katlarını saran kötümserliğin sonucu olarak alçakça cinayetler, aşırı duygularla dolu bu eserlerde, trajik öğe ölçüsüz derecede ağır basar. Tumturaklı, içi boş parlak laflarla yazılmış eserlerin bir başka örneği de, zengin ve yüksek yönetici Genç Plinius’un, dalkavukluklarla dolu “Trajanus’a Övgü” adlı kitabıdır;sonraki üç yüzyılda, imparatorlara yaranmak konusunda örnek olmuştur | ||
20-02-2007, 12:22 | #7 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| . Aynı yazarın –10 kitaplık- mektupları, biçemi pek özentili ve yapmacıklı olsa da, bir başka edebi değer taşır; öz bakımınsan da ilginçtirler, çünkü II. yüzyılın başlarındaki Roma toplumunun iktisadi olayları, idari yöntemleri, kültürü, yaşamı ve örfleri hakkında zengin bilgiler vermektedir bize; Trajanus’la yazışmalarını içeren X. Kitap daha da ilginçtir. Yergi, Roma edebiyatının artık egemen duruma gelmiş bir türü de, büyük ölçüde değişti. Yergi yazarları, vaktiyle Lucillius’un Katullus’un ve bazı bazı Horatius’un yaptıkları gibi, güncel siyasi olayları eleştirmekten vazgeçmek zorunda kaldılar; onun yerine, çeşitli sosyal çevrelerin, hatta bazı kişilerin kötülüklerini eleştiriyor, özel yaşamların özellikle insanı çileden çıkaran bazı olaylarını, genel ahlaka aykırı davranışlarını sergilemekle yetiniyorlardı. Valerius Martialis, şiirlerini bu anlayışla yazdı. Yirmi yıl sonra, Juvenalis Roma toplumundaki ahlaki çöküşü, 16 adet yergisinde çok daha sert ve acı bir dille eleştirdi. II. yüzyıldaki Roma toplumunun orta ve aşağı katlarının yaşamı, örfleri, edebvi beğenileri ve dünya görüşleri, bir büyük ederse, Apuleius’un Değişmeler ( ya da Altın Eşek) adlı düşsel romanında, büyük bir yetkinlikle dile getirilmiştir. Bu kültürel çöküş döneminin belirgin niteliklerinden biri de, tiyatroda ciddi türlerin, güncel temalar üzerine trajedi ve komedinin, yerini, mim denen, çok kez anlatılmaz patavatsızlıkta, açık saçık kaba güldürülere, şatafatlı, ama duygudan yoksun “peri oyunları”na bırakmasıdır. İlk planda gelen sirk ve araba yarışlarıydı şimdi ve Roma toplumunu öylesine heyecanlandırıyordu ki bunlar, Kaligula’dan başlayarak, sirk seyircileri, tuttukları sürücülerin ceketlerinin rengine göre, “beyazlar”, “kızıllar”, “maviler” be “yeşiller” diye cephelere bölünmüşlerdi. Anfiteatrlarda, gladyatörlerin düelloları, hatta savaş düzeninde çatışmaları da revaçtaydı. Gladyatör eğlenceleri, yalnız Romalılaşmış Batı eyaletlerinde değil, o zamana değin böylesine kanlı eğlenceleri bilmeyen Hellen kültürünün egemen olduğu doğuda yayıldı. | ||
20-02-2007, 12:22 | #8 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Roma İmparatorluğunun Yunan bölümünde, bu kültürel çöküş, her şeye karşın, daha az belirgin durumdaydı. Orada hala büyük yazarlar çıkıyordu: Plutarkos (45-125 dolayları) ünlü Koşut Yaşamlar ile öteki eserlerini orada yazdı;ünlü sözbilimci Dion Chrysostome (I. yüzyılın sonu-II. yüzyılın başları), bitip tükenmeyen yolculuklar halinde, gittiği Yunan kentlerinde derslerini herkese açık olarak veriyordu. Vaktiyle “bir kölenin kölesi” olan Stoacı Epictetos (50-125 dolayları), etik araştırmalarının derinliği ve özdeyişlerinin inandırıcı gücüyle çarpıyordu herkesi. Yunan’ın kültür üstünlüğü Romalı seçkinlerin gözünde pek açıktı. Öyle olduğu içindir ki, Marcus Aurelius Düşünceler’ini Yunanca yazıyor, herkesten önce Yuna okuyuculara hitap ediyordu. Romalı senatör ve eski Roma’nın büyük hayranı Dion Kassius da (İ.S 155-235 dolayları) 80 kitaplık büyük Roma Tarihi’ni Yunanca yazdı. Bu devrin bütün düşünce ürünlerinde bilimsel anlayışın d çöküşünü görüyoruz. İnsan aklının doğanın sırlarını ve kanunlarını kavramaya yeterli olduğu inancı; Yunan materyalizminin temsilcileri Demokritos’la Epicuros’ta , Aristoteles’te Lucretius’ta o kadar açık olan insan aklına bu güven artık kaybolmuştur. Uzun zaman reddedilmiş olan gizemi ve anlaşılmaz güçlere yeniden inanç uyanmaktadır. Cumhuriyetin sonlarında, Roma’nın –Sezar gibi- başrahiplerinin kendileri de bu tür düşüncelerle alay ediyorlardı ve o zamanlar böylesine inançlar en kaba biçimleriyle, halkın aşağı tabakalarının en az aydınlanmış katlarında sürüp gidiyordu. Şimdi ise, bu tür inançlar, düşüncedeki çöküşle yeniden uç veriyor, kendilerine uygun bir zemin, eskiden alabildiğince aydın olan, ama artık yaşama da, kendilerine de inancı yitirmiş olan çevreler varıncaya dek ateşli yandaşlar bulabiliyordu. Olağanüstüne, doğaüstüne, “öbür dünya” ile ilgili her şeye karşı ilgi, tarihçi Suetonius Tranquillus’ta (75-160) pek açıktır: Onun On iki Sezar’ın Yaşamı adlı eserinde ilk imparatorlarınyaşamı ile ilgili belgelere, bir yığın kehanet, yora ve mucize karışır. Thoukudides ve Polybios, bu tür şeyleri “boş masallar” olarak karşılıyorlardı; şimdiyse böylesine saçmalıklar II. yüzyılın Roma toplumunda büyük bir istekli kitlesi buluyordu. Her cinsten sihirbazlar, büyücüler, müneccimler, kahinler, Roma’da kaynaşıyorlardı; o kadar ki, imparatorluk hükümeti, birçok kez onlara karşı sert önlemler almak zorunda kaldı; onları sürgüne yolladı, öldürttü. Ne var ki, bu mistik salgınını durdurucu denemeleri boşa çıktı. Roma imparatorlarının en bilgili olanları bile bu salgına tutulmuşlardı: örneğin Klaudius, resmen bir kahinler okulu açmış ve Hadrianus da astrolojiyle hatta büyücülükle uğraşıyordu. | ||
20-02-2007, 12:22 | #9 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Roma halkı böyle bir düşünce ikliminde, Augustus’un dinsel reformunu ve eski Roma inancını canlandırmak arzusunu hararetle karşıladı. Ne var ki, toplum dinde, halk kitlelerinin başkaldırılarını dizginleyecek etkili bir araç görüp onun yeniden canlandırılışını sevinçle karşılarken, kendisi de dinsel türden aranışların içine girmişti; eskiden yaptığı siyasal eylemin yerine geçecek bir şey buluyordu onda. Böylece, Roma’nın büyük ailelerinin temsilcileri, Augustus’un yeniden kurduğu dinsel derneklere koşar adımlarla girdiler: “Arval Kardeşler”, “Lüperkler”, “Titenler” ve başkaları, en ilkel devirlerin inançlarını ve törenlerini baştacı etmişlerdi: Arkaik, ama baştan aşağıya anlaşılmaz bir dilde dualar vahşi danslar, ev bu gibi imparatorlar kültü de buna benzer bir revaç gördü. Senato’nun bir kararıyla yapılan “ululaştırma”yla, ölmüş imparatorlar “tanrısallaştırılıyor”lardı: Roma’da ve özellikle eyaletlerde onlar için tapınaklar yapılıyor, her kentte en seçkin ailelerden seçilmiş rahipler (Flaminler) kendilerini bu kültlere adıyor, eyalet toplantılarında “Conventus” dua ve kurban törenleri yapılıyor özellikle zengin azatlıların katıldığı “Augustus’a tapanlar” adıyla dernekler kuruluyordu. İmparatorlar için dikilen çeşitli heykellerin kaidesine, onları “velinimetler ve kurtarıcılar” olarak niteleyen yazıtlar kazınıyordu. Doğulu gizemler, daha önceden hazırlanmış olan bu zemin üzerinde çok daha kolaylıkla yayılmaya ve Roma toplumunun bütün sınıf ve tabakalarına her yandan girmeye başladı. Evrenin ve öbür dünyanın sırlarını açıkladıkları iddiasındaydı hepsi de; bu açıklamayı hangisi daha hünerli yapıyorsa o daha çekici oluyordu. Hepsinin de belli duaları ve emredici ayinleri vardı. Öbür dünya mutluluğuna da, bunları güzelce yerine getirebilenler erişebilecekti. | ||
20-02-2007, 12:23 | #10 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Bu tam bir “manevi dağınıklık” dönemiydi! Hristiyanlık işte böyle bir iklimde doğdu ve önce “doğaüstü” adına ortaya çıkan bütün bu saçmalıkları herkesten çok daha fazla dinleyen, dinlemek durumunda olan bir sınıfın insanları arasında yayılmaya başladı. Hristiyanlığın doğuşu ve ilk yüzyılları Hristiyanlık, “acı çeken ve inleyen” halk, özgür olup da batmış ve özgürlüğünü yitirecek noktaya gelmiş insanlar, küçük zanaatçılar, proleterler ve köleler arasında tek kelimeyle aşağı ve sömürülen sosyal çevrelerde doğdu ve yayıldı. Boyunduruk altına alınmış, ezilen ve sefalete mahkum edilmiş halk kitleleri, başlangıçta, İsa’dan önce II. ve I. yüzyıllarda, açık mücadelede bir çıkış aramış ve başkaldırmıştı. Anacak bütün bunların başarısızlığı göstermişti ki, Roma’nın gücüne karşı her türlü direniş boştu. İşte o yüzdendir ki, aşağı halk tabakaları, yeryüzündeki bütün bu acıların pençesinde kendilerini çekip koparacak “göksel bir kurtarıcı”nın bekleyişi içine girmişlerdi ve bu inanış çok yayılmıştı. Bu umut, acıların son çizgisine gelip dayanmıştı, Filistin’de daha güçlüydü. Gerçekten, I. yüzyılda Filistin’de tüm umutlar “Yahudilerin hükümdarı”nın, Tanrı’nın gönderdiği bir mesihin getireceği bir mucizevi kurtuluşa bağlanmıştı. Birçok Yahudi kolonisini Küçük Asya’da da bu umut yaygındı. Ve zaten bu bölgenin yerel halkı, kendi kurtarıcı tanrılarına da pek yaygın kültler adamışlardı. Örneğin eski Yunan tarım tanrısı Hermes Trimejist’e kendisine inananları bir gün gelip kurtaracağı gözüyle bakılıyordu. Bir başka halk kültü de, Yunanlıların Dionisos’una benzeyen eski tarım tanrısı Frigyalı Sabazios idi; ona da kurtarıcı gözüyle bakılıyordu. İmparatorluğun doğu eyaletlerinde, birçok gözü dönmmüş peygamber görülüyordu. Bunlar yığınla yandaş topluyor ve bir kurtarıcının geleceğini haber vererek mezheplerini kuruyorlardı. | ||
Bu konuyu arkadaşlarınızla paylaşın |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| |