Tekil Mesaj gösterimi
Alt 01-10-2009, 11:36   #1
mezarkabuL
david silva
 
mezarkabuL - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
şişedeki pusula-edgar allan poe

Qui n'a plus qu'un moment a vivre N'a plus rien a dissimuler
Quinault,Atys -Yaşayacak tek bir anı olanın
Saklayacak hiçbir şeyi yoktur.-

Anayurdum ve ailem üstüne söyleyecek fazla sözüm yok.Kötü alışkanlıklar ve uzun yıllar, beni birinciden uzaklaştırdı, ikinciden kopardı.Ailemin serveti, sıradan sayılmayacak bir öğretim görmemi, sorgulamaya yatkın kafamsa erken yaşta meyvelerini veren birikimimi titizlikle düzene sokmamı sağladı.Her şey bir yana, Alman ahlakçıların yapıtları keyif verdi bana; onların dil cambazlıklarına duyulan genel hayranlığa kapıldığımdan değil, şaşmaz düşünme yeteneğimle lafların düzmeceliğini kolay anladığımdan ötürü.Sık sık, dehamın yavanlığıyla suçlanmışımdır; düşgücümdeki aksaklık, hep bir suç olarak yüklenmiştir üstüme, görüşlerimdeki Pyrrhoculuk (Elisli Pyrrho tarafından ileri sürülen ve insan bilisindeki hiçbir şeyin kesin olmadığını iddia eden septik görüş) ise adımın kötüye çıkmasına yol açmıştır.Gerçekten de fiziksel felsefeden aldığım büyük tat,korkarım bu çağın yaygın yanılgısıyla bulandırdı beynimi -olaylara göndermelere bulunmak, en bağlantısızını bile o bilimin ilkeleriyle açıklamak huyunu demek istiyorum.Genelde gerçeğin sarp yollarından boş-inancın ignes fatui'sine sürüklenmeye benim kadar yatkın biri yoktur.Bu açıklamaya gerek duymamın nedeni, anlatmak zorunda olduğum inanılmaz öykünün, düşgücünden yana sıfır bilimsel kafalı birinin başından geçtiği için deli zırvası diye algılanmamasıdır.
Yurt dışında yıllarca kaldıktan sonra 18.. yılında, zengin ve kalabalık Java adasının Batavia limanından Sunda adalarının Archipelago'suna giden gemiye binmiştim.Herhangi bir yolcuydum -bir iblis gibi peşimi bırakmayan tedirginlik dışında bir yolculuk nedenim yoktu.
Teknemiz, yaklaşık dört yüz ton ağırlığında, bakır kaplama, Bombay'da Malabartiki kerestesinden yapılmış güzel bir gemiydi. Lachadive adalarından yükselmiş ham pamuk, yağ, ayrıca hint keneviri, hurma peltesi, manda yağı, hindistancevizi, kakao ve birkaç sandık afyon da vardı gemide.Yükleme işi acemice yapıldığından gemi, bir süre sonra yan yattı.
Biz ufacık bir esintinin yardımıyla yol alarak Java'nın doğu kıyısında günlerce kaldık.Archipelago rotamızda arasıra rastladığımız küçük vardakavoları saymazsak seyrimizin tekdüzeliğini bozan hiçbir olayla karşılaşmadık.
Bir akşam, küpeşteden sarkarken kuzeybatıya kayan benzersiz,öbürlerinden apayrı bir bulut gördüm.Hem rengi şaşırtıcıydı hem de Batavia'dan çıktığımızdan beri gördüğümüz tek buluttu.Günbatımına kadar onu dikkatle gözledim, sonunda aynı anda doğuya ve batıya yayıldı, ufku dar bir buğu dilimiyle kapladı, uzun bir kumsal çizgisi gibi.Derken ayın koyu kızıl rengi ve denizin tuhaf özelliği çekti dikkatimi.Deniz hızlı bir değişim geçiriyordu, su her zamankinden daha saydamdı.Dibi açık seçik görsem de baş tarafa geçtiğimde geminin on beş kulaca indiğini fark ettim.Hava, dayanılmayacak kadar sıcaktı artık, ısınmış ütüden yükselen sarmal buğularla yüklüydü. Gece ilerledikçe hiçbir esinti kalmadı, akla getirilemeyecek bir kıpırtısızlık.Kıç taraftaki mumun alevinin titrediği seçilmiyordu bile, iki parmak arasındaki uzun bir saç teli, en ufak bir titreşim yakalayamadan kalakalıyordu.Yine de kaptan hiçbir tehlike belirtisi göremediğini söyledi, kıyıya bodoslama yanaşacağımıza göre yelkenlerin sarılmasını, demir atılmasını buyurdu.Gözcüye gerek yoktu ve çoğunluğu Malayalılardan oluşan tayfalar, güverteye yayılıp yattılar.Ben alta indim -bir uğursuzluğun çatacağına ilişkin yoğun bir önseziyle. Gerçekten de her ipucu bir samyelinin patlayacağı korkumu pekiştiriyordu.Kaptana korkularımdan söz ettim ama o dediklerime kulak asmadı, bana bir yanıt vermeye gönül indirmedi.Yine de gerginliğim, uyumamı engelledi, geceyarısına doğru güverteye çıktım.Kamara merdivenin üst basamağına vardığımda, ancak hızlı dönen bir değirmen çarkının çıkarabileceği müthiş bir uğultuyla sarsıldım ve daha ne olup bittiğini kavrayamadan geminin içe doğru göçtüğünü gördüm.Biraz sonra bir köpük salvosu hepimizi alabora etti, üstümüzden aşarak kıç ve baş güvertelere savurdu.
Kasırganın şiddeti, geminin kurtulmasını sağladı büyük ölçüde.Dalgalardan serseme dönmüştüm, kendime geldiğimde, gemi bütnüyle su altında kalmasına karşın -öyle ki direkleri bile batmıştı- bir dakika sonra ağır ağır sulardan sıyrıldı, fırtınanın dayanılmaz basıncıyla bir süre yaloaladıktan sonra dengesini tutturdu.
Ölümden kurtulmamı hangi mucizeye borçlyum bilemem.Dalgaların ürküntüsünü atlattıktan sonra kendimi, bodoslama direği ile dümen arasına sıkışmış buldum.Ayağa güçlükle kalktım,sersem sersem çevreye baktığımda önce dev dalgalarla kuşatıldığımız izlenimine kapıldım; en çılgın düşgücünü yaya bırakacak korkunçlukta, fokurtulu dalgaları tepelere yükselen bir burgaçta kıstırılmıştık.Biz tam limandan ayrılırken gemiye binen ihtiyar bir İsviçrelinin sesini duydum.Vargücümle seslendim ona, o da sendeleyerek yanıma koştu. Kazadan yalnız ikimizin sağ çıktığını anlamamız uzun sürmedi.Bizim dışımızda gemideki herkes sulara gömülmüştü -kaptanla tayfalar uykularında boğulmuş olmalıydılar çünkü kamaraları su basmıştı.Yardım almadan geminin güvenliğini sağlamak adına yapacağımız fazla birşey yoktu;çabalarımız, bir anda bastıran batma korkusuyla sekteye uğradı.Palamarımız, lime lime olmuştu elbette, hem de kasırganın ilk rüzgarında, yoksa denizin dibini boylamıştık.Dalgalarda büyük bir hızla sürükleniyorduk,su, fışkırtılar çiziyordu tepemizde.Kıç tarafta hasar büyüktü,hemen her yerden ağır yara almıştık;ama pompaların tıkanmadığını, fazla safra atmadığımızı görünce çok sevindik. Fırtınanın ilk hızı kalmamıştı, rüzgarın şiddetinden de pek korkmuyorduk; gelgelelim hepten kesilmesi içimizi kararttı; perişan halimizle biraz sonra bindirecek korkunç köpürtüde ister istemez yok olacağımızı çok iyi biliyorduk.Ama bu haklı kaygı hemen doğrulanacağa benzemiyorduTam beş gün ve gece boyunca -bu arada tek yiyeceğimiz ön kasaradan binbir güçlükle kurtarabildiğimiz ancak hurma peltesiydi- hurda gemi, samyelinin ilk vuruşuyla kıyaslanmasa da daha önce benzerini görmediğim bir fırtınanın deli esintileriyle boğuştu amansızca.İlk dört günlük rotamız -ufak tefek sapmalar dışında- Güneydoğuya Güneydi, Yeni Hollanda kıyısından geçmiş olmamız gerek.-Beşinci gün hava buz kesti, oysa rüzgarın yönü azıcık kuzeye kaymıştı.Güneş, hastalıklı, solgun bir ışıkla doğdu ve hiçbir belirgin ışıltı saçamaksızın azıcık tırmandı ufka.Ortalıkta bulut görünmüyordu, yine de rüzgar azmıştı, bir öfke nöbetine tutulmuşçasına esiyordu. Galiba öğleye doğru yine çıkan güneşe takıldı gözümüz; doğru dürüst bir ışık saçmıyordu, sanki ışınları polarmış gibi donuk, puslu bir ışıltı, o kadar.Çalkantılı denize batmadan önce, güneşin odağındaki ateşler, ne idüğü belirsiz bir gücün eliyle telaşla söndürülmüşçesine yokoldu birdenbire..Dipsiz okyanusa dalarken loş gümüşsü bir çerçeveydi yalnızca.Altıncı günü boşuboşuna bekledik -ben o günü hala görmedim- İsveçli hiç görmedi.O andan başlayarak zifiri karanlıkla sarmalandık, öyle ki gemiden yirmi adım ötesini seçemiyorduk. Tropiklerde alıştığımız o fosforlu deniz-ışıltısını aratan bitimsiz gece, çevremizi kuşatmayı sürdürüyordu.Ayrıca, fırtına aynı azgınlıkla sürse de, o zamana kadar bize aynı eşlik etmiş çatlayan dalgaları ya da köpükleri artık göremeyeceğimizi kavradık.Her yanımız korku, koyu karanlık ve kara, yapışkan bir abanoz çölüyle kaplıydı. Boş inançlardan doğan korku, yavaş yavaş ihtiyar İsviçreli'nin ruhuna işledi, benim ruhumsa suskun bir şaşkınlıkla kalakalmıştı.Geminin bakımıyla hiç ilgilenmedik, neye yarardı ki, ve kendimizi mizana direğine olabildiğince sıkı bağlayarak bu okyanuz dünyasına acı acı baktık.Ne zamanı hesaplayabiliyorduk, ne de durumumuza ilişkin bir kestirim yürütebiliyorduk.Yine de önceki denizcilerden çok daha fazla güneye açıldığımızın farkındaydık ve bildik buz kütleleriyle karşılaşmamamıza çok şaşırıyorduk.Bu arada her an, son anımız olduğu gözdağını veriyordu bize -kabaran her dalga bizi yutma telaşındaydı.Böyle bir çalkantı aklımın ucundan geçmezdi, hemen sulara gömüşmememiz bir mucizeydi.Arkadaşım, yükümüzün hafifliğinden söz açtı,gemimizin üstün özelliklerini anımsattı; benimse umudun umutsuzluğunu duymaktan başka bir şey gelmiyordu elimden, bence en fazla bir saat içinde çatacak ölüme hazırlanıyordum çünkü aldığımız her milde koca kara dalgalrın kabartısı daha da ürkünçleşiyordu.Arasıra Albatrosun erişemeyeceği bir yükseltide soluk soluğa kalıyor -arasıra havanın çürüdüğü, hiçbir sesin Kraken kuşunun uykusunu bozamadığı bir su cehennemşne baş döndürücü bir hızla iniyorduk.
O uçurumlardan birinin dibine vardığımızda, arkadaşımın korku yüklü çığlığı yardı geceyi "Baksana! Baksana!" diye haykırdı kulağıma. "Tanrım! Bak! Bak!" O haykırırken, içine yuvarlandığımız engin boşluğun kıyılarını yalayan ve güverteyi keskin bir parıltıya boğan donuk, koyu kırmızı ışığı fark ettim.Yukarı baktığımda kanımın akışını donduran bir görünümle karşılaştım.Tam tepemizde, ürkütücü bir yükseklikte,sarp uçurumun kıyısında, belki dört bin tonluk dev bir gemi duruyordu.Kendi yüksekliğinin yüz katı bir dalganın üstünde olmasına karşın o hatta ya da Doğu Hint hattında işleyen herhangi bir gemiyle kıyaslanamayacak kadar kocamandı göründüğü kadarıyla.İri gövdesi, paslı siyah renkteydi, gemilere özgü herhangi bir oyma yoktu üstünde.Açık lombar kapaklarından, bir dizi pirinç topun ağzı uzanmıştı, cilalı yüzeyler armada sallanıp duran sayısız savaş fenerinin alevini saçıyordu.Ama bizde asıl korku ve şaşkınlık uyandıran, geminin o doğaüstü denizin, o bahşedilmez kasırganın göbeğinde yelkenle yol alabilmesiydi.Onu ilk görüşümüzde yalnızca pruvası seçiliyordu -dipsiz uçurumdan usulca ağarken.Müthiş bir dehşet anında başdöndürücü dorukta duraladı, kendi saltanatını düşünürcesine, sonra sarsıldı, yalpaladı ve sulara battı.
Aynı anda nasıl olup da kendimi ansızın toparladım bilmiyorum.Elimden geldiğince hızlı uzaklaşarak biraz sonra bastıracak gümbürtüyü bekledim korkusuzca.Bizim gemi sonunda çabalamaktan vazgeçmiş, başüstü batmaya başlamıştı.Sulara gömülen kocaman kütle,geminin zaten suyun altında kalmış bölümüne çarpmıştı, sonuçta karşıkonmaz bir sarsıntıyla yabancı geminin küpeştesine savruldum.
Ben düşerken gemi yerinde dönüp duruyordu, tayfaların gözünden kaçmamı o kargaşaya borçluydum.Pek güçlük çekmeksizin aralık ambar kapağından süzüldüm kimselere görünmeden, içerde gizlenebileceğimi bir yer ayarladım.Neden öyle yaptım, bilemiyorum. Geminin tayfalarını görür görmez içime düşen belirsiz korkudan kaynaklanıyordu belki gizlenmem.Daha ilk bakışımda bir sürü aykırılık, kuşku ve korku ipucu aldığım bu insanlara kendimi bırakamazdım.O yüzden ambarda gizlenecek bir yer bulmayı uygun gördüm.Geminin bordasındaki tahtaların bazılarını aralayarak dev kaburgaya sığınabileceğim bir yol açtım.
Daha işimi tam bitirmemiştim ki yanıbaşımda bir ayak sesi ilgimi çekti.Adamın biri, saklandığım yerden bitkin, sarsak asımlarla geçiyordu.Yüzünü göremiyordum ama genel görünüşünü saptama olanağım vardı.Çok yaşlı ve hastalıklı izlenimi uyandırıyordu.Dizleri yaş-yükünün altında bel veriyor, bütün gövdesi bu ağırlıkla sarsılıyordu.Kısık, hırıltılı bir sesle anlayamadığım bir dilde birşeyler mırıldanıyordu kendi kendine, sonra benzersiz birtakım deniz gereçleriyle çürümüş haritaların yığıldığı bir köşeye yürüdü.Davranışları, ikinci bir çocukluğun utangaçlağıyla bir tanrıya yaraşır suskun onurun çılgın bir bileşimiydi.Sonunda güverteye çıktı, onu bir daha görmedim.



Adlandıramadığım bir duygu ruhuma el koymuş durumda -çözümlenmeye izin vermeyen, aldığım eski derslerin açıklamakta yetersiz kaldığı, korkarım geleceğin bile bana anahtarını sunmayacağı bir sezgi.Benimki gibi bir kafa yapısı, sonuncu olasılığı uğursuzluk sayar.Asla -biliyorum ki asla- düşüncelerimin kaynaklarını tam çözemeyeceğim.Hele bu düşüncelerin yepyeni kaynaklardan serpildikleri için belirsiz olmaları hiç de şaşırtıcı değil.Yeni bir anlam - yeni bir öz işledi ruhuma.


Bu korkunç gemiye ayak basalı çok oldu ve galiba yazgımın ışınlrını bir odakta toplanıyor.Anlaşılmaz birtakım adamlar! Ne olduğunu kavrayamadığım bir uyuşturulma yöntemine kendilerini kaptırmış, yanımdan beni görmeden geçiyorlar.Gizlenmem düpedüz delilikmiş, çünkü bu insanlar görmüyorlar ki.Daha demin ikinci kaptanın gözlerinin önünden geçtim -biraz önce de kaptanın özel kamarasına girip bu notları yazmamı sağlayacak gereçleri aldım.Zaman zaman bu günceyi sürdüreceğim.Onu dış dünyaya ulaştırma fırsatını belki bulamayacağım, doğru, ama yılmamakta kararlıyım.Son anda pusukayı bir şişeye sokup denize atacağım.


Bana yeni bir düşünce alanı açan bir olay patlak verdi.Böyle şeyler, denetlemeye gelemeyen Şans'ın bir oyunu mudur? Güverteye çıkmış, kimsenin dikkatini çekmeden filikanın dibindeki ıskalarya ve eski yelken yığınları arasına atmıştım kendimi. Yazgımın garipliğine şaşarken, farkına varmadan, yanımdaki bir fıçının üstünde duran düzgün katlanmış bir cunda yelkeninin uçlarına bir katran fırçası sürmüşüm.Cunda yelkeni şimdi geminin üstünde ve fırçanın rasgele bıraktığı izler dağılıp KEŞİF sözcüğünü ortaya çıkarıyor.
Geminin yapısı üstünde sık sık gözlemlerde bulundum son günlerde.Silahla donatılmış olmasına karşın bence bir savaş zırhlısı değil.Arması, yapısı ve donanımı bu varsayımı hiç desteklemiyor.Ne olmadığını çarçabuk anlayabiliyorum da -ne olduğunu söylemek korkarım olanaksız.Ne olduğunu çıkaramıyorum ama garip modelini, benzersiz serenlerini, dev gövdesiyle azman yelken takımlarını, dümdüz pruvasıyla kıç tarafının epeski tasarımını gözden geçirirken arasıra bildik şeyler yokluyor kafamı, bu tür bulanık anımsama gölgelerine her zaman eskiden kalma yabancı güncelerin ve çağların olağanüstü anısı karışır.
Geminin kaburgasını inceliyorum.Bilmediğim bir maddeden yapılmış.Bu amaca uygun değilmiş gibi garip bir özelliği var tahtanın.Bu denizlerde seyretmesi,yıllarla çürümesi bir yana, son derece gözenekli olmasından söz ediyorum.Belki abartılı bir gözlem gibi gelecek ama bu tahta, bodur meşenin bütün özelliklerini taşıyabilirdi, tabii bodur meşe, doğadışı yollardan şişirilebilseydi.Yukarıdaki tümceyi okurken deniz-çalığı ihtiyar bir Hollandalı gemicinin garip bir özlü-sözü geliyor aklıma.Sözlerinin doğruluğundan kuşku duyulduğunda, "Dediğim," derdi, "dediğim, üstündeki geminin canlı bir denizci kalıbına bürüneceği bir deniz kadar gerçek"



Bir saat kadar önce kendimi bir grup tayfanın arasına atacak cesareti topladım.Benimle hiç ilgilenmediler, tam ortalarında dursam da varlığımdan bütünüyle habersiz görünüyorlardı.Ambarda rastladığım adam gibi geçkinlik izleri taşıyordu hepsi.Elden ayaktan kesilmişlerdi; omuzları iki büklümdü; buruşuk tenleri rüzgarda takırdıyordu;sesleri usul, titrek ve boğuk;gözleri, yılların hummasıyla çakmak çakmaktı; ve aklaşmış saçları fırtınada savrulup duruyordu.Çevrelerine, güvertenin her yerine, yapım tarihleri asla kestirilemeyecek acayip matematik gereçleri saçılmıştı.


Az önce tepedeki bir cunda yelkeninden söz etmiştim.O günden bu yana rüzgarsız kalan tekne,güneye doğru sürdürdü rotasını,direklerinden seren uçlarına kadar yığılmış yelken paçavralarıyla kaplı görkemli cundalarını her an kişioğlunun imgelemine sığmayacak korkunçlukta bir su cehennemine daldırarak.Demir güverteden ayrıldım, ben orada ayakta duramıyorum ama tayfalar galiba pek güçlük çekmiyorlar.Bana kocaman gemimizin bir anda yutulup gitmemesi, mucizelerin mucizesi gib geliyor.Anlaşılan, Sonsuzluğun kıyısında, uçuruma son bir dalış yapmadan dolanmaya mahkumuz.Şimdiye kadar gördüğüm dalgaları bin kat aşan sersemleticilikteki dalgaları ok hızında bir martı rahatlığıyla aşıyoruz; şatafatlı sular, cinler gibi ama güçleri yalnızca basit gözdağlarıyla sınırlı, yok etmeleri yasaklanmış su dibi cinleri gibi başalrını doğrultuyorlar üstümüzde.Ölümü sık sık sıyırtmamızı, böyle bir etkiyi yaratabilecek tek nedene bağlıyorum ister istemez.Geminin güçlü bir akıntının ya da zorlu bir burgacın etkisine girdiğini düşünmem şart.


Kaptanla yüzyüze görüştüm, üstelik kendi kamarasında - ama umduğum gibi benimle hiç ilgilenmedi.Dışardan bakan herhangi birine sıradışı gelebilecek hiçbir özelliği olmasa da - ona bakarken içim müthiş bir şaşkınlıkla karışık gemlenmez bir saygı ve korku duygusuyla doldu.Benim boyumda yani 1.65 dolaylarında.Beden yapısı zarif, ince, ne tıknaz ne de cılız.Ama benim ruhumu sarsan -kutsallığıyla sarsan şey, yüzündeki anlatımın benzersizliği- ihtiyarlığın yoğun, harika, coşturucu kanıtının böylesine kesin ve abartılı vurgulamasıydı.Alnı pek kırışmamış olsa da çok uzun yılların damgasını taşıyor sanki.Aklaşmış saçları geçmişin tutanakları, daha da boz gözleriyse geleceğin Kahinleri.Kamaranın döşemesine garip, demir tutturaçlı koca dosyalar ve çürümeye yüz tutmuş bilim gereçleriyle çoktan unutulmuş, işlevsiz haritalar saçılmıştı.Kaptan başını eğmişti, ateşli, tedirgin gözlerle elinin altındaki bir kağıdı inceliyordu, bence bir görev belgesiydi ve mutlaka bir hükümdarın izini taşıyordu.Gemide rastladığım ilk denizci gibi o da kendi kendine yabancı bir dilde, kısık sesle birşeyler mırıldandı, adam dirseğimin dibindeydi ama yine de sesi sanki bir mil öteden geliyordu.


Gemi ve içindekiler, tepeden tırnağa Antik Çağ ruhuyla dolu.Mürettebat, gömülmüş yüzyılların hortlakları gibi salınıp duruyor ortalıkta; gözlerinde bir canlılık ve telaş okunuyor; hele savaş fenerlerinin çiğ ışıltısında parmakları yolumu kesince daha önce hiç bilmediğim bir duyguya kapılıyorum, eski zaman kalıntılarıyla ömrüm boyu uğraşmayı iş edinsem de; Baalbek'in, Tadmor'un ve Persepolis'in yıkık sütunlarının gölgelerini ruhum bir yıkıntıya dönene kadar solusam da.


Çevreme baktığımda önceki korkularımdan utanıyorum.Şu ana kadar peşimizi bırakmayan kasırgada korkudan titredimse rüzgarla okyanusun giriştiği ve hortum, samyeli gibi sözcüklerin bile iletmekte yetersiz kaldığı bu denizle rüzgar savaşı sırasında korkudan ödüm kopmayacak mı? Geminin çevresinde sonsuz gecenin karanlığıyla köpüksüz dalgaların kargaşası sürüyor; gelgelelim her iki yanımızda, bir kulaç ötede, başdöndürücü buz kütlelerinin belli belirsiz, bomboş göğe doğru yükselişleri seçilebiliyor arasıra, evrenin surlarını andırıyorlar.


Düşündüğüm gibi, gemi akıntıya kapılmış; eğer bu sözcük, beyaz buzlara çarpıp uğuldadıktan, gürledikten sonra güneye doğru bir çağlayan hızıyla bindiren bir gelgite yakışrıtırılabilirse.


Duygularımın dehşetini gözönüne getirmek olanaksız; gelgelelim bu acımasız yörelerin gizlerine erme merakım, umutsuzluğuna bile baskın çıkıyor, bu gidişle ölümün en tiksinç biçimine razı edecek beni.Heyecanlandırıcı bir bilgiye doğru doludizgin yol aldığımız kesin -çözümü yıkıma patlayacak, asla vazgeçilmez bir gize doğru.Belki bu akıntı bizi tam güney kutbuna sürüklüyor.Böylesine çılgın bir varsayımın bütün olasılıkları barındırdığını itiraf etmek gerek doğrusu.


Tayfalar tedirgin, titrek adımlarla güverteyi arşınlıyorlar; ama yüzlerinde umutsuzluğun kayıtsızlığından çok umudun atılganlığı okunuyor.
Bu arada rüzgar hala kıçtan esiyor ve yığınla yelkenbezi taşıdığımız için gemi arasıra sulardan sıyrılıyor -Ah felaket üstüne felaket! Buz ansızın sağda ve solda yarılıyor ve biz surlarının tepesi ta uzaklarda karanlıkta yok olan dev bir amfitiyatronun çevresinde çok-merkezli, kocaman halkalar çizerek başdöndürücü bir hızla dönüp duruyoruz.Yazgım üstüne düşünecek zamanım pek kalmayacak -halkalar gittikçe daralıyor- burgacın kıskacına delice dalıyoruz- okyanusla kadırganın gümbürtüsü ve kükremesiyle yalpalıyor gemi, Tanrım ve ... batıyoruz.


Not: "Şişedeki Pusula", ilk kez 1831'de yayımlandı, aradan çok uzun yıllar geçmeden Mercator'un haritalarıyla karşılaştım, orda okyanus, dört ağızdan Kuzey Kutbu Akıntısı'na, yeryüzünün derinliklerince emilmeye koşarken gösteriliyordu;Kutupsa gözalabildiğine yükseklere tırmanan kara bir kayaydı.
__________________
TO LİVE İS TO DİE...

Konu mezarkabuL tarafından (06-11-2009 Saat 12:20 ) değiştirilmiştir..
mezarkabuL Ofline   Alıntı ile Cevapla