Üyelik tarihi: Oct 2006
Mesajlar: 133
Tecrübe Puanı: 19  | Portakallı ördek
Sarışın, mavi gözlü, mat bakışlı bir dostumuz vardı. Beraber olduğumuz süre içeresinde çok güzel günlerimiz de oldu, kederli anlarımız da. Sonra terk-i diyar eyledi. Dostluğumuz sürer gibi olduğundan bağlantıyı kesmemiştik. İyi haberlerini aldığımızda seviniyorduk. Hasta çocuklara yardım ettiğinden dolayı da değerini ikiye katlamıştı gözümüzde. Sonra... Sonra aradan yıllar geçti... Bir gün bir haber geldi Beşiktaş'a. Sarışın dostumuz bizden uzak ellerde yanlışa düşmüş, Kokain diye bir dilberle geziyormuş. Abayı yakmış anlayacağınız. Vaziyet ve hal iyice sarpa sarınca mahkemelik bile olmuş ülkesinde. Üzülmüştük, şaşırmıştık. Hatta kahrolmuştuk... Oysa kendi vatanının sportif liderliğine oynuyordu. Kariyer yapacaktı, ama yapamadı.. Velhasıl ülkesinde iş yapamadığından aramıza dönmek istedi. Beni alın diye yalvarıyordu gözleri. Dostluğumuza ihtiyacı vardı. Bizden başka herkes tavır aldı bu sarışın dostumuza. Bütün yazıcılar ferman yazdılar, istemezuk dediler.. Hatta Başkan sıfatlı bir büyüğümüz ise, "Bırakın olduğum yeri bu ülkeden içeri bile sokmam" buyurdular. Lakin... Bizim okyanuslar kadar geniş gönlümüz vardı. Bir merhabaya, bin takla atardık. Merhamete ihanet etmezdik. Laf aramızda yedi düveli aşmış şanımız da bundandır. Türk insanının, ananesine ve ona hürmetine yakışanı yaptık. Ahde vefa.. Onu hayata bağlamalıydık. Bütün ülke karşımızda olsa da ona sahip çıkmalıydık. Çıktık da. Bir keresinde Kadıköy'e gezmeye gitmiştik. Ortalık iyice kalabalıktı. O kargaşada moralini bozmak istediler. Önüne, geçmişini hatırlatacak ufacık "beyaz" paketler attılar. Yerin dibine soktular..
HORLAMAYI KES ARTIK!
Sırtını sıvazlayıp, aldırma diyen yine bizdik.. Vücudumuzun en belirgin yerindeki bu yara bir türlü kabuk bağlamıyordu. Çünkü birileri birilerini "kaşıyıcı" olarak tutmuştu. Her hafta içi gittiği mahkeme, yaşadığı her başarısız sonuçtan sonra yüzüne vuruluyordu. Oysa biz, bir insan kazanmanın her yolunu deniyorduk. Kazandık da... Onu, belli bir süre sonra başka bir ülkeye gönderdik. Orada, başarı haberlerini duydukça seviniyorduk. İyice kendine gelmişti. Eski halinden eser yoktu. Bir arar diye bekledik ama nafile.. Varsın aramasındı.. Biz ona hayat vermiştik ya.. Lakin bir haber daha geldi Beşiktaş'a. Dostumuz bizden habersiz Türkiye'ye gelmiş ama Kadıköy'den bu yana geçmem diyormuş. Ona kucak açanlara, onu hayata bağlayanlara değil de; "Değil bulunduğum yere, bu ülkeden içeri sokmam" buyuranlara teşekkür ediyormuş. Ona dalga geçer gibi ufak "beyaz" paket atanlarla sıkı fıkıymış. İşin en garibi bizim yanımızdayken ona kin kusanlar, son Kadıköy seyr-ü seferinde, lale bahçelerinde dolaşır olmuşlar. Ohh! Ne âlâ memleket.. Bizdeyken at sineği, onlarda portakallı ördek.. Sonra gaipten bir ses işittim.. Eşim başıma dikilmiş "Horlamayı kes" diye çırpınıyordu. Uyandım.. Ama lütfen siz de uyanın sevgili Beşiktaş camiası.. Geçen hafta Abdi İpekçi'de yaşanan olaylar, Akatlar'da yaşansaydı Beşiktaş sahası kaç sene kapatılırdı. Belki Akatlar, yıkım cezası bile alırdı. Katil, çete, hapçı hakaretlerinden sonra ne damga yerdik kimbilir? İşte bunları düşünürken dalmışım da, yukarıdaki rüyayı görmüşüm.. Rüyamda, Aziz bir adam vardı. Sanki Abdi İpekçi'deki...
---------------------------------------------------------------- Nabza şerbet apoletleri!
06 Nisan 2005 Uzun koşu programının iki numaralı seri başı, tuttuğu takımın maçını yorumlarken Effa'nın haklı avukatlığına soyunmuştu. Hemen akabinde Adem Dursun'un canlı telefon bağlantısındaki isyan dolu haykırışlarını gönülden destekledik. Yorumcumuz C.Çakır'ın olaya popülist yaklaşmasını, Sakarya'nın 2 ve 7 numarasının olayları provake etmesini anlattı, durdu. Haklıydı da.. Hatta ben de objektif açıdan bakarken olayın "play" tuşuna basıldığında kaleci Şenol'un ters tarafa bakarak olaydan habersiz ısındığını gördüm. Ve o kaleci Şenol'un bütün olayları görmüş gibi yan hakeme koşmasını da.. Olayın esas özetinde Effa tekme atmamıştı. M.Sert, tekme yemiş süsü vererek olaylara start vermişti. Adeta canı yanan yorumcumuz, A.Güçlülüğün tesirini hoşgörüsüne sığdırarak telefondaki Yılmaz Vural'a ılımlı ve mütevazı serzenişte bulunuyordu: "Aman Yılmaz, takımı küme düşüreyim deme ha!" 27 Şubat Pazar gününe, yani Beşiktaş- Sakarya maçına döndüğümüzde tekrar edilen suni penaltı düdükleri, taraftarı tahrik eden kaleci Şenol'u ve Carew'in hırs dolu isyanını nasıl yorumlamıştınız? "Filler gibi hem ağızdan, hem burundan fışkırtıyor." Evet sayın büyüğüm, İnönü Stadı'ndaki güvenliğin attığı kafa ile Yılmaz Vural'ın attığı yumruğun etik ve stat sınırları açısından ne farkı var? Neden Beşiktaş maçındaki gibi bas bas bağırmadınız, "Bu saha üç maç kapatılmalı" diye.. Sizin tuttuğunuz takımın maçında Sakaryalıları haklı olarak provakasyonla suçlarken, Beşiktaş maçında neden Sakarya saflarındaydınız? Maalesef, nabza şerbet apalotlerini bir türlü omuzlarınızdan atamıyorsunuz. Değişirsiniz diye beklediğim bu hafta da, yine hayal-i sükut var halinizde.. Aslında 400 bilmem kaç gün evveline gidip popülizmin hortladığı geceye dönmem lazım. 'Eh be Samsun' diyesim geliyor.. Samsun- Malatya maçından sonra "20 senedir futbolun içindeyim, evsahibi takımın bu kadar ezildiğini görmedim" diyen Ertuğrul kardeşime "1-4'lük maçı ne çabuk unuttunuz" diye sorasım geliyor. Bizim yüreğimiz yanarken neredeydin be Ertuğrul! Saçımızı başımızı yolarken, nerelerdeydiniz? Ve siz sayın başkan İsmail Uyanık.. Haksızlıklara isyan edip sahaya indiğinizde 400 küsür evvel gün Beşiktaş camiasının yaşadıklarını anlayabildiniz mi? Bilir misiniz ki, o gün yüzünden binlerce Beşiktaşlı paranoya halde geziyor. Bu ilahi tesadüf sonrası neler düşünürsünüz? Mesela "Keşke" der misiniz?
----------------------------------------------------------------- Tuzak fısıltıları
12 Nisan 2005 Gökyüzünün mavi oluşundan mı, denizin gökyüzü gibi duruşundan mıdır bilmem! Delikanlı baharın ağır abi gibi geç gelişi mayışık haller kıldı üzerimde. O yüzden elim gitmez oldu kaleme, varmaz oldu düşüncelerim hayale. Lakin iştir aynası kişinin zaman, yazmak zamanıdır boş durmaya gelmez. Hele masa başlarını boş bırakmaya hiiiç gelmez. Yazacaklarım güldürüyor beni. Çünkü okuduklarım komik. Uyumaktayız toplumca ya da uyutuyorlar!. Kartal gözlerime ilk ilişen haber Efes-Panathinaikos maçının bedava oluşuydu. Millet akın akın Compela etmiş, Abdi İpekçi adeta iptal. İstanbul'- un her yerinden otobüsler kalkmış. İyi güzelde sayın büyüklerim yürürlüğe giren kanunlar belli takımlara göre mi hazırlanıyor? "Yöneticiler bedava bilet dağıtıyor" diye yırtınan spor yazarlarımız bulut muydular yoksa! Nereye kayboldular kimbilir!.. Kartal yüreğime dokunan ikinci asoşeytıt pires (!) makyajlı haber ise bizim kapalıdaymış meğer. Sözüm ona kavga çıkmış tribünde. Polisler gelmiş ayırmış. Sonra kavga çıkaranları dışarı atmışlar. Vay vay vay. "Belki doğrudur" diye düşünmekteyim. Çünkü biz bir ara Vatikan'a gittik, Papa'nın cenazesine.. O ara film kopmuş olabilir. Ama azıcık okşasam, çocuktular. Ben de çocukluklarına veriyorum. Bu arada güneş tam karşıma düşmüş. Hani akşam güneşi güzele vurur hesabı. Karnım da bir acıkmış ki sormayın. Ve bir şarkı düşmüş dilime "Karnımııız acıııktı biziiim Levent baba, bize yemek ısmarlasanaaa." Sahi yemek deyince sizin aklınıza ne gelir? Valla sizi bilmem ama benim aklıma rahmetli babam gelir. 15 günde bir bütün aileyi toplardı. "Herkes gayrısız gelecek" derdi. Gelmeyenler mi!!! Tuzak fısıltıları içimi ürpertir..
-------------------------------------------------------------------- Palavra Hükümdarları
16/04/2005 Debelenen timsahları gördüm.. "En büyük benim" dedikçe suya batmaktaydılar. Cebelleşen köpek balıkları bilirim.. Okyanuslar ötesinden kan damlasının şehvetine pike çekmekteydiler. Daniskasını ölçtüm, akbaba denen rezaletin.. Ölülerden, leşlerden medet umarken, ağızları sulanmaktaydı.. Ve ekmeğine ihanet edenleri, yalan kusanları, icazet alanları, peşkeş uğruna eyyam yapan ibrikçileri okudum..
Yüzüncü yılımıza dil, şampiyonluk kupasına el uzatanları yakaladım.. Elinizi de, dilinizi de çekin.. Yoksa söylemek zorunda kalacaksınız. Ahmet Dursun'un Kocaeli'ne attığı ofsayt golünden başka ne gösterebileceğinizi! O senenin derbi maçları hâlâ hatıramda da!!! Palavra hükümdarları, armamızın hemen üstündeki ikinci yıldızın haram olduğunu buyurmuşlar. Rahmetli Cenk Koray'ın kemiklerinin sızlamayacağını bilsem, ne yapacağımı biliyorum ama.. Yoksa armamızın üstündeki yıldızları ne yapayım.. O armanın içindeki yıldız, yeterince onurlandırıyor bizleri. Aslında derbinin yalnızca bir jilet markası olmadığını yazacaktım. Derbinin anlam özelliğine hürmeten, bazı olguların gözden geçirilmesini isteyecektim sayın büyüklerimden. Mesela, statların tekrar yarı yarıya olması.. Kulağa ne hoş geliyor değil mi? Ama yazamıyorum.
Çünkü, birilerinin gazı var. Bu; ne boru hattında gizli bir doğal gaz, ne de taksilerin bagajında saklı bir LPG.. Bu bir gastrit.. Ülsere dayalı, travmatolojik bir bulgu!!! Çekememezlikten mütevellit ihtiras kasırgaları.. Kendilerinin büyük, Beşiktaş'ın en büyük olduğunu, Asya kıtasının yazıcıları da çok iyi biliyor. Lakin..
Gözünü kırpmadan güneşe bakabilen tek canlıdır Kartal.. Tıpkı, muhteşem taraftarının sevgisi uğruna gözünü kırpmadan kendini feda edebileceği gibi.. O Kartal ki.. Sevdası uğruna çıkabileceği en yüksek doruklara çıkar, çıkar, çıkar.. Adeta tırmanır. Sonra.. İçindeki asaleti gökyüzüne, oradan tüm aleme yansıtır. Uğrunda ölmeyi düşünür. Ve düşünce, eylemi tetikler. Devasa kanatlarını hiç açmadan, kılını bile kıpırdatmadan, yerkürenin o eskimiş, o kanlı, o kirli ve bir o kadar da namert tabanına kendini bırakır. Ölüm kaçınılmazdır.. Ve ben ne Kartallar yaşadım.. Debelenenlere inat, cebelleşenlere inat, sevdası uğruna ölümle makara geçmekteydiler
------------------------------------------------------------- Ah be Rıza!
22.04.2005 Bu bir başkaldırışın öyküsüdür.. İsyan dolu haykırışların destansı efektleri kazınmıştır belleklere.. Dost omuzbaşlarını, yumruğunun içine koyup da arkadan çelme takacaklarını bilerekten.. Öylece.. Sadece.. Gülerekten.. Arkasına bakmadan yürüyenleri anlatır. Ve yalınayak kor ateşler üzerine basanları söyler. "Susuz yaz" filminin kulaklarını çınlatırcasına susuzluğun belgeselini Saracoğlunda çekip kaptan Gusto'ya armağan ettik. Susuzluktan ölümün provasını yapanlar aç ve suzuz kalmanın esaretini dişimizde bir sancı gibi beklettiğimizin farkında değildiler. Onlarca fenalaşan oldu.. Ama yine de "gık"ımız çıkmadı. Gündem değiştirmenin kitabını yazan ultra profesyoneller, yine bir mağlubiyet sonrası klaslarını konuşturdular. Beşiktaş'a İnönü'de ezildiklerinde Emre'nin parmağını tartışanlar. G.Saray'a Sami Yen'de de yenildiklerinde Merdivenköy muhtarını konuşuyorlardı. Son Kadıköy seferindeki mağlubiyet kılıfı da ilginç, bir o kadar da enteresandı.. "Bizim stadımızda küfür yok" popülistliğine soyunanlar, şanlı Beşiktaş taraftarının stada girişini karşılayan koronun nasıl bağırdığını duymamışlar mıdır acaba? Açılan "Blow Job Clup" yazılı İngilizce pankartın ne anlama geldiğini bilmemişler midir acaba? Çok sevgili spor muhabirlerimiz uyumakta mıdırlar? Spor medyamız nerededir? Bursa taraftarının, Beşiktaş fobisi ve lobisi maçtan önceki hangi dakikalara tekamül etmekdedir lütfen araştırınız. Neden her şey Beşiktaş taraftarının üzerine atılır.. Bütün ülke takımlarının taraftarları, Beşiktaş tribünlerini benimserken, bu çekememezlik niyedir? "Taraftarımız yenildiği halde centilmence Beşiktaş'ı alkışladı" cümlesinin doğrusu, "Taraftarımız Daum'a inat, van Hooijdonk'u alkışladı" değil midir? Ekmek ve süte duyulan hasret, Rıza Efendi'de mi gizlidir? Ah be Rıza, gül de geç be Rıza Gül, o namert çölde de yetişecek be Rıza O pankart sana açılmadı ki be Rıza 20 milyon Rıza var bu camiada Onlara açıldı Ne olur kafana takma be Rıza Biz Pascal için zenci olduk Senin için de kapıcı oluruz be Rıza!
------------------------------------------------------- Ben istemeden asla alamazsınız!
27/4/2005
Zamansız gelen ziyaretlerin en fetbazı, destursuz gecelerin en anlamsızı en madrabazıydı.. Ecel ismi verilen bu hayırsız, çatal yürekli bir gence takmıştı kafayı. Ölümle kol kola girmiş bu kanser bozuntusu, bu yiğit kardeşimizin lenflerine saldırıyordu. Amansız bir hastalığa yakalanan bu delikanlının, ayağına kadar gelen ecele bir çift kelamı vardı; "Ben istemeden, beni asla alamazsınız.." Ölümün karanlık suratına adeta tüküren, yaşamak sevincini asla yitirmeyen ve kanserin o cüzzamlı, o sinsi karakterine meydan okuyan bu kardeşimiz bir gerçeği daha ortaya çıkartıyordu. Yürek alır parayı.. Belki de Allah onu sevdiklerine bağışlamıştı. Ölüme karşı dimdik duruşu, tüm savaşların en görkemlisiydi.. Lakin bir savaştan çıkıp, başka bir savaşa gireceğini kim bilebilirdi ki? Zafer kutlamalarının en leylim zamanlarında, postacının eve getirdiği mektup ve onun içinden çıkan yazı savaşın başka bir cepheye kaydırıldığını gösteriyordu; "Sayın Haluk Yıldırım, kulübümüzle olan anlaşmanız feshedilmiştir. Kendinize kulüp bulunuz" cümleleri ahde vefanın anlam bütünlüğünü, gözlerinden akan iki çift damlaya teslim ediyordu. Oysa 10 seneye yakın hizmet ettiği camiadan bir teşekkür beklerdi. Yolları ayrılsa bile soğuk bir teşekkür kafi olabilirdi. Kanseri tokatlamanın keyfini yaşamadan, köşeye itilmenin filmini seyreden Haluk, onur savaşının ilk basamaklarını çıkıyordu. Senelerdir müessese takımlarının hegamonyasına tek başına dikilen Beşiktaş'la kesişti yolları Haluk'un.. Akatlar'daki ilk Ülker maçında onur mücadelesinin galip hali, salonu dolduran 4 bin Beşiktaş taraftarını kucaklarcasına açtığı kollarında gizliydi. Kadere ve terkedişmişliğe isyanın, çaresizliği kabul etmeyen haykırışların, Abdi İpekçi'deki son Ülker maçı bir ders niteliğindeydi. El Amin denilen basketbol sihirbazının skora itirazı, Haluk'un erken gelen ölüme itirazı gibiydi; "Ben istemeden bu maçı asla alamazsınız.." Bütün Ülker savunmasını darmadağın eden bu Pascal ruhlu adam, Haluk'a gönderilen o mektubun intikamını alıyordu. Basketbolda yıllarca yaşanan eziyet ve işkence, yani müessese kulüplerinin acımasız zulmü, elbet bir gün bitecektir. Nasıl ki Haluk kanser bitirimine avucunu yalatmıştır, Beşiktaş basketbol takımı da şampiyonluk mızrağını ligin en tepesine dikecektir.
------------------------------------------------------------- SAMANLIK-SEYRANLIK VE MANSUR FORUTAN İki gönül bir olunca samanlık seyran olur" cümlesini kuran ceddim Nostradamus'un büyük amcası mıydı yoksa! Seyrantepe'nin şu hali ancak iki kulüp başkanlarının gönül sahnelerinde mertçe tokalaşıp final yaptığında verimli olacaktır. Seyrantepe arazisinin seyranlık olması hepimizin arzusudur. Lakin; Seyranlığınla da samanlığınla da hiçbir şekilde ilgilenmediğimiz ve umursamadığımız halde bizi bu girdaba çekmeye çalışanlarda hepimizin korkusudur. Beşiktaş yönetiminin bu ikili çekişmeye neden müdahil olmadığını hince ve "Bilgiç"çe ortalığa atanlar şunu bilmelidir Beşiktaş'ın tapuya da, araziye de ihtiyacı yoooook. Çünkü onlardan bizde çok ! Seyrantepe muhabbetinden dolayı gerilen sinirleri yatıştırmak amaçlı düzenlenen bir zirve yaşadık. Bu zirveden bir kaç da karar çıktı. Yapılan anlaşmaya göre kupa finalinde G.Saray numaralıya, F.Bahçe'de kapalıya gidecekti. Buraya kadar beni ilgilendiren hiçbir şey yok. Ancaaak, Köşesinde "kapalı hep Fener'indi zaten" başlığıyla alınan karara nostaljik bir yorum yapan Mansur Forutan'ı okudum. Ara sıra okurumda zaten. Olayları "ti"ye alarak yazması hoşuma gider. Bahsettiğim yazısında ise yanlış tespitleri var. Doğru analizler yapmamış değil. Hepsi tartışılır. Anlatımında stratejik bir kırılma noktasına değinmiş. 2 Ekim 1994 tarihinde Galatasaray'a Samiyen'de yenildiğimiz 3-1'lik maçın endüstrileşme bölümünü şahane anlatmış. Keşke o maçtaki Kubilay Türkyılmaz, Rıza muhabbetine Bülent Yavuz'un nasıl penaltı çaldığını da anlatsaydı. Sonra Catering şirketlerinin kaşar ekmek meyva suyu tamek alaturkasına nasıl kara bulut gibi çöktüğünü anlatmış. O sıcacık fırın kokan kıymalı pideleri hatırladım. Bir pideyi üçe beşe bölerdik. Dumanı bile karnımızı acıktırırdı. Sonra kombineleşmeyi ve localaşmayı şöyle bir geçmiş. Yani para kazanmaktan başka hiçbir şey düşünmeyen zihniyeti. Yani cefakar taraftar dışarı, paralı taraftar içeri mantığı. Yarı yarıya stadların vazgeçilmezlerinden olan karşılıklı beste çalışmalarına değinmiş. Bize arabacılar diye takılanlara "arabanın tanesi bugün üç milyon" deyip krikosunu da hediye ederdik. "Sakın küfür etmeyin, edeni dışarı atarım" sözlerini sarfeden başkomserin bu tatlı tehdidi karşısında Avanak Avni'nin ıfıl tıfıl, aga nagi lugatlarına besteyi yapıştırıp "Anlayan anlar" dediğimizde komserin kahkahası hala kulaklarımdadır. Yalnııız! Birkaç yerde ufak bir yerde de büyük hata yapmış Sayın Forutan. Başlık tam anlamıyla sınıfta kalmış. Beşiktaş'ın ve Beşiktaş taraftarının olduğu bir ortamda kapalıdan bizim diye bahsetmek biraz garip kaçmıyor mu ? Garibime gitti de...
------------------------------------------------------------- 05-05-2005
BESİKTASLI BABA Beşiktaşlı 'Baba'
Girilmez yazılı tabelanın tam altındaydı. Ameliyathane-nin o çirkin yüzlü kapısı o ana kadar ona hiç bu kadar soysuz gelmemişti. Başını iki küçük elinin arasına almış, oracığa çömelivermişti. Gözlerinden akan yaşlar Kızılırmak'ın deli suları gibiydi. Varsın aksındı. Hatta hiç durmasındı. Ama doktor amca müjdeli haberi bir an evvel versindi. "Baban kurtuldu" desindi. 11 yaşındaki o gencecik yüreği şimdi bir ayrı çarpıyordu. Çaresizlik durağında beklemek onu bir hayli yıpratmıştı. Şöyle bir ayağa kalkar oldu. Acıktığını hissetmişti. Ellerine baktı... Kan içindeydi. Üzerinde babasının ona 100. yılda aldığı nostalji formalarından vardı. O günü hiç unutamıyordu. Babası iş çıkışı "store"a uğramış, akşam yemeğinde ona sürpriz yapmıştı. Heyecandan sabaha kadar formayla dolaşmış, hiç uyumamıştı. Ya şimdi! Babası azraille çatışıyordu. Üstündeki formanın armasını öptü, gözlerini kapadı, ağzından iki üç kelime döküldü: "Seninle ağladık, senle güldük biz..." Sonra bir duygu sağanağı patladı. Bir türlü gözlerine dolan yaşlara hakim olamıyordu. Formasının alt kısmıyla gözlerini sildi. "Ne vardı sanki balkona çıkacak" diye kendi kendine hayıflandı. Fenerbahçe maçının atmosferinden etkilenmişti babası... Konya maçından sonra eve geldiğinde şampiyon oldukları sene diktirdiği bayrağı sandıktan çıkarmış, bir güzel ütülemişti. Bayrağı caddeye asacaktı. Ama ip eksikti. Onu da ertesi gün işten gelirken alacaktı. Bu işleri iyi biliyordu. 1982 şampiyonluğunda İstanbul'u bayrak delisi yapmışlardı. Antrenmanlıydı. İpi alıp geldiğinde bir yandan çocuğu ile konuşuyor, maaşını aldığında 1 numaralı Pancu formasını alacağını taahhüt ediyordu. İşte o anda balkonun en bakımsız ve çürük yeri çökmüştü. Babası gözü önünde Beşiktaş bayrağıyla aşağı düşüyordu. Bayrağın balkon demirlerine takılması düşüş hızını kesmişti. Hastaneye nasıl gelmişlerdi hatırlamıyordu. Birden irkildi. Babası hâlâ çatışıyor muydu azraille? Doktor hâlâ neden "müjde" dememişti? Babası da annesi gibi onu terk mi edecekti? Hüzünler hiç bitmez miydi? Ve kapı açıldı... Doktor karşısında dimdik duran çocuğa ağlamaklı bir sesle ancak "Kimin kimsen yok mu?" diyebildi. "Kurtaramadık" diyememişti bile. Avucunda doktorluğuna lanet edercesine sıktığı bir kağıt parçası vardı. Sessizce uzatıverdi çocuğa... Ufacık elleriyle buruşuk kağıdı düzeltti. Kağıtta; "Sevdamız uğruna canlar verdik biz Siyahın zindan olsun beyaz aydınlık Herkese nasip olmaz Beşiktaşlılık" yazıyordu...
-------------------------------------------------------------- Emek hırsızları!
12.05.2005 Gerçeklerin üzerine gidebilmek, ihanet rüzgarlarını başlamadan dindirmek demektir. Bu yazıyı kağıda dökmem de, o gerçeklere sırtımı dönemememdendir. Zaten güleç yüzlü maske takmış bu dünyaya hiçbir sempatim kalmadı ya, neyse! Oturmuşum, ağır ağır yazmaktayım. Aslında herkese gönül koymaktayım. Bir türlü içimden atamadığım o basket maçıyla depreşmekteyim. Ve hep o an gözümün önüne gelmekte. Salondaki 4 bin kişi, iki dakika sonra gelecek şampiyonluğu beklemekte. Laf aramızda, şampiyonluk da bir ağır, bir nazlı ki sormayın. O iki dakika bir türlü geçmemekte.. Biz de ağır işçiyiz hani.. Yürek işçisi.. Terlemekteyiz buram buram.. Emek vermekteyiz yani.. Bir yandan da elinde mikrofonuyla ne bağırdığını bilmeyen adama 'sus' demekteyim. Bu tribünlerde asla olmayacak bir işe soyunmakta. "Ya sabır" çekiyorum, bir an evvel diyorum ama; ı-ıhhh.. Ve gözlerim yedek basketçilerin oturduğu, antrenör ve koç Aziz Akkaya'nın olduğu bölüme takılıyor. Oraya da bench diyorlar. İyi güzel de, ben orada kimseyi göremiyorum ki!! Çünküüüüü! Kravatlı bir sürü adam, takım elbiseleriyle bench'in önüne adeta baraj kurmuşlar. (Sergen gelip ince ayar çekse bile nafile) Nedeni, iki dakika sonra gelecek şampiyonlukta güzel bir fotoğraf karesinde poz verebilmek. Kızlar, 20 sene sonra şampiyon olmuş kimin umurunda! Ona buna öpücük dağıtmaktalar. Sanki şampiyonluk onların basketleriyle, emekleriyle geliyor. Yedek kızlar adeta sinmiş. Sahadakiler şaşkın. O tabloyu dışarıdan gören herkes, basketbol şubemizde 70 tane yönetici var zanneder. Aslında her şeyi protokolün arkasında kalan kafeteryaya girdiğimde anlamalıydım. Yerler vıcık vıcık yağ içindeydi! Zemin bir kaygandı ki, sormayın.. Düzgün adımlarla yürümek, özel bir yetenek istiyordu sanki.. Ve elinde yağdanlıkla dolaşanları gördüm. Başkanın görüş alanına girebilmek için birbirlerini eziyorlardı. Sonra.. Binbir cefa, binbir eza, binbir gayretle gelen şampiyonluğun kupa törenini, o kupayı öncelikle hak etmiş kız basketçilerle kutlamak isterdim. Nerdeeee! Sermayeci kuruluş, yine sahanın göbeğindeydi. Ve kupa basketçiler yerine onların elindeydi. Tıpkı pazar günü, Samsun maçının devre arasındaki ödül törenlerinde olduğu gibi.. Yazık!
------------------------------------------------------------------- Hacivat ve Karagöz
18.05.2005 Gönlüm bir sual arzu eder, cevapsız kalacağını bilerekten.. Yaram derine inmiştir, düşüncelerime düşerekten. İstanbul şehrinin taraftar kısmı hep sorgulanmış, yargılanmış, hatta acımasızca infaz edilmiştir. Bir darağacı kalmıştır kurmadıkları. Ve bir türlü sevememişlerdir bizi. Oysa Anadolu insanının o sıcacık duygularını çalabilmek için popülizmin kucağına düşen, onların gözünde kahraman olmak adına ayrımcılık yapan kalemşör bazı yazarlar; haftalardır stat dışından tribün içine, Beşiktaşlısına Fenerlisine atılan taşlara kalkan olabilecekler midir? Zevk alacaklar mıdır, başı kanayan insanları gördükçe.. Ve unutmayın timsah kısmı yavrusunu yer, akarsu çekildikçe.. Neden Dolmabahçe'de, Sami Yen'de ve Kadıköy'de Anadolu'dan gelen taraftarlarla ihtilaf olmaz da ve hatta bazı bazı alkışlanırlar da, Anadolu'ya deplasmana çıkıldığında futbolcuların kaldığı otelden tutun da tribünlerde kin kusan insanlara kadar tam tersi olur! Cevapsız kalacağını zaten söyledim.. Bari bundan sonra yapmayın ve soyunduğunuz kabinde giyinin lütfen! Gönlüm Beşiktaş'ın durup dururken deplasmana çıkmasından mütevellit bir sual daha arzu eder.. Karagöz, iki dudak öpecek diye Hacivat neden cereme çeksin ki? Neden adamın teki hakeme tekme attı diye Beşiktaş, Kocaeli'ne gitsin ki? Siz federasyon olarak İstanbulspor'a değil, Beşiktaş'a ceza veriyorsunuz. Öyle ya, İstanbulspor kafilesi 25 kişi civarı.. Bir otobüsle işi çözüyorlar. Ya Beşiktaş! Yüzlerce taraftarıyla yollara düşüyor, kazası belası da cabası.. Takım İstanbul'da oynama avantajını kaybediyor ve bütün pazarımız İstanbulspor'un cezası nedeniyle zehir oluyor. Ama neymiş? Federasyon, İstanbulspor'a ceza vermiş! Oysa basketbol federasyonu adaleti ve mantığı bir salıncağa kurmuş. Bir şehrin takımı aldığı cezayı aynı şehrin başka bir takımına karşı kullanamaz. Ceza, şehir dışından başka bir takımla oynanacağı zaman devreye girer. İlgililere duyurulur..
----------------------------------------------------------- |