Tekil Mesaj gösterimi
Alt 09-12-2006, 01:14   #32
zibidikartal
 
zibidikartal - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 

Siyah-beyaz bir aşk hikayesi

24-05-2005

Ağustos ayıydı.. Güneş bütün sobalarını yakmış, mavi gökyüzünde keyif çatıyordu.. Rıhtımda ağır abi gibi duran gemi, uzun bir yolculuğa göz kırparken, çımacılar halatları çözmüş, aheste aheste kalkmakta olan gemiye el sallıyorlardı. Şampiyonluk gemisi, bacasından tüten siyahbeyaz dumanıyla, kaşlarını kışkançlık bulvarına çatmış, bulutlara nazire yapıyordu. Dolmabahçe sahillerine kamp kurmuş yüzbinler, 6 hafta sürecek bir bekleyişin tatlı heyecanı içindeydiler. Yabancı sularda hatalı dümen kullanan gemi kaptanı, bütün iyi niyetiyle engin denizlere savaş ilan etmişti. İlk 5 limandaki bilanço akıllara zarardı.. Gemi, her yerinden yara almıştı. Ayakta durmasının yegane bir sebebi vardı: Manevi iç huruzu. Marmara kıyılarından Dolmabahçe sahillerine kulaç atan rotası bozuk bu gemi, iskeleye yüzbinlerin haykırışları arasında yanaştı. Herkesin kalbinde aynı flama vardı. Sevinmek için sevmedik.. Lakin Trabzon limanında, Kuddusi denen vatandaşın gemiyi ele geçirmeye çalışması yanlış tesadüflerin akıllı hamleleriydi. Bu arada gemi kaptanını, Dolmabahçe açıklarına demirlediklerinde zorla Yeniköy'e götürmüşlerdi. Semtin kasaplarına!.. Yolculuk sırasında tayfa Carew'in rüştünü (!) ispat ederek nefis çalımlarla direğe tırmanışı, miço Mustafa'nın karanlık sulardan intikam alışı; kaptanın seyir defterine altın harflerle yazılıyordu. Tersane yönetiminin hiç istenmeyen talihsiz bir olay sonucunda gemiyi üç haftalığına kızağa alması, deniz bilimlerini alt üst ediyordu. "Şefaatinden vazgeçtim, bari mezarımdan taş çalma" mantığının en kuvvetli ayrılık rüzgarı, geminin Konya ovasında kaybolduğunda esiyordu. İspanyol kaptan, sessiz terkediş filminin başrol oyuncusuydu. Zorunlu ayrılık, sorunlu birlikteliğin "The End" çizgisindeydi. Ve geriye o geminin 20 sene tayfalığını yapmış yeni bir kaptan geldi. Ekmeğiyle sütüyle, saçlara düşmüş akıyla, ciddi yüz hatlarıyla yeni bir kaptan.. O ki, tüm liman muharebelerinde bir yenilgiyle adeta güven tazelemiş, Pancu denen tayfadan Panter icad ederek gönüllere taht kurmuş, yara almış geminin tüm onarım masraflarını üstlenmiş bir Kartal yürekli... Ve son limandaydık geçenlerde... Kürek çekmiş tayfaların yorgunluğu, dut yemiş bülbülerin suskunluğu çökmüştü cümlemize. Belki de yeni bir yolculuğun şişkin hayallerini kuruyorduk. Siyah-beyaz düşlerimiz, sevda ambarlarında fink atıyordu. Ve hiç bir denizin susturamayacağı martılar, geminin güvertesinden haykırıyorlardı: Gelecekse tüm acılar senden gelsin, Bu sevdadan vazgeçersek, Allah cezamızı versin!..
-----------------------------------------------------------------
Muradım

30/05/2005


Öyle açar ki Murad... Şavkı bulut küllerinden daha bir suna. Daha bir burcu burcudur. İçim öyle bir kıpraşmaktadır ki yüreğim yetmez tansiyonuma. Acı vermektedir tüm yaşadıklarım. Sevgi sellerinin en alıp götürenidir sanki. Heyecan duraklarının en nefes alınmayası "onur" denilen mühimmatın en alkışlanasıdır. "Üç onluk" diye tabir ettiğimiz hayat tablolarının şapka çıkartılası ilk günüdür bugün. Gün Beşiktaş armasının olduğu her yere yürüyenlerin günüdür. Hatta yürümenin yalnızca güneşe karşı olamayacağını, son zamanlarda sözünü sıkça telaffuz ettiğimiz bu adımlama eylemenin, ölüm yollarına uzanan siyah-beyaz bir aşkın arşınlandığını da hatırlatmak halidir. Çünkü biz yürümeyi Liverpool'lulardan öğrenmedik. Güneşe karşı asla yalnız yürümeyecek olanlara inat biz yıllardır arkamızdan çelme takanları bilerekten ölümüne yürüyoruz. Hem de tek başımıza... Neyse bugün pazartesidir. Haftanın en zahmetli, en rahmetli, en çekilmez günlerinden bir tanesidir. Ama bugün özeldir. Akşamı iple çekilecek saatlerin başlangıcıdır. Zeytinburnu yollarının en aşındırılası zamanların yeganesidir belki de. Ve Murad... Öyle açar ki içinde 30 yıllık özlemin son durağındayımdır belkide. Ne Efes'in 4 uzunu korkutur gözümü, ne de biracıların müessese olma hali. Ne de seçimlerde desteklenmemiş basketbol federasyonu. "Korkutmaz bizleri musalla taşı" deriz ya aynen öyledir işte haleti ruhiyem. Hem neden korkacakmışım ki! "2.16'lık Varda" denen bir dev dururken parkenin göbeğinde; Kanserin o sinsi ve kalleş yüzünü darmadağın etmiş "Haluk" denen bir şovalye varken intikam kulvarında... Sarı saçları güleç yüzüyle en olmaz dakikaların uçuş sahasındaysa Ellies, Neden korkacakmışım ki!.. Yarangüme ve Veyseloğlu ailelerinin çaylak çocuklarıysa iki genç Kartal pençesi; İcraatın içinden filminin sessiz kahramanıysa Maher, ve 'sayı olmadı' diye reklam panolarını yumruklayan bir Beşiktaş delisi varsa Nedim diye... Neden korkacakmışım ki!.. Boyu kısa yüreği dev biri daha vardır ailenin içinde. Kara derili, çatal yürekli ve gözü kara. Ustalığı yüreğinden, bileğinden. Gücünü taraftarından almakta. Bilirim. Her faul sayısı göklere açılan ellerin dua halidir. Amiiiiin...
-------------------------------------------------------------
Çıldırtınız..!!

02/06/05


Bıktım. Senaryoların hep aynı suda yüzmesinden. Defalarca oynatılan sinema jenerikleri gibi basit ama tuzak dolu düşünce karelerinden. Usandım. Hep aynı pencerelerden bakanlardan. İnsanlara şirin gözüken maskeleri takıp, esasında kendilerini kandıranlardan. 12 bin kişilik Abdi İpekçi'de final oynama zevkini siyah-beyaz işkenceye dönüştürenlerden. Çoğu işyerinin 19.00'da paydos olduğu bir ülkede 18.30'da final maçı başlatmanın anlamı nedir? Buna rağmen ikinci ve üçüncü periyotlara kadar dışarıda upuzun kuyruklar oluşmasını görmezden gelmek ne demektir? Beşiktaş taraftarına ayrılan yer hariç muhtemelen salonun diğer yerleri boş olduğu halde dışarıda bırakılan binlerce insanı bu finalden mahrum etmek etik midir? Uzatılan mikrofonlara "Türk basketbolu için bir şeyler yapmaya çalışıyoruz" söylemlerinin mealleri, yukarıdaki sorularda mı gizlidir? Nedir istedikleriniz? Fütursuzca çaldığınız düdükleri katmerlemek midir heyecanınız? İlle de müessese diyen felsefenizi pekiştirmek midir hesaplarınız? Ne istemektesinizdir? Çekinmeyin LÜTFEN! Beşiktaş taraftarı maça gelmesin mi? Ülker ve Efes hep mi final oynasın? Acaba yanlarına Tofaş'ı da alsalar mı! Beşiktaş sahaya çıkmasın mı? Nedir bütün bunlar?.. Hakemlere kulüp takımlarının maçları ağır mı geliyor? Hakemler stresli ve agresif taraftarı kaldıramıyorlar mı? Final demek; kameraya takılan 7-8 manken, 3-5 şarkıcı mıdır? Hakem demek, Nikolic'ten çıkan topu görmemek midir? Ya da yanına yanaşan takım antrenörünü elinin tersiyle azarlamak mıdır? Yoksa bunlar Orta Çağ Baronu mudurlar? Prkacin denen tiyatro sanatçısı neden yerde yatma gereğini duymuştur? Kafasına şişe mi gelmiştir, yoksa 'Alice Harikalar Diyarı'nda mıdır? Ya da beyninde Akatlar'a gelmemek gibi hinlikler mi dolaşmaktadır? Eşinin sahanın ortasında ne işi vardır? Sonra o orta parmak deklarasyonu ortopedik bir vaka mıdır? Acaba ben de El Amin yerde yatarken sahaya girebilir miyim? Liverpool taraftarı çok mu güzel şarkı söylermiş? Peki Beşiktaş taraftarı 90 dakika ne yaparmış? Göze ve kulağa gelmek için İngilizce şarkı mı söylemek gerekiyormuş! Kimin bacağını sıkmışım tramvayda? Soluğu nerede almışım? Ne bacağı? Ben tramvaya mı binmişim? Ben neredeyim? Çıldırttınıııııııııııızzz!..
---------------------------------------------------------
Aya gidiyorum!

Sponsorların ve çekirdekçilerin istila ettiği İnönü tribünleri, karnaval alanında donma tehlikesi geçiren insanlarla doluydu. Uzaktan bakıldığında kıpkırmızı giydirilmiş cehennem girişini andıran İnönü Stadı, görselliğin ve şovun doruk noktasında iken Eskimo evlerinin dış kapısını çalıyordu. Akdeniz ikliminin o sıcacık ve ateşli kimliği acaba hangi G.B.T.'ye takılmıştı. Çekirdek firmalarının Biletix'ten daha fazla hasılat yaptığını anlatmaya çalışsak, olayın vehametini ve hazin sonunu kare içinde işaretleyebilir miyiz? Manchester ve Milano'dan verilen örnekler ne kadar subjektif ise, Milli Takım oyuncularının tribünler konusundaki isyanı o kadar objektiftir. İlle de Manchester tribünleri, ille de İngiltere maç kültürü diye tutturan zihniyet sonun başlangıcına gelindiğini bu milli maçtan sonra artık anlamalıdır. İtalya'nın yalnızca Milano'dan var olmadığını; Palermo'nun, Lazio'nun, Bari'nin de birer İtalya şehri olduğunu artık bilmelidir. Ve bilinmelidir ki, gerilimi ve stratejisi yüksek G.Saray-F.Bahçe Türkiye Kupası finali ve Türkiye-Yunanistan milli maçı, uygulanan yanlış bilet politikası nedeniyle sükutu hayal ile sonuçlanmıştır. (Ya da bilerek yanlışlık yapılmıştır.) 90 dakika bağırmak ve takımı ateşlemek bir eylemdir. Bu eylemi de gerçekleştirmek kuşkusuz genç işidir. Motive etmesi beklenen kapalı tribün kaç paradır? - 110 milyon lira. Kapalı kaç koltuktan ibarettir? - 5840 (Bir de 5149 var, ama onun konumuzla alakası yok!) Şu andaki ülke ekonomisinde bırakın 5 bin küsur kişiyi, tezahürat etmek için maça gelip de 110 milyon lira ödeyecek 2 bin adet genç delikanlı bulun, ben de aya çıkıp Yuri Gagarin'e nazire yapacağım. Ama deseydiler ki; "Beşiktaş kapalısında kombine sahibi 1000 kişiyi milli maça davet ediyoruz. Bu milli görevdir. Bunun da organizasyonunu tribün liderlerine bırakıyoruz.'' İşte o zaman bütün Türkiye'ye gümbür gümbür bir tribün, canlı canlı bir milli takım ve gıcır gıcır bir 3 puan hediye ederdik. Futbol kamuoyuna hürmetlerimle...
-----------------------------------------------------------------
13'üncü Olmayız

15/06/2005

Serseri parmakları hoyrat dolaşıyordu piyanonun üzerinde. La minor tuşunun cazibesine takılmıştı. Dilinde bir melodinin şaşkın nağmeleri belirmişti. O anda bir korsanın ganimetleriyle çektirdiği resim karelerine çok benziyordu. Hani sağ dudak aralığından gözüken iki diş görüntüsü ve onun gülüşü andıran muziplik hali. Nağmeyi oracıkta kayda geçmişti. Güfte kısmı iyi gidiyordu da, melodiye sözleri bir türlü oturtamıyordu. Bir süre beste ve notaları karıştırıp durdu. İlham almak için sağa sola saldırıyordu. Sanki, Tchaykovski koltukta oturuyor, televizyonun hemen karşısındaki kanepede de Beethoven uyukluyordu. O anda elinde bir şişe şarapla kapıdan içeri giren arkadaşına da 'Tatyos efendi' diye hitap etmekten kendini alamamıştı. Şaka bir yana, iki haftalık süresi kalmıştı. Kutsal görev ona verilmişti. Ve o bir türlü rahat olamıyordu. Anıyla, şanıyla, yedi düvele destan olan Beşiktaş kapalısının bir neferiydi. Güneş görmemiş sözler yazar, bunları arkadaşlarıyla paylaşırdı. Son dönemlerde gazete sayfalarında sıkça bahsedilen 'müthiş taraftar' övgülerini, her Beşiktaşlı gibi içinde hissediyordu. Mutlaka bunu da başarmalıydı. Eş dost herkes seferber olmuştu. Camianın bürokratlarından bile, tribünde söylenen bestelere destek gelmiş, hepsine patent alınması için başvuruda bulunulması istenmişti. Hatta bazı şarkıcılar da, çıkarttıkları kasetlerde bu bestelerden bir kaç söz kullanıyor hissi vermişlerdi. İşte bu bütün gurur verici gelişmeler, magazin ve spor kamuoyunda hareketlenmelere yol açtı. Müzik piyasası karıştı.. Neydi bu kutsal görev? Chopin'i bile mezarından çıkartacak bu çatlatası görev neydi? Merak ediyorsunuz değil mi? Öyleyse sıkı durun.. 'Müzik ruhun gıdasıdır' derneğiyle, 'anlamam cazdan müzikten' oluşumunun ortaklaşa düzenledikleri anketten şu sonuç çıkmıştır: Gelecek sene düzenlenecek olan Eurovision şarkı yarışmasında Türkiye'yi, Beşiktaş kapalı tribünün temsil etmesi uygundur!
-----------------------------------------------------------------------
BABA

19/06/2005

İçki sofralarının en neşeli adamıydı. Kır düşmüş saçlarını kıpkırmızı yanakları süslerdi. Sofrasından rakı, dudaklarından tebessüm hiç eksik olmazdı. Yıllar ondan çok şey alıp götürmüştü. Saltanat kayığından inip sefalet salına binmek, onarılmaz yaralar açmıştı benliğinde. Ama yine de rakıya olan tutkunluğunu, Beşiktaş'a karşı bitmek bilmeyen sevdasını hep iç cebinde taşıdı. Yüreğinin hemen üstünde... 60'lı yıllara ait bir İstanbulspor maçı anlatırdı hep. Salkım saçak, tıklım tıklım tribünler önünde oynanan. Aşırı izdihamdan dengesini koruyamayıp yeni açığın ikinci katından aşağıya düştüğü. Ve bileğini iki yerinden kırdığı. Sonra bir Fenerbahçe maçı anlatırdı. Çengel Hüseyinlere, Doktor Vediilere dair... Bu sefer yer, kapalı tribün. Ve karman çorman bir seyirci topluluğu. Aşırı heyecandan yerinde duramadığı, kelimelerin ağzından jet hızıyla çıktığı, inceden de küfür edebiyatının bulunduğu bir maç. Keyifli olup da bu maçı anlatmadığı olmazdı. Bir yudum rakı alır, bir parça peynirden ısırır ve muhabbete devam ederdi. Sonra 6-7 Fenerlinin kendisini ablukaya aldığını "Akıllı ol'' gibilerinden gözdağı verildiğini, suskun ve şaşkın bakışlar arasında anlatırdı. Anlattığına göre şaşırdığını hatta biraz korktuğunu, "Hastayım, bir soranım yok'' misali de içerlediğini hep işitirdim. Lakin oturduğu sandalyeye yayılıp da o kara, o yağız, o iri yarı adamın yanına geldiği sahneyi anlatması yok mu?! Vallahi zevkten dört köşe olurdum. Hem de defalarca dinlememe rağmen. O iri yarı adamın eski mahalle kabadayılarını andıran namus bekçisi edasında, o 6-7 kişinin içine kıvrılıp sanki hiç kimse yokmuşcasına bizimkine "Buraları bizden sorulur, bu pazar boydan boya'' diye bağırması ve o 6-7 kişinin buhar olup uçması hâlâ beynimin naklen yayın alanındadır. Yaaa işte böyle sayın büyüğüm, sevgili babacığım. Her sofra kurulduğunda hep hoş muhabbetin çınlar rakı kadehlerinde. Hep ocak başı istemişsindir de bir türlü götürememişimdir seni. Kah yokluktan, kah boşluktan! İçimde bir uktedir. İnan baba. Hele seni hastaneye kaldırdığımız günün sabahı keşke tavlada yenmeseydim. Keşke kızdırmasaydım be seni baba. Keşke o pulları çalmasaymışım be baba. Demek son kelimelerimizmiş onlar. İçim cız ediyor be baba. Son nefesini verirken "Alen" diye bağırmışsın. Yetişemedim. Affet beni be baba. Oğlun şimdi yürümekte. Dimdik ve yıkılmadan. Çelme takanlara aldırmadan. Ve bir torunun oldu baba. Saçları kıvır kıvır, karnı süt beyaz. Dededen Beşiktaşlı. Tüm insanlığın Babalar Günü kutlu olsun.
-------------------------------------------------------------------
ÇUKUR

22/06/2005

Tramplenin en ucuna gelip de denize atlamanın en heyecanlana-sı dakikalarını Küçük Su Plajı'nda yaşamıştık. Boğaziçi'nin bu nadide sahili gençliğimizin adrenalin üretme merkeziydi adeta. Boğaz suyunun akıntı halinde olması, tramplenin bir hayli yüksekte durması, adrenalin denen salgının med-cezir vakasıyla eş anlamda boyutlar içermesi anlamına geliyordu. Beynindeki en güzel figürleri parmak uçlarına aktarıp deniz kızı Eftelya misali suya dalışın yok mu?! Offf diyorum size! Sonra dünyanın kirlenmesinden denizler de nasibini aldı. Plajlar boşaldı. O güzelim sahiller terkedildi. Karşı cinsle tanışmanın birinci adresi Süreyya Plajı, Yeşilçam filmlerinin en güzel figüranı Moda Plajı, siyah beyaz fotoğraf kareleriyle antik müzelerdeki yerlerini aldılar.


Havuz yüzmek içindir
Bütün meyvelerin hormonlusu, rakıların sahtesi çıktı. İnternet ağı ortamlarında sanal ve suni muhabbetler peydahlandı. Ve bilumum atıkların kirlettiği denizlere alternatifler üretildi. Havuzlar! Boş bir çukura doldurulan su anlamına gelen bu deniz sahtesini son zamanlarda ne kadar da duymaya başladık. Federasyonun ilgi alanından, bütün kulüplerin bilgi alanına kadar hektar hektar ne yer kaplıyormuş meğer. Oysa adı üstünde. Havuz. Boş bir çukur yani. Boyu uzun olanın yüzmeyi bilmese de yüzer gibi yapacağı alan hani. Halbuki okyanuslarda harbi dalgalara kulaç atıp, havuzda sadece güneşlenmeye gelen yiğit yürekli adamlar da var. Canı sıkılır duş alır, isterse süt alır banyo yapar. Kleopatra bile kıskanır. Lakin Çilekli Tesisleri'nde de boş bir çukur vardı. İçini suyla doldurdukları. Üç beş dost görmeye, iki de kelam etmeye giderdik. Ama galiba; Havuzun parayla dolanıyla uğraşmaktan, suyla dolu olanını tramplende unuttuk!
-----------------------------------------------------
27/06/2005

Yaz aylarının gelmesiyle tüm aleme rehavet çöker. Bilimum bütün düşler, Akdeniz'e yoğrulur. Öğrencinin pasosu, mavinin hasosu ve kızların cabası; birinci adres Akdeniz'dendir. Topyekün spor alemi saatlerini denizin tuzuna, tatilin ateşine göre ayarlar. Gazete sütunlarının muz kabuğu üzerinde yürüyeni, bu ayarların farklılığındandır. Gezegenin en meşhur topçuları ligimize gelecektir de, hep nazlanırlar. En azından gazeteler öyle söyler. Her gün bir futbolcu transfer edilir. Havuzda yüzerken attığı kulacı yarım bırakıp duş bile almadan Türkiye'ye gelen topçular vardır! Hesapta topçu gelir de, bizimkiler naz eder! Yöneticinin teki Figo'nun baş parmağını, başkanın birisi Morientes'in dişlerini beğenmez. Koltuğu sağlam herhangi bir gazeteci de "Shevchenko'nun bacakları çarpık, bundan oyuncu olmaz" der. Gören de babasından kız istiyoruz sanacak! Velhasıl bir rüya alemidir gider. Bütün uykular hayımdır da, ne hikmetse bütün düşler kardeş çıkar. Kulüpler her sene transfere zorlanırlar. Bankalara paralar bloke edilir. Ona buna borçlanılır. Bu para çeşmesinin vanası nerededir bilinmez. Futbolun, böyle yapılarak da üstesinden gelinmez. Böyle de biline. Futbolcular, genç çağların hem en şanslısı, hem de dolar milyoneridir. Allah daha çok versin, ceplerinde balyalarla dolaşırlar. Ama aralarına akrep koymayı da ihmal etmezler. Kumar masalarına, kadınlara ve kızlara, çuvalla para akıtırlar da; bir düşmüşe, bir yetime, bir el uzatmayı hiç düşünümezler. Futbolu, zevkten, tutkudan, temaşadan ve forma aşkından çıkartıp da, endüstrinin ve sanayileşmenin bir numaralı sektörü haline getirenler; yarın şeytanın yavrularını emzirmesine de seyirci kalacaklardır. İşte biz de o zaman onları, statların en pahalı localarından seyredeceğiz. Hem de bacak üstüne bacak atarak!
------------------------------------------------------------
Neredesiniz!

29/06/2005

yılının ortalarıydı.. Camianın delikanlıları, köyiçinde toplanmışlardı. Amaçları ve hedefleri tekdi. Yürek yüreğe vermek... Beşiktaş geleneklerinin hep baş üstünde olduğu bir ortama şahitlik ediyorlardı. Tribünleri şaha kaldırması planlanan bu oluşumun ilk resmi adımını orada atıp, ismini koyuverdiler: Genç Beşiktaşlılar Derneği... Acıkmış bir Kartal iştahında saldırıyorlardı. Tribünlerin varolan coşkusunu, görsel şovla süsleyip, insanlara ayrı bir temaşa zevki veriyorlardı. Hele bir derbi maçta 3 adet davuluyla bize karizma yapan deplasman taraftarına, zulalardan çıkan 150 davulun gürültüsü, fiyakası ve gülüşü yok mu.. Zamana mağlup olmanın kaçınılmazlığı ve ekonomik zayıflamalar sonucu derneğin yönetimi el değiştirdi. Değişim rüzgarlarının ilk hevesi ve nefesi, Ajax maçına rastladı. Bir hafta boyunca sabah akşam demeden tam 30 bin bayrağa sopa taktılar. Ve bize unutulmaz bir 8'e 10 kala yaşattılar. Sonra bu yönetim de çatırdadı. 1994 kasımında ise sıra bize gelmişti. Tüm zamanlarda, tüm yönetimlere zaten destek veriyorduk. Resmileştik. Ve sıfat kazandık... Herkesin bir görevi vardı. Hizmet sınırsızdı. Öyle ki Forza Beşiktaş dergisi, Türkiye'de "hit" olmuştu. Dernek üye sayısı 10'binlerde tavan yapmıştı. Lakin 8 sene süren bu serüven, tribünlerin tüm sorumluluğunu taşıyamamaktan resmi suçlamalar nedeniyle tarihteki yerini şanıyla aldı. Bunları anlatmamın sebebi, arka arkaya açılan 100'e yakın derneğin ne iş yaptığını bilmediğimdendir... Bu derneklerin kriz anında ortaya çıkıp, düşüncelerini ifade edemediğinden, var olduğuna asla kuşku duymadığımız Beşiktaş aşklarını taraftara yansıtamadığındandır. Ve özetle dernekçilik, camiaların ve kulüplerin resmi sesidir. Duyamıyorum da...
-------------------------------------------------------------
Sadece yaşamak

04/07/2005

Alevi'si, Sünni'si, Kürd'ü, Ermeni'si, Türk'ü, Laz'ı. Her inançtan, her etnik kökenden insan, hem kendinden hem toplumdaki kardeşinden bir parçayı onların müziğinde buluyor." Yukardaki paragraf Sabah Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Sayın Ergun Babahan'a ait. "Siyasetin ve şiddetin ve sözün dile getiremediğini müzik en iyi şekilde ortaya koyuyordu. Anadolu insanı tarihten gelen kardeşliğini bu müzikte buluyordu" diyerek "Kardeş Türküler" adlı grubun icra ettiği müziği Türkiye'deki yansımalarıyla mükemmel anlatmış. İmza. Lakin hislerimin yoğunlaştığı, aynı duyguları yaşadığım çok özel bir mekan daha mevcut. İstanbul'un yüzyıllar evveline dayanan o kozası hala orada nefes almakta. Sevginin ve kardeşliğin bütün omuzdaşlığını orada görebilirsiniz. Farklı siyasi görüşlere, farklı dinlere, kültürlere ve geleneklere kucak açan tarihi bir mekan. Ülkemizin o sıcacık iç içe geçmişliğini 150 metrekare içinde toplayabilen kadirşinas, sevecen, bir o kadar agresif ve dimdik bir ortam. Söylediklerim bir moda dergisinin tanıtım programı değil. Bir gurmenin "Aman yarabbi, o ne lezzet" diyeceği yer hiç değil. Bahsettiğim bu mekan; bir aşığın bütün aşklarını orada yaşadığı, aşkı uğruna ölümleri göze aldığı ve aşkını da, yaşanmışlarını da, kendini de, ruhunu da ebediyen kilitlediği bir yer. Beşiktaş kapalı tribünü. Laz'ın, Çerkez'in, Ermeni'nin, Sünni'nin, Alevi'nin, Kürd'ün, Yahudi'nin, sağcısının, solcusunun, zenginin, fakirin ve gayrısız 72 milletin kellesini aynı yumruk içine sokup kardeşçe ve delikanlıca tek vücut ve tek ses halinde biricik aşkına yırtındığı o yüce mekan. Ve iyiler hep yaşamak zorundalar. Sadece yaşamak.
zibidikartal Ofline   Alıntı ile Cevapla