Konu: Öyküler
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 19-01-2007, 22:53   #2
OnuR
 
OnuR - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 

ÇOCUK

Kadın sabahlığının önünü yeniden gözden geçirdi, gereksiz çekiştirdi.
Küçük oğlan çocuk, lokmalarını yutarken, kadının en küçük devinmelerini ilgiyle izliyordu.
Kadın çocuğun önündeki ekmek dilimini ona doğru bir kez daha itti.
Bu, artık yemeğin bitmesinin gerektiğini bildiren son uyarıydı.
Çocuk, ağzındakileri bitirmeden ekmeği aldı.
Gövdesinin onca hafifliğine karşın iskemleyi gıcırdatarak kalkarmışça kıpırdadı:
-Dökmeyesin ortalığa, dedi kadın.
-Yok anneciğim, kapıya çıkar yerim.
-Evet, evet, çıkarsın, komşular yine benim sokaklarda olduğumu sanacaklar. Çünkü sen ya uyuşuk burada oturursun ya da kapı önünde. Niçin hep bu kadar yavaş yersin bilmem. Niçin hep şuraya buraya dalar gidersin? Şu inin içini yeni görmüş gibi bakınıp durursun! Hadi, hadi, işim var benim.
-Ne işin var? Bugün tatil değil mi?
-Ooo, bir de sana anlatacağız şimdi! Kalk dedim, işim var.
-Kalktım anneciğim.
Çocuk iskemleyi yeniden gıcırdatarak iniverdi yere.
Annesine bakmadı:
-Bu gece kimse gelecek mi?
-Ne denekmiş bu gece kimse gelecek mi?
-Hiiç, işte.
-Hadi, hadi.
Çocuk ekmeğini ilkten kokladı, ardından pantolonunun astarı eprimiş ılık cebine soktu. Sıkıca kavrayarak odalarının eşiğine yürürdü, duraksadı, kapıyı araladı.
Taşlığa, dönen günün alaca mavisi doluyordu.
Sanki serin bir suydu mavilik.
Dipten süren gelgitlerle oraları sarıp onarıyordu.
Evin önündeki saatlerinin görüntüleri siliniyordu.
Baharın gün doğuşu ve batışlarındaki serinliği daha kalkmamıştı.
Evin kiracıları, ilerdeki eski konağın bahçe duvarlarının yıkık açıklığından geçerek gitmişlerdi.
Kendi deyimleriyle baharı karşılıyorlardı.
Bütün kış bunaldıkları kuytu inlerinden; amasız işyerlerinden; güneşsizliğin soldurup buruşturduğu, kansızlaştırdığı, derilerinden kurtulmak istercesine hafta sonlarında gürültücü bir kalabalık oluşturarak; yemek yemek, salıncaklar kurmak, sonuna değin söylemedikleri şarkı ve türküleri çağırmak için kırlara gidiyorlardı.
Eski konağın açıklığı, bahçesi onların hoyrat yürüyüşleriyle, bağırışlarıyla bir an doluyor, sonra olduğunca kalakalıyordu.
Tek canlılık o obur, etsel gelişmesini sürdüren bahçedeydi.
Ve oralılar, neredeyse, hiçbir zaman konağın eski bahçesinde oturup eğlenmeyi düşünmüyorlardı.
Bahçede binlerce yabanıl otun arasında budanmamaktan, aşılanmamaktan azmanlaşmış güllere, menekşe öbeklerine, zambakgillerden olduğu uzun mızraksı çıkışlarından anlaşılan, artık yeni bir adla anılması gereken, bilinmez bir türe dönüşmüş öteki garip çiçeklere bakmadan, yararak yürürlerdi.
Bahçede ortası fıskıyeli, mermerden, güzelliği daha önceleri görüp bilenlerce anlatılan bir havuz vardı. Şimdi kurumuş havuzun çevresinden dönerek geçiyorlardı oralılar nedense. Havuzun fıskiyesinden bir çıplak çocuk heykelinin arta kalan elinden ötesini, eski halini anımsayanlar da vardı. Sonra birileri parçalara bölüp götürmüşlerdi bu heykelciği. Gülücüklerle dolu yüzü, tombul butları, küçük ellerindeki yay, ok ve savağı bile hâlâ inceden inceye anlatıyorlardı.
Sökenlerin kimler olduğuysa söze hiç vurulmuyordu.
Bahçeden geçerken çoktan boşaltılmış olan yapının yer yer kopuk panjur tahtaları arasında, kimi salt oyuk birer karanlıktan farkı olmayan pencerelerin dışında günün ışık durumuna göre değişen aydınlık çizgiler oluyordu. Çünkü bu terkedilmiş görkemli yapının, sonunda, bir yıl önceki amansız kışta damı çökmüştü.
Kar o kadar çok yağmıştı ki, yürürken buzdan kaymaktan çekinenler arasız yağan karın yumuşaklığına gömülerek bu ürküntüden kurtulur olmuşlardı.
Oturdukları semt mi öyleydi bilinmez, karın aklığı ve yumuşak sessizliği giderek yoğunlaşıyor, dıştan gelen hiçbir sesle bozulmuyordu.
Oranın insanları her zaman çekinerek bekledikleri kışı, bu kez hiç bitmez diye kabullenip daha suskunlaşmışlardı.
İşte o kara kışın gecelerinden birinde, patlıyan sese uyandıklarını açıklayanlarca anlatıldığına göre, yapının damı çatırtılar içinde çökmüştü.
Çatırtılar içinde demek pek yeterli olmayacaktı ya başka ne denebilirdi.
Çevresinde çift atın döndüğü koca bir bostan kuyusunun kulaçlarca kulaçlarca dibine, koca bir kaya parçası atılmış gibi boğuk uğuldayan bir sesle çökmüştü yapının damı.
Bu çöküşe inildeme de denilebilirdi.
Epeydir uykuları tutmayanların anlattıklarına inanmak zorundaydı dinleyenler.
Anlatanların içinden kimse dışarı çıkıp bakmamıştı. İniltilerse, aysız gecelerdeki karanlığı bile mavimsi aklıklarıyla aydınlatan karlardan ötürü çok inandırıcıydı. Bu çöküşle birlikte yapının içindeki, dışardan bakıldığında kişiyi etkileyen çekindirici birçok şey de sanki dağılıp yok olup gitmişti.
Oraya ilkten yavaş yavaş çocuklar yaklaştılar.
Tahtaları boşalmış merdivenlerden zayıf vücutlarıyla çıktılar.
Renkli camdan kapı tutamaklarını buldular.
Söktüler, alıp sevinçle döndüler.
Ardından büyükler işe girişti.
Yararlı saydıkları ne varsa yapıdan koparıp parçaladılar; duvarları deldiler, bağdai örgülerin tahtalarını bile aldılar. Tavan köşelerinde, henüz dönmemiş kırlangıçların yuvalarına tünemiş kıpırtısız yarasalar, bütün bunlar olurken duvarlara çarparak uçuşmuşlardı.
Damın çökmesiyle yapının giz dolu hiçbir yanı kalmamıştı.
Salt bahçeydi aldırmasız büyüyen, yabancı dışarlak gürbüzleşmesini sürdüren.
Çocuk kapının eşiğinde yeniden duraksayıp hemen ötelerindeki yapıyı düşündü.
Bu ılıman akşamüstü maviliğinin dışında olmalıydı orası.
Yüzünü yalayan bir serinlik gibi yıkık yapının görüntüsü kafasından geçti, gitti.
Omuzlarını kıstı, evin ağır ağır açılan belirginleşen o gizemli mavisinin içine doğru yürüdü.
Çevrenin dinginlikle bedenini alışına bıraktı kendini.
Annesini, biraz sonra ıslak çimen kokan akşamüstünün biteceğini, kulaklarına değişlerle ötelerden vuran, yaklaşıp uzaklaşan kuş böcek seslerinin birden dineceğini, böyle kaç akşamüstü bitimlerinde farkedip durgunlaştığı halde yine unuttu.
Yörenin çocukları içinde en sessiziydi.
Üstelik bir erkek çocuk için yaşıtlarına göre daha ufak, ince yapılıydı.
Yetersiz beslenmenin getirdiği bu incelikten çok, durgun suskulu hali, yaşıtlarıyla koşut çelimsizliğini daha da artırıyor; onu ilk bakışta bu görünümü ile hemen seçilir yapıyordu. Kimi günler bastıran coşkunluklarında zor engellediği yoğun bir gücün boşalıvermesiyle oynanan oyunların baş kişisi olmayı başarıyordu.
Böyle anlarda kendini ancak öğlene değin tutabilir, her zamanki gibi duvarın dibine çömer, oyunu izlerdi.
İtiş kakışla sürdürülen taş parçaları, kuru ağaçlardan koparılmış dallar, yamuk tenekeler, bir tava sapı, eski bir asker palaskası, bunlara benzer artık hiçbir işe yaramayacağı anlaşılana değin kullanılmış, ilk bakışta ne olduğu çıkarılamayan nesnelerle geliştirilen bu oyunlara, bu çocuklara, çözülüp toplanan sıcak devingenliğe kendini bırakırdı.
Kız çocukların kirden tozan renkleri birbirine benzeyen saçları, oğlanların büyüklerden artınca uydurulup dikilmiş, hızlarını azaltan, eskimişlikten kahverengi ile boz arası bir renge bürünmüş giyimleri, bir süre sonra aynı renge dönüşen yamalar içinde koşuşan çocukların gözlerindeki dipdiri parıltı küçük oğlanın oyun tutkusunu hiç durma bilerdi.
Ve sonra birden öylesine bir canlılık gösterirdi ki onun miskinliğe yakın durgunluğunu tanıyan çocuklar, ilkten irkilip bakakalır; sonra kendilerine katılan çocuğun büyüleyici hızına onlar da kapılıp giderlerdi.
Neler önermezdi ki o.
Gövedelerinin amansız çarpışmalarına neden olacak koşmalar; bir dal parçasının elinde kalana utku sağlayacak hale sokulması; bir tenekeye belli aralıklı vuruşlarla uyulup bağırarak adı çağrılıverenin "buradayım" demesini gerektiren, çocukların tümünü daha da çoşturan yeni oyunlar çıkıyordu ortaya. Gürültüleri yoğunlaşıyor, alışılmışı aşıyordu.
Loş odalardaki çevreye dikkatleri giderek yok olan büyüklerce bile duyuluyordu bu gürültüler. Böylece anneler ya da yaşlı nineler ya da işsiz babalar, hepsi yüzlerinde külrengi bir ışıkla dış kapıda sırayla görünüyorlar; içlerinde çoğunluk ölüm, Tanrı, kader, bela sözcüklerinin geçtiği dua ve ilenme arası seslenmelerle çocuklarını odalara çağırıyorlardı.
Küçük oğlansa o ender canlanışın bir kez daha sona erdiğini bilerek dudaklarında unuttuğu gülümseyişle içeriye yöneliyordu.
Benzersiz ender cesaret günlerinde annesi çoğunluk olmazdı evde.
İnce bir terin kapladığı küçücük gövdesine vuran yüreği ile ayaklarının ucuna basarak odaya girer, sekinin kıyısına ilişip kalırdı öyle. Annesinin öfkelenerek dediği gibi "her şeyi yeniden görecekmişçe" bakınırdı dört yana.
Mor ipek kabındaki Kuran'a, onun altına iliştirilmiş bir solgun fotoğrafa dalardı.
Fotoğraftaki kalabalığın içinden hangisinin annesi olduğunu ne denli çabalasa çıkaramazdı. Oysa babasını hemen buluyordu; yani babası olduğunu söyleneni.
Yüzünün yarısı güneşe dönmüş, şapkasının yeniliği ceketinin dağınıklığına aykırı o adamı ilgiyle; ama hiçbir duygu canlanmasına uğramadan izlerdi. Babası olanın sol yanını, resimde güneş öylesine kavramıştı ki her bakışında giderek daha sarışın bir adam oluyordu çocuk için.
Oysa annesi de kendisi de adamakıllı esmerdiler. Fotoğraf sarışını babaysa, ışıklarda eriyen görünümü ile iyiden uzaklaşıyor, bilinmez bir kişilik edinerek çocuk için gerekirliğini yitiriyordu.
Annesi öyle değildi, canlıydı. Kalın telli, içinden mavi yalımlar geçen kara saçları, kısa ama sık kirpikleri, durgun kara gözleri, her adım atışında devinen sallantılı kalçaları, bakana çekingenlikle karışık bir açık saçıklık duygusu verirdi.
Bu odaya yerleştiklerinde oğlan iyice küçüktü.
Evin kokusunu hemen duymuş, evi tanımıştı sanki. Çünkü burası daha küçük olduğu dönemlerin, salt renklerle belirsiz ışıkların dolup ayrıştığı, bazı seslerin sert ürkütücü patlamalarla çocuk kulaklarını sarstığı öteki yerlerden pek ayrı değildi.
Bacaklarının üstünde durmayı anca başarabildiği ilk yıldı. Gelişmesi yavaş olmuştu.
Annesi, "Ah bir de kötürüm mü olacak bu balıma!" diyordu arada bir başkalarına.
Annesinin böyle konuştuğu gündüzlerin gecelerinde düşlerinde hep çığlıklar atan kuşlar görüyordu. Bu uydurma kuşların, çünkü az kuş tanıyordu, kızıl gözleri insan gözleri gibi önde, gagayla alın arasındaydılar.
Dış kapının kıyısına bin bir gayretle ulaştığı gün, bir bahar başlangıcıydı.
Birden evin öteki kişilerini taşlıklarda, kapı önlerinde, yarı açık kapıların aradında kaynaşırken görüvermişti. Demek ki tüm çocukları büyükler bahar ve yaz aylarında salıyorlardı; kapılara, sokaklara.
Kış, tek uzun bir gündü.
Aydınlıkların değip geçiverdiği, yeterince gece olamayan alacakaranlık bir bulanıklığın evlerin duvarlarına, sokaklara aylarca asılı kaldığı bir mevsimdi kış.
Tüm mevsimlerden uzundu.
Çocukların yığıntı gibi büründükleri, derilerini dalayan kumaşlar arasında zor soluduğu, soğuk odalarda büyüklerin iyiden görülmezlendiği, dışarlardan gelen anlaşılmaz seslerin bir yanlara çarparak kırılıp donduğu bir mevsimdi. Arada yenilebilen yemeklerin yetersizliğinin daha da fark edildiği büyük ağır bir zaman bölümüydü. Kiracıların gün doğmadan işlerine gidip, yine gün aydınlığı görmeden işlerinden döndükleri o bitmez günler, çocuklara bile azar azar sinen bir ağırbaşlılık verirdi.
İşte bu evi de hemen tanımış olduğuna inanması bundandı.
İnsanlar aynıydılar.
Oysa annesi hiç de çocuğa benzemez, herkesi yabancılardı.
Sinirli bir dikkatle bakışlarını çevresinde gezdiriyordu. Sanki kimsenin işitmediği seslere kulak kabartıyordu. Annesi bundan önceki evlerine alıştırdığı, babası olmadığı söylenen o adamı şimdi de yeni evin kiracılarına, ardından da mahalleliye kabul ettirmişti. Niye hâlâ sinirliydi, niye hâlâ burayı yadırgıyordu anlaşılır gibi değildi.
Az konuşan, az gülen, az yiyen, başkalarının gözlerine az bakan o adam barındıkları odanın üçüncü kişisiydi. Üstelik erkek oluşu onu çocuk için ilginç ve sessizce izlenecek bir güç yapıyordu. Adamın işçilikten edindiği ağır davranışları, kabaralı kunduralarının tok vuruşlarıyla yoğunlaşır, her gelişinde bu ses odaya yaklaşırken çocuğun içine azar azar dolardı.
Annesi saçlarını şöyle iki eliyle havalandırır, duvarda asılı duran kıyısı teneke kaplı aynaya kuşkuyla hızla göz atıp hemen aynı ilgisiz yüz anlatımına dönerek bakışlarını kapıya çevirirdi.
Adam girer, anayla oğulu hiç görmemişçe elindeki kesekağıdını masaya bırakırdı.
Kadınla aralarında sönük bir iki sözcük gider gelirdi.
Çocuk sekinin ucuna doğru alışkanlıkla toplanır, gülmeyle şaşkınlık arası bir bükülüş belirirdi ağzında.
Adam masanın yanındaki iskemleye çöker, bir süre oturduktan sonra kadına yavaş yavaş koyulan bir anlamla bakmayadurur, çocuğun yüreğine çarpıntı veren o saatler işte böyle başlardı.
Kadınla adamın arasında örülen yakınlaşmayı, düşmanca sayılabilir iştahlı bir ilgiyle izlemek hep yorardı çocuğu.
"Hadi artık yemek yiyelim," diyen kadının uyarısıyla doğrulurlar, kabukları sıyrılmış bir muşambanın örtülü olduğu masanın başına toplanırlardı.
Aynı kabın içine uzanırdı üç el.
Tadı pek değişmeyen yemeğe ekmeğini bandıkça açlığın içinde kuyular gibi oyulduğunu duyardı çocuk.
Evini yabancılar, lokmalarını çiğnerken adama ve annesine değmemesine çalıştığı bakışlarıyla bir yerleri izlerdi.
Annesi ona, odalarında üçüncü birisi olduğunda umulmadık bir sertlik ve soğuklukla davranırdı.
Bu kadın ta eskiden beri böyle miydi, kaç yaşındaydı üstelik, çıkarmak güçtü.
Gençti kuşkusuz.
Yüzünde, boynunda yer yer dalgalanan kara sarı lekeler, az uyunmuş gecenin deriye verdiği gevşeklik, gözlerinin karasındaki ateşli parıltının güzelliğini yine de söndüremedi. Göğüslerinin ayrımındaki çil toplanmaları, görene dinlendirici bir şeyler anımsatırdı. Ellerinin küçüklüğünü yadırgayan kalın bilekleri, bunlardan birini süsleyen iki ince gümüş bilezik, kadını yaşsızlaştıran öğelerdi. O devindikçe bilezikler çınlardı. Bu çınlayışlar çocuğa annesinden akan yumuşaklıklar taşırdı.
Kadın az konuşurdu, yakınmazdı. Bazı ilenmeler bile onun ağzından olağan, hatta tat alınacak şeylercesine dökülürdü.
Annesi onu karşısına alır,
"Sen ya sağır olacaksın, ya kötürüm, yahut da aptal" derdi, "başka türlü olamaz. Ah buna aldırır mıyım sanıyorlar, umurumda değil hiçbir şey, senin baban var ya, o da umurumda değil, anlıyor musun? Sen ne anlarsın ya, o da umurumda değil..."
Eskiden söylemiş olmalıydı annesi bunları. Çocuğa kalırsa o da her sözcüğü anlamıştı. Öyle anımsıyordu. Yok yok, biliyordu söylenenleri anlamıştı.
"İşte düdük çaldı," diyordu annesi, "buradan kıpırdama, kapıyı üstüne kilitliyorum, kimsenin geleceği yok bil..."
Sonra onu bir şeylere sarıp bağlıyordu.
Evet evet bacaklarını kollarını bağlıyordu.
Saatler geçtikçe çişinin, dışkısının içine kayıyor, ağır kokuya belenerek yatıyordu öylece.
Dışarı çıkmadan önce ona yaklaşıyor, ağzına kâşıkla tuhaf bir ılıklıkta, iç bulantısı veren bir şeyler akıtıyordu çocuğun.
Eski kapıyı inanılmaz bir hızla vurarak kapatıp gidiyordu.
Tüm olanları algılıyordu çocuk ve bunların hepsi de kışın oluyordu.
Şimdi artık büyümüş sayılırdı.
Annesinin olmadığı günler yalnızlık duygusunu engelleyebilmek için odanın tavanına yakın pencereye ulaşmaya çalışırdı.
Bu pencerenin yeri gerçekten garipti.
Çünkü görüp bildiği pencereler hep uygun, bakılabilir yerdeydiler.
Dirsek dayayıp burnunu camın serinliğine yapıştırarak sokakları görebildiği pencerelerdi onlar.
Oysa barındıkları bu yeni odanın camı yukarıda, yatık bir dikdörtgen açıklığındaydı.
Eskiden büyük bir konak olan evin kiler odasıydı burası.
Artık buralara hiç uğramayan, hatta birkaç aracının elinden geçerek paraların toplanıp ulaştırıldığı bilinmeyen sahiplerince bu yapı satışa çıkarılmış, hissedar sayısının çokluğu yüzünden uzlaşmaya varılamadığı için, sonunda içindekilerle birlikte olduğunca bırakılıp salt gelen parayla ilgilenir olmuştu.
Annesi, para toplayıcının geldiği bir gün, ana kapıda bekleşen öteki kiracılara katılmıştı. Fakat hiçbiri ile ne selamlaşmış, ne de konuşmuştu.
Para toplayıcı uzun kalın paltosunun içinde, nedense çok yüksek sesle, her sözcüğü hiçbir değişik anlama bürümeden, tümünün bir gün oradan atılacağını; bu rezillikten, dilencilikten hiç kurtulamayacaklarını; kentin ortasında, ünlü bir alanın adını veriyordu bunu söylerken, orda ortada kalacaklarını; her ay para ödeme günü geldiğinde niye elbirliğiyle şu üç beş kuruşu bir defada vermediklerini, doğrusu artık canını çok sıktıklarını anlatıyordu.
Bir süre kalabalığı gözlüyor, ardından yine girişiyordu bağırtılı konuşmasına.
Söyledikleri hep aynıydı. Sesini yükselttikçe bir ayağı ile de yere vuruyordu.
"Gidin şu yıkıntıya sığının bakalım," diyordu. "Size acımak gereksiz. Eh, buranın sahiplerine şükredin siz. Şükredin ki onlar gözü tok insanlardır; soylu hanımefendiler, soylu beyefendilerdir. Yoksa buraya çekerlerdi çoktan kaloriferli, asansörlü kırk daireli şahane bir şey..."
Kalabalık, konuşmanın bitmesini, epeydir alıştıkları bir sabırla beklerdi.
Annesi ise bu sözleri hiç duymuyormuş gibi bakıyordu o gün adama. Sabahlığının altındaki biraz belirgin karnının soludukça inip çıkışı bir şeylere öfkelendiğinin tek belirtisiydi.
Kiracılar, arada bir, adama sözden çok ünlemleri andırır seslerle bir şeyler söylüyormuş gibi davranıyorlardı.
Adam şimdi açıkça bağırıyordu.
İnce bıyığının üstüne sümüksü bir ıslıkla iniyor; elleriyle havada, onlara neler yapabileceğini anlatan bir şeyler çizip duruyordu.
İşte o sıra annesi elindeki parayı adamın ayaklarına doğru fırlatmış, sonra dönüp çocuğu kolundan koparırcasına çekerek odaya yönelmişti.
Onlar odaya girene değin arkalarında rüzgarın sesinden başka bir şey kalmamıştı.
O günden sonra çocuk daha da şaşkın, çekingendi annesine karşı.
Her kıyısına birilerinin sokuşturulduğu bu evde, onlara da bu garip oda düşmüştü. Kapısı, belki de eski kiler girişiydi; iki yandan açılarak büyütülmüştü. Has yağ kokusu, ılık mevsimlerin olgun meyvelerinden yapılma reçel kokularına karışarak sanki tahtaların zamanla gevrekleşen gizli köşelerine sinmişti, bunlar çok az ışık almasına karşın odayı öbür odalardan daha güzel yapıyordu.
Çocuk odanın her halini, gölgelerini, ışığını, gürültülerini tanıyor, içine çekiyordu.
Gündönümlerinde tavana yayılan lodos kızıllarını, yağmur öncelerinin küllü aydınlığını, bunların ilkten cama birikip ardından aşağıya doğru akışını ürpertiyle izliyordu.
Sonra cama tırmanıyor, başını pencerenin sövesine dayayıp bahçe duvarının yıkıklığından sokağa uzanan bölüme dalıp gidiyordu.
Lağımların sızarak ince yataklar edindiği yerlerde, sırtları yeşil sert kabuklu böcekler dolanıyordu. Bahçede ısırgan otları, mavi dikenler, iki dut, iğde ağacı, hatmi çiçekleri arasında kalmış güzel kalın gövdeli bir maltaeriği ağacı da vardı. Duvarın yıkıntısını doldurup kapayan dut ağaçları da ötekiler gibi meyvesizdi. Zamanla günışığına ulaşmaktan cayıp yumrulaşarak güdükleşmişlerdi. Maltaeriğine süren özsuyu, meyvesiz ağacın yapraklarını azmanlaştırmıştı. Titrek bacaklı, kanatları kızıl böceklerin silme barındığı, değilince pıtrak gibi saçıldığı bir ağaçtı artık o. Yapraklarındaki damarlar öylesine fırlak ve belirgindi ki, görene ürküntü verirdi.
Çocuk camdan dışarı bakarken her defasında önce bu ağacı görüyor, ona alıştıktan sonra insanları seçebiliyordu. Işıklar değişirken annesinin gelme zamanının yaklaştığını biliyordu.
Hep kuşkuluydu.
Çünkü annesi onu her gördüğünde onunla ilk karşılaşıyor gibiydi.
Çocuksa içine kayıp duran sıkışmanın salt annesine yönelik olduğunu giderek öğreniyor, fakat bunu dışlaştıramıyordu.
Annesindeki sertliğin kadını koruyan birçok şeyden oluştuğunu seziyordu.
Sonra anne yine dönüyordu.
Çoğunluk bir öğüne indirdikleri yemeklerini, konuşmasız bitiriyorlardı.
Bu öylesine yerleşmişti ki aralarında, evde belki günlerce yemek olmasa bunu da olağandışı bulmayacaklardı.
Annesinin bir aralar tütün işinde çalıştığını anımsar gibiydi.
Geçen yıl mıydı, yoksa daha önceleri mi?
Bir yıl onun ölçemeyeceği denli uzun bir zaman parçasıydı.
Bahar ya da yaz aylarının doyumsuz kısalığını neye benzeteceğini bilmezken, yıl neyle ölçülebilirdi?
Yıl sözcüğüne yabancılaşıyordu, çok uzun bir zamandı ama.
Bir kış derinliğindeydi o günler.
Akşamlar çabuk gelirdi, sonra annesi dönerdi.
Üstünde çocuğun kokularla ulaştığı, biçimlediği, duyularını uyardığı tütün kokusunu getirerek. Başını mı sıvazladı çocuğunun?
Belki de evet.
Çünkü ellerinden burnuna değin gelen tatlı, kekremsi havanın bastırışı ancak böyle bir yakınlıktan geçebilirdi.
Kadın kendini iskemleye atar, bacaklarını gerer, kollarını iki yanına sarkıtır ve birden yaşlanırdı.
Neden sonra çocuğuna bakar,
"Yaa," derdi, "yaa, işte yaşamak lazım."
Yaşamanın gerekliliğini de böylece oğluna öğretmiş gibi başını iki üç kez sallardı.
Oğlan nanesinin kara saçlarındaki kabarık gürlüğe ürküntü ile bakar, odayı giderek dolduran tütün kokusunu, annesine özgü o kokuyu içine sindirirdi.
Bu ana kokusuydu; onun için güzeldi, yatıştırıcıydı.
Yazsa biçimi anlaşılmaz, büzüştürülüp dikilmiş ince bir gömleğin, kışsa daha kalın bir kumaş yığınının sarışı içinde olabildiğince sessiz izlerdi annesini.
Hep tek odalarda oturmuşlardı.
Eşya denebilecek şeylerini bir hamal sırtında taşırlardı. Hamal tutmayı gerektiren de yatakları ve somyaydı.
Çocuk da bu taşınmalara yardımcıydı.
Kollarıyla bir şeyleri ancak kavrayabildiğinde bile ya bir idare lambası ya da oturak ona veriliyordu.
Anımsıyordu bunları.
Oturak en zorunlu gereksinmelerine karşılık veren şeydi. Üstelik büyüktü.
Onlar hem çocukların, hem büyüklerin kullanabileceği şeyleri alırlardı.
Çok küçükken bu koca nesnenin üzerinde durmaya alıştırmıştı annesi onu.
Kavruk, güçsüz kollarıyla oturağa tutunup dinelmek hiç de kolay değildi. Küçük gövdesi güvensizlikle sarsılıyordu. Kadın kararlı çatıyordu yüzünü.
"Hadi, işte böyle! Hep ben sana çiş ettirecek değilim. Görüyorsun ya vaktim yok. Hiç vaktim yok."
Annesinin vakti olmadığını çok erken öğrenmişti.
Gülmeyen, yorgun; ama yakınmayan bir genç kadının, çocuğu sınırlayan aşılmazlığını algılıyor, onun çevresinde ördüğü sevgisizliğe ayak uydurmaya çabalıyor, beğenilmek istiyordu.
Günlerce sonra kollarıyla oturağın iki yanına yapışıp içine kaymadan oturabilmeyi başardığında, göğsünden yükselen ılıklık kahkahâlâra dönmüştü. Durmadan,
"Anne anne, işte!" diyordu.
Kadınsa şöyle bir an bakmıştı, o kadar.
Her odasında başka birilerinin oturduğu bu evlerin çoğunluğu iki helalıydı. Kimilerinde üç hela vardı ya, evin içinde yaşayanların çokluğundan ötürü, öyle her gereksinme duyunca helaların kullanılması olanaksızdı.
Sabahın alacasında, erkekler ve kadınlar işe gittikten sonra, evin yaşlıları ve çocukları, üstleri örtülü oturaklarla helaların önüne dizilir; hem onları boşaltır; hem de birbirleriyle kaçta pazara gideceklerini ya da benzeri şeyleri konuşurlardı.
Giderek çevreyi ağır, iç bulandırıcı bir koku sarar, ardından ateşe yemeklerini koyabilmişlerin odalarından sızan yağ, soğan, biber kokusunun da bastırmasıyla, kişiye çaresizlik duygusu veren o garip hava her yana dolardı.
Durgun bakışlı küçük kızlar, ara sıra suskunluklarını bozan kahkahâlâr atar; ardından sanki gülen onlar değişmişçe taze çocuk sesleriyle zor işitilir bir konuşma tuttururlardı.
Bu yeni odalarını daha önceki evlerden ayıran tek şey tavana yakın pencereydi.
Haftanın belli günlerinde gelen adamsa, bundan önceki odalarına da geliyordu.
Annesi tütün işinden ayrılmış olmalıydı.
"İşte düdük de çaldı," demiyordu artık.
Bir de gidiş geliş saatleri belirsizdi.
Üstündeki tatlımsı koku dinip silinmişti sanki.
Yine de uzun saatler gidiyordu.
Bir şeyler yapıyor olmalıydı.
Neyi merak ediyordu, anlamıyordu.
Günlerce annesinin dönüşlerini bekleyip üstüne sinmiş kokulardan ne yaptığını saptamaya çalışmışsa da başaramamıştı. Yalnız kadın artık kendini iskemleye atmıyor, bacaklarını germiyor,
"Yaşamak lazım, işte böyle," demiyordu.
İçeri girip yatak yığınının üstüne çantasını bırakıyor, ardından bir yüklük girintisine yerleştirilmiş somyasına oturuyordu. Oğluna da bakmıyordu.
Çocuk, annesinin sokağın başında belirmesiyle pencereden saatlerce bakıp içine topladığı ışıkları, görüntüleri, maltaeriği ağacının ürkütücü bozuluşunu silmeden, kayarak inip onun konuşmasını bekliyordu.
-Ne yedin sen bakalım bugün?
-Ekmek yedim.
-Teldolabını açık bırakmamışsın, iyi aferin! Sonra ne yaptın?
-Kapı önüne çıktım, odaya girdim.
-İyi, başka?
-Ötekilerle oynadım.
-Oynadın mı? Bugün sen de oynadın ha, öyle mi?
Kadın birden bakıyordu oğluna öylece durgun.
-Önce onlar oynadılar anne. Gördüm hep gördüm gördüm, oynayacağım geldi; kalktım, oynadım sahiden.
-Sana vurdular mı yine?
-İkisi vurdu ya, acımadı. Birbirlerine de vurdular, hem hep vurulur.
-İyi, sonra ne yaptın?
-Ben oynadığımda erken dağılıyorlar. Girdim, cama çıktım. Her şye baktım, seni bekledim.
-Beni hep ne beklersin orda, bilmem. Başka gidecek yer mi var? Elbette buraya geleceğim, elbette. Ya sonra?
-İşte öyle. Bu gece kimse gelecek mi?
-Ne demekmiş, "Bu gece kimse gelecek mi?"
-Hiiç.
Çocuğu, annesiyle uzayan her konuşmada bir sıcaklık kaplar; sözcükler anlamını yitirir; kadına olduğunca yakınlaşmayı ister, bu yüzden de gün boyu yaşadıklarını, odanın dört bir yanında dolanarak el kol hatta gözlerinin yardımıyla oynatıp iletse diye, düşünürdü kadına. Gözleri alabildiğine irileşir, ince çenesi yorulur, birden uykunun koygunluğuna düşecekmişçe bir sarsaklık alırdı kafasını.
Annesi daha amansızlaşan yüz anlamıyla:
-Hadi bakalım! Derdi.
Bu sözler de aralarındaki konuşmanın bittiğini gösterirdi.
Pazarları evden herkesin çıkıp gitmesine karşın ana-oğul bir yere çıkmazlardı.
Yalnız bir Pazar gezmeyi denemişlerdi.
Annesi oğlunun boynunu silmiş, gömleğinin yakasındaki düğmeyi çözüp yeniden iliklemişti.
Kentin içine gidecek kadar ileri götürmüşlerdi işi.
Annesinin uzun gevşek topukları üzerinde, sarsıntılı adımlar atışını izlemişti çocuk.
Ne garip, yine yazdı.
Büyüdüğünde ancak saptayabileceği bir durum olacaktı bu, anlatılası şeylerin niçin hep yazlara rastladığı.
Onları kimse görmüyordu...
Oysa çevreleri çok kalabalıktı.
Gün öylesine sıcaktı ki gözlerini arasız kırpıştırıyor, güneşin kuru kokusunu içine çekiyordu.
Eş kesilmiş ağaçların sürdüğü aydınlık bir alanın orta yerine varmışlardı, her yer bayraklarla donanmıştı. Havaya fışkıran sular, ışıltılarla yeniden akıyordu havuza. Çocukların ellerine balonlar tutuşturmuşlardı. Görkemli bir yapının saçak altlarına takılıp kalmıştı oğlanın gözleri.
Yapının alnacında süslü bir yazı, görene ve okuyana bir şeyler bildiriyordu. Bu yazının altında, neredeyse o koca yapının tüm yüzünü örtecek denli büyük bir bezin üstündeki erkek kafası resmi, içini kabartmıştı çocuğun.
Neydi tüm bunlar, bu gürültü, bu ivecenlik, bu kalabalık, bu gülücüklerle dolu yüzler, baloncular, şekerciler, ayakkabı boyacıları, şoförler, bir sürü şeyle dolu satış yerleri, çocuklarına eğilip sevecenlikle, özenle bir şeyler anlatan büyükler...
Annesi tüm bunları görmüyormuşça ilgisiz, hatta solgundu.
Kadınların gözleri annesininki gibi değil, mutlu sıcak bakışlıydı. Erkeklerin kollarına girmiş, hep önemli şeylere tanıklık ediyor gibiydiler.
Bir onları fark etmiyorlardı.
Oysa gerçerken hiç çarpmamışlardı ana oğula.
Her yan o güne değin görmediği renklerle doluydu.
O ürkünç taşkınlığın yüreğini aldığını anladığında annesinin elinden fırlayıp suların olduğu yöne doğru hızla koşmaya başlamıştı. Hem çığlıklar atıyor, hem de uygun bir sözcükle, sevinç olması gereken, içindeki oluşa şeyi açıklamak istiyordu.
Hep böyleydi, sözcükleri bulamazdı.
Suların kıyısına varıp kalakaldı.
__________________




Besiktas JK






.
OnuR Ofline   Alıntı ile Cevapla