Guest | Hak Arama Özgürlüğü ve Adil Yargılanma Hakkı | | VI. HAK ARAMA ÖZGÜRLÜĞÜ VE ADİL YARGILANMA HAKKI GENEL OLARAK Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin maddesinde yargının işleyişine ilişkin bazı usul kuralları öngörülmüştür. Bunların amacı, kişinin hak arama özgürlüğünü, dürüst ve adil bir şekilde yargılanmasını güvence altına almaktır. 6. maddede belirtilen adil yargılanma hakkı, sözleşmede öngörülen hakların kamu görevlileri tarafından ihlâl edilmesi halinde, kişinin şikâyet hakkını düzenleyen 13. maddeyle yakından ilgilidir. Ayrıca bu hakkın kapsamı 7 no’lu Protokolle genişletilmiş ve kişiye yeni bazı haklar tanınarak adi! yargılanma hakkı sağlam temeller üzerine oturtulmuştur. “Madde 6.- 1: Herkes, gerek medeni hak ve hükümlülükleriyle ilgili anlaşmazlıkların çözümlenmesi, gerek kendisine yöneltilen herhangi bir suçlamanın karara bağlanması konusunda, kanunla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir Mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde adil ve açık olarak görülmesini istemek hakkına sahiptir. Hüküm açık celsede verilir, ancak demokratik bir toplumda genel ahlak kamu düzeni ve millî güvenlik yararı veya küçüklerin korunması veya davaya taraf olanların özel hayatlarının gizli tutulması gerektirdiğinde, veya davanın açık celsede görülmesinin adaletin selâmetine zarar verebileceği ölçüde, duruşmalar dava süresince tamamen veya kısmen basına ve dinleyicilere kapalı olarak sürdürülebilir. 2. Kendisine bir suç yüklenen herkes, suçluluğu kanuna göre kanıtlanıncaya kadar suçsuz sayılır. 3. Her sanık en azından aşağıdaki haklara sahiptir: a) Kendisine yöneltilen suçlamanın niteliği ve nedeninden en kısa bir zamanda, anladığı bir dille ve ayrıntılı olarak haberdar edilmek; b) Savunmasını hazırlamak için gerekli zamana ve kolaylıklara sahip olmak; c) Kendi kendini savunmak veya kendi seçeceği bir savunmacının yardımından yararlanmak ve eğer avukat tutmak için malî imkanlardan yoksun bulunuyor ve adaletin selâmeti gerektiriyorsa, mahkemece tayin edilecek bir avukatın parasız yardımından yararlanabilmek; d) İddia tanıklarını sorguya çekmek veya çektirmek, savunma tanıklarının da iddia tanıklarıyla aynı şartlar altında çağrılmasının ve dinlenmesinin sağlanmasını istemek; e) Duruşmada kullanılan dili anlamadığı veya konuşamadığı takdirde bir tercümanın yardımından parasız olarak yararlanmak. Madde, Anayasanın 36. maddesinde öngörülen hak arama özgürlüğünü güvence altına almıştır. Uyuşmazlıkların çözümünde kural olarak mahkemeler yetkilidir. Dolayısıyla herkes Anayasanın anılan maddesinde belirtildiği gibi, Mahkeme önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma hakkına sahiptir. Yargı yoluna başvuru hakkı, ceza hukuku açısından mutlak ve kesin kurallara bağlanmış olduğu halde, özel hukuk ve özellikle idare hukuku bakımından, mahkemeler yanında bir çok idarî makam, komisyon ve kurullar da yargı yetkisine benzer yetkilerle donatılmışlardır. AİHM’nin Le Compte ve diğerleri davasında da belirttiği gibi, bu gibi durumlarda idarî makam veya komisyon kararlarına karşı yargı yolu açık tutulmalıdır. Sözleşmenin diğer hükümlerine oranla sayıca en fazla başvurunun 6. madde çerçevesinde yapılmış olması, bu hükmün hayati önemini açıklıkla ortaya koymaktadır. 6. maddenin l. paragrafı, özel hukuka ilişkin hak ve yükümlülüklerin belirlenmesi ve bir suç isnadı hakkında karar verilmesi gibi hem özel hukuka, hem de ceza hukukuna ilişkin konuları kapsamaktadır. 1. Özel hukuka ilişkin hak ve yükümlülüklerin belirlenmesi Komisyon ve Mahkeme kararlarında özel hukuk alanındaki hak ve yükümlülük kavramlarının açık bir tanımı yapılmamıştır. Kişiler arasındaki haksız fıilden kaynaklanan tazminat talepleri, akdî ilişkilerden kaynaklanan hak ve yükümlülükler, aile hukuku alanındaki uyuşmazlıklar gibi geleneksel özel hukuk uyuşmazlıkları, 6. madde kapsamına girmektedir. Ayrıca, kişinin hak ve yükümlülüklerinin belirlenmesi açısından sonuç doğuran bütün idarî tasarrufların da madde kapsamına girdiği kabul edilmektedir. Komisyon, ilk kararlarında söz konusu hükmün idarî tasarruflar ve davalar konusunda uygulanmayacağı görüşünü savunmuştur. Örneğin, Avusturya ile ilgili Ringeisen olayında, adı geçen, bir tarım arazisinin satışı akdinin onaylanması için Bölgesel Arazi Satım Komisyonuna başvurmuş ve talebinin reddi üzerine de Komisyona şikâyette bulunmuştur. Ancak Komisyon, olayın idarî niteliğini göz önüne alarak, konunun 6. madde kapsamına girmediğini kararlaştırmıştır. Olayın daha sonra AİHM’ne intikal ettirilmesi üzerine, Mahkeme aksi görüşü savunarak, özel hak ve yükümlülüklere ilişkin bütün uyuşmazlıkların 6. madde çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini kararlaştırmıştır. Mahkemeye göre, olay hakkında uygulanan kanunların niteliği de önemli değildir. Bunlar ister hukukî, ister ticarî ve isterse idarî kanunlar olsun ve olaya idarî bir makam veya mahkemeden hangisi bakarsa baksın, konu somut olayda olduğu gibi özel bir hak ve yükümlülüğü ilgilendirdiği takdirde, 6. madde uygulanmalıdır. Mahkeme somut olayda, Bölgesel Komisyonun idare hukuku kurallarına göre verdiği red kararının hukukî işlem açısından doğurduğu sonucu ve olayın hukukî niteliğini göz önüne alarak, Avusturya’nın 6. maddeyi ihlâl ettiğini kararlaştırmıştır. AİHM daha sonra da kararlarında bu görüşünü geliştirerek, kamulaştırma, inşaat ruhsatı verilmesi; aynı şekilde bir meslek veya ekonomik faaliyetin icrası için yapılan ruhsat başvurularının geri çevrilmesine ilişkin kararlar dolayısıyla çıkan uyuşmazlıkları da 6. madde kapsamına almıştır. Bir hukukçunun avukatlık stajı için yaptığı başvurunun meslek kuruluşunca reddedilmesi, bir gaz şirketi kurmak için istenilen izin talebinin geri çevrilmesi, toplu taşımacılık veya alkollü içki satışı ruhsatının geri alınması gibi uyuşmazlıklar bu uygulamaya örnek olarak gösterebilir. Buna karşılık, Komisyon ve Mahkeme, seçme ve seçilme hakkı gibi siyasî haklar, kamu görevinde istihdam edilme hakkı, iltica hukuku, salınan vergiye itiraz, şartlı salıverme talebinin reddi gibi salt kamu hukukuna ilişkin konularda çıkan uyuşmazlıklarda, 6. maddenin uygulanamayacağı görüşündedir. 2. Suç isnadı hakkında karar verilmesi Sözleşmenin 6 (1) maddesinde düzenlenen ikinci konu, bir suç ithamı hakkında karar verilmesidir. Bu hüküm, suç ithamı altındaki kişinin tarafsız bir mahkemede adil yargılanma hakkını güvence altına almaktadır. AİHM’ne göre suç ithamı, “bir makamın kişiye işlediği bir suç dolayısıyla resmî bildiride bulunmasıdır. İtham konusunun suç olup olmadığı kuşkusuz millî hukuka göre belirlenir. Ancak, somut bir olayda itham konusunun iç hukuk tarafından suç değil, disiplin işlemini gerektiren bir ihlâl olarak nitelendirilmesi halinde, olayın Sözleşme hükümlerinin ışığı altındaki kesin değerlendirilmesi, AİHM’ne aittir. Diğer bir ifadeyle, Mahkeme her somut olayda, suç niteliğini kendisi belirleyerek yetkili olduğuna karar verdikten sonra, konuyu 6. madde çerçevesinde değerlendirmektedir. Nitekim AİHM, Hollanda’yla ilgili Engel olayında askerî bir disiplin suçunun 6. madde anlamında bir suç sayılıp sayılmayacağını incelemiş ve bu konuda uygulanmak üzere bazı kriterler geliştirmiştir. Mahkeme bu konuda, ilk önce suçu tanımlayan iç hukuk kuralının ceza hukuku veya disiplin hukuku alanından hangisine girdiğini belirledikten sonra, suçun niteliğine bakmış ve itham edilen kişiye verilen cezanın ağırlığını da göz önüne alarak disiplin suçlarının 6. madde kapsamına girmediğini kararlaştırmıştır. Komisyon ve Mahkeme, somut bir olayda uygulanan yaptırımın, hukukî bir konuyu ceza hukuku alanına intikal ettirebileceği görüşündedir. Örneğin bir para cezasının ödenmemesi, kişi hakkında bir ceza kararı verilmesini gerektirebilir. Nitekim Öztürk olayında da durum böyle olmuştur. Olayda, Almanya’da yaşayan Türk vatandaşı Abdülbaki Öztürk’e yaptığı bir trafik kazası dolayısıyla idarî bir makam tarafından 60 Mark para cezası kesilmiş, adı geçenin bu cezayı ödememesi üzerine konu mahkemeye intikal etmiştir. Şikâyetçi sonuçta para cezasını ödemişse de, kendisine yüklenilen Mahkeme tercüman ücretini ödemeyi reddetmiş ve Komisyona şikâyette bulunmuştur. Alman hükümeti olayın 6. madde anlamında bir suç değil, toplum düzenini ihlâl (Ordnungswidrigkeit) niteliğinde basit bir eylem olduğunu ve 6. madde kapsamına girmediğini savunmuşsa da, AİHM bunu kabul etmemiştir. Mahkemeye göre, bir suçun cürüm veya basit bir kabahat ya da düzen ihlâli olup olmadığının belirlenmesi akit devletlerin takdirine bırakılırsa, Sözleşmenin temel hükümleri olan 6. ve 7. maddelerin uygulanması bertaraf edilmiş olur ki, böyle bir sonucu Sözleşmenin amacıyla bağdaştırmak mümkün değildir. B. HAK ARAMA ÖZGÜRLÜĞÜ 6. maddeye giren hukuk ve ceza davalarında, kişinin “kanunla kurulmuş tarafsız ve bağımsız bir mahkemede” yargılanma hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. Sözleşmenin 6 (1) maddesi, kişinin kanunla kurulmuş tarafsız ve bağımsız bir mahkemede yargılanma hakkıyla, bu nitelikteki mahkemeler önünde hak arama özgürlüğünü düzenlemektedir. 1. Kanunla kurutmuş ve tarafsız mahkeme Mahkemenin kanunla kurıılmuş olması şartı, onun mutlaka yargı erki içinde yer almasını gerektirmez. Nitekim Komisyon ve Mahkeme, düzenli mahkemeler dışında bir çok organı 6. madde anlamında Mahkeme olarak kabul etmiştir. Örneğin, askerî veya cezaevi disiplin komisyonları, meslek disiplin kurulları, arazi satışı onay komisyonları, toprak reformu komisyonları ve hakem mahkemeleri gibi bir çok organ, bu çerçevede kanunla kurulmuş Mahkeme sayılmıştır. Mahkemenin bağımsız olup olmadığının belirlenmesinde, Mahkeme üyelerinin atanması, görev süresi ve dış baskılara karşı yeterince korunup korunmadığı gibi konular göz önüne alınmaktadır. Üyelerin atanması konusunda AİHM, cezaevi disiplin komisyonu üyelerinin sorumlu bakan tarafından atanmasını, bakanın kendilerine emir ve talimat verme yetkisi olmadığı için, Sözleşmeye aykırı bulmamıştır. Bu çerçevede, hâkimlerin, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca atanması ve Kurul kararlarına karşı yargı yolunun kapalı olması dolayısıyla, mahkemenin bağımsız olmadığı iddiasıyla Türkiye’den yapılan bir başvuru, hükümete bildirilmeden Komisyonca reddedilmiştir. Mahkemenin tarafsızlığı konusunda ise, mahkemenin kuruluş şekli ve konumunun kamuoyu ve özellikle taraflara güven verip vermediği konuları üzerinde durulmaktadır. Örneğin Belçika’yla ilgili Piersack olayında. AİHM savcılık teşkilatında görev yapmış bir savcının daha sonra aynı yerde kurulan mahkeme heyetine üye olarak atanmasının kendisinin tarafsızlığını şüpheye düşüreceğinden bahisle, bu tür bir uygulamanın 6. maddeye aykırı olduğu sonucuna varmıştır. Yine, Belçika’yla ilgili Van Leuven ve De Meyere olayında adı geçen tıp doktorları, vizite ücretlerini sürekli olarak Sosyal Sigorta Kurumunca ödenen meblağa ayarladıkları ve doktorlara karşı mütecaviz yayınlar yapan Gezond dergisi ile işbirliği yaptıkları gerekçesiyle, Bölge Tıp Konseyinin Kararlarıyla bir ay süreyle meslekten men edilmişlerdir. Kendilerinin İtiraz Konseyine yaptıkları başvuru da reddedilmiştir. Komisyon, Bölge Tıp Konseyi ve İtiraz Konseyinin 6. madde anlamında kanunla kurulmuş mahkeme olarak bağımsızlıkları konusunda hiçbir tereddüt olmadığına işaretle, her iki organın tarafsızlıkları konusunda aynı şeyin söylenemeyeceğini belirtmiştir. Komisyona göre, özellikle İtiraz Komisyonunun doktor üyelerinin şikâyetçiler hakkındaki olumsuz düşünceleri önceden belli olduğu için, söz konusu komisyonu 6. madde anlamında tarafsız mahkeme olarak kabul etmek mümkün değildir. Bu nedenle, bu gibi komisyonların kararlarına karşı, gerçek ve bağımsız mahkemeler nezdinde kanun yolu açık tutulmalıdır. AİHM, Portekiz’le ilgili 22 Nisan 1994 tarihli bir kararında mahkemenin tarafsızlığı konusunda yeni kriterler geliştirmiştir. Olayda, bir terör örgütünün kurucusu ve başkanı olan şikâyetçi, Lizbon Ceza Mahkemesi hâkimi Salvado’nun emri üzerine tutuklanmıştır. Daha sonra yargılanan sanık, Lizbon Ceza Mahkemesi 4. Dairesinin kararıyla 15 yıl hapse mahkûm edilmiştir. Şikâyetçi, hakkında tutuklama kararı veren Hâkim Salvado’nun da Mahkeme heyetinde yer almasının 6. madde çerçevesinde mahkemenin tarafsızlığı ilkesini ihlâl ettiği iddiasıyla Komisyona başvurmuştur. Komisyonun 8’e karşı 9 oyla söz konusu hükmün ihlâl edildiğini kabul etmesine rağmen, AİHM sözleşmeye aykırılık görmemiştir. Mahkemeye göre, 6. maddede öngörülen tarafsızlık kavramı, subjektif ve objektif olmak üzere iki teste göre belirlenmelidir. Subjektif testte, somut bir dava hakkında bulguların hâkimin kişisel tarafsızlığına olan güveni sarsacak boyutlarda olup olmadığı araştırılmalıdır. Mahkemeye göre, somut olayda hâkimin kişisel tarafsızlığı tartışma konusu değildir. Objektif teste göre ise, hâkimin davadan önce salt sanık hakkında tutuklama kararı vermiş olması, objektif olarak, kendisinin tarafsızlığına karşı şüphe duyulması için haklı bir gerekçe olamaz. Olay hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olması mutlaka kendisinin ön yargılı olmasını ve dava açıldığında tarafsız kalmasını engellemez. Sanık hakkında tutuklama kararı vermiş olan bir hâkimin son soruşturmadaki tarafsızlığı konusunda ancak özel durumlarda kuşku duyulabilir. Somut olayda ise, hâkim Salvado, ön soruşturma aşamasında işin esasına girmemiş, sadece dosyayı incelemiş, delillerin sanık aleyhinde olduğunu tespit etmesi üzerine de tutuklama kararı vermiştir. Öte yandan, tarafsızlık ilkesi sadece hâkimlerin değil, jüri üyelerinin de tarafsız olmasını gerektirir. AİHM, İsveç’le ilgili bir olayda, jüri üyelerinin bir siyasî partiye üye olmalarının tarafsızlık ilkesiyle bağdaşmadığını kabul etmiştir. AİHM, yeni tarihli bir kararında, sıkıyönetim mahkemelerinin durumunu da incelemiş, İngiltere ile ilgili bir davada, 1996 yılında yürürlüğe giren Silahlı Kuvvetler Kanunundan önce görev yapan, kara, deniz ve hava sıkıyönetim mahkemelerinin gerek kuruluş ve gerekse askerî üyeleri açısından, Sözleşmenin 6/I maddesi anlamında tarafsız ve bağımsız sayılamayacağına karar vermiştir. AİHM’ne göre, hâkimlerin atanma şekli veya belirli bir süre için görev yapmaları, mahkemenin bağımsızlığı konusunda mutlaka olumsuz bir etki yaratmaz. Mahkeme Avusturya’daki Arazi Mahkemesi üyelerinin görev sürelerinin belirli ve görevden alınmalarının mümkün olmasını, kendilerinin tarafsızlık ve bağımsızlıklarından şüphe için yeterli olamayacağının belirtmekle beraber, şikâyetçinin itirazını kabul ederek, bu mahkemelerde Avusturya Arazi İdaresinden bir memurun görevlendirilmesinin sakıncalı olduğuna işaret etmiştir. AİHM’ne göre, mahkemenin kuruluş tarzı makul bir kimsede bağımsızlığı konusunda şüphe uyandırabilir. Somut olayda Mahkeme üyelerinden birisi, meslekî görevlerinin ifası çerçevesinde dava taraflarından birisinin emri altındadır. Mahkeme sonuç olarak, şikâyetçinin o kişinin bağımsızlığı konusunda şüphelenmekte haklı olduğu bu gibi durumların, demokratik bir toplumda halkın mahkemelere olan güvenini ciddi bir şekilde sarsacağı gerekçesiyle, Sözleşmenin 6 (1) maddesinin ihlâl edildiğini tespit etmiştir. a. İncal Kararı Mahkeme, İncal davası dolayısıyla benzer bir değerlendirmeyi Türk Devlet Güvenlik Mahkemeleri hakkında yapmıştır. Somut olayda, İzmir’de avukat olan İbrahim İncal, Halkın Emek Partisi İzmir İI Yönetim Kurulu üyesi iken, İzmir’deki gecekondu yıkımlarıyla ilgili olarak bir bildiri dağıtılması dolayısıyla, TCK’nun 312. maddesi uyarınca yargılanmış ve 6 ay 20 gün hapis cezasına mahkûm edilmiştir. Karara karşı Komisyona başvuran İncal, diğerleri meyanında, asker üye görev yaptığı için Devlet Güvenlik Mahkemelerinin bağımsız olmadığını iddia etmiştir. AİHM göre: “Bir mahkemenin, Sözleşmenin 6 (I) maddesinde öngörüldüğü şekilde bağımsız olup olmadığını saptamak için, üyelerinin atanma ve görev süreleri ile dışarıdan gelebilecek baskılara karşı ne türlü bir güvenceye sahip oldukları ve bağımsız bir görüntü verip vermediği konuları da hesaba katılmalıdır. Devlet Güvenlik Mahkemelerindeki iki sivil hâkimin bağımsızlığı ve tarafsızlığı tartışma konusu değildir. Devlet Güvenlik Mahkemeleri askerî mahkeme olmamasına rağmen, bünyelerinde hâkimlerden biri askerî adlî sistemin bir üyesidir. AİHM, Devlet Güvenlik Mahkemesinde görev alan askerî hâkimlerin sivil hâkimlerle eşit olarak bazı bağımsızlık ve tarafsızlık güvencelerinden yararlandığını saptamıştır. Ancak, askerî hâkimlerin statüleri, bazı yönlerden soru işareti uyandırmaktadır. Öncelikle, bu askerî hâkimler, orduya bağlı askerler olmaya devam ettiklerinden bu durum idareden emir almalarına yol açmaktadır. İkinci olarak, bu askerî hâkimler askerî disipline tâbidir ve sicil raporları bu amaca uygun olarak ordu tarafından düzenlenir. Atanmalarıyla ilgili kararlar çak büyük bir çoğunlukla ordunun idarî makamları tarafından alınmaktadır. Son olarak, Devlet Güvenlik Mahkemesindeki görev süreleri dört yıldır ve tekrarlanabilir. AİHM önündeki davada, Hükümet, Devlet Güvenlik Mahkemelerinde askerî hâkimin yer almasının gerekçesi olarak, kanun dışı silahlı gruplar da dahil olmak üzere, organize suçlarla mücadele konusundaki tecrübelerini göstermiştir. AİHM, terörizmin yol açtığı sorunların bilincinde olmakla beraber, kararını bu iddia üzerine oturtacak değildir. Mahkemenin görevi, sözleşmeci devletlerde bu tür mahkemelerin kurulmasının gerekli olup olmadığını saptamak değil, söz konusu mahkemeler işlerken başvuranın adil yargılanma hakkını ihlâl edip etmediğini belirlemektir. Olayda, İbrahim İncal HEP’in İzmir Yönetim Kurulu tarafından I Temmuz 1992 tarihinde alınan bahse konu bildiriyi dağıtma kararına katılarak, halkı Hükümete karşı koymaya ve suç işlemeye teşvik edecek nitelikte ayrılıkçı propaganda yapmak suçundan mahkûm olmuştur. Davaya neden olan fiiller, Devlet Güvenlik Mahkemesinin yargısına göre, Türkiye Cumhuriyetinin temel prensiplerini tehlikeye atacak ya da güvenliğini tehlikeye düşürecek nitelikte sayılmıştır. AİHM, söz konusu bildiride halkı şiddete, düşmanlığa ve aralarında kin duygusuna yol açacak bir özellik bulunmadığını saptamıştır. Daha da ötesi, Devlet Güvenlik Mahkemesi Terörle Mücadele Kanununun uygulanmasını reddetmiştir. Buna ilave olarak, AİHM, bir sivilin, bir bölümünün dahi olsa, Silahlı Kuvvetlere mensup bir üyeye sahip olan bir mahkemede yargılanması gerçeğine büyük önem vermektedir. Buradan şu sonuç çıkmaktadır ki, başvuran, haklı olarak, İzmir Devlet Güvenlik Mahkemesinde görev yapan hâkimlerden birinin askerî hâkim olmasının, olayla hiçbir ilgisi olmadığı halde çok ciddi sonuç doğuracağından endişe etmektedir. Yargıtay tam yetkiye sahip olmadığı için, bu endişeyi gidermeye muktedir değildir. Sonuç olarak, başvuran İzmir Devlet Güvenlik Mahkemesinin bağımsızlığı ve tarafsızlığından endişe duymakta haklı sebeplere sahiptir. Sözleşmenin 6 (1). maddesi ihlâl edilmiştir.” Mahkeme başvurana manevî tazminat olarak 30.000.-, mahkeme masrafı olarak da 15.000 Fransız Frangı ödenmesini kararlaştırmıştır. b. Çıraklar Kararı Bu görüşler Çıraklar kararıyla da teyit edilmiştir. AİHM’ne göre: “Çıraklar gibi, Türkiye’nin toprak ve ulusal bütünlüğü, demokratik düzeni ve ulusal güvenliği aleyhine olarak değerlendirilen suçlar için Devlet Güvenlik Mahkemesinde yargılanan bir sivilin, askerî hukuk hizmetinin bir elemanı olan bir subayı da kapsayan üç kişilik Mahkeme heyeti tarafından yargılanması konusunda endişelenmesi anlaşılabilir bir durumdur. Fakat, bu güvensizlik 6 (1). maddenin ihlâl edildiğine karar vermeye yeterli değildir. Asıl unsur, Devlet Güvenlik Mahkemesinde bulunan yargıçların statüleri ile başvurana sağlanması gereken koruma olmalıdır.” “Bu statünün bağımsızlık ve tarafsızlık için bazı garantiler sağladığı doğrudur. Örneğin, askerî yargıçlar, sivil meslektaşları gibi, aynı meslekî eğitimi alırlar. Askerî yargıçlar Devlet Güvenlik Mahkemesinin bir üyesi olarak görev yaparlarken, görevden uzaklaştırılmamaları ya da kendi isteği dışında erken emekli edilmemeleri gibi sivil yargıçlarla özdeş Anayasal korumadan faydalanırlar. Devlet Güvenlik Mahkemesinin askerî üyesi olarak, Anayasaya göre tarafsız olarak hareket ederler, bağımsız olmalıdırlar ve hiçbir kamu yetkilisi yargısal faaliyetleri hakkında onlara talimat veremez ya da görevlerini yerine getirirken onlara etki edemez.” “Fakat, statülerinin diğer bir yönü onları tartışılabilir yapmaktadır. Öncelikle, tartışma konusu yargıçlar halen orduya bağlı olan, sırasıyla üstlerinden emir alan askerlerdir. İkinci olarak askerî disipline bağlı olarak kalırlar ve bu amaçla haklarında değerlendirme raporu verilir. Atanmaları ile ilgili kararlar büyük ölçüde idarî yetkililer ve ordu tarafından alınır. Son olarak Devlet Güvenlik Mahkemesi yargıcı olarak görev süreleri sadece dört yıldır ve uzatılabilir.” “Bu nedenle Çıraklar’ın söz konusu mahkemenin bağımsız ve tarafsız olmadığı endişesi objektif olarak doğrulanmış sayılabilir. Yargıtay prosedürü bu endişeyi gidermeye yeterli değildir. (bkz. İncal kararı S. 72) “Kısaca Sözleşmenin 6 (1). maddesi ihlâl edilmiştir.” Bu kararlar üzerine, 18.6.1999 tarih ve 4388 Sayılı Kanunla Anayasanın 143. maddesinde değişiklik yapılarak, askerî hâkimlerin yerine sivil hâkimler görevlendirilmiştir. Ayrıca DGM’nin Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanunda da gereken değişikler yapılmıştır. 2. Mahkeme önünde hak arama özgürlüğü Sözleşmenin 6 (1) maddesinde düzenlenen ikinci konu, kişinin nitelikleri yukarıda belirtilen bir mahkemede hak arama özgürlüğüne sahip olması ve mahkemeye başvuru konusunda hiçbir engelle karşılaşmamasıdır. Bu hakkın kullanılması, ceza ve hukuk davaları açısından farklılıklar göstermektedir. Hukuk davaları bakımından yargı organları önünde hak arama özgürlüğü, ilk kez İngiltere ile ilgili Golder olayında kabul edilmiştir. Olayda hükümlü olan şikâyetçi, cezaevinde çıkan bir olayda bir cezaevi görevlisi tarafından tartaklanmış ve onun hakkında tazminat davası açmak için avukatıyla temasa geçmek istemesi Adalet Bakanlığınca engellenmiştir. Komisyon, 1 Haziran 1973 tarihli raporunda, Sözleşmenin 6 ( 1 ) maddesinin hukuk davası açma hakkını da güvence altına aldığından bahisle, şikâyetçinin avukatıyla bu konuya ilişkin yazışmasının engellenmesini Sözleşmeye aykırı bulmuştur. Komisyonun bu görüşü, daha sonra 21 Şubat 1975 tarihinde AİHM kararıyla da teyit edilmiştir. Kuşkusuz, kanun yoluna başvuru hakkı da diğerleri gibi mutlak olmadığından, devletler bu hakkın kapsamını belirleyerek kullanılma şartları açısından düzenleme yapabilirler. Ancak, bu arada hakkın özüne hiçbir şekilde dokunulmamalıdır. Örneğin, Yunan Katolik Kilisesinin tüzel kişiliğinin tanınmayarak, dava ehliyeti bulunmadığından bahisle yargıya başvurmasının engellenmesi, Sözleşmeye aykırı bulunmuştur. Buna karşılık, temyiz mahkemesine başvurunun asgari bir meblağla sınırlandırılması ve dava konusunun bu meblağın altında olduğu hallerde, temyiz yolunun kapatılmasında herhangi bir aykırılık görülmemiştir. Devletlerin bu alanda takdir yetkileri olmakla beraber, Sözleşmede öngörülen organların denetimine tabidir. AİHM’ne göre hak kısıtlamasının meşru bir amacı bulunmalı ve yapılan kısıtlama bu amaçla orantılı olmalıdır. Hollanda’yla ilgili bir olayda Mahkeme denetimi aşağıdaki sonucu vermiştir. “Hollanda hukukunun, yüksek idarî makamlara yapılan başvurulara karşı kanun yoluna başvurma hakkını yeterince güvence altına almadığı anlaşılmaktadır. Bu tür tasarruflara karşı sivil mahkemelere başvuru yolu açık tutulmalıdır. Uyuşmazlık konusunun kamu hukukuna ilişkin olup olmaması önemli değildir.” AİHM, başka bir kararında, konunun önemini tekrar vurgulamıştır. Olayda, şikâyetçinin arazisinin bulunduğu vadi, Fransız Çevre Bakanlığı tarafından doğayı koruma alanı olarak ilan edilmiş ve karar resmî gazetede yayınlanmıştır. Şikâyetçi bu karara karşı Danıştay’a başvurmuşsa da, Danıştay 60 günlük süreyi geçirdiği için başvuruyu geri çevirmiştir. AİHM’ne göre, şikâyetçi, devletten, kendi çıkarı ile kamu yararı arasında uygun bir denge kurmasını beklemek hakkına sahiptir. Somut olayda şikâyetçiye bir idarî tasarrufun iptali için, açık, pratik ve etkin bir fırsat verilmemesi, mülkiyet hakkına doğrudan müdahale sonucu doğurur ve Sözleşmenin 6 (1) maddesine aykırıdır. Buna karşılık Komisyon ve Mahkeme, Hennings-Almanya olayında Sözleşmeye herhangi bir aykırılık görmemişlerdir. Şikâyetçi, gıyabında, ceza kararnamesiyle para cezasına mahkûm edilmiş ve buna ilişkin karar, posta kutusuna bırakılmıştır. Ancak kendisi posta kutusunun anahtarını bulamadığı için tebligattan haberi olmamış ve bu arada karara 7 günlük itiraz süresini kaçırmıştır. Şikâyetçi kanun yoluna başvuru hakkında yoksun bırakıldığı iddiasıyla Komisyona başvurmuştur. Olayı inceleyen AİHM, şikâyetçinin kendi kusuruyla itiraz hakkını kullanamadığına işaretle, bundan Alman hükümetinin sorumlu tutulamayacağını belirtmiştir. AİHM bu bağlamda, dava taraflarının yüksek Mahkemelerde de eşit konumda olmalarına özel bir önem vermektedir. Örneğin, Lobo Machado-Portekiz davasında, şikâyetçi emeklilik haklarına ilişkin bir dava açmıştır. Davanın yüksek mahkemede görülmesi sırasında, Başsavcılığın hazırladığı ve davanın sonucunu etkileyen mütalâa şikâyetçiye tebliğ edilmemiştir. AİHM, bu uygulamanın şikâyetçinin cevap verme hakkını bertaraf ettiğini tespitle, şikâyetçiye teminat ödenmesini kararlaştırmıştır. AİHM, en son kararlarında, ceza davalarında da aynı sonuca varmıştır. Hollanda ile ilgili J.J. davasında şikâyetçi ilk derece mahkemesince para cezasına mahkûm edilmiştir. K.D.B. davasında ise, çiftçi olan şikâyetçinin sığırlarının müsaderesine karar verilmiştir. Şikâyetçiler yüksek mahkemeye itirazda bulunmuşlardır. Ancak, bu iki davada da Başsavcılık, itirazların reddini talep etmiştir. Bununla beraber, Başsavcılığın mütalaası şikâyetçilere veya avukatlarına tebliğ edilmediği gibi, kendilerine duruşma günü de bildirilmemiştir. Benzer bir sonuç Türkiye ile ilgili olarak göç davasında ortaya çıkmıştır. Başvuran, haksız tutuklandığı iddiasıyla açtığı tazminat davasının temyiz incelemesinde, Yargıtay Başsavcılığı tebliğnamesinin kendisine tebliğ edilmemesinin savunma ve cevap haklarını ihlâl ettiğinden yakınmıştır. AİHM’ne göre, başvurana tanınan bu hak, mahkeme kararını etkileyeceği cihetle, dava tarafları, yargı organların bir üyesi tarafından öne sürülen tüm görüş ve sunulan delilleri öğrenmek zorundadır. Somut davada başvurana hakkını savunmak üzere yazılı cevap imkânının tanınmamış olması, Sözleşmenin 6/1 maddesi anlamında savunma hakkının ihlâlidir. Nitekim, AİHM, 22 Şubat 1996 tarihli kararında, Avusturya’da yaşayan vatandaşımız Bulut’un bu konudaki şikâyetini haklı bulmuştur. Mahkeme, Avusturya Başsavcılığı iddianamesinin savunmaya tebliğ edilerek inceleme fırsatı verilmeden, doğrudan Yüksek Mahkemeye tevdi edilmesinin Sözleşmenin 6 (1) maddesine aykırı olduğunu tespit etmiştir. Mahkeme yeni kararlarında da, bu anlayışını sürdürmüştür. Polonya ile ilgili Belziuk davasında, ilk derece mahkemesinde 3 yıl hapis cezasına mahkûm olan şikâyetçiye, davanın istinaf mahkemesinde görüşülmesi aşamasında dosyayı ve delilleri inceleme fırsatı verilmemesini ve savcılık mütalaasının tebliğ edilmemiş olmasını Sözleşmeye aykırı bulmuştur. Hukuk davası açmak için Mahkeme masraflarını karşılayacak veya bazı davalarda istenilen teminatı gösterecek malî imkânlardan yoksun olmak, bazen hak arama özgürlüğü önünde bir engel teşkil edebilir. Örneğin, İrlanda ile ilgili Airey olayında, AİHM Sözleşmenin 6 (1) maddesinin ihlâl edildiğine karar vermiştir. Olayda, adı geçen şikâyetçi kendisi için hayati tehlike yaratan kocası aleyhine ayrılık davası açmak istemişse de, kendisi davasını bizzat savunacak durumda bulunmadığı ve avukat tutacak parası da olmadığı için, davayı açamamıştır. Mahkeme, somut olayda şikâyetçinin mahkemeye başvuru hakkının engellendiğini kabul etmiş, ancak devletin her davada adlî yardımda bulunmak zorunda olmadığına işaretle,hak arama özgürlüğünün basit muhakeme usulleriyle de güvence altına alınabileceğine dikkati çekmiştir. Ceza hukuku alanındaki davalar açısından ise, mahkemeye başvuru hakkı mutlak bir hak değildir. Dolayısıyla, yetkili makamlar, örneğin savcılık kişi hakkında takipsizlik kararı vermişse, artık o kişi olay hakkında mutlaka bir mahkemenin karar vermesi için ısrar edemez. Ancak, savcılık veya herhangi bir idarî makamın kişi aleyhine karar vermesi halinde, mahkemeye başvuru yolu açık tutulmalıdır. Örneğin, Belçika ile ilgili Weer olayında böyle bir durum söz konusu olmuştur. Olayda, adı geçen kasap, Ticaret Bakanlığının kararnamesinde belirtilenden fazla fiyatla et sattığı için bakanlık müfettişi tarafından denetlenmiş ve hakkında düzenlenen rapor savcılığa intikal ettirilmiştir. Savcı, dükkanın kapatılmasına, ancak 10.000 Frank ceza ödendiği takdirde bu önlemin kaldırılmasına karar vermiştir. Şikâyetçi, daha fazla zarara girmemek için cezayı ödemiş ve İnsan Hakları Komisyonuna başvuruda bulunmuştur. Komisyon, bir suçla itham edilen şikâyetçinin yargı yoluna başvuru hakkının engellenmesini. Sözleşmenin 6 (1) maddesine aykırı bulmuştur. Türkiye ile ilgili Gürdoğan ve diğerlerinin başvurularında da (Başvuru No. : 15202-5/89) şikâyetçiler, işkence ve küçük düşürücü muameleye maruz kaldıkları halde, yargı yoluna başvurmalarının engellendiğini iddia etmişlerdir. Söz konusu başvurular, kendilerine kişi başına 300’er bin Fransız Frangı tazminat ödenerek dostane çözüm yoluyla sonuçlandırılmıştır. Anayasanın 125. maddesine göre, ülkemizde, “idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır.” Bu ilkenin tek istisnası, yine Anayasanın 159. maddesinde yer almıştır. Buna göre, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu kararlarına karşı yargı mercilerine başvurulamaz. Adalet Bakanının başkanlığında, Bakanlık Müsteşarı ve Yargıtay’dan üç ve Danıştay’dan iki üyeden oluşan Kurulun, Bakan dışındaki bütün üyeleri yüksek dereceli hâkim olduğu için, bizatihi kendisi bir yüksek Mahkeme niteliğinde kabul edilerek, kararlarına karşı yargı yoluna başvuru hakkı gereksiz görülebilir. Ancak, Kurulun hâkim ve savcılar hakkında meslekten menetmeye kadar varan çok önemli disiplin cezaları verme yetkisi bulunması ve buna rağmen yargı yolunun kapalı olması, hâkim ve savcılar açısından yeterli bir güvence sağlamaktan çok uzaktır. Söz konusu Kurul ve İtirazları İnceleme Kurulunun, Sözleşmenin 6 (I) maddesi anlamında kanunla kurulmuş birer Mahkeme sayılacağında kuşku yoktur. Ancak, bu kurulların gerek bağımsızlıkları ve gerekse tarafsızlıkları açısından aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Kurula, yürütme erkinin temsilcisi olan Adalet Bakanı başkanlık yaptığından, kurul kararlarında siyasî etkenlerin rol oynaması ihtimali, Kurulun bağımsızlığına gölge düşürebilir. Kurul itirazları incelemek üzere toplandığında gerçi Adalet Bakanı çekilmekteyse de, bu kez kurulun kompozisyonu tarafsızlığına olan güven duygusunu sarsabilir. Nitekim, Kurul bu kez asıl kurul üyeleriyle yedek üyelerden oluşmaktadır. Asıl üyeler ise itiraza konu olan kararı alan ve itiraz eden hakkındaki olumsuz düşünceleri önceden belli olan kimselerdir. Bu nedenle, Sözleşmenin 6 (l) maddesinin gereklerini yerine getirmek için, Kurulun kararlarına karşı gerçekten bağımsız ve tarafsız mahkemelere yargı yolu açılmalıdır. Nitekim, BM Genel Kurulunun 13 Aralık 1985 tarih ve 40/146 sayılı kararıyla kabul edilmiş olan, “Yargı Bağımsızlığının Temel İlkeleri”nin 20. maddesinde de, hâkimlerin, haklarında yapılan disiplin işlemleri veya geçici olarak görevden alma ya da göreve son vermeye ilişkin kararlara karşı, bağımsız yargı organlarında kanun yoluna başvurma hakkına kavuşturulmaları tavsiye edilmektedir. AİHM, bu konudaki başvurulardan birisi hakkında kabul edilebilirlik kararı vermiş olup dava halen Mahkeme gündemindedir. C. YARGILAMANIN KAMUYA AÇIK OLMASI Sözleşmenin 6 (1) maddesine göre, hüküm açık celsede verilir; ancak demokratik bir toplumda genel ahlâk, kamu düzeni ve millî güvenlik yararı veya küçüklerin korunması ya da dava taraflarının özel hayatlarının gizli tutulması gibi nedenlerle veya davanın açık celsede görülmesinin adaletin selâmetine zarar verebileceği bazı özel durumlarda, mahkemenin zorunlu göreceği ölçüde, duruşmalar dava süresince tamamen veya kısmen basına ve dinleyicilere kapalı olarak sürdürülebilir. Yargılamanın ilke olarak kamuya açık olması, adil yargılanma hakkı açısından dava tarafları için bir güvence olduğu kadar, kamuoyunun yargıya olan güven ve saygısını da arttırır. AİHM’nin Hollanda’yla ilgili Kostovsky olayında belirtildiği gibi, bütün deliller kendisine söz hakkı tanımak üzere sanığın da hazır bulunduğu kamuya açık duruşmada değerlendirilmelidir. Komisyon ve Mahkemeye yapılan başvurularda, şikâyetler çoğunlukla kanun yollarına başvurulması halinde, üst mahkemelerdeki incelemelerin de duruşmalı ve kamuya açık yapılıp yapılmayacağı konuları üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu ilkelerden ilk derecede mahkemelerinde sapılması ise hiçbir şekilde kabul edilmemektedir. Örneğin, Belçika ile ilgili Myldermans olayında, bir posta memuresi olan şikâyetçi, milyon Frank kasa açığı vermiştir. Hakkında ceza davası açılmamakla beraber, idare mahkemesi evrak üzerinde inceleme ile kendisinin 2 milyon Frank ödemesini kararlaştırmıştır. İdare mahkemesinin duruşma yapmayarak şikâyetçiye davasını savunma imkanı tanımamış olması Sözleşmeye aykırı bulunmuştur. Komisyon ve Mahkeme, istinaf ve temyiz gibi kanun yollarına başvurulduğu durumlarda, üst mahkemelerdeki incelemenin duruşmalı ve kamuya açık olup olmayacağını yapılan incelemenin niteliğine göre belirlemektedir. İnceleme sadece hukukî sorunlara inhisar ediyorsa, duruşma yapmaya gerek yoktur. Buna karşılık, hukukî sorunlarla birlikte işin esası da inceleme konusu yapılıyorsa, dava duruşmalı ve kamuya açık olarak görülmelidir. Örneğin AİHM, İsveç’le ilgili J. Ekbatani olayında, 6. maddenin ihlâl edildiğini kararlaştırmıştır. Olayda, sürücü ehliyeti almak isteyen şikâyetçi, görevlilerden birisini tehdit suçuyla yargılanmış ve 600 Kron para cezasına çarptırılmıştır. İstinaf mahkemesi işin esasını da incelediği halde, şikâyetçinin gösterdiği tanıkları dinlemeyi ve duruşma yapmayı reddetmiştir. Daha sonra şikâyetçinin temyiz talebi de kabul edilmemiştir. AİHM’ne göre, bir suçla itham edilen herkes, 6. madde çerçevesinde ilke olarak açık duruşmada hazır bulunma hakkına sahiptir. Somut olayda, ilk derece mahkemesinde duruşma yapıldığı halde, istinaf incelemesinde sanığın hazır bulundurulmaması Sözleşmeye aykırıdır. AİHM daha sonra, yine İsveç’le ilgili Helmers davasında, ilk derece mahkemesinde duruşma yapılmış olmak kaydıyla, istinaf ve temyiz aşamalarında duruşma yapılmamasının bir dereceye kadar haklı görülebileceğini; ancak istinaf mahkemesinin sadece hukukî sorunları değil, işin esasını da incelemesi halinde mutlaka kamuya açık olarak duruşma yapılması gerektiği şeklindeki görüşünü teyit etmiştir. AİHM, Ekbatani olayında, 6. maddede öngörülen yargılamanın kamuya açık olması ve dolayısıyla saydamlığı ilkesinin, demokratik bir toplumun en temel ilkelerinden birisi olduğuna işaret etmiştir. Bu ilkeden ancak, söz konusu maddede belirtilen toplum ahlâkı, kamu düzeni ve millî güvenlik gibi genel mülâhazalar ve küçüklerin korunması gibi bazı özel çıkarları korumak amacıyla sapılabilir. AİHM, çok yeni bir kararında, duruşmaların kamuya açıklığı ilkelerinin disiplin komisyonları açısından da geçerli olduğunu kabul etmiştir. Somut olayda, Fransa’da yerel bir disiplin komisyonu, gizli bir oturumda, meslek kurallarını ihlâl eden veteriner Serre hakkında, 3 yıl meslekten men cezası vermiştir. Bu ceza itiraz üzerine üst disiplin kurulunca incelenmiş ve aynı şekilde gizli bir oturumda onaylanmıştır. Şikâyetçinin başvurusu Danıştay tarafından da geri çevrilmiştir. AİHM, duruşmaların kamuya açıklığı ilkesinin temel zorunluluk olduğuna işaretle, Sözleşmenin ihlâl edildiğini tespit etmiştir. Anayasanın 141. maddesine göre, “Mahkemelerde duruşmalar herkese açıktır.” Türkiye’de ilk derece mahkemelerinde yargılama kamuya açık olarak yapılmaktadır. CUMK’nun 373. maddesine göre, duruşma herkese açıktır. Bu ilkeden, Sözleşmede öngörüldüğü gibi, ancak genel ahlâk ve kamu güvenliği ve küçüklerin korunması gibi nedenlerle vazgeçilebilir. Sözleşmede öngörülen istisnalara, Anayasanın anılan maddesinde de yer verilmiştir. Türkiye’de istinaf mahkemeleri bulunmadığı için kanun yoluna Yargıtay nezdinde başvurulmaktadır. Temyiz incelemesi batı demokrasilerinde, ülkede hukuk normlarının, kanun önünde eşitlik ilkesinin bir gereği olarak, yeknesak bir şekilde uygulanmasını sağlamak üzere sadece hukukî sorunlara inhisar ettiği halde, Türkiye’deki uygulamada Yargıtay aynen istinaf mahkemelerinde olduğu gibi hukukî sorunların dışında işin esasını da incelemektedir. Bu çerçevede, Yargıtay’daki temyiz incelemesinin de duruşmalı ve kamuya açık yapılıp yapılmayacağı sorusu sorulabilir. Uygulamada, ceza davaları açısından 15 yıl gibi belirli süreyi aşan cezalarla ilgili davalar re’sen Yargıtay’a intikal ettirilmekte ve talep üzerine duruşmalı ve kamuya açık olarak görülmektedir. Hukuk davaları açısından ise periyodik olarak belirli meblağlar belirlenmekte ve dava konusunun bu miktarı aşması halinde, talep üzerine duruşma yapılmaktadır. Bu tür bir uygulamanın Sözleşmenin 6 (1) maddesiyle bağdaşıp bağdaşmayacağı ancak somut bir olayda AİHM’ne başvuru halinde açıklığa kavuşacaktır. D. YARGILAMANIN MAKUL SÜRE İÇİNDE SONUÇLANDIRILMASI 1. Genel Olarak Sözleşmenin 6 (1) maddesi, yargılamanın “makul süre içinde” sona erdirilmesini belirtmektedir. Komisyon ve Mahkemeye, bu madde çerçevesinde yapılan şikâyet sayısının çokluğu,Z’S bu hükmün önemini açıklıkla ortaya koymakla beraber, yargılamanın bitirilmesi gereken makul sürenin hangi süre olduğunun belirlenmesi büyük güçlükler göstermektedir. Yargılama süresi hukuk davalarında, dava dilekçesinin mahkeme kalemine kaydı, ceza dava(arında da kişinin bir suçla itham edildiği ve hakkındaki kovuşturmanın başlatıldığı andan itibaren işlemeye başlar ve yargılamanın bütün aşamalarını kapsar. Hükmün verilmesinden sonra istinaf ve temyiz gibi kanun yollarına başvurulmuşsa, buralarda geçen zaman da yargılama süresine dahildir. AİHM’nin, İsviçre’yle ilgili Zimmerman-Steiner davasındaki değerlendirmesine göre, yargılama süresinin 6. madde anlamında makul olup olmadığı her olayın özelliklerine göre belirlenmelidir. Bu çerçevede, özel durumlar, davanın karmaşıklığı, şikâyetçi ve kamu makamlarının davayla ilgili tutum ve davranışları ve davanın şikâyetçi açısından taşıdığı önem gibi etkenler göz önüne alınmalıdır. Bütün bu unsurlarla birlikte, asıl önemli olan, gecikmenin kamu makamlarının tutum ve davranışlarından kaynaklanıp kaynaklanmadığının araştırılmasıdır. Olayda İsviçre Federal Mahkemesi uzun bir süre dosya üzerinde hiç bir işlem yapmadan hareketsiz kalmıştır. İsviçre hükümetinin, Federal Mahkemenin ağır bir iş yükü altında bulunduğunu istatistikleriyle ortaya koyması ve mahkemenin bu yüzden davaları önemlerine göre sırasıyla incelediği şeklindeki savunması, geçerli mazeret olarak kabul edilmemiştir. Bu nedenle, Sözleşmeye taraf olan devletler yargı teşkilatlarını davaları makul sürelerde bitirecek şekilde örgütlemek ve düzenli olarak çalışmalarını sağlamak yükümlülüğü altındadır. Davanın niteliği, kanun yollarına başvurulup vurulmadığı, dava taraflarının ve adlî makamların davayla ilgili tutum ve davranışları her olayın özelliklerine göre farklılıklar gösterdiği ve dava süresini etkilediği için, bu konuda kesin bir süre belirlemek mümkün ve doğru değildir. Nitekim, Komisyon ve Mahkeme de bu konuda kesin bir süre vermeksizin, durumu her davanın özelliğine göre ve olay bazında değerlendirmektedir. Komisyona, davaların uzaması konusunda en çok başvurunun İtalya hükümeti aleyhine yapıldığı gözlenmektedir. AİHM’ne göre, Sözleşmenin 6 (1) maddesi devletlere, yargı teşkilatlarını, bu hükmün gereklerini karşılayacak şekilde kurmak ve işletmek yükümlülüğü getirmiştir. Davaların makul sürelerde sonuçlandırılmaması, yargının etkinlik ve saygınlığını yitirmesine neden olduğu gibi, hukukun üstünlüğünün sağlanmasını da engellemektedir. AİHM, davaların makul sürede sonuçlandırılmaması ve bunlardan 65’inin ancak AİHM kararları üzerine sonuçlandığına işaretle, bu endişe verici durumun Sözleşmeye aykırı olduğu vurgulanarak, İtalya, bu uygulamaya son vermeye çağrılmıştır. Komisyon ve Mahkeme içtihatlarından hangi sürenin makul süre olduğu konusunda kesin bir sonuç çıkarmak mümkün olmamakla beraber, kararlardan bazı örnekler, bu konuda bir fikir verebilir. a. Ceza Davaları Dobertin-Fransa olayında, casusluk yapmakla suçlanan şikâyetçinin davasına, Fransa’da Devlet Güvenlik Mahkemelerinin 1982’de kaldırılmasından sonra adlî yargıda bakılarak 12 yılda sonuçlandırılması; Kemache-Fransa olayında kalpazanlık suçundan hakkında dava açılan şikâyetçinin davasının sekiz buçuk yıl sürmesi; Abdoella-Hollanda olayında cinayete azmettirmek suçundan yargılanan şikâyetçi hakkındaki davanın 4 yıl 4 ay sürmesi, Sözleşmenin 6 (1) maddesine aykırı bulunmuştur. b. Hukuk Davaları Wiesinger-Avusturya olayında, bir arazi toplulaştırma işleminin 9 yıl sürmesinde, Mahkeme olayın karmaşıklığını ve şikâyetçinin tutumunu değerlendirdikten sonra, gecikmenin belediye ve yerel arazi komisyonları arasındaki bürokratik işlemlerden kaynaklandığını tespitle, 6. maddenin ihlâl edildiğini kararlaştırmıştır. Aynı şekilde, Silva Pontes-Portekiz olayında bir trafik kazası dolayısıyla açılan tazminat davasının 10 yılda sonuçlandırılması; keza Portekiz’le ilgili Estima davasında basit bir alacak tahsil davasının 13 yıl sürmesi; Darnell İngiltere olayında, görevine son verilen bir işçinin iş mahkemesine yaptığı başvurunun 9 yılda karara bağlanması Sözleşmeye aykırı bulunmuştur. |