Guest | c. İdarî Davalar Pizzetti-İtalya olayında şikâyetçi ve 4 arkadaşının hizmet ilişkisinden kaynaklanan alacakları ve emekli ve sakatlık aylıklarına ilişkin uyuşmazlıkların, 4 ila 16 yıl arasında sonuçlandırılması; Scuderi-İtalya olayında, terfide maaş hesaplanması dolayısıyla memurla Maliye Bakanlığı arasında çıkan uyuşmazlığın 4 yıl 5 ay sürmesi; Massa-İtalya olayında aynı işi gören kadın ve erkeğin emekli maaşları arasındaki farklılık dolayısıyla açılan davanın Sayıştay’da 6 yıl sürmesi; Pailot, Richard Henra ve Leferme-Fransa davalarında kan hastası olan şikâyetçilere kan nakli sırasında AİDS virüsü bulaştırılması ve bu yüzden Sağlık Bakanlığı aleyhine açılan tazminat davalarının ancak 4-6 yıl arasında sonuçlandırılabilmiş olması Sözleşmeye aykırı bulunmuştur. Aynı şekilde, Doudaly-Fransa davasında istisna akdinden kaynaklanan bir alacak davasının idare mahkemelerinde 8 yıl sürmesi, Sözleşmeye aykırı sayılmıştır. Komisyon ve Mahkeme, şikâyetçinin davadaki tutum ve davranışını da özel olarak değerlendirmekte ve yerine göre şikâyeti reddetmektedir. Örneğin, Monnet-Fransa olayında, şikâyetçinin açtığı ayrılık davası 7 yıl 1 ayda sonuçlanmıştır. AİHM, şikâyetçinin, davanın karmaşık hale gelmesine ve uzamasına, sayısız dilekçe vermek suretiyle bizzat sebebiyet verdiğini tespitle Sözleşmeye aykırılık görmemiştir. AİHM, 1.I .1996 tarihi itibarıyla, davaların makul sürede sonuçlandırılmadığı gerekçesiyle toplam 110 karar almıştır. Bunlardan 82’si hukuk, 28’i ceza davalarına ilişkindir. Kararların devletler itibarıyla dağılımı ise; İtalya 72, Fransa 11, Avusturya ve Portekiz 6, Almanya 4, Hollanda 3, İspanya, İngiltere ve Türkiye 2 ve Belçika ve İsviçre 1’dir. 2. Türk Hukuku Türkiye’deki uygulamada, davaların makul veya belirli sürelerde sonuçlandırılmasına ilişkin somut herhangi bir hüküm bulunmadığından, özellikle hukuk davalarının yıllarca sürdüğü bilinen bir gerçektir. Buna karşın, usul kanunlarında zaman zaman yapılan değişiklikler dışında, etkin önlemler alınamamıştır. Aynı şekilde ceza davalarının da çok uzun sürmesi ve bunun tutuklu yargılanan sanıkların mağduriyetine sebep olması karşısında, CMUK’nda değişiklik yapan 18.11.1992 tarih ve 3842 sayılı Kanunla, ceza yargılamasının hızlandırılmasına yönelik bir önlem olarak tutukluluk süresine tavan getirilmiştir. Söz konusu kanunun 7. maddesinde, hazırlık soruşturmasının 6 ay içinde bitirilerek dava açılması ve davanın da ilke olarak 2 yıl içinde sonuçlandırılması öngörülmüştür. Çeşitli nedenlerle davanın bu sürelerde açılmaması veya sonuçlandırılamaması halinde, suçun cezasına göre tutuklu bihakkın veya nakdî kefaletle serbest bırakılacaktır. Uygulamadaki sonucu zamanla ortaya çıkacak olan bu düzenlemenin, ceza davalarının hızlandırılması açısından hâkim ve savcılar üzerinde belirli bir etki yapacağında kuşku yoktur. Ancak, adaletin amacı, gerçek ve doğruların bulunması ve asıl suçluların cezalandırılması olduğundan, bu hız sağlanırken gelişigüzel ve yanlış davalar açılması ve hatalı kararlar verilmesi tehlikesi daima göz önünde bulundurulmalıdır. Bu nedenle, bu tür yasal önlemlerin, mahkemelerin araç gereç, teşkilatlanma ve personel ihtiyacı gibi diğer önlemlerle desteklenmesi gerekir. “Geciken adalet, adalet değildir.” deyimi, bütün hukuk sistemlerinde mevcuttur. Bu nedenle, davaların hızlandırılması için bu tür kapsamlı önlemlerin bir an önce alınmasında büyük yarar vardır. Çünkü, Sözleşmenin 6. maddesi çerçevesinde, Türkiye’den de Komisyona bir çok başvuru yapılmış ve bunlardan bazıları AİHM’nce sonuçlandırılmıştır. Komisyona, hukuk davaları konusunda fazla bir başvuru yapılmamıştır. Komisyonun 26 Haziran 1996 tarihli raporuyla sonuçlanan Molin İnşaat başvurusunda, Komisyon, davanın makul sürede sonuçlandırılmadığını tespit ederek, Türk Hükümetinin başvuran şirkete manevî tazminat olarak 10.000.- Fransız Frangı ve yargılama masrafı ve avukatlık ücreti olarak da 10.000.- Fransız Frangı ödemesine karar vermiş ve raporunu Bakanlar Kuruluna intikal ettirmiştir. Bakanlar Kurulu adına görev yapan Delegeler Komitesi, raporu aynen benimseyerek söz konusu meblağların ödenmesini izlemiştir. Söz konusu davanın konusu, başvuruyu yapan şirketin başka bir şirketle yaptığı taşeronluk sözleşmesi sonucunda uğradığı zararın tazminidir. Dava İstanbul Ticaret Mahkemesinde 17 Kasım 1980 de başlamış ve 3 Şubat 1994 de Yargıtay kararıyla son bulmuştur. Böylece, yargılama süresi 13 yıl 2 aydır. Bu sürede toplam 56 duruşma yapılmış ve 6 bilirkişi raporu alınmıştır. Komisyon, Ticaret Mahkemesinin davayı hızlandırmak için alınması gereken önlemleri almadığı ve davanın anormal biçimde uzamasına neden olduğu kanısına varmıştır. Ceza davaları açısından ise, davaların makul sürede sonuçlandırılmadığına ilişkin örnekleri çoğaltmak mümkündür. Sonuçlanmış olan aşağıdaki davalar dışında, halen çoğunluğu ceza davası olmak üzere, Türkiye’den yapılan toplam başvuru AIHM gündeminde inceleme aşamasındadır. a. Yağcı-Sargın Kararı Yağcı Sargın davasında, şikâyetçilerin Türkiye’deki yargılanmaları toplam 4 yıl 8 ay sürmüştür. Bu davada AİHM aşağıdaki gözlemlerde bulunmuştur: “53. Yargılama süresinin makul olup olmadığı. davanın özel koşullarının ışığında değerlendirilecektir, bu konuda Mahkeme İçtihadının vazettiği ölçüye göre, özellikle davanın karmaşıklığı, başvuranın ve yetkili makamların tutum ve davranışları kriter olmaktadır.” “54. Hükümet, çok büyük sayıda avukat tarafından savunulan 16 sanığı ilgilendiren delillerin kırk dosyayı bulması sebebiyle davanın aşırı derecede karmaşık olduğunu ileri sürmüştür.” “58. Hükümet, başvuranların avukatlarının, duruşmada konulan güvenlik tedbirlerini protesto için bir kaç defa duruşma salonunu terkederek ve dosyadaki deliller hakkında görüşlerini bildirmek üzere verilen mehillere uymayarak davanın uzamasına neden oldukları görüşünü savunmuştur.” “60. AİHM, Sözleşmenin 6. maddesinin, bir suçtan itham olunan bir sanığın adlî mercilerle işbirliği yapmasını gerektirmediğini yinelemiştir. Mahkeme, komisyon gibi, Yağcı ve Sargın ve bunların avukatlarının duruşmalardaki davranışlarının engelleyici nitelikte gözükmediğini kaydetmiştir. Her ne olursa olsun, başvuranlar, savunmalarında millî hukukun sağladığı kaynakların öngördüğü avantajı kullandığı için kınanamaz. Hatta, duruşmalarda çok sayıda avukat hazır bulunsa ve güvenlik önlemlerine karşı bunların davranışı bir ölçüde davanın seyrini yavaşlatsa bile, bunlar tek başına alındığında, söz konusu davanın uzamasını izah eden unsurlar değildir.” Sonuç olarak AİHM, Sözleşmenin 6 (1) maddesinin ihlâl edildiğini tespit etmiştir. b. Mansur Kararı Somut davada İran uyruklu olup sonradan Türk vatandaşı olan Mansur uyuşturucu madde kaçakçılığı suçuyla Yunan mahkemesince mahkûm edilmiş, Türkiye’ye dönüşünde hakkında Edirne 1. ve 2. Ağır Ceza Mahkemelerinde yeniden dava açılmıştır. AİHM’ne göre: “68. Sözleşmenin 6 (I) maddesi, cezaî kovuşturmaya uğrayan herkese, itham edildiği suç hakkında makul bir süre içinde gerekçeli ve kesin bir karar verilmesini talep hakkı tanımıştır. Bu hüküm, taraf devletlere, yargı teşkilatlarını bu talebi karşılayacak şekilde düzenleme yükümlülüğü getirmiştir.” “69. Edirne Ağır Ceza Mahkemesi müsadere edilen maddelerin tahlil raporunu, Yunanistan’dan, 13 Temmuz 1990’da almış ve 6 gün sonra da tercüme için istinabe yoluyla Ankara Ağır Ceza Mahkemesine göndermiştir. Ne var ki, tartışmalı olan bu raporun çevirisi henüz mahkemeye ulaşmadan, başka delillere dayanarak 19 Şubat 1991’de şikâyetçi hakkındaki kararını vermiştir. AİHM buna ve 1 ve 2. Ağır Ceza Mahkemelerinin söz konusu raporun gelmesini beklerken neden duruşmaları ertelemediğine bir anlam verememiştir.” Sonuç olarak AİHM, Yunan makamlarından gelen belgelerin zamanında ulaşmasına rağmen, yeminli tercüman eksikliği ve ilgili makamlar arasındaki iletişim bozukluğu gibi nedenlerle, yargılama süresinin Sözleşmenin 6 (1) maddesine aykırı olduğunu tespit etmiştir. c. Mitap ve Müftüoğlu Kararı Somut olayda terör örgütüne üye olmak ve silahlı terör eylemlerine katılmak suçuyla, önce sıkıyönetim, sonra da adlî yargıda yargılanan şikâyetçilerin davaları toplam 15 yıl sürmüştür. Davayı inceleyen AİHM aşağıdaki tespitlerde bulunmuştur. “33. Hükümet, H. Mitap ve A. Müftüoğlu ‘nun aleyhlerine açılmış olan davanın karmaşık yapısını ileri sürmektedir. Davanın aralarında bir çoğu ağır cezaya giren 607 ceza suçunu kapsadığı ve 703 sanığın bulunduğu özellikle ileri sürülmektedir. Hükümet yetkilileri, aralarında şikâyetçilerinde bulunduğu bu sanıkların yasadışı bir örgüt çerçevesinde gerçekleştirdikleri faaliyetlerin uzantılarını ve desteklerini tespit etmek durumundaydılar.” Hükümete göre, Sıkıyönetim mahkemesi yargılamanın hızla sonuçlandırılması için gerekli bütün çabaları yasa dahilinde göstermiştir. O kadar ki, 18 Ekim 1982 ve 19 Temmuz 1989 tarihleri arasında haftada 3 kez olmak üzere toplam 512 duruşma yapılmıştır. Bütün sanıkların ifadelerinin alındığı soruşturma 5 yıl sürmüştür. Dosyanın 11 Kasım 1987 tarihinde iletildiği savcı 1766 sayfalık iddianameyi 23 Mart 1988 tarihinde bitirebilmiştir. 11 Mayıs 1988 tarihinde başlayan duruşmada iddianamenin okunması 60 gün sürmüştür. Son olarak, dosya 1000 kadar klasör ve 264 sayfa karar özetini içermektedir. Bu şartlar yargılama süresinin uzunluğunu açıklamaktadır. Yargı makamlarının ihmali veya yavaşlığı söz konusu değildir.” “34. Şikâyetçiler, sanık sayısının değişik olaylarla kurulan bağlar sonucu ortaya çıkan yapay bir rakam olduğunu ileri sürerek iddia konusu 607 ceza suçlamasının kendilerini kapsamadığını ileri sürmektedirler. Ayrıca, yetkili makamlar duruşmaları hızlandırabilecek bir takım teknik uygulamaları unutmuşlardır. “35. Komisyon’a göre dava karmaşık bir yapıdadır ve yargılama süresinin uzunluğu askerî ceza yargı makamlarının geniş çaplı bir dava organize etmeye çalışmalarından kaynaklanmıştır. Bu sürenin içinde Sıkıyönetim mahkemesinin, kararının gerekçesini yazdığı 3 yıl gibi durağan geçen zamanlar da söz konusudur. Sonuç olarak, Komisyon yargılamanın makul süreyi aşmasında yetkili makamların davayı ele alış şekillerinin etkili olduğu sonucuna varmıştır.” “36. Mahkeme, önce 19 Temmuz 1989 tarihinde dosyanın resen gönderildiği Askerî Yargıtay’da sonrada Yargıtay’da yapılan yargılamanın 28 Aralık 1995 tarihinde bittiğini, bu durumda altı yıldan fazla sürdüğünü tespit etmektedir. Mahkeme davanın karmaşık yapısını kabul etmekle beraber bu kadar uzun bir zaman sürmesini açıklayabilecek hiçbir sebep gösterilmediğini, ayrıca ilk derece mahkemesinde yapılan yargılamanın sekiz yıl altı ay sürdüğünü belirtmektedir.” “37. Sonuç olarak ceza yargılamasının süresi Sözleşmenin 6 (I) maddesine aykırıdır.” Mahkeme ayrıca şikâyetçilere 80’er bin Fransız Frangı manevî tazminat ve toplam 60 bin Frank mahkeme masrafı ödenmesini kararlaştırmıştır. Aynı konudaki diğer 6 başvuru ise, şikayetçilerden herbirisine 50’şer bin Frank ödenmek suretiyle dostça çözümle sonuçlandırılmıştır. d. Zana Kararı Cezaevindeyken bir günlük gazete ile PKK’yı övücü söyleşi yaptığı için yargılanan şikâyetçi hakkındaki dava toplam 3 yıl 11 ay sürmüştür. AİHM, dava hakkında kısaca aşağıdaki tespitlerde bulunmuştur: “83. Mahkeme, Sözleşmenin 6 (1) maddesinin yargılanan kişinin, hakkındaki ithamlarla ilgili kararın makul bir sürede verilmesi hakkını güvence altına aldığını tekrar eder. Sözleşmeci devletler, hukuk sistemlerini, mahkemelerin bu zorunluluğa uymalarını sağlayacak şekilde düzenlemelidirler (diğer bir çok emsal arasında bkz. 8 Haziran 1995 tarihli Mansur/Türkiye kararı).” “84. Son olarak, gazetecilere bu açıklamayı yaptığı sırada cezaevinde olan ve Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından yine hapis cezasına çarptırılan başvurucu için bu davada karşı karşıya bulunduğu risk önemlidir.” “85. Davanın bütün özel koşullarının ışığı altında Mahkeme, söz konusu yargılamanın süresini makul görmemektedir.” Somut olarak, Sözleşmenin 6 (1) maddesi bu açıdan ihlâl edilmiştir. Mahkeme ayrıca, şikâyetçiye 40.000 Fransız Frangı manevî tazminat ve 30.000 Frank’ta mahkeme masrafı olarak ödenmesine karar vermiştir. E. MAHKEME KARARLARININ GEREKÇELİ OLMASI Komisyon ve Mahkeme, mahkeme kararlarının gerekçeli olmasını da Sözleşmenin 6 (I) maddesi çerçevesinde değerlendirilmektedir. AİHM, Yunanistan’la ilgili kararlarından birisinde, mahkeme kararlarının gerekçeli olmasını, adil yargılanma hakkının bir unsuru olarak nitelendirmiştir. Olayda, bir Yunan subayı olan şikâyetçi, askerî sırları açığa vurma ithamıyla askerî mahkeme tarafından mahküm edilmiştir. AİHM kararında, Yunanistan Anayasasında tüm mahkeme kararlarının gerekçeli olmasının öngörüldüğü, ancak bu hükmün uygulanmasının askerî mahkemelerin kararları için özel bir kanun çıkartılması şartına bağlandığı ve böyle bir kanunun da henüz kabul edilmediği dikkate alınarak, Yunan Yargıtayı’nın gerekçeli olmayan askerî mahkeme kararlarını gerektiği şekilde denetleyemediğini ifadeyle, bu hususun adil yargılanma kavramıyla bağdaşamayacağı sonucuna varmıştır. Mahkemeye göre. âkit devletler yargı sistemlerini 6. maddenin gereklerine uydurmak hususunda geniş bir takdir yetkisine sahip olmakla beraber, mahkemeler, kararlarının dayandığı gerekçeleri mutlaka yeterli açıklıkla belirtmek zorundadır. Adil yargılanma hakkı, mahkemenin kararının, mutlaka ve otomatik olarak bir veya diğer tarafın yaptığı beyanlara dayandırılmasını değil, mahkemeye taraflarca sunulmuş olan bütün fıilî ve hukukî delillerin tarafsız bir şekilde göz önüne alınmasını gerektirir. Mahkeme taraflarca kendisine sunulan bütün delilleri, hüküm açısından önemli olsun olmasın, önyargısız olarak değerlendirmelidir. Sözleşmenin 6 (1) maddesine göre, mahkemeler kararlarını gerekçeli olarak yazmak yükümlülüğü altında olmakla beraber, bundan, tarafların her iddiasına karşı ayrıntılı cevap verilmesi gerektiği sonucu çıkarılmamalıdır. AİHM’ne göre, millî mahkemeler, davanın ciddi bir şekilde incelendiği konusunda tarafları tatmin etmelidir. Kraska-İsviçre olayında, İsviçre Federal Mahkemesinde yapılan bir duruşmada, hâkimlerden birisi, zaman kıtlığından şikâyetçinin temyiz dilekçesinin ancak yarısını inceleyebildiğini açıklamıştır. Şikâyetçinin, adil yargılanma hakkının ihlâl edildiği iddiasına karşı AİHM, kendisinin talebinin Kanton hükümeti ve idare mahkemeleri tarafından titizlikle incelendiğine işaretle, tutumu şikâyet konusu olan hâkimin duruşmada oynadığı aktif rolü göz önüne alarak Sözleşmeye herhangi bir aykırılık görmemiştir. Anayasanın 141. maddesinde, “bütün mahkemelerin her türlü kararlarının gerekçeli” olması öngörülmüştür. Keza Hâkimler ve Savcılar Kanunu ve CMUK’da da benzer hükümlere yer verilmiştir. Ancak bütün bu emredici hükümlere rağmen, uygulamada mahkemelerimiz bu kurala tam anlamıyla uymamakta, kararlar genelde gerekçesiz veya yeterli gerekçeden yoksun olarak alınmaktadır. Adil yargılanma hakkına aykırı olan bu uygulama dolayısıyla, kararlar temyiz incelemesinde gereği gibi denetlenemediği ve bazen de bu yüzden bozularak mahkemesine iade edildiğinden, davalar sürüncemede kalarak uzamaktadır. Hatta bizzat Yargıtay’ın kendisi, “formül onama” denen bir yöntemle bir kaç kelimelik kuru bir gerekçeyle ilk derece mahkeme kararlarını onamakta veya geri çevirmektedir. Mahkemelerin saygınlığı, kararlarının başta davanın tarafları olmak üzere, kamuoyunda kabul görmesine bağladır. Kararların gerekçeli olması, dava tarafları üzerinde, davaların gereği gibi incelendiği kanısını uyandırarak onları tatmin eder ve mahkemelerin tarafsızlığı konusunda güven duygusu yaratarak saygınlığını arttırır. Bu nedenle, bu uygulamaya son verilerek iç hukuk ve Sözleşmenin gerekleri yerine getirilmelidir. F. CEZA YARGISININ ADİL YARGILANMA İLKELERİ Adil yargılanma hakkı, 6. maddenin temelini oluşturmaktadır. Bu hak, kanun yolları da dahil, ceza yargısının bütün aşamalarını kapsar. Yargılamanın adilliği ve mahkeme kararının doğru ve isabetli olup olmadığı birbirinden ayrı konulardır. Kararın isabetli olup olmadığı, ancak kanun yollarına başvurulduğunda istinaf ve temyiz incelemeleri sonucu ortaya çıkar. Ancak, Komisyon ve Mahkemenin böyle bir yetkisi yoktur. Diğer bir ifadeyle, Komisyon ve Mahkeme şikâyet konusu kararı, istinaf ve temyiz mahkemeleri gibi olayın nitelendirilmesi ve uygulanan hukuk normunun doğru olup olmadığı açısından değil, yargılamanın 6. maddede öngörülen ilkelere uygunluğu açısından incelemektedir. Adil yargılanma ilkesinin gerekleri, somut davanın niteliklerine bağlı olarak değişebilir. 6. maddenin 2. ve 3. fıkralarında belirtilen, masumluk karinesi, suç ithamı hakkında bilgi edinme hakkı, savunma hazırlığı için yeterli süre ve kolaylıklar sağlanması gibi haklar, ceza yargısında uyulması gereken asgari ilkelerdir. Bu ilkeler hukuk davalarında uygulanmaz. 1. Masumluk karinesi Sözleşmenin 6 (2) maddesi, ceza hukukunun genel bir ilkesini tekrarlamaktadır. Buna göre, “Bir suçla itham edilen herkes, suçluluğu kanuna göre kanıtlanıncaya kadar masum sayılır.” İlk kez 1215 tarihli Magna Charta Libertatumda yer alan bu ilke, daha sonra 1789 tarihli İnsan Hakları Bildirisinden başlayarak birçok bildiri, Sözleşme ve anayasalarda tekrarlanmıştır. Ceza yargısında, birbirine karşıt başlıca 2 model mevcuttur. “İtham yargısına (accusation procedure) göre, bireyin menfaatleri önde gelir, Bu modelde ceza davası toplum adına değil, doğrudan suçun mağduru tarafından açılır. Bu bağlamda mağdur ithamda bulunabilir, fakat itham edilen kişi cevap verip vermemekte serbest ve itham edenle aynı hakka sahiptir. Duruşmalar sözlü ve kamuya açıktır. Davada taraflar eşit konumda olduklarından, hâkim, davayı itham edilen kişiye karşı yöneltmez. Deliller taraflarca getirilir; hâkimin böyle bir görevi yoktur. Hâkimin görevi, spor oyunlarındaki tarafsız bir hakem gibi, davayı kurallara uygun bir şekilde yönetmektir. Buna karşılık soruşturma davasında (inquisotarial proceedings) toplumun menfaati önde gelir. Ceza davası çok geniş yetkilerle donatılmış savcı tarafından açılır. Kovuşturma gizlidir ve yazılı usule tabidir. İtham edilen kişi, itham edenle aynı haklara sahip olmaktan çok uzaktır. Genelde tutuklu olarak yargılanır. Hâkim davayı yönetir ve delilleri toplayarak serbestçe değerlendirir. Günümüzde, hiç bir ülkede bu modeller saf şekliyle uygulanmamaktadır. Ancak, Anglo-Amerikan hukuk sisteminde 1. model, Türkiye’nin de mensup olduğu Kıta Avrupa’sı hukuk sisteminde ise 2. model hakimdir. Komisyona göre ceza mahkemesi, ön yargı ile hareket ederek, itham edilen kişinin suçu işlediği inancı veya varsayımı ile işe başlamamalıdır. Kişinin isnat edilen suçu işleyip işlemediğinin kanıtlanması savcılık makamına düşer. Ceza hukukunun temel ilkelerinden birisinin gereği olarak, şüphe sanık lehine yorumlanmalıdır. Suçun kanıtlanması için savcılık makamı yeterli kanıt getirmek zorundadır. Bununla beraber, bazı hukukî veya fiilî karineler, makul olmak şartıyla, sanık aleyhine delil teşkil edebilir ve bunların aksinin ispatı sanığa düşebilir. Örneğin Komisyon, İngiliz hukukunda bulunan bir hükme dayanarak, bir hayat kadınıyla yaşayan birisinin, onun geliriyle yaşadığı sonucunun çıkarılabileceğini kabul etmiştir. Aynı şekilde AİHM, Fransız gümrük mevzuatında yer alan, sınırı geçerken yasak mallarla yakalanan bir kişinin, aksini kanıtlamadıkça kaçakçı sayılabileceği şeklindeki hükmü makul ve 6. maddeye uygun bulmuştur. Delillerin hukuka aykırı yöntemlerle toplanarak hükmün esas alınması halinde, suçluluk, Sözleşmenin 6 (2) maddesi anlamında kanıtlanmış sayılabilir mi? Bu sorunun cevabı, öncelikle bu tür yöntemlerle elde edilen delillerin iç hukuka göre delil sayılıp sayılamayacağına bağlıdır. Örneğin İsviçre’yle ilgili Schenk olayında AİHM, İsviçre Hukukunda ses kayıt cihazı kayıtları, meşru yollardan yapılıp yapılmadıklarına bakılmaksızın delil olarak kabul edildiği için, gizli yöntemlerle elde edilen kayıtları, Sözleşmenin 6 (2) maddesine aykırı saymamıştır. Ancak, âkit devletlerin bu alandaki yetkileri sınırlı olduğundan, her delili yasal sayarak suçu kanıtlamak mümkün değildir. Nitekim, İspanya ile ilgili Barbera ve Messegue olayında Komisyon, şikâyetçilerin işkence altında alınan ifadelerinden başka hiçbir kanıt olmadan mahkûm edilmelerini, Sözleşmenin 6 (2) maddesine aykırı bulmuştur. Soruşturmanın durdurulması veya davanın tatil edilmesi hallerinde suçun kanıtlanmış sayılıp sayılamayacağı sorunu ortaya çıkabilir. Örneğin, Almanya ile ilgili Uli Lutz olayında, trafik suçu işleyen şikâyetçiye 125 Mark ceza kesilmiştir. Şikâyetçinin yaptığı itiraz, mahkemece zamanaşımı süresi dolduğu için davaya devam edilmeyeceği gerekçesiyle reddedilmiş ve dava masrafları şikâyetçiye yüklenmiştir. Komisyon, şikâyetçinin itirazı hakkında bir karar verilmemesine rağmen, kendisinin suçlu sayılarak mahkeme masraflarını ödemek zorunda bırakılmasını, Sözleşmenin 6 (2) maddesinde öngörülen masumluk karinesine aykırı bulmuştur. Keza İsviçre’yle ilgili Minelli olayında da AİHM, şikâyetçi aleyhine açılan takibi şikâyete bağlı bir ceza davasının, zamanaşımı nedeniyle sonuçlandırılmadan, suçlu sayılıp, mahkeme masraflarının 2/3’sinin kendisine yükletilmesinin, Sözleşmenin 6 (2) maddesinde öngörülen masumluk karinesiyle bağdaşmadığını kararlaştırmıştır. Benzer bir olay, Mahkemenin başka bir kararına konu oluşturmuştur. Şikâyetçi, eşini öldürmek şüphesiyle tutuklanmış ve kısa bir yargılanmadan sonra beraat etmiştir. Kendisinin haksız yere tutuklanma dolayısıyla tazminat talebi, Avusturya mahkemesince, beraatine rağmen hâlâ şüpheli bulunduğu, cezaevinde şiddete başvurduğu, arkadaşlarını tehdit ettiği ve karısının ölümüne sevindiği gibi gerekçelerle reddedilmiştir. AİHM’ne göre, bir kimsenin suçsuzluğu konusunda mahkemenin kesin karar vermesine rağmen, hâlâ suçlu olduğuna dair şüphe besleyerek tazminattan mahrum edilmesi, Sözleşmenin 6 (2) maddesine aykırıdır. Komisyon, itham edilen kişi hakkında henüz ceza davası açılmadan, aleyhinde, örneğin basın yoluyla yoğun bir kampanya başlatılmasının, masumluk karinesiyle bağdaşıp bağdaşmayacağı konusunu da incelemiştir. Bu tür olaylarda, yapılan yayınların hâkim ve jüri üyelerini bu ilkeden sapmaya sevkedecek ağırlıkta olması halinde, Sözleşmenin 6 (2) maddesi ihlâl edilmiş sayılabilir. Örneğin, Ribemont-Fransa olayında böyle bir durum ortaya çıkmıştır. Fransa’da, 1976’da eski bakanlardan birisi öldürülmüştür. Zamanın İçişleri Bakanı yanına iki yüksek dereceli polis görevlisini de alarak yaptığı basın toplantısında, şikâyetçiyi olayın tertipçisi olarak itham etmiştir. Şikâyetçi de bunun üzerine bakan aleyhine maddi manevi tazminat davası açmıştır. Davaya bakan idare mahkemesi, 5 yıllık bir süre sonunda yetkisizlik kararı vererek davayı adlî yargıya havale etmiştir. Dava burada da 4 yıl 9 ay sürmüştür. Şikâyetçi, bakanın mahkeme kararı olmadan kendisini suçlamasının masumluk karinesine aykırı olduğu ve ayrıca davanın da makul sürede sonuçlandırılmadığı gerekçesiyle Komisyona başvurmuştur. Komisyon bu iddiaları kabulle, Sözleşmenin 6 (1) ve (2) maddelerinin ihlâl edildiğini tespit eden raporunu AİHM’ne havale etmiştir. Özellikle toplumda galeyan ve heyecan yaratan bir suç işlendikten sonra, idarî makamların basın bildirisi ile kamuoyunu aydınlatması doğaldır. Esasen medya mensupları sürekli haber peşindedir. Bu tür bildirilerde, mevcut şüpheler, yakalanan kişiler, yapılan itiraflar konularında bilgilere yer verilmesi, elbette ki Sözleşmeye aykırı olmaz. Ancak bu bağlamda, halkın haber alma hakkı ile suç ithamı altındaki kişi lehindeki masumluk karinesi arasındaki duyarlı denge korunmalıdır. Türkiye’deki ceza yargısının, ceza hukukunun en temel ilkesi olan masumluk karinesine uygun olarak gerçekleştirildiğini söylemek mümkün değildir. Uygulamada, suçla itham edilen kişi hakkındaki soruşturma kural olarak polis tarafından yapılmakta ve deliller önemsenmemekte ve kendisi sadece aleyhindeki yetersiz delillerle adliyeye sevkedilmektedir. Olaya el koyan Cumhuriyet savcısı ise, yetkisiz bir aracı konumuna indirgenmiştir. Bu uygulamaya göre delillerin toplanması polis teşkilatına, değerlendirilmesi de mahkemeye terkedilmiştir. Cumhuriyet savcısı, genelde hiç bir inisiyatif kullanmadan polisin elde ettiği yetersiz delillere dayanarak ceza davasını açmaktadır. Bu arada sanık lehindeki deliller ihmâl edildiği ve aradan da zaman geçtiği için çoğunlukla kaybolmaktadır. Bu tür bir uygulama ile, suç isnadı altındaki kişi, masumluk karinesine aykırı bir şekilde, peşin olarak suçlu kabul edilmekte ve ona göre işlem yapılmaktadır. İtham edilen kişinin suçu işlediğinin kanıtlanması savcılık makamına ait olduğu halde, bu tür bir uygulama ile kendisi peşinen suçlu kabul edildiği ve ispat yükümlülüğü tersine çevrildiği için, kişiye suçsuzluğunu kanıtlamak gibi, son derece güç ve imkansız bir görev yüklenmektedir. Ayrıca, ceza davalarının gelişigüzel ve yeterli delil göstermeden açılması, mahkemelerin zaten aşırı olan iş yükünü daha da artırdığı gibi, davalar da çoğunlukla beraatle sonuçlanmaktadır. Öyle ki, idam cezası tehdidi altında yargılanan kişilerin, uzun süre boş yere tutuklu kaldıktan sonra beraat ederek salıverildikleri, hiç de ender görülen olaylar değildir. CMUK’nun 163. maddesine göre, Cumhuriyet savcısı ceza davasını ancak, “toplanan deliller kamu davasının açılmasına yeterli ise” açabilir. Ayrıca, 153. madde savcıya, sanık lehindeki delillerin toplanması görevini de vermiştir. Bu nedenle, Cumhuriyet savcılarının pasif konumlarını terkederek, bu hükümler çerçevesindeki yetki ve sorumluluklarının bilinci içinde, suçların soruşturulması, ceza davalarının açılması ve görülmesinde daha etkin bir rol oynamaları zorunludur. Özellikle ağır suçların soruşturulması ve delillerin toplanması mutlaka Cumhuriyet savcılarının nezaretinde yapılmalıdır. 2. Suç ithamı hakkında bilgi edinme hakkı Sözleşmenin 6 (3) (a) maddesine göre, suçla itham edilen kişinin, kendisine yöneltilen suçlamanın niteliği ve nedeninden en kısa bir zamanda ve anladığı bir dille ayrıntılı olarak haberdar edilmesi zorunludur. Sözleşmenin 5 (2) maddesine göre de, yakalanan kişi, bunun nedenlerinin kendisine bildirilmesi açısından aynı hakka sahiptir. Ancak, bir suçla itham edilen kişiye Sözleşmenin 6 (3) (a) maddesi çerçevesinde, söz konusu hükme oranla daha ayrıntılı bilgiler verilmelidir. Adil yargılanma hakkının bir gereği olarak, kişi yalnız işlediği suç hakkında değil, ithamın nedenleri, suçun niteliği ve ceza hukukundaki yeri hakkında da bilgi sahibi kılınmalıdır. Bu tür bilgiler, kişinin savunmasını hazırlaması açısından son derece önemlidir. Bu bakımdan, bu hüküm, Sözleşmenin 6 (3) (b) maddesiyle de çok yakından ilgilidir. Kişiye verilecek bilgi, olayın özelliklerine göre değişir. Bu konuda Komisyon ve Mahkemeye fazla olay intikal etmemiş olmakla beraber, itham edilen kişinin, savunmasını hazırlayabilmesi için gereken bütün maddî ve hukukî bilgilerin kendisine aktarılması zorunlu kabul edilmektedir. Türk Anayasa Mahkemesi, bu anlayışla yerinde bir karar vermiştir. CMUK’nun 208 (1) maddesine göre, duruşmaya davet edilen sanığa, hangi suçla itham edildiğini belirten iddianame, birlikte tebliğ edilir. Ancak, bu hükmün 2. fıkrasında, sulh ceza mahkemelerinde açılan davalara ait iddianamelerin sanığa tebliğ edilemeyeceği belirtilmiştir. Anayasa Mahkemesi, savunma haklarını ihlâl eden bu hükmün AİHS’nin 6(3) maddesi ile bağdaşmadığından bahisle, Anayasanın 13 ve 36. maddelerine aykırı olduğuna karar vermiştir. İtham edilen kişi o ülkede konuşulan dili bilmiyorsa, bu bilgiler kendisine ana dilinde verilmelidir. Durumdan, kendisinin olayı kavradığı anlaşılıyorsa, bu bilgiler sözlü olarak da verilebilir. Bir yabancı devlet vatandaşına, resmî yollardan iddianame gibi suç ithamını içeren resmî bir yazı gönderildiğinde, gönderen makam o kişinin millî dile yeterince vakıf olduğunu kanıtlayamadıkça, belgeye çevirisi de eklenmelidir. Örneğin İtalya ile ilgili Brozicek olayında, Alman vatandaşı olan şikâyetçiye, adlî tebligat İtalyanca yapılmıştır. Adı geçenin, belgelerin Almanca veya Çek dillerinden birisine çevrilmesi isteminin reddedilmesini, Komisyon, Sözleşmenin 6 (3) (a) maddesine aykırı bulmuştur. Nitekim, adlî yardımlaşma alanındaki karşılıklı ve çok taraflı antlaşmaların tümünde, yabancılara yapılacak tebligatlarda evraka aslı ile birlikte o yabancı dildeki çevirisinin de eklenmesi gerektiği, çeviri olmaması halinde tebligatın ancak muhatap kabul ettiği takdirde geçerli sayılacağı, şeklinde kurallara yer verilmektedir. 3. Savunma için yeterli zaman ve kolaylıklara sahip olma hakkı Sözleşmenin 6 (3) (b) maddesine göre, sanık, savunmasını hazırlamak için gerekli zamana ve kolaylıklara sahip olmak hakkına sahiptir. Savunma hazırlığı yapabilmenin vazgeçilmez temel şartı, kişinin itham edildiği suç hakkında bilgilendirilmesidir. Bu bakımdan, bu hüküm Sözleşmenin bir önceki 6 (3) (a) maddesiyle yakından ilgilidir. Savunma hazırlığı için hangi sürenin yeterli sayılacağı, kuşkusuz her davanın kendisine özgü şartlarına bağlıdır. Basit ve kolay davalarda bu süre kısa, karmaşık ve ağır suçlara ilişkin davalarda uzun olacaktır. Komisyon ve Mahkeme kararlarından bu konuda kesin bir sonuç çıkarmak mümkün değildir. Bununla beraber, sanığın çok ağır bir suçla itham edildiği bir davada, duruşmadan sadece bir gün önce kendisine savunmasını hazırlaması ve avukat tutması konusunda haber verilmesi gibi bazı durumlarda, Sözleşmenin 6 (3) (b) maddesi ihlâl edilmiş sayılabilir. Örneğin, Hadjianastassiou-Yunanistan davasında, mahkemenin gerekçeden yoksun kararı, 5 günlük temyiz süresi tanınarak şikâyetçiye tebliğ edilmiştir. Şikâyetçi bu yüzden yeterli hazırlık yapamamış ve temyiz itirazlarını ancak duruşmada öğrendiği bazı bilgilere dayandırabilmiştir. AİHM, şikâyetçiye uygulanan kısıtlamaların kendisinin savunma hakkını ortadan kaldırdığına işaretle, Sözleşmenin 6 (3) (b) maddesinin ihlâl edildiğini tespit etmiştir. Keza, sanığa savunmasını hazırlaması için hangi kolaylıkların sağlanması gerektiği de somut davanın özelliklerine göre belirlenmelidir. Bu kolaylıkların başında, kuşkusuz sanığın avukatıyla temas hakkı gelir. Bir disiplin cezası sonucu hücreye konmuş bulunan tutuklu sanığın bu sürede avukatıyla temasının yasaklanmasını, Komisyon Sözleşmeye aykırı bulmamıştır. Aynı şekilde, savunma avukatına, bazı tanıkların isimlerinin müvekkiline açıklamasının yasaklanmasında da bir aykırılık görülmemiştir. Komisyona göre, sanıkla avukatı arasındaki güven ilişkisi ve avukatlık meslek sırrının gereği, tutuklu sanık avukatıyla ilke olarak özel ve gizli görüşebilmelidir. Örneğin, Avusturya’da yaşayan Türk vatandaşı Elvan Can, tutukluluk süresinin uzunluğu ve avukatıyla serbestçe görüşmesinin engellendiği gerekçesiyle Komisyona şikâyette bulunmuştur. Komisyon, şikâyetçinin avukatıyla yetkililerin gözetimi altında görüştürülmesinin Sözleşmeye aykırı olduğunu tespit etmiştir. Olay dostane çözümle sonuçlanmış ve Avusturya Hükümeti şikâyetçiye 154.336.62 Avusturya Şilini tazminat ödemiştir. Bununla beraber AİHM, İngiltere’yle ilgili Campell ve Fell davasında, avukatın meslekî pozisyonunu kötüye kullandığı konusunda ciddi şüpheler uyandıracak olayların ortaya çıkması gibi bazı durumlarda, özel görüşmenin yasaklanabileceğini kabul etmiştir. Avukatın, müvekkiliyle işbirliği yaparak delilleri gizlemesi veya ortadan kaldırılması ya da davayı ciddi şekilde engellemesi gibi olaylar, bu uygulamaya örnek olarak gösterilebilir. Avukatların üzerlerinin aranması konusunda Komisyona herhangi bir başvuru yapılmamıştır. Bu tür bir konu bir Alman mahkemesince incelenmiştir. Bu ülkede cezaevindeki müvekkiliyle görüşmek isteyen bir avukata, üzerini aratmadığı için giriş izni verilmemesi üzerine yapılan bir şikâyeti inceleyen Hamm Eyalet Yüksek Mahkemesi, Cezaların İnfazı Hakkındaki Kanunun 24. maddesinin, cezaevi yönetimine ziyaretçilerin üst baş arama yetkisi tanıdığına işaretle, |