Ancak son on yıllarda, tersi bir eğilim de ortaya çıkıyor. Bir kere, şimdiye kadar bu standartlaşma sağlandığından, artık kapitalist üretimin işleyişi için ciddi bir problem oluşturmuyor. Ama bütün buna rağmen, hiç bir devlet, yüzde yüz bir saflığa ulaşamıyor. Azınlıklar var olmaya devam ediyor. Buna ilaveten modern işgücü göçleri de yeni azınlıklar yaratıyor ve hatta eski azınlıklara yeniden bir canlanma getiriyor. Diğer yandan bilgisayar ve buna bağlı olarak üretim tekniğindeki gelişme ve esneklikler, eski bir örnek üretimin yerine, gerçi yine o bir örneklik çerçevesinde ama daha farklılıklar gösterebilen ürünlere olanak sağlıyor. Bu durumda, eski standartlaşmayı sürdürmek hem anlamsız hem de gereksiz hale geliyor. Bunun yerine standartlaşmayı “çok kültürlülük”, “çok etnilik”, “çok renklilik” gibi esnekliklerle donatmak, kapitalist üretimin daha sancısız gelişmesi bakımından zorunlu hale geliyor. Bu nedenledir ki, son on yıllarda azınlıkların ve onların haklarının ön plana çıkması bir rastlantı değildir. Bu da bir tek dil ya da etniye dayanan veya bunu ideal olarak koyan ulusal devlet anlayışı yerine, Amerika’da olduğu türden, dil ve kültürü politik alanın dışına iten, ulusu başka ortaklıklarla tanımlayan, ulusal devletlerin ilk doğum döneminin anlayışlarının yeniden itibar bulmasına yol açıyor. Bu günün Türkiye’sindeki temel mücadele bu ulusçuluğun eski biçimi ile yeni biçimi arasındaki bir mücadele olarak da kavranabilir. Türkiye Cumhuriyeti, klasik standardize edici dönemin damgasını taşımaktadır. Kürtler ise, bu günün dünyasına uygun, esnek, dili ve kültürü ulusun tanımı dışına iten, yeni ulusçuluğa uygun bir projeyle ortaya çıkmış bulunuyorlar. 06 Ekim 2000 Cuma |