1905’te Yüksek Mahkeme hükümetin işçilerin çalışma saatlerini sınırlayamayacağına karar verince işçi hareketi bir darbe yemiş oldu (Mahkeme böyle bir düzenlemenin işçilerin iş sözleşmesi yapma hakkını kısıtladığını bildirdi). İşçilerin herhangi bir sendikaya katılmaya zorlanamayacağına ilişkin “açık atölye” ilkesi de büyük sürtüşmelere neden oldu. Birinci Dünya Savaşı sona erdiğinde AFL’nin 5 milyon üyesi bulunuyordu. 1920’ler ise örgütleyiciler için verimli olmadı. Sözü edilen yıllar gönençliydi, bol iş vardı ve ücretler yükseliyordu. İşçiler sendika desteği bulunmadan da kendilerini güvende sayıyorlar ve yöneticiler tarafından ileri sürülen cömert personel politikalarının sendikalara karşı iyi bir alternatif oluşturduğu yolundaki iddiaları benimsiyorlardı. Buna karşın 1929’da Büyük Bunalım’ın patlak vermesiyle mutlu günler sona erdi. BÜYÜK BUNALIM VE SAVAŞ SONRASI ZAFERLERİ 1930’ların Büyük Bunalım’ının başlaması üzerine Amerikalıların sendikalara bakışı değişti. İşsizlik büyük boyutlara erişip AFL’nin üye sayısı 3 milyonun altına düştüyse de çalışanların sıkıntısı karşısında önemli bir duygusallık doğdu. Bunalım’ın en yoğun olduğu günlerde Amerikan işgücünün yaklaşık üçte biri işsiz kalmıştı ve bu durum on yıl önce tam istihdam yaşanan bir ülke için ürkütücü oluyordu. Başkan Franklin D.Roosevelt’in 1932’de seçilmesinden sonra hükümet işçilerin isteklerine daha olumlu bakmaya başladı ve giderek mahkemeler de buna katıldı. Kongre 1932’de ilk işçi yanlısı yasalardan biri olan Norris-LaGuardia yasasını kabul etti ve böylelikle sarı köpek sözleşmelerinin uygulanması engellendi. Yasa ayrıca federal mahkemelerin grevleri ve diğer işçi hareketlerini durdurmasına da son verdi. |