Ondokuzuncu yüzyılın sonu, yirminci yüzyılın başı, Osmanlı'nın altı yüz
yıllık görkemli, birikiminin iç ve dış ögeler sonundaki iflasına tanık
olmaktadır: Toplumsal yapının tüm ögeleri geçmişin İslam Devleti'ni ya da bu
devletin kalıntılarını yansıtmaktadır. Buna karşılık kültürel yapı bir yandan
yüzyılların getirdiği evrimi, öte yandan Fransız Devrimi ile tüm dünyayı
etkileyen değerleri bir ölçüde de olsa kendisine mal etmiştir. Böylece,
İslam'ın, merkezi feodal yapıyı yansıtan devlet biçimi ile, Fransız
Devrimi'nin kapitalist gelişmeyi yansıtan akılcı, eşitlikçi ve dayanışmacı
değer ve inançları tam bir sürtüşme içine girmişlerdi. Bu uyumsuzluğa, bir de
İmparatorluğun Batı karşısında önce askeri, daha sonra da mali ve ekonomik
alanlarda algılanan güçsüzlüğü eklenince, ortaya çıkan durum toplumsal yapı
ile kültürel yapı arasında tam bir çatışmaya dönüşmüştü. Bu çatışma içinde,
İmparatorluğun geleneksel güçleri, eski kurumsal düzen içindeki etkili yerleri
tutmuş olduklarından ve bu yerlere ilişkin çıkarları somut bir biçimde
tehlikede bulunduğundan, toplumsal yapının değişmeden sürmesi yönünde çaba
harcıyorlardı. Buna karşılık, Batı etkisine açık olan ve bu yüzden yeni
kültürel değerleri benimseme şansı yüksek olan asker bürokrasi ve, bir kısım
sivil aydınlar, bir yandan da tarihsel olarak kendilerine yüklenmiş olan
--İmparatorluğu kurtarma-- görevinin baskısı altında, yeni inançların, yani
değişmekte olan kültürel yapının temsilcisi durumundaydılar.
İşte bu uyumsuzluk içinde Weber'in deyimiyle artık meşruluğunu kaybetmiş
olan toplumsal yapının savunucuları, ideolojik planda ne yazık ki İslam'a
sığındılar. Buna karşılık, yeni gelişmekte olan kültürel değerlerin
savunucuları da ideolojik planda, eylemlerini --Batılılaşma-- çerçevesinde
topluma sundular. Böylece günümüze dek uzanan talihsiz Batıcı-İslamcı
çatışması İmparatorluğun yıkılış döneminde iyice billurlaştı. Çatışmanın
talihsizliği, Batıcıların, İslam'ın günümüzde bile işlevsel olabilecek,
barış, kardeşlik, paylaşma gibi kavramlarını dahi, tüm İslam'a karşı
oldukları için yeterince kullanamamalarında; İslamcıların ise, Batıcılığa
karşı oldukları için pek çok çağdaş değer ve uygulamayı yadsımalarında
görülmektedir. Bu konudaki tartışmayı ilerdeki bölümlerde sürdüreceğimizi
belirterek, şimdi, Mustafa Kemal Atatürk'ün karizmatik liderlik işlevini
çözümlemeyi sürdürelim. |