--Ver bakalım Osman Bey
şu makale müsveddelerini!-- Bu ses salonda hazır bulunanların hepsini birden
irkiltmişti. Osman Ergin, cebine koymak üzere bulunduğu makaleyi Atatürk'e
uzatmadan önce, hazır bulunanlardan bazılarının yüzlerine şöyle seri bir
nazar atfediyor. Okuduğu mana, kendisini büsbütün şaşırtıyor ve gayriihtiyari
elindeki müsveddeleri Atatürk'e uzatıyor. Şimdi Ata'nın kalın kaşları
çatılmış, açık alnı kırışıklıklarla dolmuştu. Hiç kimsede ne ses, ne küçük bir
hareket vardır. Muhittin Üstündağ başını önüne eğmiş, Ata'nın sofrasında daha
fazla imtiyazı olanlar, daha bir dakika evvel bizzat Atatürk'ün içten
takdirlerini toplayan Osman Ergin'e acır gibi bakıyorlar. Bu derin sükutu,
ruhları ürperten, sert, ordusuna ölüm dirim komutasını veren bir askerin gür
sesi, Atatürk'ün asabi olduğu kadar heyecanlı sesi ihlal ediyor. --Siz Bay
Osman Ergin, benim bu memlekette bir harf inkılabı yaptığımı bilmiyor
musunuz?-- Bu derin şükutun muamması artık çözülmüştü. Fakat hakikaten özlü,
büyük bir çalışma neticesinde hazırlanmış ve üstelik, birçok ilim adamlarına ve
profesörlere nasip olmayan takdirleri kazanmış bulunan bu makalenin en büyük,
hatta affedilmez hatası, Arap harfleri ile yazılmış olmasıydı. Atatürk'ün bu
husustaki sonsuz hassasiyetini çok iyi bilenlerden biri de Muhittin Üstündağ
olduğu halde, nasıl olmuş da hatırlayamamış ve Osman Ergin'e bu noktayı
bildirmemişti. Fakat artık iş işten geçmiş bulunuyordu. Şimdi Ata'nın bu
asabiyetini kim ve nasıl teskin edecekti? Buna kimse cesaret edemiyor, hazır
bulunanlardan bir tanesi, ara bulma ve şefaat dileme yoluna gidemiyordu.
Atatürk, elindeki müsveddeleri buruşturuyor, sonra Osman Ergin'e soruyor:
--Sizin memuriyetiniz ne idi?-- Vak'anın bundan sonraki kısmını, Osman Ergin'in
ağzından nakledelim. Osman Ergin diyor ki Atatürk, --Benim bu memlekette bir
harf inkılabı yaptığımı bilmiyor musunuz?-- dediği vakit, beynimden vurulmuşa
dönmüştüm. Gözlerim kararmış, kulaklarım uğuldamaya başlamıştı. Davanın
tamamiyle kaybedilmiş olduğunu anlıyor ve buradan nasıl kurtulacağımı
düşünüyordum. İkinci suali sebebini anlayamadığım bir hisle beni ümide
düşürdü, memuriyetimi soruyordu. Belki bunda bir necat yolu vardı. Derhal,
--Mektupçuyum Atam...-- diye cevap verdim. Bu cevabım Ata'yı teskin edecek
miydi? Bu ümidim de ancak birkaç saniye sürdü. Atatürk biraz evvelki şiddetle,
--Bu mektupçuluğu tamamiyle lağvetmeli!..-- diye gürledi. Önce söylenen sözleri
kendi kendime bir daha tekrarladım. Sesin kulaklarımdaki aksini içimde
duymağa çalıştım. Evet, Atatürk, yurttaki bütün mektupçuları azledeceğini
söylemişti. O zaman gözümün önüne tanıdığım birçok mektupçu dostlarım
geldiler. Ve büyük bir ateş içimi kapladı. Benim yüzümden bunca günahsız
mektupçular, birden azledilecekler, aç, perişan kalacaklardı. Ve zavallı
meslekdaşlarıma ben sebep olacaktım. Nasıl oldu, ani bir ilham geldi, bunu
hala bilmiyorum. Salonda bulunanların hepsini sindiren ve herkesi titreten
Ata'nın bu hiddeti karşısında ben birden cesaretlenmiştim. Kelimeler
kendiliğinden ağzımdan döküldü: --Atam, dedim, mahvedecekseniz beni mahvediniz,
diğer meslekdaşların bunda ne günahları vardır... Atatürk'ün birden bana doğru
döndüğünü ve şert bakışlarını bana tevcih ettiğini gördüm. Asabiyeti
eksiltmemiş, artmıştı. Elindeki kalemi şiddette yere çarptı ve: --Ben kimseyi
mahvetmem!..-- dedi. Ruhumda tatlı bir rüzgar esmeye başlamıştı. Demek,
meslekdaşlarım mahvolmaktan kurtulmuşlardı. Oh!.. Bu, benim için ne büyük
saadetti. Fakat hala, orada hazır bulunanların sesi çıkmıyor, hala hepsi
susuyordu. Biraz evvel boynunu büken Muhittin Üstündağ'a diğerleri de imtisal
etmişlerdi. Onlar da önlerine bakıyorlar, kimse imdadıma yetişmiyordu. Bu hal,
maneviyatımı büsbütün bozuyor, yıkıyordu. Artık, fazla bir şey ne
düşünebiliyor, ne de düşünsem söyleyebilecek takate sahip bulunuyordum. |