Türk milleti, Asya kıt'asında, başka milletleri, bir devlet ve iktidar olarak, idare vazîfesini almıştı. Bu vazîfeyi şiddetle benimsemiş ve bütün ömrünce yapmıştı.
Türk dilini anlamak için, yalnız bu noktaya dikkat etmek kâfîdir.
Çünkü eski Türkler, bütün eski Türk kaynaklarında ısrarla belirtildiği gibi, yeryüzüne böyle bir vazîfe ile geldiklerine inanıyor ve bu vazîfeyi, kendilerine Tanrı'nın bir emri bilerek yapıyorlardı. Bir misal olarak, Dîvânü Lügaati't-Türk müellifi ve büyük dil âlimi Kâşgarlı Mahmud, bu mühim eserinde bu noktaya uğurlu parmak koyar; bu târihî hakîkati belirtmeye lüzum görerek der ki:
"Gördüm ki yüce Tanrı, devlet güneşini Türklerin burçlarından doğdurmuş. Onlara T ü r k a d ı n ı kendisi vermiş; onları y e r y ü z ü n ü n h a k a n ı kılmış ve cihan halkının d i z g i n l e r i n i onların ellerine bırakmış."
İşte Türkçe'yi anlayış, Türk târihine olduğu kadar, Türk diline de böyle cümlelerin ışığı altında bakabilmekle mümkündür. Türkçe'nin, dar, mahdud ve küçük millet dili olduğunu sanmak ve sandırmak değil, büyük millet dili olduğunu, böylece bilmek ve anlamak lâzımdır.
Kendilerini nizâm-ı âlem [dünyaya düzen verme] için yaratılmış bilen Türkler, Asya topraklarında, asırlarca tetik üzerinde beklemişlerdir. Geniş Asya coğrafyasında büyük ve insânî Türk iktidarına başkaldıracak bir hareket nerede ve ne kadar uzakta olursa olsun, bu hareketi, bugünkü gibi, uçaklarla veya diğer motorlu vâsıtalarla değil, atlarla yetişerek bastırmışlardır. |