Atlarını besleyecek otlaklar bulabilmek için de yazları başka, kışları başka yerde geçirmişlerdir. At'ın Türk vicdânında, candan bir arkadaş, bir kardeş, hattâ "kardeşten de ileri" sayılması ve mukaddes sembol olması da bundandır. Ömürlerini nizâm-ı âleme vakfeden Türkler, bu atlarla vardıkları her ülkede, beğendikleri her kelimeyi Türkçe yapmış, fakat kendileri saraylar, ulu mâbedler, kütüphâneler, mekteplerle süslü, büyük şehirler kurup, buralarda engin ilim yapmaya, felsefe yapmaya, hattâ büyük bir edebiyat yapmaya vakit bulamamışlardır. Yine bunun içindir ki eski Türklerin en büyük edebiyâtı, asırlarca, şifahî [sözlü] bir destan edebiyatıdır.
Aynı mâcerâ, daha ilk asırlardan başlayarak, Türkçe'ye bir imparatorluk dili olma kaderi ve karakteri vermiştir.
*
Eski Türkçe'ye diğer çok doğru bir bakış da Ali Şîr Nevâî'nin bakışıdır. Nevâî, Türkçe'nin, bir fiiler ve mecâzlar lisânı olduğunu anlatır. Bir târih boyunca at üstünde yaşayarak, engin Asya bozkırlarını Gel! Git! Vur! Kır! Çık! İn! Koş! Dur! v.b. gibi tek heceli sadâlarla dolduran Türkler, devamlı bir fiil ve hareket hâlinde oldukları için, dillerinin hemen bütün fiilerini kendileri oluşturmuşlardır. Mâden adları gibi, zirâat işleri gibi, kahramanlık ve binicilik sâhaları gibi, kendi hayatlarının ve sanatlarının çok sayıda kelimelerini de yine kendileri bulmuş, fakat diğer hayat, eşyâ, îman ve tefekkür kelime ve kavramlarının mühim bir kısmını, kendilerine lâzım olduğu ölçüde, başka dillerden almışlardır. |