" Cinayat mukabelesinde olan cürmü siyaset bâbinda vaz' oundu ki, sipahî ve raiyyet ve serif ve vazi' ve deni ve refi' arasinda müsterektir. Söyle ki: Her kim bu cerâimden birisi ile mücrim ola, mukabelesinde ta'yin olunan ukubetle muâkab ola." Kanun-nâme'nin bu maddesini degerlendiren I. Hami Danismend, hakli olarak söyle der: "Herhalde bu vaziyet XVIII. asrin sonlarindaki Fransiz inkilâbindan çikan müsavat esasinin Türkiye'ye ancak XIX. asirdaki Tanzimat-i Hayriye'den itibaren girebilmis oldugunu iddia edenlerin yüzlerini kizartmak lazim gelecek bir vaziyettir. Sahsî hukuk itibariyle sinif ve mevki farki gözetmeyen bu müsavat (esitlik) prensibi, siyasî hukuk bakimindan da Osmanli Imparatorlugu'nun tesekkülünden beri tatbik edilmis en eski mahiyetindedir." Burada sunu da belirtelim ki, gerek Kanunî, gerek kendisinden önceki Osmanli hükümdarlari, gerekse daha sonrakiler, adâlet konusunda son derece titiz davranmak zorunda idiler. Zira bu konuda titizlik göstermek, mensubu bulunduklari dinin (Islâm) emri idi. Bu din, adâlet sahsî ceza konusunda insanlar arasinda bir ayirim yapmaz. Insan olarak herkesi esit ve ayni haklara sahip kabul eder. Keza bu din, insanlarin zorla Müslüman yapilmalarina da müsaade etmez. Gerçi gerek Islâm'in, gerekse Osmanli'nin bu anlayisini kavrayamayan dönemin Avrupali bazi yazar, elçi ve seyyahari birtakim yanlis degerlendirmelerde bulunurlar. Bununla beraber sonunda onlar da gerçekleri söylemekten kendilerini alamazlar. Nitekim o dönemden (l530) zamanimiza kadar gelen bir eserde Bosna ve halki ile ilgili bazi bilgiler verildikten sonra " Bununla birlikte Pâdisah, Hiristiyanlarin papazlarina, kiliselerine ve çesitli mezheplerine bagli kalmalarina da izin vermistir" Osmanlilarin bu büyük pâdisahi zamaninda, nüfus ve arazi tahrirlerine büyük bir önem verildiginden, Kanunî de bir hükmünde, memleketin gerçek vaziyetinin bütün teferrüatiyle bilinmesinin, zamanla meydana çikmasi muhtemel olan bazi yolsuzluk ve haksizliklarin ortadan kaldirilabilecegine isaret etmistir. |