Bunun yanıtı kesin olarak verilemese de lâle, yüzyıllar boyu insanlar tarafından büyük ilgi gördü, statü sembolü oldu. Hatta kişilerin değeri ve toplumdaki yeri bahçelerinde bulunan lâlelerin türüne ve miktarına göre belirleniyordu. Lâle satın alacak parası olmayanlar da en azından lâle resimleri yaptırıp, onlarla yetiniyorlardı. Ancak bütün bunlar geçmişte ortaya çıkan lâle çılgınlığının nedenlerini açıklamaya yetmiyor. İnsanlar bir nedenle bu güzel, mevsimden mevsime renk değiştirebilen enteresan çiçekten çok ama çok etkilenmişlerdi. O dönemde bu renk değişikliğinin bir virüs tarafından yaratıldığı ise bilinmiyordu. İlk zamanlarda bir sepet tek renk lâleyi 3.5 milyon liraya satın almak mümkün olabiliyordu. İki renkli lâleler bunu değiştirdi ve lâle 1630 yılının ortalarında, artık inanılmaz rakamlara satılır oldu. Nasıl hisse senetlerinin spekülasyonu yapılıyorsa, o dönemde de lâle soğanlarının spekülasyonları yapıldı. Aslında, genetik ve botaniğin günümüze oranla çok geri olduğu o dönemlerde nasıl olup da binlerce, hatta on binlerce yeni lâle çeşidinin elde edildiğini izah etmek, bugün bile oldukça güç. Tabii ünlü gezgin Evliya Çelebi'nin aktardığı gibi Şirin 'in aşkından kendini öldüren Ferhad'ın kanından kırmızı lâlelerin filizlendiğine ya da İran mitolojisine göre, bir yaprağın üzerindeki çiğ tanesine düşen yıldırımla alev alan yaprağın lâleye dönüştüğüne inanmazsak. 17. yüzyılın sonlarında çift renkli lâleler görülmeye başlamış ve tüm Avrupa'da tek renkli lâlelerden çok daha fazla ilgi görür olmuştu. İki renkli lâleler genellikle ya sarı kırmızı ya da beyaz kırmızı oluyordu. Daha beğenilenler arasında üç renkliler, dört renkliler ve hatta daha fazla rengi olanlar bile vardı. Ancak insanlar, bir yıl önce tek renkte çiçek veren bir soğanın, nasıl olup da bir diğer seferinden farklı bir renge büründüğüne anlam veremiyor, şaşkınlığa düşüyorlardı. Renkli lâle elde etmek için iki farklı renkteki lâle soğanı ortadan ikiye kesilip eşleştiriliyor ve öyle ekiliyordu. 18. yüzyılda ise, lâle soğanlarının çirkinleştikçe, çiçeğinin daha da güzelleştiği anlaşıldı. 1930'lu yıllarda, daha bilimsel çalışmalar yapılmaya başlandı ve lâleyi inceleme altına alan botanikçiler, pek çok sırrını çözdü. İnsanların lâlelerle ilgili bilgileri geçmişte öylesine azdı ki, ünlü yazar Alexandre Dumas'nın "Siyah Lâle" adlı romanında bile, pek çok hata var. Örneğin Dumas'ya göre lâle, Portekiz'den getirilmişti ve soğanı dikildikten birkaç gün sonra çiçek veriyordu. İnsanlar çok sevdikleri lâleleri renklendirebilmek için her türlü çareye başvurmuş, başarılı da olmuştu. Fakat en büyük çabaları, siyah lâleyi elde etmekti. Bir simyacının bıkıp usanmadan bakırı altına çevirme çabası gibi, bu çiçeğin tutkunları da siyah lâleyi üretebilmek için akla gelmez yöntemler deniyorlardı. Karanlıkta kalırsa lâlenin siyah olacağı düşünülüyor ya da siyah renkli toprakta yetiştirmeye çalışıyorlardı. Siyah lâleyi yetiştirmek için insanların gösterdikleri çaba ve bunun için başvurabilecekleri hileler, en güzel şekliyle Alexandre Dumas'nın Siyah Lâle, adlı romanının konusu olmuştu. Genç bir adam, siyah lâle elde etmenin sırrını bulmuş, bunu kıskanan kötü kalpli, acımasız bahçıvan yüzünden de başına gelmedik kalmamıştı. Aslında hiçbir zaman tam anlamıyla siyah lâle üretilemedi. Tüm çabalar boşa gitti. Bugün siyah olarak adlandırılan lâlelerin rengi ise, siyaha yakın çok koyu mor. Tabii lâleler bu kadar değerli olur da, avcıları olmaz mı? 1800'lü yıllardan beri lâle avcıları bu çiçeğin doğal olarak en yoğun bulunduğu Orta Asya'ya gelmiş, birbirinden değişik yabani lâlelerin soğanlarını da ülkelerine götürmüşlerdi. Lâle avcıları bugün bile iş başında. Ve önceden olduğu gibi hâlâ lâle soğanları Anadolu'dan Avrupa'ya gidiyor. Avcılar önce yabani lâleleri keşfediyor, sonra da çektikleri fotoğrafları köylülere dağıtıp, istedikleri lâle soğanlarının toplanmasını sağlıyor... Lâlelerle ilgili anlatılacak öyle çok şey var ki. Ancak, ilkbaharın bu ilk günlerinde koyu mordan sarıya, çizgili kırmızıdan beyaza, pembeye, kayısıya kadar farklı renkleriyle çiçekçi tezgâhlarını süsleyen lâlelere bakmak, tüm coşkusunu yaşamak, yüzlerce yıl önce insanların neler hissettiğini anlamak için yeterli. |