8. Osmanlı fetihlerinin en bâriz vasfı gelişigüzel, sergüzeşt ve çapul şeklinde değil, bir program altında şuurlu bir yerleşme hâlinde tecelli etmiş olmasındandır. Bu da fethedilen yerlerdeki halkın hoşnutluğuna ve yeni idâreden memnun olmalarına yol açtı. Fetih programının esaslarından biri de yeni elde edilen stratejik yerlere, büyük ve mühim şehir ve kasabalara Anadolu'dan göçmenler getirilerek yerleştirmek sûretiyle muhtelif kısımlara ayrılıp şehir ve kasabalarda derhal ilmî ve ictimâî müesseseler vücûda getirilmiştir.
9. Nihâyet Balkan fetihlerinin gelişmesinde ve istikrarında, asırlarca evvel Balkanlara gelerek yerleşen ve daha sonra Hıristiyanlığı kabul etmiş olan fakat Türklüğünü unutmayan Peçenek, Kuman, Gagavuzlar ile Vardarların da etkili olmaları ihtimâl dâhilindedir.
Osmanlı Beyliği daha kurulduğu andan îtibâren askerî, adlî ve mâlî teşkilâtla işe başladı. Bilhassa askerî işlere fazla ehemmiyet verilerek muvaffakiyetin sebepleri hazırlandı. Fakat bu zâhirî kudret tamâmen ayrı dinde olan yabancı bir bölgede yâni Balkanlarda yayılma ve yerleşme için kâfi değildi. Ancak bu iş daha çok mânevî ve rûhî sebeplere öylesine göz kamaştırıcı bir hızla ve şuurlu bir biçimde oldu ki, bugün dahi düşünenleri hayretler içinde bırakmakta ve 20. asırda dahi misli görülmemiş bu hareket, dün olduğu gibi bugün de yerli yabancı nesillerin hayranlığını çekmektedir. Nitekim zamânın târihçi, düşünür ve ilim adamları bu hususta şunları söylemektedirler:
".... Osmanlıların hoşgörüleri, ister siyâset, ister hâlis insaniyet neticesiyle meydana gelmiş olsun, Osmanlıların yeni zaman içinde milliyetlerini tesis ederken dîni, hürriyet ilkesinin siyâsetinin temel taşı olarak kabul eden ilk millet olduğu îtiraz kabul etmez bir durumdur. Hıristiyan dünyâsındaki arası kesilmeyen Yahûdi ta'zibâtı ve engizisyona rağmen, muâvenet mesuliyeti lekesini taşıyan asırlar esnâsında Hıristiyan ve Müslümanlar, Osmanlıların idâresi altında ahenk ve vifak, uygunluk, içerisinde yaşıyorlardı..." (Gibbons).
".... Kur'ân-ı kerîmi tanıyanların zihnine ve hâfızasına nakşedilmiş olan prensipler, onları yeryüzündeki insanların en insâniyetlisi en hayırseveri hâline getirmiştir. Bütün bu faziletlere rağmen Ecnebilerin (Avrupalıların) barbar demesi, yırtıcı bulması, savaşlarına göre hüküm vermesinden ileri gelir. Gerçekten Müslümanlar canlarını esirgemeden savaşırlar, düşmanları aynı zamanda dinlerinin de düşmanıdır. Bu şecâat Türklere sâdece dinlerinden değil, aynı zamanda millî karakterlerinden gelir. Ama bir milletin gerçek karakteri savaş alanının silah gürültüleri arasında tâyin edilemez. Türkleri gerçekten tanımak isteyenler, onların faziletlerini değerlendirmeli, törelerin karakter ve fiillerindeki tesirlerini muhâkeme etmeli, onları barış zamânındaki örf ve âdetleri içinde incelemelidir. Filhakika Türkler, savaşta ne kadar sert, ne kadar mağrûr ve yırtıcı iseler, barışta da o kadar sâkindirler. En büyük kahramanlıkları gösteren, gözlerini kırpmadan ateşe atılan bu insanlar, günlük hayatlarına döndükleri zaman gerçek karakterlerini alırlar. O zaman onların beşerî duygularla dolu hayırsever kimseler olduğu anlaşılır. Bu duygu bütün Türklere şâmildir. Hepsinin de rûhuna öylesine derin bir şekilde işlemiştir ki, savaşta birer cesâret timsali olan bu kimseler, barışta fakir babası, düşkünün dostu olurlar. İçlerinde en kötüsü en hasisi bile yine de bir vazife olarak iyilik etmekten çekinmez...." (D'ohsson). |