Kıdemli Kartal
Üyelik tarihi: Mar 2006 Yaş: 41
Mesajlar: 5.868
Tecrübe Puanı: 25  | Fichte'nin Kant'ta gördüğü eksiklik, yalnız doğal düşünceye değil, münhasıran felsefî düşünceye şamil olan bir saf eleştiriye yükselmemiş olmasıdır. Yani Kant, bilinç muhtevasına verilmiş olan çokluktan bu bilincin kapladığı birliğe yükseldiği halde, Fichte, tersine olarak 'ben'in başlangıcındaki faaliyetten hareket etmek ister ve bundan, tikel şekilleri türetir. 'Saf eleştiri' ise, genel felsefeyi, 'bilim teorisi'ni teşkil eder. O, bilim düşüncesini kurmakla başlamalıdır; bir bilim, 'bir olmalı' ve bir 'bütün' (tout) teşkil etmelidir. Bunun için de bilim, kendi töz ve pekinliğine kaynak olan tek ve egemen (souverain) bir ilke üzerine kurulmalıdır. Fakat bu ilkeyi neyin üzerine dayamalıdır ve ne hakla onun gerçeğinden bütün değer önermelerinin doğru olduğu sonucunu çıkarabiliriz? İşte saf eleştirinin ve bilim teorisinin konusu budur. Eğer bu bilim, olumsal değilse, bütün diğer bilgiler temelsizdirler. Bunun için bütün diğer bilimler, kendilerinin olmayan birtakım ilkelere dayanmış olurlar; ya pekinlik (certitude) mevcut değildir, ya da her bilginin ve her pekinliğin ortaklaşa bir temeli olabilen mutlak, bir ilke ve dolaysız bir gerçek üzerine kurulmuş olan bir bilim mevcut olmalıdır. Bu ilke ise, önermenin 'maddesi' denilen şeyle, 'şekli' denilen şeydir. Mutlak ilkenin, biri diğeriyle belirlenmiş olarak —yani, madde şekille ve şekil maddeyle belirlenecek surette— madde ve şekli kendinde olmalıdır. Fichte'ye göre, temel bilimlerin dayandığı üç ilke vardır: 1 - Büsbütün mutlak olan ilke; 2 - Şekil gibi yalnız mutlak olan ilke; 3 - Sadece madde gibi mutlak olan ilke. Mutlak olarak egemen bir ilkenin olabilirliği, insel bilginin tek bir sistem teşkil ettiğine delâlet eder. Eğer böyle bir sistem mevcut değilse, ya dolaysız bir surette pekin olan bir şey yoktur ve bütün bilgi, kesin bir surette bir ilke müsaderesine (petition de principe) dayanır; ya da birçok sistemler vardır ve bunların her biri özel bir ilkeye dayanır. Bu takdirde de ister eşit bir surette en ilkel (primordiale) olan birçok doğuştan gerçekler kabul edilsin, isterse dışımızda yalınç izlenimler vasıtasıyla ruhumuzun kendileriyle ilişkide bulunduğu birtakım 'yalınç şeyler' çeşitliliği (variete) varsayılsın, her iki halde de bilgimizde hiç bir birlik olamaz. Bu bilgi de pekin olabilirse de, bir sistem teşkil edemez. Âdeta ışıksız, ahenksiz ve birlikten yoksun olup, aralarında hiç bir geçit bulunmayan türlü odalardan bileşik ve hiç bir zaman tamamlanmamış sağlam bir eve benzer. Bu nedenle 'bir' olmayan hiç bir doğru sistem bulunamaz; ve bir olmak için de, onun bir tek ilke üzerine kurulmuş olması ve küremiz için merkezcil (centripete) kuvvet ne ise, bu ilkenin de sistem için öyle olması lâzımdır. Bu ilkenin ispatı söz konusu değildir. Fakat o düşünmeyle mantığın olağan (ordinaire) konularını gözleyerek keşfetmelidir. Bu kanunlar egemen ilkeyi tamamıyla ortaya çıkardıktan sonra, kendi belge ve temellerini de bu ilke içinde bulurlar. Şunun ya da herhangi bir iç deneyin, herhangi bir olgusunu alınız ve bundan deneye taalluk eder gibi görünen ne varsa hepsini olabildiği kadar çıkarınız; elde kalacak olan şey, ruhun kendi olgusu, ilkel olarak kendi koymuş olduğu olgudur. a = a önermesi kadar hiç bir önerme itiraz edilemeyecek kadar gerçek değildir. Zira a, a' dır, dediğim zaman, özneye ait bir şeyi tasdik etmiyorum, yalnız (a) dır, ne ise odur demiyorum, aynı zamanda bir yargı taşıyorum, yargılıyorum, düşünüyorum ve bunlarla kendimi ileri sürüyorum. Bir diğer deyimle, "düşünüyorum, öyleyse varım" demektir. Her taşıdığım yargının içinde 'benim, ben benim' vardır. Benim derken, 'ben', kendini vazetmiş olur ve kendi kendini vazederken özel ürünü eylem, ajan, neden ve sonuç olacak surette kendi kendini vücuda getirir ve oluşturur. Bilinçsiz 'ben' yoktur; ancak 'ben', kendisini vazederken kendi kendinin bilincini kazanabilir; 'ben'in 'ben' demesine vesile olan temel yargının kendi kendisini vazetmesi ve kendini meydana getirmesi bir olgu-eylem'dir (fait-action), bir edim-olgu'dur (acte-fait). Ben kendisini vazettiği için vardır. Var olduğu için kendi kendisini vazeder. "Mutlak surette benim; çünkü benim" ve ben mutlak surette ne isem oyum, o da, öteki de benim için odur. İşte Fichte sisteminin en son sistem ve verimli ilkesi mutlak konu olarak 'ben'den ve var olan bir varlık olarak kendi kendisini vazetmekten ibarettir. Kendisini eleştirenlere göre de, onun kökten yanıldığı nokta da budur. Fichte, 'ben'e Spinoza'nın mutlak neden ve Tanrısal töz için ileri sürdüğü tanımı uygulamıştır: "Ben, ilkel olarak kendi özel varlığını vazeder". İşte bilim teorisinin mutlak surette egemen 'ilkesi' budur. Demek ki bütün düşünce ve varlığın ortaklaşa temeli de' bu ilk edimden ibaret olan, saf öznenin, ben'in kendi kendisini vazetmesidir. Fakat ikinci ve ilkel bir edimle 'ben', 'mutlak ben'e, bir 'mutlak ben değil'i (non moi) karşı koyar. Sadece şekle ait olan ikinci mutlak ilke de budur. Ben'in kendi yanında kendisi gibi mutlak olduğunu tanıdığı bu ikinci ilke, hem birinci ilkeyle hem kendi kendisiyle çelişik bir haldedir. Bu çifte çelişikliği çözmek için yalnız maddeye taalluk eden üçüncü bir ilkeyi kabul etmek lâzımdır ki, bunu şu surette ifade edebiliriz: "Ben ve ben değil'in (non moi) her ikisi de birbirinin gerçekliğini karşılıklı olarak sınırlayacak şekilde, ben tarafından ve ben'in içine vazedilmişlerdir". Başka bir deyimle, "ben içinde bölünebilen ben'e bir bölünemez ben değil'i karşı koyuyorum". Demek ki ikinci mutlak ilkede ben, kendi kendine yabancı kalmıştır. Kendini düşünmek için, kendi üzerinde düşünmeye ve 'varlığa' bir nesne (objet) sıfatıyle karşı gelmeye (s'opposer) mecburdur. Bu kendini inkâr etme, öznenin ikinci edimidir. Bundan varlıkla düşüncenin birbirine karşı bağıntılı oluşunu ve birbirini karşılıklı olarak belirlediğini ileri sürmek suretiyle, bu çelişikliği çözmek gerektir, sonucu çıkar. İşte bilincin yeri (lieu) bu bağlantı (relation), öznenin üçüncü edimini teşkil eder. Anlaşılıyor ki, bilim doktrininin ilkeleri, felsefenin üç temel düşüncesi üzerine dayanan bu üç edimdir ki, birincisi özdeşlik ilkesini, ikincisi çelişiklik ilkesini, üçüncüsü nedenlilik ilkesini meydana getirir. Birincisiyle eşyanın mutlak birliği, ikinci ve üçüncüsüyle de karşı olumların birliği gerçeklenmiş olur. Bu suretle mantık kanunları ve kategoriler, özgürlüğün edimleri olmuş olur. Üçüncü edim ise, özneye kendi pozitif kapsamını, yani kendisinin art ardına gerçeklenmesinin olabilirliğini verir; yani o, ruhun daha önceki bütün edimler serisini kaplamıştır. Konuyu biraz daha açıklarsak; bilim doktrininin üç ilkesi, mutlak 'ben' düşüncesi, mutlak bir dış nesne ve bunların birbirine karşılıklı olarak belirlemesinden ibarettir. Bu üç ilke, nitel oranlar bakımından üç esaslı yargı şekline dönüşürler: Tasdik, İnkâr, Sınırlama (limitation); ya da, Tez (these), Antitez ve Bireşim. İşte Hegel tarafından belirtilmiş olan bu üç esas, Fichte'nin yöntemine de temel vazifesini görmüş olan ilkelerdir. Edimsel olarak verilmiş olan herhangi bir önermede, gizli bulunan çelişikliği, çözümleme keşfeder ve apaçık bir duruma getirir; sonra, karşıtları uzaklaştıran bir bireşim, yeni bir önerme içinde bu çelişikliği çözümler. Bu suretle bilimin her yeni önermesi, daha önceki bir önermenin ya gelişmesi, ya da düzeltilmişi olur. Her şey kendi aralarında birbirini tutar, hepsinin hem temeli, hem de tacı 'ben' olan organik bir sistem teşkil ederler. Açıkladığımız üç ilke, Fichte'ye göre şu önermede özetlenebilir: Çözümleme, "Ben ve ben değil, karşılıklı olarak belirlenirler". Çözümleme bunda gizli olan şu iki önermeyi keşfeder: 1. 'Ben', 'ben değil' tarafından belirlenir ya da 'ben değil', 'ben'i belirler. 2. 'Ben', 'ben değil'i, 'ben' tarafından belirlenmiş gibi vazeder; ya da 'ben', 'ben değil'i belirler. Bunlardan birincisi, teorik felsefenin ilkesidir; ikincisi ise, pratik felsefenin ilkesidir. Her teorik felsefe şu ilkeden elde edilir: 'Ben değil', 'ben'i belirler. Bu ilkeye göre 'ben', nesneler karşısında kendisini pasif olarak konmuş gibi bulur; ve bilgi, onu bu nesnelerin düşünen özne üzerine yaptığı etki ile meydana getirmiş görünür. Bununla birlikte 'ben', henüz onda bir şey değildir. Zira, kendisini 'ben değil' tarafından belirlenmiş gibi vazeden 'ben'dir. 'Ben', gizli olarak (virtuelle-ment) bütün gerçekliktir; hiç bir şey, onun mutlak faaliyetinin etkisi olmaksızın mevcut olamaz. Öyle ise, 'ben değil'in sözde gerçekliği, bu faaliyetin bir ürününden başka bir şey değildir. 'Ben değil' düşüncesi, 'ben' düşüncesinin bir değişkesinden başka bir şey değildir. 'Ben' düşüncesiyle, kendisinin sınırlı gerçekliğini hisseder ve bu sınırlamanın kendisi dışında bir nedeni olacağını varsayar ve bu nedeni bir 'ben değil'de gerçeklendirir. Fakat bu 'ben değil', 'ben'i kendi özel tabiatına göre belirler. Şu halde dış âlem, Fichte'nin sisteminde eğreti (em-prunte) bir mevcudiyete sahiptir. Zira, kendisinden duyumlar, duygular ve düşünceler halinde doğan her şey, kendi özel gerçekliğinden gelirler ve sözde dış varlık denilen şeyler, gerçekleştirilmiş ülküden (ideale) başka bir şey değildir. Dış âlem, 'ben'den doğar ve gerçek varoluşunu 'ben' içinde bulur ve 'ben' için bulur. Her çözümcü eleştirinin 'ben' tarafında bıraktığı şey, 'ben'i harekete getiren bir içtepidir (impulsion) ki bu, 'ben'in gizliliğini (virtualite) geliştiren bir ilkedir. Bu nedenle Kant'ın eleştirici ülkücülüğü Fichte sisteminde 'mutlak öznel ülkücülük' (idealisme subjectif absolu) halini alır; yalnız bir şartla ki, bunda 'ben', gelişme için dışardan bir içtepi almaya mecburdur. Bu suretle dış âlem, teorik felsefede zihinsel bir olayı açıklamak için, bir varsayımdan başka bir şey olamaz. Zira 'ben', kendisini sınırlayan bir nesneyi zorunlu olarak tasarlar. Bu nesne, gerçek değildir. Onu vazeden, ona bir gerçeklik veren ve onu kendisine nakleden de 'ben'dir. Bu nesnenin tasarımı, hayal gücünün bilinçsiz bir eseridir. Ruh, hem hareket eden, hem de düşünen olamayacağından, onun faaliyeti bir üretme (production) ve düşünme (reflexion) dizisiyle (serie) zorunlu olarak kısıtlanmış olur. Bu üretici faaliyetin sonsuzluğu ile düşünmenin belirlenmesi arasındaki dalgalanmada ruhun bilinçsiz olarak meydana getirdiği şey, kendi bilincinin bir koşulu olan yabancı bir gerçek gibi görünür; böylece, "gerçeklik, düşünceliğin (idealite) ürününden başka bir şey olamaz". Zihin gibi kabul edilmiş olan mutlak 'ben', belirlenmiş olmak ihtiyacındadır; bu yüzden de sonlu bir hal alır ve artık mutlak olmaz. Demek ki kendiliğinden 'ben'le mutlak 'ben' arasında karşı olma (opposition) vardır. Mutlak 'benlik', 'ben değil'in nedeni olmaya mecburdur; bu nedenle kendi içtepisinin de dolaysız nedenidir; anlaşılır ki 'ben', gerçek olarak yalnız kendine bağlıdır. Öyle ise, aktif veya pasif 'ben'in bilimi, ilke olarak şu önermeye sahiptir: 'Ben', 'ben değil'i belirler; 'ben'in faaliyetinin konusu 'ben değil'in mutlak belirlenmesidir. Mutlak ve kendiliğinden alınmış olan 'ben', uzamsızdır, hareketsizdir ve matematik bir noktadır. 'Ben', kendi bilincine kavuşmak için. gelişmek ihtiyacını duyar ve kendisini merkezkaç (centrifuge) bir harekete terk eder ki, bu yine kendisine dönmek içindir. Dışın içtepisi ancak bu suretle olabilir ki, bu içtepinin ilk, nedeni de yine mutlak 'ben'in tabiatı içindedir. Mutlak 'ben', varlığını tamamıyla gerçeklendirmek, kendisine, bütün dolgunluğuyla kendi bilincini vermek için faaliyetinin küresini sonsuzluğa doğru genişletmek ister. Bu yöneliş, karşılaştığı direnmelerle büsbütün kuvvetlenir. Eylemlerinden hiç biri, faaliyetinin hiç bir belirlenmiş ürünü 'ben'i kandıramaz ve bu yüzden kendi yetkinlik ve ahenk ülküsünü gerçeklendirmek için çabalarını katmerleştirir. Bu sonsuzluğa doğru olan sürekli bir özlemdir. Bilgi ve eylemin müşterek amacı, 'ben'in, 'ben değil' üzerindeki egemenliğini sağlamak ve 'ben'in 'ben değil' üzerinde vücuda getirdiği şeyleri yine 'ben değil'den almak ve böylece, ruhun yetkin birliğini, bağımsızlığının edimsel (actuel) bilinci ve mutlak gerçekliğiyle kurmaktır. Özet olarak, biz her şeyi mutlak 'ben'e oranla biliriz. 'Ben'in bildiği bu şeyler, 'ben değil'i teşkil eder. Yani, dış âlem, 'ben değil' gibi görünen bir 'ben'dir. Öznel 'ben', nesnel 'ben'i meydana getirir. Şu halde, 'ben'le 'ben değil' arasında bir birlik vardır; bu birlik, mutlak'tır ve sonsuz'dur. Mutlak ise, kendi kendine oluşan ve sonsuz bir şeyle gerçeklenen bir şeydir. Fichte, bu bakımdan 'ben'e evrensel bir anlam verir. 'Ben', bir bilinmeyen varlık, bir (X) dir ki, yavaş yavaş bilincini kazanır ve bilincin ışığıyla aydınlanır, bilinç olur. Bu nedenden felsefe yapmak demek, daima olması gerekene doğru giden ve yalnız kendisi özgür olan 'ben' in kendi bilincini alması ya da kazanması demektir. Fichte, bilim doktrininde bedenden ayrı ve seçik bir ruh varsayımını şiddetle reddettiği için, onun 'ben'ini ruh zannetmemelidir. Ona göre böyle bir ruh kabul etmek, tinselci metafiziğin kurduğu gibi, ayrı bir töz ya da özü kabul etmek demektir.
__________________ iLk ÇıĞLıĞıM SoN NeFeSiM TeK AşKıM BEŞİKTAŞ'ım.... HeRşEyİn BiR sOnU vAr AmA BEŞİKTAŞ SeVgİsİnİn AsLa...! |