Tekil Mesaj gösterimi
Alt 02-03-2007, 12:18   #5
özgür_1903
Kıdemli Kartal
 
özgür_1903 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 

BİLİM DOKTRİNİ
Fichte'nin Kant'ta gördüğü eksiklik, yalnız doğal düşünceye değil, münha­sıran felsefî düşünceye şamil olan bir saf eleş­tiriye yükselmemiş olmasıdır. Yani Kant, bi­linç muhtevasına verilmiş olan çokluktan bu bilincin kapladığı birliğe yükseldiği halde, Fichte, tersine olarak 'ben'in başlangıcındaki faaliyetten hareket etmek ister ve bundan, ti­kel şekilleri türetir. 'Saf eleştiri' ise, genel felsefeyi, 'bilim teorisi'ni teşkil eder. O, bilim dü­şüncesini kurmakla başlamalıdır; bir bilim, 'bir olmalı' ve bir 'bütün' (tout) teşkil etmelidir. Bunun için de bilim, kendi töz ve pekinliğine kaynak olan tek ve egemen (souverain) bir il­ke üzerine kurulmalıdır. Fakat bu ilkeyi neyin üzerine dayamalıdır ve ne hakla onun gerçe­ğinden bütün değer önermelerinin doğru oldu­ğu sonucunu çıkarabiliriz? İşte saf eleştirinin ve bilim teorisinin konusu budur. Eğer bu bi­lim, olumsal değilse, bütün diğer bilgiler temel­sizdirler. Bunun için bütün diğer bilimler, ken­dilerinin olmayan birtakım ilkelere dayanmış olurlar; ya pekinlik (certitude) mevcut değildir, ya da her bilginin ve her pekinliğin or­taklaşa bir temeli olabilen mutlak, bir ilke ve dolaysız bir gerçek üzerine kurulmuş olan bir bilim mevcut olmalıdır. Bu ilke ise, önerme­nin 'maddesi' denilen şeyle, 'şekli' denilen şey­dir. Mutlak ilkenin, biri diğeriyle belirlenmiş olarak —yani, madde şekille ve şekil maddey­le belirlenecek surette— madde ve şekli ken­dinde olmalıdır. Fichte'ye göre, temel bilimle­rin dayandığı üç ilke vardır:

1 - Büsbütün mutlak olan ilke;
2 - Şekil gibi yalnız mutlak olan ilke;
3 - Sadece madde gibi mutlak olan ilke.

Mutlak olarak egemen bir ilkenin olabilir­liği, insel bilginin tek bir sistem teşkil ettiği­ne delâlet eder. Eğer böyle bir sistem mevcut değilse, ya dolaysız bir surette pekin olan bir şey yoktur ve bütün bilgi, kesin bir surette bir ilke müsaderesine (petition de principe) daya­nır; ya da birçok sistemler vardır ve bunların her biri özel bir ilkeye dayanır. Bu takdirde de ister eşit bir surette en ilkel (primordiale) olan birçok doğuştan gerçekler kabul edilsin, ister­se dışımızda yalınç izlenimler vasıtasıyla ruhu­muzun kendileriyle ilişkide bulunduğu birtakım 'yalınç şeyler' çeşitliliği (variete) varsayılsın, her iki halde de bilgimizde hiç bir birlik ola­maz. Bu bilgi de pekin olabilirse de, bir sis­tem teşkil edemez. Âdeta ışıksız, ahenksiz ve birlikten yoksun olup, aralarında hiç bir geçit bulunmayan türlü odalardan bileşik ve hiç bir zaman tamamlanmamış sağlam bir eve benzer. Bu nedenle 'bir' olmayan hiç bir doğru sistem bulunamaz; ve bir olmak için de, onun bir tek ilke üzerine kurulmuş olması ve küremiz için merkezcil (centripete) kuvvet ne ise, bu ilke­nin de sistem için öyle olması lâzımdır.

Bu ilkenin ispatı söz konusu değildir. Fakat o düşünmeyle mantığın olağan (ordinaire) ko­nularını gözleyerek keşfetmelidir. Bu kanunlar egemen ilkeyi tamamıyla ortaya çıkardıktan sonra, kendi belge ve temellerini de bu ilke içinde bulurlar. Şunun ya da herhangi bir iç deneyin, herhangi bir olgusunu alınız ve bundan deneye taalluk eder gibi görünen ne var­sa hepsini olabildiği kadar çıkarınız; elde ka­lacak olan şey, ruhun kendi olgusu, ilkel ola­rak kendi koymuş olduğu olgudur.

a = a önermesi kadar hiç bir önerme itiraz edilemeyecek kadar gerçek değildir. Zira a, a' dır, dediğim zaman, özneye ait bir şeyi tasdik etmiyorum, yalnız (a) dır, ne ise odur demiyo­rum, aynı zamanda bir yargı taşıyorum, yargı­lıyorum, düşünüyorum ve bunlarla kendimi ile­ri sürüyorum. Bir diğer deyimle, "düşünüyo­rum, öyleyse varım" demektir. Her taşıdığım yargının içinde 'benim, ben benim' vardır. Be­nim derken, 'ben', kendini vazetmiş olur ve kendi kendini vazederken özel ürünü eylem, ajan, neden ve sonuç olacak surette kendi ken­dini vücuda getirir ve oluşturur. Bilinçsiz 'ben' yoktur; ancak 'ben', kendisini vazederken ken­di kendinin bilincini kazanabilir; 'ben'in 'ben' demesine vesile olan temel yargının ken­di kendisini vazetmesi ve kendini meydana getirmesi bir olgu-eylem'dir (fait-action), bir edim-olgu'dur (acte-fait). Ben kendisini vazet­tiği için vardır. Var olduğu için kendi kendi­sini vazeder. "Mutlak surette benim; çünkü benim" ve ben mutlak surette ne isem oyum, o da, öteki de benim için odur. İşte Fichte sis­teminin en son sistem ve verimli ilkesi mutlak konu olarak 'ben'den ve var olan bir varlık olarak kendi kendisini vazetmekten ibarettir. Kendisini eleştirenlere göre de, onun kökten yanıldığı nokta da budur. Fichte, 'ben'e Spinoza'nın mutlak neden ve Tanrısal töz için ile­ri sürdüğü tanımı uygulamıştır: "Ben, ilkel ola­rak kendi özel varlığını vazeder". İşte bilim teorisinin mutlak surette egemen 'ilkesi' budur.

Demek ki bütün düşünce ve varlığın ortak­laşa temeli de' bu ilk edimden ibaret olan, saf öznenin, ben'in kendi kendisini vazetmesidir. Fakat ikinci ve ilkel bir edimle 'ben', 'mutlak ben'e, bir 'mutlak ben değil'i (non moi) karşı koyar. Sadece şekle ait olan ikinci mutlak ilke de budur. Ben'in kendi yanında kendisi gibi mutlak olduğunu tanıdığı bu ikinci ilke, hem birinci ilkeyle hem kendi kendisiyle çelişik bir haldedir. Bu çifte çelişikliği çözmek için yal­nız maddeye taalluk eden üçüncü bir ilkeyi ka­bul etmek lâzımdır ki, bunu şu surette ifade edebiliriz: "Ben ve ben değil'in (non moi) her ikisi de birbirinin gerçekliğini karşılıklı olarak sınırlayacak şekilde, ben tarafından ve ben'in içine vazedilmişlerdir". Başka bir deyimle, "ben içinde bölünebilen ben'e bir bölünemez ben de­ğil'i karşı koyuyorum". Demek ki ikinci mut­lak ilkede ben, kendi kendine yabancı kalmış­tır. Kendini düşünmek için, kendi üzerinde dü­şünmeye ve 'varlığa' bir nesne (objet) sıfatıyle karşı gelmeye (s'opposer) mecburdur. Bu kendini inkâr etme, öznenin ikinci edimidir. Bun­dan varlıkla düşüncenin birbirine karşı bağın­tılı oluşunu ve birbirini karşılıklı olarak belir­lediğini ileri sürmek suretiyle, bu çelişikliği çözmek gerektir, sonucu çıkar. İşte bilincin ye­ri (lieu) bu bağlantı (relation), öznenin üçün­cü edimini teşkil eder.
Anlaşılıyor ki, bilim doktrininin ilkeleri, fel­sefenin üç temel düşüncesi üzerine dayanan bu üç edimdir ki, birincisi özdeşlik ilkesini, ikin­cisi çelişiklik ilkesini, üçüncüsü nedenlilik il­kesini meydana getirir. Birincisiyle eşyanın mutlak birliği, ikinci ve üçüncüsüyle de karşı olumların birliği gerçeklenmiş olur. Bu suret­le mantık kanunları ve kategoriler, özgürlüğün edimleri olmuş olur. Üçüncü edim ise, özne­ye kendi pozitif kapsamını, yani kendisinin art ardına gerçeklenmesinin olabilirliğini verir; yani o, ruhun daha önceki bütün edimler se­risini kaplamıştır. Konuyu biraz daha açıklar­sak; bilim doktrininin üç ilkesi, mutlak 'ben' düşüncesi, mutlak bir dış nesne ve bunların birbirine karşılıklı olarak belirlemesinden ibarettir. Bu üç ilke, nitel oranlar bakımından üç esaslı yargı şekline dönüşürler: Tasdik, İnkâr, Sınırlama (limitation); ya da, Tez (these), Anti­tez ve Bireşim. İşte Hegel tarafından belirtilmiş olan bu üç esas, Fichte'nin yöntemine de te­mel vazifesini görmüş olan ilkelerdir. Edimsel olarak verilmiş olan herhangi bir önermede, gizli bulunan çelişikliği, çözümleme keşfeder ve apaçık bir duruma getirir; sonra, karşıtları uzak­laştıran bir bireşim, yeni bir önerme içinde bu çelişikliği çözümler. Bu suretle bilimin her yeni önermesi, daha önceki bir önermenin ya geliş­mesi, ya da düzeltilmişi olur. Her şey kendi aralarında birbirini tutar, hepsinin hem temeli, hem de tacı 'ben' olan organik bir sistem teş­kil ederler.

Açıkladığımız üç ilke, Fichte'ye göre şu öner­mede özetlenebilir: Çözümleme, "Ben ve ben değil, karşılıklı olarak belirlenirler". Çözümle­me bunda gizli olan şu iki önermeyi keşfeder:

1. 'Ben', 'ben değil' tarafından belirlenir ya da 'ben değil', 'ben'i belirler.
2. 'Ben', 'ben değil'i, 'ben' tarafından belirlenmiş gibi vazeder; ya da 'ben', 'ben değil'i belirler.

Bunlardan birincisi, teorik felsefenin ilkesidir; ikincisi ise, pratik felsefenin ilkesidir. Her teorik felsefe şu ilke­den elde edilir: 'Ben değil', 'ben'i belirler. Bu ilkeye göre 'ben', nesneler karşısında kendisini pasif olarak konmuş gibi bulur; ve bilgi, onu bu nesnelerin düşünen özne üzerine yaptığı etki ile meydana getirmiş görünür. Bununla birlik­te 'ben', henüz onda bir şey değildir. Zira, ken­disini 'ben değil' tarafından belirlenmiş gibi vazeden 'ben'dir. 'Ben', gizli olarak (virtuelle-ment) bütün gerçekliktir; hiç bir şey, onun mutlak faaliyetinin etkisi olmaksızın mevcut olamaz. Öyle ise, 'ben değil'in sözde gerçekliği, bu faaliyetin bir ürününden başka bir şey de­ğildir.
'Ben değil' düşüncesi, 'ben' düşüncesinin bir değişkesinden başka bir şey değildir. 'Ben' dü­şüncesiyle, kendisinin sınırlı gerçekliğini hisse­der ve bu sınırlamanın kendisi dışında bir ne­deni olacağını varsayar ve bu nedeni bir 'ben değil'de gerçeklendirir. Fakat bu 'ben değil', 'ben'i kendi özel tabiatına göre belirler. Şu halde dış âlem, Fichte'nin sisteminde eğreti (em-prunte) bir mevcudiyete sahiptir. Zira, kendi­sinden duyumlar, duygular ve düşünceler halinde doğan her şey, kendi özel gerçekliğinden gelirler ve sözde dış varlık denilen şeyler, ger­çekleştirilmiş ülküden (ideale) başka bir şey değildir. Dış âlem, 'ben'den doğar ve gerçek varoluşunu 'ben' içinde bulur ve 'ben' için bu­lur. Her çözümcü eleştirinin 'ben' tarafında bı­raktığı şey, 'ben'i harekete getiren bir içtepidir (impulsion) ki bu, 'ben'in gizliliğini (virtualite) geliştiren bir ilkedir. Bu nedenle Kant'ın eleş­tirici ülkücülüğü Fichte sisteminde 'mutlak öz­nel ülkücülük' (idealisme subjectif absolu) ha­lini alır; yalnız bir şartla ki, bunda 'ben', ge­lişme için dışardan bir içtepi almaya mecbur­dur. Bu suretle dış âlem, teorik felsefede zi­hinsel bir olayı açıklamak için, bir varsayım­dan başka bir şey olamaz. Zira 'ben', kendisini sınırlayan bir nesneyi zorunlu olarak tasarlar. Bu nesne, gerçek değildir. Onu vazeden, ona bir gerçeklik veren ve onu kendisine nakleden de 'ben'dir. Bu nesnenin tasarımı, hayal gücü­nün bilinçsiz bir eseridir. Ruh, hem hareket eden, hem de düşünen olamayacağından, onun faaliyeti bir üretme (production) ve düşünme (reflexion) dizisiyle (serie) zorunlu olarak kı­sıtlanmış olur. Bu üretici faaliyetin sonsuzlu­ğu ile düşünmenin belirlenmesi arasındaki dalgalanmada ruhun bilinçsiz olarak meydana ge­tirdiği şey, kendi bilincinin bir koşulu olan yabancı bir gerçek gibi görünür; böylece, "ger­çeklik, düşünceliğin (idealite) ürününden başka bir şey olamaz".

Zihin gibi kabul edilmiş olan mutlak 'ben', belirlenmiş olmak ihtiyacındadır; bu yüzden de sonlu bir hal alır ve artık mutlak olmaz. Demek ki kendiliğinden 'ben'le mutlak 'ben' arasında karşı olma (opposition) vardır. Mutlak 'benlik', 'ben değil'in nedeni olmaya mecbur­dur; bu nedenle kendi içtepisinin de dolaysız nedenidir; anlaşılır ki 'ben', gerçek olarak yal­nız kendine bağlıdır. Öyle ise, aktif veya pasif 'ben'in bilimi, ilke olarak şu önermeye sahip­tir: 'Ben', 'ben değil'i belirler; 'ben'in faaliye­tinin konusu 'ben değil'in mutlak belirlenmesi­dir.

Mutlak ve kendiliğinden alınmış olan 'ben', uzamsızdır, hareketsizdir ve matematik bir nok­tadır. 'Ben', kendi bilincine kavuşmak için. ge­lişmek ihtiyacını duyar ve kendisini merkezkaç (centrifuge) bir harekete terk eder ki, bu yine kendisine dönmek içindir. Dışın içtepisi ancak bu suretle olabilir ki, bu içtepinin ilk, nedeni de yine mutlak 'ben'in tabiatı içindedir. Mutlak 'ben', varlığını tamamıyla gerçeklendirmek, ken­disine, bütün dolgunluğuyla kendi bilincini vermek için faaliyetinin küresini sonsuzluğa doğ­ru genişletmek ister. Bu yöneliş, karşılaştığı di­renmelerle büsbütün kuvvetlenir. Eylemlerin­den hiç biri, faaliyetinin hiç bir belirlenmiş ürünü 'ben'i kandıramaz ve bu yüzden kendi yetkinlik ve ahenk ülküsünü gerçeklendirmek için çabalarını katmerleştirir. Bu sonsuzluğa doğru olan sürekli bir özlemdir. Bilgi ve eyle­min müşterek amacı, 'ben'in, 'ben değil' üzerin­deki egemenliğini sağlamak ve 'ben'in 'ben de­ğil' üzerinde vücuda getirdiği şeyleri yine 'ben değil'den almak ve böylece, ruhun yetkin bir­liğini, bağımsızlığının edimsel (actuel) bilinci ve mutlak gerçekliğiyle kurmaktır.

Özet olarak, biz her şeyi mutlak 'ben'e oran­la biliriz. 'Ben'in bildiği bu şeyler, 'ben değil'i teşkil eder. Yani, dış âlem, 'ben değil' gibi gö­rünen bir 'ben'dir. Öznel 'ben', nesnel 'ben'i meydana getirir. Şu halde, 'ben'le 'ben değil' arasında bir birlik vardır; bu birlik, mutlak'tır ve sonsuz'dur. Mutlak ise, kendi kendine olu­şan ve sonsuz bir şeyle gerçeklenen bir şeydir. Fichte, bu bakımdan 'ben'e evrensel bir anlam verir. 'Ben', bir bilinmeyen varlık, bir (X) dir ki, yavaş yavaş bilincini kazanır ve bilincin ışığıyla aydınlanır, bilinç olur. Bu nedenden felsefe yapmak demek, daima olması gerekene doğru giden ve yalnız kendisi özgür olan 'ben' in kendi bilincini alması ya da kazanması de­mektir.

Fichte, bilim doktrininde bedenden ayrı ve seçik bir ruh varsayımını şiddetle reddettiği için, onun 'ben'ini ruh zannetmemelidir. Ona göre böyle bir ruh kabul etmek, tinselci meta­fiziğin kurduğu gibi, ayrı bir töz ya da özü ka­bul etmek demektir.
__________________
iLk ÇıĞLıĞıM SoN NeFeSiM TeK AşKıM BEŞİKTAŞ'ım....
HeRşEyİn BiR sOnU vAr AmA BEŞİKTAŞ SeVgİsİnİn AsLa...!
özgür_1903 Ofline   Alıntı ile Cevapla