Yardımcı Admin
Üyelik tarihi: Mar 2006 Yaş: 41
Mesajlar: 23.645
| Alan Woods - Ted Grant
Aklın Doğuşu
Beyin Bulmacası
“Organik doğa ölü doğadan çıkıp gelişti; canlı doğa düşünmeye yetenekli bir form üretti. Önce düşünme yeteneğinde olmayan madde vardı; ondan, düşünen madde, yani insan çıktı. Eğer durum buysa –ve doğa bilimlerinden biliyoruz ki öyledir– aklın maddenin anası olmadığı, maddenin aklın anası olduğu açıktır. Çocuklar asla ebeveynlerden daha yaşlı olamazlar. «Akıl» sonra gelir, ve bu yüzden onu döl olarak görmeliyiz, ebeveyn olarak değil ... madde düşünen insanın belirmesinden önce vardı; herhangi türden bir «akıl» dünya yüzeyinde belirmeden çok önce dünyanın kendisi vardı. Başka bir deyişle madde nesnel olarak, «akıl»dan bağımsız olarak vardır. Ama «akıl» denilen ve hiçbir zaman ve hiçbir yerde maddesiz varolmayan psişik olgular asla maddeden bağımsız olmadılar. Düşünce beyin olmaksızın varolamaz; arzu eden bir organizma olmadan arzular imkânsızdır... Diğer bir deyişle, psişik olgular, yani bilinç olgusu, yalnızca belirli bir tarzda örgütlenmiş maddenin bir özelliği, bu maddenin bir «fonksiyonudur».” (Nikolay Buharin)
“Beyin mekanizmalarının yorumlanışı, biyolojinin son gizemlerinden birini, gölgeli mistisizmin ve şaibeli dinsel felsefenin son sığınağını temsil etmektedir.” (Steven Rose)
Gördüğümüz gibi, felsefenin merkezi konusu, yüzyıllardır düşünce ve varlık arasındaki ilişki sorunu olmuştur. Şimdi nihayet, bilimin attığı büyük ileri adımlar, aklın gerçek doğasına ve nasıl işlediğine ışık tutmaya başlıyor. Bu ilerlemeler, materyalist bakışın çarpıcı bir doğrulanışını sunar. Özellikle beyin ve nörobiyoloji hakkında yürüyen tartışmalarda durum budur. İdealizmin son sığınağı saldırıya uğramaktadır. Ama bu saldırı, idealistleri inatçı bir direniş göstermekten alıkoymuyor:
Yaratılışın bu madde-dışı öğesini araştırmak imkânsız hale geldiğinde, çoğu kimse bu işi bıraktı. Yalnızca maddenin gerçek olduğunu düşünmeye başladılar. Ve böylelikle en derin düşüncelerimiz, kimya yasalarına göre işleyen beyin hücrelerinin ürünlerine indirgendi... Düşünceye eşlik eden elektriksel beyin sinyallerini inceleyebiliriz, ama Platon’u sinir pulslarına ya da Aristoteles’i alfa-dalgalarına indirgeyemeyiz... Fiziksel hareketlerin betimlemeleri asla bu hareketlerin anlamını açığa çıkarmayacaktır. Biyoloji ancak, nöronlar ve sinapsların kapalı dünyasını inceleyebilir.[1]
“Akıl” dediğimiz şey beynin varoluş tarzından başka bir şey değildir. Milyonlarca yıllık evrimin ürünü olan muazzam ölçüde karmaşık bir olgudur. Beyin ve sinir sisteminde gerçekleşen karmaşık süreçleri ve bir o kadar karmaşık olan zihinsel süreçlerle çevre arasındaki karşılıklı ilişkileri çözümlemekteki zorluk, düşüncenin doğasını doğru bir biçimde anlamamızın yüzyıllarca gecikmesine neden oldu. Bu durum, idealistlerin ve ilâhiyatçıların, bedende geçici olarak konaklamak üzere tasarlanmış maddesel olmayan bir öz olarak düşünülen “ruh”un mistik addedilen doğası üzerine spekülasyonlar yapmalarına olanak tanıdı. Modern nörobiyolojinin atılımları, idealistlerin nihayet son sığınaklarından da kovulmaları anlamına gelir. Beyin ve sinir sisteminin sırlarını çözmeye başladıkça, aklı, doğa-üstü etkenlere başvurmaksızın, beyin faaliyetlerinin toplamı olarak açıklamak giderek daha kolay hale gelmektedir.
Nörobiyolog Steven Rose’un sözleriyle, akıl ve bilinç “insanoğlunun ortaya çıkışı yolunda bir dizi evrimsel değişim içinde gelişen özgün beyin yapılarının evriminin kaçınılmaz sonucudur… Bilinç, kendine özgü bir karmaşıklık düzeyinin ve serebral kortekse* ait sinir hücreleri (nöronlar) arasındaki etkileşim derecesinin evriminin bir sonucudur. Bunun aldığı biçim her bireyde, bireyin çevresiyle ilişkisi içerisinde gelişimi tarafından büyük ölçüde değiştirilmiş olsa da durum budur.”[2]
Akıl – Bir Makine mi?
İnsan beyninin kavranışı, modern bilimin doğuşu ve kapitalist toplumun ortaya çıkışından bu yana geçen son 300 yılda önemli ölçüde değişti. Beyinin algılanış tarzı, tarihsel olarak, mevcut dinsel ve felsefi önyargılarla bezenmiştir. Kilise için akıl “Tanrının evi” idi. 18. yüzyılın mekanik materyalizmi, aklı saat mekanizması gibi işleyen bir makine olarak görüyordu. Son zamanlarda ise akıl, olasılıksal olayların olası olmayan bir toplamı olarak tanımlanmıştır. Katolik ideolojinin her şeye egemen olduğu Ortaçağda ruhun bedenin bütün parçalarına sızmış olduğu söylendi; beyin, beden, akıl ya da madde ayrıştırılamazdı. Copernicus, Galileo ve nihayet Newton ve Descartes’ın mekanik materyalist görüşlerle ortaya çıkmasıyla bu bakış açısında bir kayma oldu.
Descartes için dünya makine benzeri bir şey ve canlı organizmalar da yalnızca özel tipte saatimsi ya da hidrolik makinelerdi. Bilime egemen olan ve makineyi canlı organizmalar için bir model olarak alan özgün bir dünya görüşünü meşrulaştıran temel metafor işlevi gören de bu Kartezyen makine imgesidir. Beden, parçalara ayrıldığında özsel niteliğini yitiren ayrıştırılamaz bir bütündür. Tam tersine, makinelerse, anlaşılmaları için sökülebilirler ve sonra tekrar bir araya getirilebilirler. Her parça ayrı ve çözümlenebilir bir işlevi yerine getirir, ve bütün, birbiri üzerine etkisi olan ayrı parçaların işleyişiyle tanımlanabilen düzenli bir tarzda işler.
Beyin imgesi her aşamada, o dönemin biliminin sınırlarını sadakatle yansıtmıştır. 18. yüzyılın mekanik dünya görüşü günün en ileri biliminin mekanik olduğu gerçeğini yansıtıyordu. Büyük Newton tüm evreni mekaniğin yasalarıyla açıklamamış mıydı? O halde neden insan bedeni ve aklı başka tarzda işliyor olsundu? Descartes insan bedenini bir tür kendi kendine işleyen makine olarak tanımladığında bu bakış açısını benimsemişti. Ama Descartes dindar bir Katolik olduğundan, ölümsüz ruhun bu makinenin bir parçası olduğunu kabul edemezdi. Ruh, beynin pineal bezi denilen özel bölgesinde yer alan bütünüyle ayrı bir şeydi. Ruh, bedendeki geçici konaklamasını sürdürdüğü beynin bu kuytu köşesinden, makineye hayat veriyordu. Steven Rose şöyle diyor: |