Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Gâzi, Selçuklu  kânunlarına göre kazânın ve kazâ ile ilgili siyâseti yürütme işlerini müstakil  kâdılara bırakmıştı. Osmanlı Devletinde kuruluşundan şer’î mahkemelerin  kaldırılmasına kadar bu esasa uyuldu. Pâdişâhlardan Sultan Birinci Bayezid Han,  Osmanlılarda kâdılık teşkilâtının nizâmını kurmuştur. Bu nizâma göre kâdıların  nerede, nasıl vazîfe yapacakları, tâyin ve terfî işleri düzenlendi. Tanzimat'tan  az önce; hukuk, cezâ, ticâret ve diğer bütün dâvâlara kâdı huzûrunda bakılır,  Osmanlı tebaasından bir kimse ile herhangi bir yabancı arasındaki dâvâlar da,  tercüman vâsıtasıyla yine kâdı huzûrunda ve şer’iye mahkemelerinde görülürdü.  Sonradan nizâmiye mahkemelerinin kurulması ile 1887 (H.1385) târihli kararla,  şer’î mahkemelerin ve kâdıların fiilî selâhiyetleri daraltıldı. Çoğu dâvâlar  şer’î mahkemeler yerine nizâmiye mahkemelerinde görülmeye başlandı. Osmanlı  Devletinin son zamanlarında şeyhülislâm olan Hayri Ürgüplü de, kâdılara âit  kânunlarda kendi anlayışına göre değişiklikler yaptı. Bundan kısa bir zaman  sonra da, 8 Nisan 1921 (H.1340) târihli şer’î mahkemelerin kaldırılmasına dâir  kânun ile şer’î mahkemelerin bütün vazîfeleri, asliye mahkemelerine devredilerek  bu târihten îtibâren Türkiye’de kâdılık unvânına da son verildi. 
Ülke  nüfûsunun az olduğu devirlerde kâdılar, vatandaşlar arasındaki dâvâlara  câmilerde bakarlardı. İlk mahkemeler câmilerdi. Sonraları insanlar çoğalınca,  buna paralel olarak dâvâlar da arttı. Bu sebeple işin nezâketi icâbı dâvâların  daha kolay ve daha çabuk çözülmesi için husûsî binâlar kirâlandı ve bu binâlarda  kazâ işlerine bakıldı. 
Kâdılarda aranan ehliyet şartları: Kâdılık mesleği,  devletin amme nizâmını (kânun düzenini) koruyan temel unsur olduğundan, her  önüne gelen kâdı olamazdı. Kâdılar, yüksek medrese ilimlerini okuduktan sonra,  kendilerine icâzet (diploma) verilirdi. Bu diplomayı alanlar arasından uygun  görülünler kazasker tarafından seçilerek sadrâzama arz edilir ve sadrâzamın  tasdiki ile tâyinleri yapılırdı. Kâdı olacak kimsede aranan şartlar fıkıh  kitaplarında bildirilmiş olup, Mecelle’nin 1792-1793 ve 1794. maddelerinde  açıklanmıştır. Buna göre kâdı; hür, Müslüman, akıllı ve bâliğ olmalı, dînî  meselelere ve muhâkeme usûllerine vâkıf olarak yeterli bilgiye sâhip, anlayışı  kuvvetli, doğruluktan ayrılmayan güvenilir, vakarlı ve temkinli, sağlam,  dayanıklı olmalıdır. Ayrıca hâkim (kâdı), iyiyi kötüden ayırabilecek temyiz  kudretine sâhib olmalı, küçük, deli ve bunak, kör ve sağır olmamalıdır. Kazâ  yâni hâdise ilmine hakkıyla vâkıf olmalıdır. 
Kâdının bakamayacağı dâvâlar:  İslâm hukûkuna göre, kâdılar kendileri için sû-i zanna, yâni hakkında kötü  düşünmeye sebeb olmayan herkes hakkında hüküm vermek selâhiyetine sâhiptirler.  Ancak kendilerinin yakın akrabâları meselâ babası, annesi ve çocukları vs.  hakında hüküm veremezler. Kâdılar mahkemede taraflara eşit muâmele ile söz  haklarını muhâfaza ve ispat külfetinin taraflardan hangisine düştüğünü tâyin  etmekle mükelleftirler. Kâdıların, anlayış kudretini azaltan korku, hiddet,  açlık ve susuzluk hâllerinde, hatâya düşmemek için, hüküm vermekten sakınmaları  gerekliydi. 
Kâdıya yasak olan şeyler: İslâm hukûkunda, kâdılık yüksek bir  mevki ve mertebe kabul edildiği için kâdılardan zengin olanlarının, beytülmâldan  (devlet hazînesinden) ücret alamayacakları bildirilmiştir. Yine zengin veya  fakir hiçbir kâdının, dâvâya taraf olanlardan (dâvâcı ve dâvâlıdan) hediye kabul  edemeyecekleri, bunların verdiği ziyâfetlere gidemeyecekleri beyân edilmiştir.  
Hattâ kâdıların âriyet sûretiyle (bedelsiz kullanma) veya vâdeli, vâdesiz  veresiye mal alamayacakları, ikrâz (borç verme) ve istikrâz (borç isteme) ve  bunlara benzer tasarruflarda bulunamayacakları ve ticâret yapamayacakları  belirtilmiştir. 
Bir kazâya tâyin edilen kâdıya şer’î (dînî) hükümleri icrâya  (uygulamaya) mezun olduğuna dâir pâdişâhın tuğrasını taşıyan bir “berât” verilir  ve aynı zamanda bağlı olduğu kâdıaskerlerden de (kazaskerden) bir m

rlü mektup  alarak vazîfesine giderdi. 
Kâdıların vazîfeleri: Kâdıların bulundukları kazâ  ve şehirlerde şer’î mahkemeler vardı. Kâdılar şer’i ve hükmî muâmelâtta  kendilerine verilen beratlarda gösterilen vazîfeleri yaparlardı. Evleneceklere  nikâh kıyma, mîras taksimi, yetim ve kaybolup bulunmuş malların muhâfazası, vâsî  tâyin ve vasîliği sona erdirme, vasiyetlerin ve vakıfların şartlarına  uyulmasının gözetilmesi, suç, cinâyet, cezâ, hukuk, ticâret vesâir bütün  dâvâlar, kâdılar tarafından görülürdü. Ayrıca köylü ile askerî sınıf arasındaki  arâzi ile ilgili ihtilâflar hükûmetin emriyle kâdılar tarafından görülür ve  verilen hüküm hükûmete bildirilerek karârın infazı sağlanırdı. 
Kâdıların  şer’î olan hukûkî vazîfelerinden başka, idârî yönden pek mühim vazîfeleri vardı.  Bu hususta hükûmetçe kendilerine fermân gönderilir, onlar da îcab eden cevâbı  re’sen hükûmete arz ederlerdi. Kâdıların bulundukları şehir ve kasabaların  inzibat görevi, mahallî ve askerî sınıfa bırakılmıştı. Zâhire ve amele tedâriki,  hayvan sevki, menzil emirleri, asker toplanması, iktisâdî işler, mahallî râyice  göre satılan eşyâlara narh konması, belediye işleri, yâni askerî inzibattan  başka bütün devlet işlerinin temini kâdılara âitti. Bundan dolayı kâdılar  selâhiyet bakımından devlet merkezine bağlı vazîfe sâhibiydiler. 
Kâdılar bu  geniş vazîfeleri dolayısıyla kendilerine gelen hüküm ve fermanları ve bunlara  verilen cevapları ve gördükleri çeşitli dâvâlara dâir verdikleri hükümleri kayıt  için “sicil”adı verilen kayıt defterleri tutarlardı. Bugün sâdece Türkiye’de  müze ve kütüphânelerde bu sicil defterlerinden çeşitli sebeplerle zâyi olan ve  yananlardan geriye kalıp muhâfaza olunanlar yüzbinleri geçer. Şimdi bu sicil  defterlerinin tozlu yaprakları arasında yüzyılların birikintisi koskocaman bir  adâlet târihi yatmaktadır. 
Kâdı nâibleri ve kassâmlar: Kâdıların vazîfeleri  çok geniş olduğundan işlerin görülmesinde kâdılara yardım eden kimseler vardı.  Bunlara “nâib” ve “kassâm” denirdi. Nâib, vekil demekti. Mahkeme-i şer’îlerde  kâdılar nâmına muhtelif hizmetlerde vazîfe gören nâibler vardı. Nâibin bir veya  birkaç olması kâdının tâyin edildiği kazânın büyük ve küçük olmasına, yapacağı  işin geniş olup olmamasına bağlıydı. Bundan dolayı kazâ, sancak ve eyâlet  kâdılarının nâibleri ona göreydi. Nâibler vazîfelerinin mâhiyetine göre kazâ  nâibleri, kâdı nâibleri, mevâli nâibleri (büyük şehir kâdılarının nâibleri),  kapı ve ayak nâibleri (bunlar çarşı pazar ve seyyar esnâfı kontrol ederlerdi)  ile arpalık nâibleri idi. “Arpalık” vezir, beylerbeyi ve sancak beyleri gibi  askerî sınıf ile ilmiye sınıfından şeyhülislâm, kazasker ve büyük kâdılara  geçinmeleri için tahsis olunan geçici-tekâütlük-emeklilik maaşına denirdi.  
Kassâmlar, vefât etmiş olan bir kimsenin terekesini (mîrâsını) vârisleri  arasında taksim eden şer’î memurlardı. Bunlar iki kısımdı: Birincisi kazasker  kassâmları olup bunlar askerî sınıfa mensup kimselerin verâset işlerine  bakarlardı. İkincisi mahallin kâdılığında yâni şer’î mahkemelerde bulunan  kassâmlardı. Bunlar da halk arasındaki verâset işlerine ve tereke taksîmine  bakarlardı. 
Ayrıca her eyâlet ve sancakta, kazâ kâdılarından başka toprak  kâdıları da vardı. Toprak kâdıları, seyyâr kâdılıktı. Gerek devlet merkezinde ve  gerek eyâletlerden tahkîkâtı îcâb eden bir iş, toprak kâdıları vâsıtasıyla  tahkik ve teftiş olunurdu. Köylüler sancakbeyi, alaybeyi, subaşı, zeâmet, timar  sâhipleri tarafından herhangi bir haksızlığa uğrayınca, şikâyetlerini, eyâlet ve  sancak kâdıları ile Dîvân-ı Hümâyûna yaparlardı. Bunların tahkikâtlarını yapıp,  îcâb ederse kendilerine verilen emirlerle bu dâvâlara da toprak kâdıları  bakardı. 
Köylülerin şikâyetleri yine köylü ile olduğu gibi, timarlı  sipâhîlerin de köylülere yaptıkları haksız muâmeleler, kânuna aykırı hareketler  olabilirdi. Bu durumda sipâhînin imtiyazına bakılmayarak, îcâbında onların da  tevkif ve hapislerine dâir vâlilere ferman gönderilirdi. 
Diğer bâzı gizli  teşekküllerin tahkiki de toprak kâdılarına havâle olunurdu. Toprak kâdıları  ayrıca muhârebe zamanlarında ve fevkalâde hâllerde memleket inzibatı (âsâyişi)  ile alâkadâr olanlarla berâber hizmet görürlerdi. 
Bu kâdılardan başka bir de  “ordu kâdılığı” vardı. Pâdişâhlar, sefere gittikleri zamanlarda askerî  sınıfların kâdıları olan Rumeli ve Anadolu kazaskerleri de ordu ile berâber  giderek kendilerine âit şer’î işleri görürlerdi. Pâdişâhlar, sefere  çıkmadıklarında vezîriâzamlar, sefere serdâr-ı ekrem (başkumandan) olarak  giderler, kazaskerler ise pâdişâhla berâber kalır ve bunlara vekâleten ordu  kâdısı ismiyle “mevâli” denilen büyük kâdıların emeklilerinden mâlumât  îtibâriyle değerlisi tâyin olunurdu. Buna şeyhülislâm konağında, kazaskerlere  yapıldığı gibi, merâsimle tâyin beratı verilerek elbise giydirilir ve tâyini  kendisine fermanla bildirilirdi. 
Ordu kâdılığı, hem vazîfesi ve hem de  meşakkat ve mahrûmiyeti bakımından ağır bir iş olduğundan bu hizmette bulunanlar  değiştirildikleri zaman derecelerinden daha yükseğine tâyin edilirler ve  Harameyn, yâni Mekke-Medîne kâdısı olurlardı. Kara ordusu kâdısından başka,  donanmaya (deniz kuvvetlerine) tâyin edilen kâdıya da “ordu kâdısı” denilirdi.  Bu tâyini Rumeli kazaskeri yapardı. 
Derece îtibâriyle en önemli kâdılıklar,  öncelik sırasıyla, İstanbul, Mekke-Medîne, Edirne, Bursa, Eyüp kâdılıklarıydı.  Geri kalan kâdılıklar da yine sıraya tâbiydi. 
İstanbul, dört kâdılık  bölgesine ayrılmıştı. Sur içi, İstanbul kâdılığının bölgesiydi. Eyüp kâdılığı,  Çekmeceler, Çatalca ve Silivri kazâsını ve çevrelerini içine alıyordu. Üsküdar  kâdılığı, İstanbul’un Anadolu yakasıydı. Galata kâdılığı da, Beyoğlu yakasını  içine alıyordu. 
İstanbul kâdısının çok önemli vazîfeleri vardı. Bunlardan  başlıcaları şunlardı: Kalpazanların kontrolleri, paranın alım gücünün korunması,  su işleri, hamalların nizâmı, fuhuş yasaklarına uyulup uyulmadığının kontrolü,  içki-kumar yasaklarına uymanın sağlanması, yangınlar için tedbir alınması,  kaldırımların tâmiri, vâsıtaların kontrolü, İstanbul’un sağlık işleriyle ilâç,  doktor ve cerrahların teftişleri, amele ücretlerinin kontrolü, narhtan fazlaya  satılan eşyâdan dolayı yapılan şikâyetlerin tetkiki, İstanbul’a yiyecek, içecek  ve giyeceklerin ne sûretle dağıtılacağı, et narhına dikkat edilmesi, esnafın  kontrolü, odun ve kömürün narha göre satılması, ayakkabıların nizâma göre  yapılması, dilenciliğin men’i, hırsızlara karşı tedbir alınması, mahallelerde  kefilsiz olarak hiç kimsenin oturmaması, ev inşâsında dikkat edilecek şeyler,  mîrî (Devlet) îmâlâthânesinden başka yerde silâh yapılmaması, İstanbul tarafına  gelen gemi ve kayıkların muayyen yerlerinden başka yerlere yanaştırılmaması, bir  muhârebe esnâsında kapıkulu ocaklarıyla birlikte sefere gidecek orducu esnâfının  tesbiti ve zamânı gelince sevkleri, yasak eşyânın memleket dışına çıkarılmaması,  şâyet özel olarak yabancı memleketlere eşyâ çıkarılacak olursa, bunun memleket  ihtiyâcına zarar vermiyecekse ihrâcına müsâade edilmesi, halkın sıkıntı  çekmemesi için İstanbul’un gıdâ maddelerinin stoku için önceden tedbir alınması  idi. 
Kâdı bunların bir kısmını doğrudan doğruya kendisi görür ve nâiblerine  (yardımcılarına) gördürürdü. Bir kısmını da diğer alâkâdar olanlarla işbirliği  yaparak hallederdi. Meselâ İstanbul’daki binâ işleri mîmarbaşının; sağlık  işleri, doktorların ve hastânelerin kontrolleri hekimbaşının vazîfeleri  cümlesindendi. 
İslâmiyetin kâdılığa verdiği önemi ve kâdıların nasıl hareket  etmesi gerektiğini belirtmesi bakımından hazret-i Ömer’in Basra kâdısı bulunan  Ebû Mûsâ el-Eş’arî hazretlerine yazdığı mektup, meşhurdur. Bu mektuba, taşıdığı  yüksek hükümler bakımından Kitâbüs-Siyâse ünvânı verilmiştir. Mektubun tercümesi  şöyledir: 
“Kazâ, dâvâları hâllederek sonuçlandırmaktır. Değiştirilerek  bozulması câiz olmayan bir farzdır ve uyulması îcâb eden bir sünnettir. 
Bir  hâdise hakkında sana başvurulunca, iki tarafın sözlerini güzelce dinle, anla,  bir hak ikrâr ve îtirâf edilince, hükme bağla ve infâz et. Çünkü infâz  edilmeyecek olan bir hak sözün sâdece söylenmesi fayda vermez. 
Meclisinde ve  adâlet huzûrunda insanları eşit tut. Tâ ki mevki sâhipleri senden taraf  tutuculuk ümidine düşmesinler, zayıflar da adâletinden üzüntülü, kalpleri kırık  olmasınlar. 
Beyyine (her türlü delil ve ispat vâsıtaları) ve şâhit dinletme  dâvâcıya, yemin etmek de dâvâyı inkâr edene (dâvâlıya) âittir. Yâni dâvâcı şâhit  bulamazsa, isteği üzerine dâvâlıya yemin teklif edilir. 
Müslümanların  arasında sulh yapılması câizdir. Ancak haramı helâl, helâlı haram kılacak bir  sulh câiz değildir. 
Dünkü gün vermiş olduğun bir hüküm, nefsine mürâcaatla,  haklılığa, doğruluğa yol bulduğun takdirde, seni hakka dönmekten men etmesin.  Yâni ictihâdın değişerek evvelce verdiğin bir hükümde isâbetsizliğine kanaat  getirirsen, o hüküm, benzeri bir hâdise hakkında yeni ictihâdına göre hüküm  vermekliğine mâni olmasın. Çünkü hak kadîmdir. Hakka dönmek, bâtılda ısrar  etmekten hayırlıdır. 
Kalbini çalıştırıp, hükümlerini Kur’ân-ı kerîm’de,  sünnette bulamadığın meseleler hakkında güzelce düşün; sonra bu gibi şeylerin  benzerini bul, bunları birbiriyle kıyas et. Bunlardan Hak teâlâya daha sevimli,  daha yakın ve hakka, doğruya benzer olanı seç al. 
Dâvâcıya, her türlü delil  ve ispat vâsıtalarını, şâhitlerini bulacak kadar bir müddet ver. Bu müddet  içinde her türlü delil ve ispat vâsıtalarını hazırlarsa ve ispatını yaparsa,  hakkını alır; ispat edemezse aleyhine hüküm verilmesi îcâb eder. Böyle bir  müddet verilmesi, mâzeret husûsunda kâdı için bir özürdür. Bu tarz hareket etme  şüpheyi de yok eder. 
Bütün Müslümanlar, birbiri hakkında âdildirler.  Kazf’tan (zinâ isnadı) dolayı had cezâsı tatbik edilmiş olan, yâhut yakınlık ve  akrabâlık sebebiyle kendisinden menfaat umulan, mâzeretleri yok etmesi şüphe  edilen veyâhut yalan yere şâhitlikte bulundukları tecrübe ile anlaşılan kişiler  müstesnâ, bunlardan başkasının şâhitlikleri kabul olunur. Çünkü Hak teâlâ sizi  gizli işlerinizden men etmiş, her türlü delil ve ispat vâsıtaları sebebiyle  sizden mesûliyeti kaldırmıştır. Yâni insanların gizli şeylerini araştırıp ona  göre hüküm vermekle mükellef değilsiniz. Sizin yapacağınız şey, ispat ve delil  vâsıtalarına göre hüküm vermektir. Dünyevî hükümler, zâhire, görünene göredir.  Bunlarda gizliler, açık olanlara tâbidir. Uhrevî hükümlerde ise, gizliler  asıldır. Görünenler gizli olanlara tâbidir. 
Muhâkeme esnâsında, Allahü  teâlânın kendisiyle sevap vereceği ve ebedî mükâfât ihsân buyuracağı hak  mevkilerinde kızmaktan, sabırsızlıktan, kalp ızdırabından ve eziklik, bıkkınlık  duymaktan kaçın! Yâni mahkemeyi sabrederek ağırbaşlılıkla yürüt. 
Her kim  niyetini kendisiyle Allahü teâlâ arasında hâlis kılarsa, hak uğruna kendi  aleyhine de olsa, Hak teâlâ onun, zâtıyla insanlar arasındaki işlerine kifâyet  eder, yâni onu korur, vereceği hükümden dolayı bir tehlikeye mâruz kalmaz.  
Herhangi bir kimse, meselâ hâkim, hilâfını (gerçeğe aykırılığını) Allahü  teâlânın bildiği bir sıfatla; yâni kendisinde gerçekten bulunmayan bir  fazîletle, bir hâlis niyet ve samîmiyetle insanlara karşı sûret-i haktan  görünerek, iyi niyeti bozacak olursa, Allahü teâlâ onu, insanlar arasında rezil  eder. Diğerlerini etmez. 
Hak teâlânın dünyâda rızkından ve rahmetinin  hazînelerinden ihsân buyuracağı mükâfat hakkında ne düşünüyorsun? Yâni bunun  derecesi sonsuzdur. Ona göre hareket et. Hükmünde Hak’tan ayrılma. Mükâfatını  cenâb-ı Hak’tan bekle.” 
Adâletle hüküm verme hakkında Kur’ân-ı kerîm’de  meâlen şöyle buyrulmuştur. 
Ey Resûlüm! Sana da bu hak kitâbı (Kur’ân-ı  kerîmi), kendinden önceki kitapları hem tasdik edici, hem onlar üzerine bir  şâhid olarak indirdik. O hâlde sen, Ehl-i kitab arasında Allah’ın sana  gönderdiği hükümlerle hüküm ver. Sana gelen bu haktan ayrılıp da onların  arzûları arkasından gitme. (Mâide sûresi: 48) 
Ey îmân edenler! Allahü  teâlâya ve O’nun resûlüne ve sizden olan idârecilere itâat ediniz. Sonra bir şey  hakkında anlaşamazsanız, eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız, bu işin  hükmünü Allah’tan ve Resûlullah’tan anlayınız. Bu, hem hayırlı, hem de netîce  bakımından daha güzeldir. (Nisâ sûresi: 59) 
Adâletle hüküm verme ve  kâdılığın önemi hakkında, Peygamber efendimizin hadîs-i şerîflerinden bâzıları  da şunlardır: 
Kâdılar üç kısımdır: Biri Cennette, ikisi Cehennemdedir. Hakkı  bilenve ona göre hüküm veren kâdı Cennettedir. Hakkı bilen fakat ona göre hüküm  vermeyen kâdı Cehennemdedir. Bilmediği hâlde hüküm veren kâdı da Cehennemdedir.  
Kâdı yerine oturunca, onun yanına iki melek iner ve zulmetmedikçe ona yol  gösterirler. Onu muvaffak kılmaya çalışırlar. Eğer zulmederse, oradan ayrılıp  onu kendi hâline bırakırlar. 
Dâvâcı ve dâvâlı karşısında oturunca, her  ikisini de dinlemeden karar verme. Sence hakîkatın meydana çıkması için bu daha  uygundur. 
Siz dâvâcı-dâvâlı olarak bana geliyorsunuz. Ben de insanım.  Biriniz delîlini diğerinden daha güzel ifâde edebilir. Ben aranızda sizden  duyduğuma göre hüküm veriyorum. Her kim için, kardeşinin hakkı olan bir şeye  hükmedersem onu almasın. Çünkü bu, ateşten bir parçadır. Kıyâmet günü, boynunda  o ateşle gelir.