İşte Atatürk’ün saklı kalan röportajı 
   
İşte Mustafa Kemal Atatürk’ün  ağzından bugüne kadar belki de hiç okumadığınız  açıklamalar..    
  1923 yılının Temmuz ayı.. Amerikan The Saturday Evening Post dergisi  yazarlarından Isaac F. Marcosson, Ankara gelmiş ve Mustafa Kemal Atatürk’le bir  röportaj yapmıştı. Söyleri ile yazarın Anadolu izlenimlerinden oluşan yazı  derginin 20 Ekim 1923 tarihli sayısında yayınlanmıştı. 
Atatürk’ün  söyleşide verdiği cevaplar ise Anadolu Hareketinin bütün derinliğini ve Ata’nın  emperyalizme bakışını çok iyi anlatıyor: 
"Emperyalizm ölüme mahkûmdur..  Demokrasi insan ırkının ümididir.." 
Marcosson'un izlenimlerinden  oluşan yazı Prof. Ergun Özbudun tarafınan Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi’nde  1 Kasım 1984 tarihli birinci sayısında Türkçe olarak yayınlanmıştı.. Bu  söyleşiye ulaşan 
Haber3.com metni sizin için özel olarak yeniden derledi.  İşte internet medyasında ilk kez 
Haber3.com’da yayınlanan o  söyleşi:  
"TÜRK HÜKÜMETİ DÜNYADAKİ EN DEMOKRATİK HÜKÜMETTİR  !"  Atatürk: Geldiğinize çok memnun oldum. Biz,  Amerikalıları Türkiye'de görmek istiyoruz; çünkü özlemlerimizi en iyi onlar  anlayabilirler.. Size ne söylememi  istiyorsunuz?  Muhabir:
İlkin.. Bana, Amerikan halkı için  bir mesaj verebilir misiniz?  
Atatürk: Memnuniyetle. Birleşik  Devletlerin ideali, bizim de idealimizdir. Büyük Millet Meclisinin 1920 Ocağında  ilân ettiği Millî Misakımız, sizin Bağımsızlık Beyannamenize çok benzer. O,  sadece, Türk ülkesinin istilâdan kurtulmasını ve kendi kaderimize hâkim olmamızı  ister. Bağımsızlık, hepsi bu. O, halkımızın misakı, anayasasıdır ve ne pahasına  olursa olsun, bu misakı korumaya kararlıyız.
 
Türkiye de, Amerika da,  demokratik rejimlerdir. Gerçekten, şu andaki Türk Hükümeti, dünyadaki en  demokratik hükümettir. Halkın mutlak egemenliğine dayanır ve onun temsilcisi  olan Büyük Millet Meclisi, yargı, yasama ve yürütme organıdır. Kardeş  demokrasiler olarak, Türkiye ile Amerika arasında en sıkı ilişkiler  olmalıdır.
 
Ekonomik ilişkiler alanında Türkiye ile Birleşik Devletler,  her iki taraf için de en büyük yarar sağlayacak şekilde, birlikte  çalışabilirler. Zengin ve çeşitli millî kaynaklarımızın, Amerikan sermayesi için  çekici olması gerekir. Biz, gelişmemizde Amerikan yardımını memnuniyetle  karşılarız; çünkü bütün başka ülkelerin sermayesinden farklı olarak Amerikan  parası, Avrupa milletlerinin bizimle ilişkilerine can veren siyasal  entrikalardan uzaktır. Başka bir ifadeyle Amerikan sermayesi, yatırılır  yatırılmaz bayrağını çekmeye kalkmaz.
 
Amerika’ya olan inanç ve  güvenimizin somut bir delilini, Chester İmtiyazını vermek suretiyle gösterdik.  Gerçekten bu, Amerikan halkına bir teveccühtür.
 
Hayatım boyunca,  Washington ve Lincoln’ün hayat ve eserlerinden ilham aldım. İlk onüç devletle  yeni Türkiye arasında ilginç bir benzerlik vardır. Sizin atalarınız, İngiliz  boyunduruğunu kaldırıp attı. Türkiye de, üzerindeki bütün rüşvet ve yiyicilikle  birlikte taşıdığı eski imparatorluk boyunduruğunu, daha da kötüsü başka  milletlerin bencil müdahalelerini kaldırıp attı. Biz şimdi, yeni bir milletin  doğuşuna şahit olan bir doğum sürecinin içindeyiz. Amerikan yardımıyla amacımıza  ulaşacağız.
 
Biliyor musunuz, Washington ve Lincoln niçin beni daima  etkilemişlerdir? Söyliyeyim size. Onlar, sadece Birleşik Devletlerin şerefi ve  kurtuluşu için çalıştılar; oysa, öbür başkanların çoğu, öyle görünüyor ki,  kendilerini tanrılaştırmaya çabaladılar. Kamu hizmetinin en yüksek şekli, bencil  olmayan çabadır.  YENİ İSLAMCILIK VE YENİ TURANCILIK  YANLIŞ  Muhabir:
Sizin için devlet yönetiminde ideal nedir?  Başka bir deyişle, Pan-İslâmizm ve Pan-Turanizm fikirlerine hâlâ inanıyor  musunuz?  
Kısaca söyleyeyim.. Pan-İslâmizm, din ortaklığına dayanan bir  federasyon demekti. Pan-Turanizm ise, ırka dayanan aynı çeşit bir çaba ve  ihtiras ortaklığını temsil ediyordu. Her ikisi de yanlıştı. Pan-İslâmizm fikri,  asırlar önce Viyana kapılarında, Türklerin Avrupa’da ulaştıkları en kuzey  noktada öldü. Pan-Turanizm de, Doğu ovalarında mahvolup gitti.
 
Bu  hareketlerin her ikisi de yanlıştı; çünkü, kuvvet ve emperyalizm anlamına gelen  fetih fikrine dayanıyorlardı. Uzun yıllar emperyalizm, Avrupa’ya hâkim oldu.  Ancak emperyalizm ölüme mahkûmdur. Bunun cevabını, Almanya’nın Avusturya’nın,  Rusya’nın ve geçmişteki Türkiye’nin yıkılışında bulursunuz. Demokrasi, insan  ırkının ümididir.
 
Bir Türkün ve savaş için yetişmiş benim gibi bir  askerin böyle konuşması size garip gelebilir. Oysa, yeni Türkiye’nin temelindeki  fikir aynen budur. Biz, zor kullanma, fetih istemiyoruz. Yalnız bırakılmamızı ve  kendi ekonomik ve siyasal kaderimizi kendimizin tayin etmesine müsaade  edilmesini istiyoruz. Yeni Türk demokrasisinin tüm yapısı, bunun üzerine  kuruludur; şunu da ilâve edeyim ki, bu demokrasi, Amerikan düşüncesini temsil  eder; şu farkla ki, siz kırksekiz devletsiniz, biz bir tek büyük  devletiz.
 
Yüzlerce yıl boyunca Türk İmparatorluğu, Türklerin azınlıkta  olduğu karmaşık bir insan yığınıydı. Daha başka sözde azınlıklarımız da vardı ve  bunlar, sıkıntılarımızın büyük kısmının kaynağı olmuşlardı. Bu, ve eski fetih  düşüncesi... Türkiye’nin gerilemesinin bir sebebi, bu güç yönetim işi yüzünden  kendisini tüketmiş olmasıydı. Eski İmparatorluk çok büyüktü ve her an kendisini  problemlere açık buluyordu.
 
Oysa, eski kuvvet, fetih ve yayılma fikri,  Türkiye’de ebediyen ölmüştür. Eski İmparatorluğumuz, Osmanlıydı. Bu da, kuvvet  ve zor demekti. Bu artık anlamını kaybetmiştir. Biz şimdi Türküz, yalnızca Türk.  İşte bunun içindir ki, Woodrow Wilson’un gayet iyi ifade ettiği  self-determinasyon idealine dayanan, Türklere ait bir Türkiye istiyoruz. Bu,  milliyetçilik demektir ama, Avrupa’nın pek çok yerlerinde self-determinasyon’u  engelleyen bencil türden bir milliyetçilik değil. Ne de keyfî gümrük duvarları  ve sınırlar demek. Bizim milliyetçiliğimiz, ticarette açık kapıyı, ekonominin  yeniden canlandırılmasını, bir vatanda beliren gerçek anlamda ülkesel bir  vatanseverliği ifade eder. Kan ve fetihle dolu bunca yıldan sonra nihayet  Türkler, bir anavatana kavuşmuşlardır. Bunun sınırları belirlenmiş, dert kaynağı  olan azınlıklar dağıtılmıştır; işte bu sınırların içinde mevkiimizi korumak ve  kendi kurtuluşumuz için çalışmak istiyoruz. Kendi evimizin efendileri olmak  istiyoruz
 
Biliyor musunuz, Avrupa’da barışı ve yeniden inşayı engellemiş  olan şey nedir? Sadece şu: Bir milletin diğerine müdahalesi. Daha önce  bahsettiğim, haris, bencil milliyetçiliğin bir parçası. Bu, ekonominin yerine  siyasetin geçmesi sonucunu doğurmuştur. Alman tamirat tazminatı kördüğümü, bunun  yalnızca bir örneğidir. Küçük çaplı siyaset, dünyanın baş  belasıdır.
 
Bizim güçlükle kazandığımız Türk bağımsızlığını engellemeye  çalışan, milliyetçiliğimizi kötüleyen, bunun doğu komşularımızı fethetme  arzusunu maskeleyen bir kamuflajdan ibaret olduğunu söyleyen, ekonomiyi  yönetecek yetenekte olmadığımızı ileri süren milletler var. Bakalım,  göreceğiz.
 
Yeni Türkiye’nin ilk ve en önemli düşüncesi, siyasal değil,  ekonomiktir. Biz, dünya üretiminin de, tüketiminin de bir parçası olmak  istiyoruz.  Muhabir:
Birleşik Devletler, sizin bu yeni  Türkiye’nize somut olarak ne gibi yardımlarda  bulunabilir?  
Atatürk: Türkiye, temelde bir tarım ülkesi.  Başarı veya başarısızlığımız tarıma bağlı. Canlandırma programında başlıca üç  faaliyet önde geliyor. Bunlar, tarım, ulaştırma ve sağlık; çünkü köylerimizdeki  ölüm oranı, dehşet verecek kadar yüksek.
 
İlkin tarımı alalım. Birincisi,  tarım okulları açmak ki bunda Amerika yardımcı olabilir, ikincisi traktör ve  diğer modern tarım makinelerine yer vermek suretiyle, tamamen yeni bir tarım  bilimi geliştirmek zorundayız. Pamuk gibi yeni ürünleri geliştirmemiz, tütün  gibi eski ürünleri de yaygınlaştırmamız gerekiyor, ister karayolunda, ister  çiftlikte olsun, motor bizim ilk yardımcımız olacaktır.
 
Ulaşım da aynı  derecede hayatîdir. Dünya Savaşından önce Almanlar, Türkiye’nin ulaşımı için  kapsayıcı bir plân hazırlamışlardı; ancak bu, ülkenin onlar tarafından ekonomik  bakımdan sömürülmesi fikrine dayanıyordu. Almanlardan kurtulduğumuza memnunum;  benim açımdan da, hiçbir zaman bu otoriteyi tekrar ele geçirebilecek  değillerdir. Çok ihtiyaç duyduğumuz demiryollarımızı geliştirmek için  gözlerimizi Amerika’ya çevirdik. Onlara Chester İmtiyazını vermemizin bir sebebi  bu. Bu imtiyazın bizim için ne ifade ettiğini Amerikalıların anlayacaklarını  ümid ediyorum. Bu, sadece yeterli bir ulaşım değil, aynı zamanda yeni limanların  inşası ve millî kaynaklarımızın, özellikle petrolün işletilmesi  ümididir.
 
Sağlık konusunda zaten, kabinemizin bir unsuru olarak, bir  Sağlık Bakanlığı kurduk; çocuk ölümlerini önlemek için her türlü çaba  gösterilecektir. Bu konuda da gene Amerika yardımcı olabilir.
 
Ekonomiden  söz ederken, yeni Türkiye için hayatî önem taşıyan başka bir soruna da  değineyim. Geçmişte Türkiye’nin trajedisi, büyük Avrupa devletlerinin, onun  ticarî gelişmesi konusunda birbirlerine karşı olan bencil tutumlarıydı. Bu,  büyük imtiyazlar koparma oyununun kaçınılmaz sonucuydu. Devletler, ahır  yemliğindeki köpekler gibiydiler; kendi istediklerine ulaşamadıkları zaman,  rakiplerini de bundan uzak tutmaya çalışıyorlardı. Yıllardır Çin’de olup  bitenler de aynen böyledir; ancak onlar, Türkiye’yi Çin’e çeviremeyeceklerdir.  John Hay tarafından ortaya atılmış bulunan, herkese açık kapı ve herkes için  fırsat eşitliği üzerinde ısrar edeceğiz. Eğer Avrupa devletleri bu usûlden  hoşlanmazlarsa, bunun dışında  kalabilirler  Muhabir:
Dünyanın bugünkü hastalığı için  ilâcınız nedir?  
Atatürk: Aptalca şüphe ve güvensizlik değil,  akıllıca işbirliği..  Muhabir:
Milletler Cemiyeti bir çare  mi?  
Atatürk: Hem evet, hem hayır.. Cemiyetin hatası, bazı  milletleri yönetmek, diğer milletleri de yönetilmek üzere ayırmış olmasıdır.  Wilson’un self-determinasyon fikri, garip şekilde ortadan kalkmış  görünüyor..  Muhabir:
Türkiye, Milletler Cemiyeti’ne  girmesine taraftar mısınız?  
Atatürk: Şarta bağlı; ancak şu  andaki işleyiş şekliyle Cemiyet, bir deneme niteliğini  sürdürmektedir  KADINLAR HAKKINDA NELER SÖYLEDİ  ?  “...Kadınlarımız, eğitimde ve çalışmada erkeklere eşit olmalı.  İslamiyetin en eski günlerinden beri, kadın bilginler, yazarlar, hatipler ve  bunun gibi okul açıp ders veren kadınlar olmuştur. Hatta İslam Dini, kadınlara,  kendilerini erkeklerle aynı derecede eğitmelerini emreder. Yunanlılarla olan  savaşta Türk kadınları, cephedeki erkeklerin yerine geçerek evlerinde her türlü  işi yapmış, hattâ ordunun ikmal ve mühimmat taşınması işini üstlenmişlerdir. Bu,  gerçek bir sosyolojik prensibin, yani toplumu daha iyi ve daha güçlü kılmak için  kadınların erkeklerle işbirliği etmesi gerektiği prensibinin bir sonucu  olmuştur.
 
Türkiye’de kadınların hayatlarını tembellik ve aylaklık içinde  geçirdikleri sanılmaktadır. Bu bir iftiradır. Büyük şehirler hariç, Türkiye’nin  tümünde kadınlar, erkeklerle yanyana tarlalarda çalışmakta ve genel olarak millî  çalışmaya katılmaktadırlar. Sadece büyük şehirlerde Türk kadınları kocalarınca  kapatılmaktadır. Bu da, kadınlarımızın, dinin emrettiğinden daha fazla örtünüp  kapanmalarından ileri gelmektedir. Gelenek, bu noktada fazla ileri  gitmiştir..”  * * *  MUHABİRİN İZLENİMLERİ 
Yazarın  -Lozan Antlaşması arifesinde- İstanbul’dan hareketle Mudanya-Bursa üzerinden  Ankara’ya gelişi, Ankara’daki temasları ve Mustafa Kemal Paşa ile görüşmesi,  Türkiye’nin kuruluş yıllarındaki birçok ilginç olayı da sergilemektedir. İşte  muhabirin izleimleri: 
Savaş içinde doğmuş olan Türk Devletinin kritik bir  saatinde, bu kişiyle Ankara’da konuştum. Lozan Konferansı dağılmak üzereydi.  Savaş veya barış hâlâ boşlukta sallanıyordu. Daha dün Başvekil Rauf Bey bana  şunları söyledi: “Eğer Müttefikler savaş istiyorlarsa, istediklerini elde  edebilirler”. Hava, gerginlik ve belirsizlik doluydu. Sıkıntılı çevrenin  üzerinde, kendisini görmek için bu kadar yol gittiğim şefin tâviz vermez varlığı  dolaşıyordu. Hükümetin kendisi gibi, olaylar da onun etrafında dönüp  duruyordu. 
Seyahatin güçlüğü, çevrenin çetin ve dramatik karakteri  açısından Anadolu, bir yıl önce Sun Yat-sen’i görmek için yaptığım Güney Çin  cephesi gezisini çok andırıyordu. Onunla Kemal arasında belli bir benzerlik  vardır. Her ikisi de, bir çeşit ilhamla dolu liderlerdir.Her ikisinde de,  yıkılmış imparatorlukların yan ürünü olan o alevli bağımsızlık ideali mevcuttur.  Paralellik burada sona eriyor. Kemal, kan ve demirden bir insan, bir doğu  Bismarck’ı; sebatkâr, acımasız, yenilmez. Oysa Sun Yat-sen, rüya ve hülya  içinde, kaderin ebedî oyuncağı; atasözündeki kedinin ne kadar çok canı varsa,  onun da o kadar çok siyasal hüviyeti -hattâ ekleyebilirim ki, o kadar çok  hükümeti- var.  
Türkiye Türklerindir 
Bu kişiler ne kadar  farklıysa, arkalarındaki milletler de o kadar farklı. Çarpıcı bir karşıtlık da  burada. Çin, bencil amaçların bitmek bilmez çatışması ve liderlik yokluğu  yüzünden, inanılmaz denilebilecek bir siyasal kaos içinde çalkalanırken;  Türkiye, uzun ve kanlı tarihinde ilk defa, belirli sınırlara, gerçek bir vatana  ve Müslüman dünyasının kaderine şekil verebilecek -bu arada Amerika’nın Yakın  Doğudaki ticarî özlemlerini de etkileyebilecek- bir milliyetçi hedefe sahip,  homojen bir millet olarak ortaya çıktı. Yeni slogan, “Türkiye, Türklerindir”.  Bütün bu hayret verici evrimin aracı ve ilham kaynağı Kemal Paşadır; 1919’da  Türkiye’nin, yenilgi ve iflâs sonucu, olabileceği kadar düşkün olduğu  hatırlanırsa, bu neredeyse bir mucizedir. 
Türkiye gezimin gerçek hedefi  oydu. Parlayan cami ve minareleriyle perişanlık içindeki haşmetine rağmen hâlâ  şehirlerin kraliçesi olan İstanbul’un kendine özgü cazibesi vardı ama, Haliç  kıyılarına vardığım andan itibaren benim ilgim Ankara’da toplanmıştı. 
Bu  tutkunun gerçekleştirilebilmesi için güç bir zaman seçmiştim. Görünüşe göre,  Lozan Konferansı çıkmaza girmişti; uzun zamandanberi beklenen barış, her  zamankinden dana uzak görünüyordu. Savaş hali, hâlâ devam ediyordu. İşgal  ordusu, sokaklara savaşçı bir renk ve hava verirken, büyük bir Müttefik  donanması da ya Boğazda demirli duruyor veya Marmara denizinde atış tatbikatına  çıkıyordu. Anadolu tepelerindeki başkente ulaşmak daha da  güçleşmişti. 
Her engel, sonu gelmez bürokratik bağlarla sürüp gidiyordu.  Çabuk iş görmek isteyen bir Amerikalı için böyle bir kombinezon bir felâketti.  Daha sonraki deneyimlerim, Kipling’in, Doğu ülkelerindeki enerjik bir Yankee’nin  akıbetini anlatan ünlü hikâyesindeki gerçeği doğruladı. Adamın mezar taşında  şöyle yazılıydı: “Doğuyu acele ettirmeye çalışan ahmak, burada  yatıyor.” 
Mizaçtan ve diğer şeylerden kaynaklanan bütün bu engellere ek  olarak Türkler, Chester imtiyazının gerçekleştirilmesinin, kağıt üzerinde  göründüğü kadar kolay olmayacağını anlamaya başlamışlardı ve bu da onları  tedirgin ediyordu. Ankara’ya gidiş izin alabilmiş en son sivil, vesikasını  -vizenin Türkçe adı- alabilmek için, İstanbul’da yedi hafta beklemek zorunda  kalmıştı. Diğer iki üç kişi ise, dört haftalık meraklı ve sonuçsuz bekleyişten  sonra, öfkeyle ülkelerine dönmüşlerdi. Başarı ümidi parlak  değildi. 
İstanbul’daki ilk günümde, Amerikan Yüksek Komiseri Amiral Mark  L. Bristol’e saygı ziyaretinde bulunduğumda, kendisinden Ankara’ya gidebilmem  için yardım istedim. Bana hemen, o zamanlar Ankara’nın İstanbul’daki baş  temsilcisi olan Dr. Adnan Beye bir takdim mektubu verdi; bütün izin belgeleri  ondan geçiyordu. 
Dışişleri Bakanlığının bulunduğu ve Türk tarihin pek çok  uğursuz olayına sahne olan ünlü Babıâli’de kendisini görmeye gittim. Kızıl  Sultan Abdülhamid’in kirli âletleri ve işbirlikçileri, günlerini burada  geçirmişlerdi. Yapının, tarihteki zengin kardeşi Ayasofya Camii kadar heybetli  olacağını umuyordum. Oysa, mimarî güzellikle en küçük ilgisi olmayan ve  temizlenmeye şiddetle muhtaç, kirli, düzensiz yayılma gösteren, sarı bir bina  karşıma çıktı. 
Adnan Beyin şahsında ilk Türk müttefikimi buldum. Üstelik,  kendisinin geniş ve cömert görüşlü, tecrübeli bir kişi olduğunu da keşfettim.  Milliyetçi hareketin güç günlerinde Kemal’in ilk yardımcılarından biri oluşu  nedeniyle, Ankara Hükümetinin ilk başkan vekili olmuştu. Ayrıca, başka bir  nedenden dolayı da şöhreti vardı; Türkiye’nin önde gelen kadın reformcusu ünlü  Halide Hanımın kocasıydı. 
Gidiş iznim için Ankara’ya hemen bir telgraf  çekti. Somut olarak bu izin, İstanbul Polis Müdürlüğünce verilen bir belgede  -yukarıda değinilen vesikada- ifadesini buluyordu. Dünya Savaşı günlerinde,  sahibine cepheye gitme imkânını veren ve beyaz paso adı verilen bu belgeyi elde  etmek güç bir işti. Şimdi anlayacaktım ki, peşinde koştuğum Ankara’yı ziyaret  izniyle kıyaslandığında bu paso, halka dağıtılan el ilânları kadar kolay  sağlanır birşeydi.
Adnan Bey, Ankara’dan yaklaşık üç gün içinde cevap  alacağını söyledi. Anlıyordum ki, üç gün, Rusça seichas kelimesine benziyordu;  bu kelime, sözlük anlamı olarak “hemen” demekti ama, kendi ülkelerindeki  faaliyetler, daha doğrusu faaliyetsizlikler, hakkında kullanıldığı zaman  genellikle “gelecek ay” anlamına geliyordu.  
Bürokratik  Güçlükler 
Bir hafta geçtikten sonra Amerikan Elçiliği, Babıâli’den,  müracaatıma bir cevap gelip gelmediğini sordu; hiçbir cevap gelmemişti. Birkaç  gün sonra Türk memurları çılgına döndüler. İngiliz, Fransız ve İtalyan  vatandaşları dışında hiçbir yabancının, Ankara’nın rızası olmadıkça İstanbul’a  girip çıkamıyacakları hakkında bir emir çıkarılmıştı. Mevcut izin belgeleriyle  Paris veya Londra’dan yola çıkmış kişiler, -ki içlerinde bazı Amerikalılar da  vardı- Türk sınırında bekletiliyorlardı; oysa emir, onlar yola çıktıktan sonra  çıkarılmıştı. Amiral Bristol’ün vaktinde ve ısrarlı çabaları sonucu, sınır  yasağı Amerikalılar için kaldırıldı. Bir gün içinde Ankara, protesto ve başvuru  telgraflarına boğulmuştu; ben de, kendi dilekçemin, yeni ve artan kargaşa içinde  tümden kaybolmuş olacağını düşünüyordum. 
Bu arada, İngilizce, Fransızca  ve Almancayı akıcı şekilde konuşan Reşat Bey adında iyi, dürüst bir Türk gencini  dragoman, yani kurye ve tercüman olarak sağlamıştım. Hiçbir yabancı, böyle bir  yardımcı olmaksızın Ankara’ya gidemez; çünkü tek tük yerler dışında, Anadolu’da  konuşulan tek dil Türkçedir. Aslında Reşat bey, Ankara’da bir yıl Amerikan  konsolosluğu yaptıktan sonra daha yeni emekliye ayrılmış bulunan Robert  Imbrie’den miras kalmıştı. Reşat Bey onun tercümanıydı. Imbrie ile yakın  temasları sayesinde Amerikan âdetlerini öğrenmişti; gecikmeden dolayı duyduğum  sabırsızlığı da gayet iyi anlıyordu. Onun da Ankara’da büyük etkisi vardı; benim  için arkadaşlarına birkaç telgraf çekmişti. 
İkinci haftanın sonunda  Amiral Bristol, iznimin çabuklaştırılması için Adnan Bey’e kişisel bir  müracaatta bulundu ve Babıâli’den Ankara’ya sert bir ikinci telgraf gitti.  Tanıştığım diğer Türkler ve Amerikalılar da telgrafla başvurularını buna  eklediler. Şüphesiz başka işlerim de vardı ama önümdeki zaman kısıtlıydı ve  herşey bir yana, Kemal bu gezimin başlıca ödülüydü; onunla görüşmeye  kararlıydım. Bu yüzden Temmuz başlarında Reşat Beyi, durumun ne olduğunu  öğrenmek için Ankara’ya gönderdim. Ayın dördüncü gününün sabahında yola çıktı.  Elçilikteki Bağımsızlık Günü töreninden otele döndüğümde, Reşat Bey’e hitaben  Ankara’da hükümetteki arkadaşlarından birinden benim adresime gönderilmiş bir  telgraf buldum; Ankara’ya gidiş iznimin, dokuz gün önce tellendiğini söylüyordu.  Oysa önceki gün Babıâli Ankara’dan isteğim hakkında hâlâ ses çıkmamış olduğunu  bildirmişti. 
Araştırınca anladım ki, Polis Müdürlüğündeki bürokrasi  yumağı içersinde önemli telgraf, bir kağıt yığınının altına atılmıştı; talebim  üzerine başlatılan uzun bir arama, sabırsızlıkla beklenen mesajı ortaya çıkarana  kadar da kimse, onun hakkında bir şey bilmiyordu. Bu, tipik bir Türk usûlüydü;  tam Çin’in herhangi bir yerindeki “bir resmî dairede vuku bulabilecek cinsten.  Reşat Bey dönüp de durumu bana bildirmeden önce, vesika elime geçmişti ve  harekete hazırlanıyordum. 
Bu ilk adım güçtü ama, asıl seyahatin hemen her  merhalesi de eşit derecede güçlüklerle doluydu. Gene resmî bir Türk  kararnamesiyle başım derde girecekti. 
Eğer bir Türk olsaydım normal  şartlar altında, araba vapuruyla İstanbul’un hemen karşısında Boğazın karşı  kıyısında olan ve çok tartışılmış Berlin-Bağdad Demiryolunun Anadolu bölümünün  başlangıç noktasını teşkil eden Haydarpaşa’dan trene binebilir ve yaklaşık  yirmiyedi saatte vasıta değiştirmeksizin Ankara’ya varabilirdim. Oysa, 250.000  kişiden hayli fazla olan tüm Türk Ordusu, İzmit’in ötesinde demiryolu boyunca  seferber edilmişti. Hiçbir yabancıya bu seyahati yapma izni verilmiyordu.  Nisbeten -”nisbeten”i bile bile söylüyorum- kolay olan bu demiryolu yolculuğu  yerine yabancı, gemiyle Mudanya’ya sonra trenle Bursa’ya, daha sonra bütün gün  otomobille Anadolu ovasını geçerek Karaköy’e gitmek, orada da Haydarpaşa trenini  beklemek zorundaydı. Yirmiyedi saat yerine, benim de yaptığım bu yolculuk, tam  ellibeş saat sürdü. 
Parlak güneşli bir pazartesi sabahı İstanbul’dan  Ankara’ya hareket ettim. Amiral Bristol, Yüzbaşı T.H. Robbins komutasındaki bir  denizaltı avcı botu’nu emrime vermişti; böylece kalabalık ve hiç de temiz  olmayan yolcu vapurundan kurtulabildik. Yanımda, Mütarekeden sonra Türkiye’deki  ilk Amerikan Yüksek Komiseri olan ve şimdi de Ankara’da ticarî bir görevi  bulunan Lewis Heck ve sadık Reşat Bey olduğu halde, Marmara denizini geçerek  Mudanya yolculuğunu dört saatte yaptım ve öğleyin oraya vardım. 1922 Kasımına  kadar Mudanya, Türkiye haritasında bir noktadan ibaretti. Yunan yenilgisinden  sonra, İngiliz ve Türk Orduları Çanakkale’de fiilî bir çatışmadan birkaç metre  uzaktayken ve iki devlet arasında savaş kaçınılmaz görünürken, Türkiye’deki  İngiliz Kuvvetleri Kumandanı General Sir Charles Harrington ve İsmet Paşa  -Lozan’da Müttefik delegeleriyle böyle neşeli bir kovalamaca oynayan İsmet-  burada buluştular ve birinci Lozan Konferansı’nın öncüsü olan ünlü mütarekeyi  burada gerçekleştirdiler.  
Madam Brotte ve Oteli 
Köy, bir  gece içinde üne kavuştu. Konferansın yapıldığı rıhtımın yanındaki küçük taş evde  halen bir Türk ailesi oturuyor ve çocuklar evi doldurup taşırıyor. 
Kırk  millik Bursa yolculuğunu, günde iki kere sefer yapan oyuncak trenle yapacak  yerde, Bursalı bir tüccarın yeni almış olduğu yepyeni bir Amerikan arabasıyla  seyahat ettik; gelmesi telgrafla emredilmiş olan bu araba, limanda bizi  bekliyordu. Tepeler, zeytin ağacı yığınlarından görünmüyordu; vadilerde ise bol  bol tütün ve mısır yetişiyordu. Anadolu köylüsü, tutumlu ve çalışkan bir  kişidir; herhalde daha Yunan askerî araçları gözden kaybolurken, yeniden inşa  faaliyetine başlanmış olmalıdır. 
Müezzinler minarelerden akşam namazı  çağrısını yapmazdan çok önce Bursa’ya, hâlâ ticarî önemini koruyan Türkiye’nin  eski başkentine vardım. Gece Hotel d’Anatolie’ye indik; orada İstanbul’a  dönerken tekrar konaklayacağım güne kadar rahata ve lüksün her türlüsüne veda  ettim. 
Bu otel, Anadolu’nun ünlü kurumlarından biri. Sahibi, en az otelin  kendisi kadar seçkin bir kişi olan Madam Brotte. Küçük şelâlenin şarkılı akışını  dinlediğimiz güzel bahçesinde, hâlâ Fransız köylülerinin beyaz kepini giyen bu  garip yaşlı hanım, hikâyesini bana anlattı. Fransa’nın Lyon şehrinde seksendört  yıl önce doğmuş ve yirmibir yaşındayken bir ipek uzmanı olan babasıyla birlikte  Anadolu’ya gelmişti. Bursa, Fransızlarca kurulmuş ve halen de büyük ölçüde  işletilmekte bulunan Türk İpek endüstrisinin merkezidir. Madam, gelişinden az  sonra otelin sahibiyle evlenmiş ve onun ölümünden sonra işletmeyi üstlenmişti.  Savaşlar, çekilmeler, yıkımlar, üzerinde etkisini bırakmıştı ama, vakarlı  tavrını korumaktaydı. Türkiye’de o kadar uzun zamandır yaşıyordu ki,  Fransızcasına Türkçe kelimeler karıştırıyordu. Bu güzel kokulu çevrede onun  konuşmalarını dinleyip, sunduğu mükemmel yemeği hatırladıkça, Fransa’da değil  Anadolu’da olduğumu idrak etmekte güçlük çekiyordum. 
Şunu da ekleyeyim  ki, alkol bakımından Anadolu, kupkurudur. Madamın bir üzüntüsü, Türklerin şarap  mahzenini mühürlemiş olmalarıydı; bu mühürlerin ne zaman kaldırılacağını bir  Allah bir de Ankara bilirdi. Anadolu’da geçirdiğim sekiz gün içinde tek damla  içki görmediğimi belirtmeye değer. Dünyada içki yasağının içkiyi gerçekten  yasaklar göründüğü belki tek yer burası. İstanbul ise, daha sonra anlatılacak  başka bir hikâye. 
Madam Brotte’de sömürge yayılmasının başka bir kanıtını  gördüm. Dünyayı, özellikle uzak ülkeleri dolaşırken şunun farkına varırsınız ki,  belli ırklar, yabancı topraklara yerleştiklerinde belli kuralları izlerler. Bir  İngilizin ilk yaptığı şey bir banka kurmaktır. İspanyol mutlaka bir kilise  yapar, Fransız da bir kahve açar. Anadolu’da da durum böyledir. 
Ertesi  sabah samimî ihtiyar Fransız hanımefendiye biraz üzüntüyle veda ettim. Bizi  Mudanya’dan getiren otomobille Karaköy’e bütün gün sürecek olan yolculuğa  başladık. Bursa’nın eteklerinde Yunan felâketinin ilk gözle görülür işaretlerini  gördüm. Yol kenarlarında terkedilmiş yüzlerce kamyon -Yunanlıların zorakî  hediyeleri- vardı. Türkler bunları kaldırmak veya kurtarmak zahmetine bile  girmemişlerdi. Kırlara açıldıkça, yıkılmış çiftlik evleri her tarafta göze  çarpıyordu. Yunanlıların Ankara’yı zaptedeceğine içtenlikle inandıkları saldırı  sırasında tüm köyler baştan aşağı yokedilmişti. Oysa, ilerlediklerinden çok daha  hızlı olarak geri döndüler.  
Kağnı Yolculuğu 
Gerçek  Anadolu’daydık. Ses güzelliği bakımından ancak Mezopotamya ile yanşan bu tatlı  isim, “güneşin doğduğu yer” demektir. Güneş, beşeri ve manevî tüm ileri  atılımların hikâyelerinde geçen kişi ve olaylar üzerinde uzun zamandır  parlamıştı; çünkü şimdi insanlığın beşiğinin kenarları diyebileceğimiz yerlerden  geçiyorduk. Kitab-ı Mukaddes günlerinin muhteşem ve ölümsüz simaları bu ovalarda  yürümüşlerdi. İskender ve Pompey’in orduları burada ordugâh kurmuş, ünlü Gordion  düğümü burada kesilmişti. Gene zırhlı haçlılar, Kudüs’e giderken buralardan  geçmişlerdi; sağımızdaki ve solumuzdaki yeşil tepelerin arasında Yakın Doğu  medeniyeti doğmuştu. 
Yerinde olarak Anadolu kağnı senfonisi adı verilmiş  şeyle ilk temasım burada oldu. Türk çiftçisinin tek aracı öküz veya manda  tarafından çekilen arabaların yağlanmamış tahta tekerleklerinden çıkan bu ses,  belki dünyanın en acayip sesi. Tarsuslu Saul çağından bu yana, bu arabaların ne  yapım şekli, ne de gürültüsü değişmiş. Gerçi korkunç gürültüyü işittiğinizde  insana inanılmaz geliyor ama, yolları dolduran kağnı arabalarının sürücüleri  için, yolculuk sırasında uyanık olmak, görgü kurallarına aykırı bir şey. Ancak  gıcırtı durduğunda uyanıyorlar. Sessizlik, onların çalar saati. Yunanlılar  Güneydeki önemli Türk limanlarını tıkadıkları zaman, Kemal’in bütün malzemeleri,  Ankara’ya kadar iki yüz milden fazla bir mesafede bu arabalarla  taşınmıştı. 
Yolculuğa devam ettikçe memleket, gitgide Kuzey Fransa’nın  savaştan sonraki görünümünü almaya başladı. Gülle çukurlarında hatmi çiçekleri  büyümüştü; her tarafta, bir ev veya köyün kuru, katı harabesi, çevreye gözcülük  ediyordu. Yunanlılarla Türklerin kanlı bir savaşa tutuştukları İnönü köyünden  geçtik; tam güneş batarken de Karaköy’e vardık; burası, Türkiye’nin her  tarafında görebileceğiniz, birkaç kahvehaneyle çevrili bir tren istasyonundan  ibaretti. Türk ordularının bir birliği yakınlarda çadır kurmuştu. Kahvelerimizi  içmeden önce, kağıtlarımızı polis incelemesine sunmamız gerekiyordu. 
Bir  saat sonra, o sabah Haydarpaşa’dan kalkmış olan tren vardı. Birinci mevki bir  kompartımana kendimizi atarak, Ankara yolculuğumuzun son bölümüne başladık.  Geceyarısı, bir zamanlar önemli bir kasaba olan ve Yunanlılarla Türklerin  aylarca bir ölüm kalım savaşına tutuştukları Eskişehir’de bizi buldu. Türklerin  1921’deki çekilişinden sonra, kasaba Yunanlılarca yakılmıştı. Trene binip de  sert koltuk -çünkü Türkiye’de Pulmanlar bilinmiyor- üzerinde biraz uyumaya  çalıştığım anda, Anadolu’yu kaşındıran küçük seyyahlarla tanışmaya başladım.  Bunlar, insanlara rahatsızlığın ne olduğunu gösteren küçük, inatçı tabiat  rehberleridir. 
Birkaç saattir etraf gitgide yalçınlaşmıştı. Sallanan  mısırları ve şükran dolu yeşillikleriyle bereketli ovalar, çok geride kalmıştı.  Durmadan tepelere tırmandıkça, zaman zaman Ankara keçisi sürüleri görüyorduk.  Kasvetli, çıplak bir manzaraydı ama, gözle görülebilen bütün arazinin ve daha da  ötesinin her santimi için dövüşülmüştü. 
Ertesi sabah saat dokuzda,  tembelce kıvrılan dar bir ırmağı geçtik. Diğer tarihî nehirlerin çoğu gibi  önemsiz görünmekle beraber, bu nehir, Türk şarkılarında ve geleneğinde  ölümsüzleşecek. Gelecek tüm yıllarda, pazarlarda rastlayacağınız ilginç  hikayeciler, onun kayalık kıyılarında olup bitenlerin destanını anlatacaklar. Bu  önemsiz görünüşlü nehir, Yunan taarruzunun zirve noktasını teşkil eden ve Kemal  Paşa’nın ordusunun son bir ümitle gayretini gösterdiği ünlü Sakarya’ydı. Nehri  geçtiğimiz noktanın pek yakınında, Yunanlılar geri atılmış ve taarruzları  kırılmıştı. Fransa için Marne, italya için Piave neyse, yeni Türkiye için de  Sakarya odur. O, ümit yıldızının doğduğu noktayı göstermektedir. 
Daha ne  olduğunu pek anlayamadan, kara bir duman örtüsü, bir şehrin değişmez ileri  karakolu, uzakta göründü. Sonra, güneş ışığında dik ve beyaz duran tek tük cami  ve minareler gördüm; az sonra Ankara’daydık. Demiryolu istasyonu şehrin  eteklerinde olduğundan, kalacağım yere gitmek için, otomobille bir milden fazla  yol almam gerekti. 
Yolculuğun sıkıntılarına rağmen, trenden indiğimde bir  çeşit heyecana kapıldığımı itiraf etmeliyim. Nihayet, belki de medeniyet  tarihinde emsali olmayan bir başkentteydim. Önce Erzurum’da, sonra Sivas’taki  geçici konaklamalardan sonra Kemalistler, hükümetlerini, Anadolu demiryolunun  bir yol başındaki bu bakımsız, harap, yarı yanmış köyde kurmuşlardı. Ankara,  tarihsel ilişkilerden yoksun değildi; bir defa haçlılar burada konakladıkları  gibi, korkunç Timurlenk de ünlü bir savaşta Sultan Bayezid’i yenip esir alarak  Doğuya götürmüştü.  
Ankara, Garip Başkent 
Nerdeyse bir  gecede nüfus, onbinden altmışbine çıkmıştı. Türk parlâmentosuna verilen adla  Büyük Millet Meclisinin doğusuyla birlikte, kabine, hükümetin bütün üyeleri ve  millî yönetimine katılan pek çok insan gelmişti. Yunanlıların geçen yıl  yenilgiye uğratılışına kadar Ankara, aynı zamanda Türk Ordusunun genel karargâhı  ve başlıca ikmal üssüydü. 
O zaman da, şimdi de Ankara, her Avrupa  elçiliğinde geleceğine ilgi duyulan bir devletin başkentinden çok, ilk zenginlik  dalgasını yaşamakta olan bir Batı madencilik kasabasına benziyordu. Her ev,  hattâ oturulabilecek her delik, insanlarla dolup taşıyordu. Amerikan konsolosu  Imbrie, bir yıl, hükümetin kendisine tahsis ettiği bir yük vagonunda oturmak  zorunda kalmış; üstelik, bu uyduruk evi elinden kaçırmamak için bütün gücüyle  uğraşmaya mecbur olmuştu. Dükkânlar ilkeldi ve bir Avrupalının gidebileceği gibi  sadece iki restoran vardı. 
Bildiğimiz anlamda otel yoktu. Otele en yakın  şey, Türkçe anlamı ev olan, sözde han’dı. Yolcuların konakladığı ortalama bir  Türk köy hanı, ortada avlusu olan beyaz badanalı bir yapıdan ibarettir; kervan  sürücüleri, geceleri, katırlarını veya develerini bu avluya bağlayıp yukarı  katta yerde yatarlar. Hanın kendine özgü bir havası ve gözle daha iyi  görülebilir başka şeyleri vardır. 
Eğer yeni Türk hareketine can veren  vatanseverlik duygusu hakkında şüpheniz varsa, Ankara’ya gitmeniz bunu dağıtmaya  yeter. Tasvir edilmesi hemen hemen imkânsız bir konforsuzluğun içinde, çoğu bir  zamanlar Londra, Paris, Berlin, Roma veya Viyana’mn lüks ve rahatlığında yaşamış  eski elçiler olan yüksek memurların, sabırla günlük görevlerini yapmakta  olduklarını görürsünüz. 
Neyse ki ben, Ankara’ya gelen her ziyaretçinin  kaderi olan bu maddî konforsuzluğa karşı bir tür sigortalanmıştım. Kemal’in  konutundan sonra, oturulmaya elverişli hemen tek yer, Yakın Doğu Yardım Misyonu  mensuplarının kullanımı için yenilenmiş, son zamanlarda da Chester İmtiyazı  temsilcilerine satın alınmış binaydı. İstanbul’dan ayrılmadan önce, burada  kalmak için izin almıştım ki, bu birçok yönden Allahın bir lûtfuydu. Bir mucize  kabilinden, fakat daha önemlisi, yerleri ovdurup yatakları havalandırttığım üç  yaşlı Ermeni hizmetkâr sayesinde, haşerat tozuna ihtiyacım olmadı. Gerçekte,  bunları beraberimde İstanbul’a geri getirdim ve daha çekici başka mallarla  değiştirdim. 
Chester İmtiyazından söz ederken, Ankara’da daha yarım gün  geçirir geçirmez içime doğan şu çarpıcı gerçeği hatırlıyorum. En fakir kundura  boyacısına varıncaya kadar herkes, sadece bu imtiyaz hakkında bilgi sahibi  olmakla kalmıyor, aynı zamanda onu, Türkiye’nin gelişmesi ve zenginleşmesi için  şaşmaz bir ilâç sayıyor. Bir Türk köylüsüne bu imtiyazı sorun; size bunun,  gelecek ay çiftliğinin kenarından bir demiryolu geçmesi demek olduğunu söyler.  Chester imtiyazcılarının, bir ekonomik dönüşümü gerçekleştirebilecekleri  yolunda, körcesine ve âdeta insanın içine dokunan bir inanç var. Türkiye’nin her  tarafında olduğu gibi Ankara’da da, Amerikalının şu anda en makbul yabancı  oluşunun bir nedeni bu. Ancak Chester sorununun tümü, daha sonraki bir makalede  ele alınacak.  
Tercihin Sebepleri 
Şimdiye kadar kendinize şu  soruyu sormuş olmanız gerekir: Niçin Türkler, bu bakımsız kasabayı başkentleri  olarak seçmişler? Cevap ilginç. İlki, savunma düşüncesi. Ankara, denizden iki  yüz küsur mil uzaklıkta ve Yunanlıların ıstırapla keşfettikleri gibi, her  istilâcı ordu ülkede yaşamak zorunda. Anî bir saldırı halinde bile, kaçış yolu  sağlayan vahşi ve sarp geri bölgeleri var. Ama bu, sadece dış sebep. 
Eğer  konuştuğunuz Türk samimîyse, bu tecridin gerçek amacının, belki de hükümet  personelini dalaverelerden uzak tutmak olduğunu söyleyecektir. İstanbul’da  memur, gayrımeşru resmî işlemlerin alışılagelmiş oyun alanındadır. Milliyetçi  Hükümet, bu geçiş döneminde işi şansa bırakmıyor. Ankara’yı seçen Kemal Paşa; bu  tercihi, onun takdir gücü hakkında fikir veriyor. 
Ankara’nın ana caddesi,  kaldırmışız, düzensiz bir sokak; yakıcı güneş, sokağın bitmek bilmez toz ve  gürültüsü üzerinde parlıyor. Bir ucunda, üzerinde beyaz yıldız ve hilâliyle  kırmızı Türk bayrağı dalgalanan alçak, sıvalı bir bina var. Kemal’in  kişiliğinden sonra, Türk Hükümetinin ruhu sayılabilecek olan şey, burada yer  alıyor. Büyük Millet Meclisinin çalışma yeri burası. Kemal Paşa burada Başkan  seçilmiş, Lozan Andlaşması burada onaylanmış. 
Büyük Millet Meclisinin  bütün parlâmentolar arasında bir eşi yok; şu nedenle ki, aynı zamanda milletin  yürütme gücünün de başı olan kendi başkanını seçmekle kalmıyor, fakat başbakan  da dahil olmak üzere, hükümetin bütün üyelerini de seçiyor. Bu usûle göre bir  hükümet, İngiltere veya Fransa’da olduğu gibi, başbakan güvenoyu alamadığı zaman  düşmez. Eğer bir vekil istenmiyorsa, yasama organınca görevden alınır, yerine  bir yenisi seçilir ve hükümet işleri, kesintiye uğramaksızın devam eder. Meclis  üyeleri, şüphesiz, halk tarafından seçilmişlerdir. 
Bütün bunlar, konuya  giriş niteliğinde. Artık Kemal’in sahasındaydım ve şimdi işim onu görmekti. Bir  Çarşamba günü öğle vakti Ankara’ya varmış ve hemen Reşat Beyi, kendisine Amiral  Bristol’dan bir takdim mektubu getirdiğim Başvekil Rauf Beye göndermiştim.  Lozan’daki kriz nedeniyle kabine, hemen sürekli toplantı halindeydi ve onu ancak  ertesi sabah saat dokuzda görebildim. 
Sıvalı, küçük, yetersiz döşenmiş,  fakat baş sakininin kişiliği sayesinde canlı bir bina olan Hariciye Vekâletinde  kendisiyle üç saat geçirdim. Denizci bir Başbakan olan Rauf Bey -kendisi Türk  Donanmasında amiraldi- bir denizcinin samimî, açıksözlü, sağlam tavırlarını  taşıyordu. Üstelik, kabinenin İngilizce bilen tek üyesiydi; bana, 1903’te Beyaz  Saray’da Roosevelt’i ziyaret ettiğini söyledi. İngilizlerin 1920’de Malta’ya  sürdükleri ileri gelen Türklerden biriydi. Bana söylediğine göre sürgündeki tek  tesellisi, denizci arkadaşlarından arasıra kendisine ulaşan Saturday Evening  Post’tu. Bu dergileri o kadar etraflı okumuştu ki, onlardan uzun alıntılar  yapıyordu. Benim General Smuts hakkındaki bir makalemle özellikle ilgilenmişti;  Smuts’un self-determinasyon’la ilgili düşünceleri, yeni Türk politikasının  şekillenmesine yardımcı olmuştu. 
Ertesi gün öğleden sonra saat beşte  Kemal Paşayı evinde görmek üzere randevuyu bana Rauf Bey aldı. İlk plâna göre,  orada o akşam ikimiz birlikte yemek yiyecektik. Daha sonra bu değişmiş, çünkü  Rauf Beyin sözleriyle “Gazinin kayınları kendisine misafir, ev kalabalık”.  ‘Kayınlar’ (in-laws) deyimini kullanmasından, Rauf Beyin Batı deyimlerine ne  kadar çabuk adapte olduğunu görebilirsiniz. 
Başvekilin Gazi’den söz  etmesini açıklamak gerek. Genellikle Ankara halkı, Kemal’den Paşa olarak söz  eder. Okumuş Türkler ise, onun için daima, daha sonraki unvanı olan Gazi  unvanını kullanırlar; Meclisin oyuyla verilmiş olan bu unvan, Türkçede “fatih”  anlamına geliyor. Fatih Mehmet’in İstanbul kapılarını çökertip Boğazda İslâmiyet  çağını açtığı o tarihî 1453 gününden bu yana, bu azametli unvan, sadece üç  kişiye verilmiş. Biri, Plevne kahramanı Topal Osman Paşa; ikincisi, 90’ların  sonlarına doğru Yunanlıları hezimete uğratan Muhtar Paşa; üçüncüsü de, Mustafa  Kemal. 
Ayın onüçü Cuma günüyle birlikte, Kemal’le uzun zamandır  beklediğim mülakat da geldi. Kendisi, Ankara’dan yaklaşık beş mil ötede bir  çeşit yazlık yeri olan Çankaya’da, Türklerin villâ dedikleri bir köşkte  oturuyordu. Ankara’da otomobil az olduğu için, bir nakliye aracıyla gitmek  zorunda kaldım. Reşat Bey de benimle geldi ama, Kemal’le konuşmamızda hazır  bulunmadı.   
Gazi’nin Konutu 
Kemal'in konutuna yaklaştıkça  askerlere rastlamaya başladık; ilerledikçe sayıları arttı. Bu askerler, Kemal'in  hayatını korumak için alınan birçok tedbirlerden biriydi; çünkü her an kızgın  bir Yunanlı veya Ermeni tarafından öldürülme tehlikesindeydi. Onu öldürmek için  birkaç teşebbüste bulunulmuş, bir seferinde yanındaki bir Türk subayı suikastçı  tarafından ağır yaralanmıştı. 
Az sonra yeşil bir tepe üzerinde, düzenli  bir bahçe ve badem ağaçlarıyla çevrili, cephesi kırmızı, güzel bir beyaz taş  bina göründü. Sağda daha küçük bir taş evcik vardı. Daha önce buraya gelmiş olan  Reşat Bey (tercüman), bunun Türk milletince Kemal'e hediye edilmiş ev olduğunu  söyledi. Giriş kapısına vardığımızda bir çavuş bizi durdurup ne işimiz olduğunu  sordu. Reşat Bey adama, Gazi ile randevum olduğunu söyledi; o da, kartımı alıp  içeri götürdü. 
Çavuş birkaç dakika sonra dönerek bizi beraberinde küçük  taş evciğe götürdü; Kemal burayı kabul odası olarak kullanıyordu. Burada  Gazi'nin kayınpederi olan Muammer UşakBey'i gördüm; kendisi, İzmir'in en zengin  tüccarı, aynı zamanda New York ve New Orleans pamuk borsalarının ilk Türk  üyesiydi. Amerika'yı sık sık ziyaret etmiş olduğundan İngilizce biliyordu.  Kemal'in kabine toplantısında olduğunu ve beni az sonra göreceğini  söyledi. 
Tam Muammer Bey'le Türkiye'nin ekonomik geleceği hakkında bir  tartışmaya başlamıştım ki, Kemal'in yaveri, hâküniformalı, iyi giyimli genç bir  teğmen içeri girerek, Gazi'nin beni görmeye hazır olduğunu söyledi. Onunla  birlikte küçük bir avludan ve dar bir geçitten geçtik ve kendimi esas konutun  kabul salonunda buldum. En makbul Avrupa stilinde döşenmişti. Bir köşede bir  kuyruklu piyano vardı; karşısında, birçok ciltleri Fransızca bir sıra dolu kitap  rafı bulunuyordu; duvarlarda da başka hediye kılıçlar asılıydı. 
Bitişik  odada, geniş yuvarlak bir masa etrafında oturmuş, hızlı hızlı konuşan bir grup  insan görüyordum. Bu, toplantı halindeki Türk kabinesiydi ve Lozan'dan gelen son  telgrafları tartışıyorlardı;  
Hariciye Vekili ve kabinenin orada  bulunmayan tek üyesi olan İsmet Paşa, bir gün önce Chester imtiyazı ve Türk dış  borçları hakkındaki Türk ültimatomunu vermişti. Ekonomik savaşın akıbeti  havadaydı. 
Ben yaklaşınca Rauf Bey dışarı çıktı ve beni kabinenin  toplandığı odaya götürdü. Grupla kısa bir tanışma oldu. Ama gözlerim tek bir  kişinin üzerindeydi. O da, masanın başındaki yerinden kalkıp elini uzatarak bana  doğru gelen uzun boylu kişiydi. Kemal'in sayısız resimlerini görmüş olduğumdan  görünüşüne aşinaydım. O, insanlara ve meclislere hâkim olacak tipteydi. Bir  defa, hemen hemen 1.80'lik boyu, mükemmel göğsü, omuzları ve askerce tavrıyla  insanı etkileyen fizik yapısıyla; sonra, bir insanda gördüğüm en dikkate değer  gözlerin esrarengiz kudretiyle. Kemal'in gözleri çelik mavisi, sert, taş gibi,  affetmez olduğu kadar nüfuz ediciydi. Pek az kişi Kemal'i gülerken görmüştür.  Kendisiyle geçirdiğim iki buçuk saat içinde hatları, ancak bir defa bir parça  gevşer gibi oldu. Demir maskeli bir adama benziyordu; maske de, onun  tabiyüzüydü... 
Onu üniformalı göreceğimi zannediyordum. Oysa çizgili gri  pantolon ve rugan ayakkabılarla siyah bir jaketataydan (kuyruklu ceket) oluşan  çok şık bir kıyafet içerisindeydi. Kanat yaka ve mavili sarılı bir kravat  taşıyordu. 
Rauf Bey kabine oda-sında beni Kemal'e takdim etti. Mûtad  selamlaşmaları Fransızca olarak teati ettikten sonra şöyle dedi: "Belki konuşmak  için bitişik odaya geçip, kabineyi tartışmalarıyla baş başa bıraksak daha iyi  olur." Bunları söylerken bitişik salonu gösterdi. Rauf Bey sağımda, Kemal  solumda küçük bir masaya oturduk. Efendisinden daha az şık olmayan bir erkek  hizmetkâr her zamanki gibi koyu Türk kahvelerini ve sigaraları getirdi. Mülakat  başladı. 
Gazi Fransızca ve Almanca bilmekle beraber, bir tercüman  aracılığıyla Türkçe konuşmayı tercih ediyordu. Ben, gene sözde Fransızca'mla,  onunla tanışmaktan duyduğum büyük memnuniyeti ifade ettikten sonra, Rauf Bey  araya girerek, büyük adamın kendi diliyle konuşmasının belki en iyisi olacağını  söyledi. Bunda mutabık kalındı ve o andan itibaren Başvekil tercümanlık  yaptı. 
Kemal, nasılsa, Ankara yolculuğumda başıma gelen güçlükleri ve  gecikmeleri işitmişti.   
* * *  - Burada yukarıda yer alan röportaj  başlıyor.. Haber3.com sizin söyleşi kısmını soru cevap olarak yeniden  derlemiştir.. Latife Hanım’ın odaya girmesiyle kısa bir süre içinde konuşma yön  değiştirmiş.. İşte o noktadan sonra yazarın kaleme aldıkları...  * * * 
Birkaç saniye sonra, şimdiye kadar  rastladığım en çekici Türk Kadını odaya girdi. Orta boylu, tam Doğulu yüzlü ve  parlak siyah gözlüydü. Her hareketi zarafetin ta kendisiydi. Kemal, beni eşine  Türkçe olarak takdim etti. Kendisine Fransızca hitap ettim ve mükemmel bir  İngilizce'yle cevap verdi. 
Bütün diğer demir adamlar gibi, onun da hassas  bir noktası var; Bayan Kemal'e rastlayınca, o-nun nasıl olup da teslim olduğunu  anladım. Mülâkatın ortasındayken hizmetkâr içeri girdi ve Kemal'in kulağına bir  şey fısıldadı. Kemal derhal döndü ve gururla "Bayan Kemal geliyor" dedi. Birkaç  saniye sonra, şimdiye kadar rastladığım en çekici Türk Kadını odaya girdi. Orta  boylu, tam Doğulu yüzlü ve parlak siyah gözlüydü. Her hareketi zarafetin ta  kendisiydi. 
Kemal, beni eşine Türkçe olarak takdim etti. Kendisine  Fransızca hitap ettim ve mükemmel bir İngilizce'yle cevap verdi; aslında,  İngiliz aksanıyla konuşuyordu. Bunun sebebi de, okul hayatının bir kısmını  İngiltere'de geçirmiş olmasıydı. Daha sonra Fransa'da okumuştu. Bayan Kemal  hemen masanın yanındaki koltuğa oturdu ve eşiyle karşılıklı görüşmemi ilgiyle  izledi.  
Bayan Kemal 
Bu, doğal olarak, bizi Kemal’in  hayatındaki romansa götürüyor. Bütün diğer demir adamlar gibi, onun da hassas  bir noktası var; Bayan Kemal’e rastlayınca, onun nasıl olup da teslim olduğunu  anladım. Tüm hikâyeyi ilk ağızdan ve aşağıdaki şekilde işittim: 
Mülakatın  ortasındayken hizmetkâr içeri girdi ve Kemal’in kulağına birşey fısıldadı. Kemal  derhal döndü ve gururla “Bayan Kemal geliyor” dedi. 
Birkaç saniye sonra,  şimdiye kadar rastladığım en çekici Türk Kadını odaya girdi. Orta boylu, tam  doğulu yüzlü ve parlak siyah gözlüydü. Her hareketi zerafetin ta  kendisiydi. 
Kemal, beni eşine Türkçe olarak takdim etti. Kendisine  Fransızca hitap ettim ve mükemmel bir Ingilizceyle cevap verdi; aslında, İngiliz  aksanıyla konuşuyordu. Bunun sebebi de, okul hayatının bir kısmını İngiltere’de  geçirmiş olmasıydı. Daha sonra Fransa’da okumuştu. Bayan Kemal hemen masanın  yanındaki koltuğa oturdu ve eşiyle karşılıklı görüşmemi ilgiyle  izledi. 
Onun gelişinden az sonra Kemal, kabinenin hâlâ toplantı halinde  olduğu bitişik odaya çağrıldı; onun yokluğu sırasında Bayan Kemal, bana hayat  hikâyesini anlattı; bu, seçkin kocasının daha zahmetli kariyerinin hikâyesini,  çekici şekilde tamamlıyordu. 
Daha önce bahsetmiş olduğum gibi, babası,  uzun yıllar Türkiye’nin ekonomik başkenti olan İzmir’in en zengin tüccarı. Kendi  ismi Latife. Buna, Türkçede evli veya bekâr bayan anlamına gelebilecek “hanım”  kelimesini eklemek gerek. Böylece, evlenmeden önceki ismi Latife Hanım’dı. Eğer  şimdi tam evlilik ismini kullanırsa, Latife Gazi Mustafa Kemal Hanım “olması  gerekir. 
Yunan Savaşının ilk günlerinde kâh Paris’te kâh Londra’daydı.  1921 güzünde, o zaman Yunanlıların elinde olan İzmir’e geri döndü; Yunanlılar  babasını hapsetmişlerdi, daha sonra kendisini de Türk casusu olma iddiasıyla  tutukladılar. Kapıda iki Yunan askerinin nöbetçiliğinde kendi evinde göz hapsine  mahkûm oldu. Burada üç ay geçirdi. 
Bir gün Yunan nöbetçileri ansızın  ortadan kayboldular. Ortada, hızlı çekilişin telâş ve gürültüsü vardı; ertesi  sabahın erken saatlerinde muzaffer Türkler İzmir’e girdiler. Birkaç gün sonra  Kemal de gelip ordularının başında muzafferane İzmir’e girdi. Bundan sonrasını  Lâtife Hanımın kendi saf kelimeleriyle anlatayım: 
“Mustafa Kemal’le hiç  tanışmamış olmakla beraber, onu İzmir’deki ikameti sırasında bizim misafirimiz  olmaya davet ettim. Cesaretini, vatanseverliğini ve liderliğini takdir  ediyordum; davetimizi kabul etti. Memleketimizin yeniden inşası için ortak  ideallerimiz olduğunu gördüm; daha sonra başka ortak şeylerimiz olduğunu da  keşfettik. Çok geçmemişti ki, dostlarımızdan kırk elli kadarı eve çaya davet  edildi. Müftü çağrıldı ve önceden hiçbir haber verme olmaksızın evlendik. Nikâh  yüzüğümüzü daha sonra İsmet Paşa Lozan’dan getirdi.” 
Bayan Kemal,  kocasından samimî takdir duygularıyla söz ediyordu: “O, sadece büyük bir  vatansever ve asker değil, aynı zamanda bencilliği olmayan bir liderdir” dedi.  “Kurduğu hükümet sistemi, onsuz da işleyebilir. O, kendisi için asla hiçbir şey  istemez. Kendi kaderine hâkim Türkiye idealinin yürüyeceğine emin olsaydı, her  zaman çekilmeye istekli olurdu.” 
“Ben onun bir çeşit sekreteri görevini  görüyorum. Yabancı gazeteleri onun için okuyup tercüme ediyorum; dinlenmek  istediği zaman piyano çalıyorum; biyografisini de yazmaya  başladım.” 
“Eşinizin eğlenceleri nelerdir?” diye sordum. 
“Müziği  sever; okuyacak zaman bulduğu zaman eski çağ tarihiyle meşgul olur” dedi. Sonra  ayaklarımızın dibinde yerde sıçrayıp duran üç cilveli köpek yavrusunu göstererek  ilâve etti: “Ona bu küçük köpekleri de aldım; onları çok sevdi.”  
Oy  Hakkından Önce Eğitim 
Bayan Kemal’in, Türk kadınlarının geleceği  konusunda kesin fikirleri var. Halide Hanım gibi o da, kadınların hürriyete  kavuşmalarına kuvvetle inanıyor. Bu konuda şunları söyledi: 
“Türk  kadınları için eşit haklara inanıyorum; bu, oy verme ve Büyük Millet Meclisine  seçilme hakkı demek. Ama şuna da inanıyorum ki, eğitim, oy hakkından ve kamu  hizmetinden önce gelmeli. Cahil köylülerin sırtına oy hakkını yüklemek saçma  olur. Uzun vâdede, kadınlar için kadınlarca yönetilen okullarımız olmalı. Bunun,  yavaş bir süreç olması kaçınılmaz. Peçenin kaldırılmasına  taraftarım. 
Kitaplardan konuşmaya başladık. Bayan Kemal’in Longfellow’un  büyük hayranı olmasına çok hayret ettim. Hayat İlâhisinin tümünü ezberden okudu.  Keats, Shelley ve Byron’u ne kadar iyi bildiğini görmek de, benim için aynı  derecede ilginçti. 
Bu esnada Kemal döndü ve mülakatımız, bıraktığımız  yerden tekrar başladı. Bitirdiğimizde akşam oluyordu ve gitmek zamanı gelmişti.  Gazi’nin Ankara’da ele geçirdiğim bir fotoğrafını yanımda getirmiştim. 1920’nin  ilk günlerinde çekilmişti. Baktığında, düşünceli şekilde, “bu bana gençliğimi  hatırlatıyor” dedi. Fotoğrafı imzaladı ve isteğim üzerine iki başka resmini daha  verdi. 
Veda edildi ve ayrıldım. Gece olmaktayken Ankara’ya geri döndüm;  aralıklarla süvari nöbetçilerince selâmlandım, zira karanlıkta Kemal’in güvenlik  tedbirleri artırılıyordu; durgun havada borazan sesleri yansırken, güçlü ve  hükmedici bir şahsiyetle, insanlar arasında eşi olmayan bir liderle tanışmış  olduğumu idrak ettim. 
Bundan sonra yapılması gereken şey, Kemal’in şu ana  kadarki hayli kısa ve dolu hayatını anlatmak. O, bir küçük devlet memurunun oğlu  ve kırküç yıl önce o zaman Türk Bayrağı altında olan Selanik’te  doğmuş. 
Kemal’in kaderinde ordu vardı; yaşı gelince, Manastır’daki askerî  okula girdi. Orduda iken çalışma arkadaşlarını, askerliğe karşı duyduğu gerçek  aşkla etkiledi. Şimdi olduğu gibi, o zaman da bir milliyetçiydi. O günlerde bu,  sapık bir düşünce sayılıyordu; çünkü Türkiye, din ve devletin kontrolünü  saltanatta birleştiren çürümüş bir yönetimin pençesindeydi. Başka bir deyişle,  sultan sadece hükümdar değil, aynı zamanda ulu halife olarak dinin de  savunucusuydu. 
Kemal’in eski askerlik günlerinden bir arkadaşının bana  İstanbul’da söylediğine göre, 1908 İhtilâlini ve 1909 karşı ihtilâlini yapmış  olan ve Enver Paşa’nm egemenliğinde bulunan İttihat ve Terakki Cemiyeti  İktidarının zirvesindeyken, Türkiye’nin gelecekteki kurtarıcısı şunları  söylemişti: “Bu politikacılar başarısız kalmaya mahkûmdurlar; çünkü ülkeyi  değil, bir sınıfı temsil ediyorlar. Sadece siyasî saiklerle hareket ediyorlar.  Birgün Türkiye’nin kurtuluşuna yardım edeceğim.” Napolyon gibi o da, kendisinin  kaderin gönderdiği bir insan olduğuna inanıyordu; sonraki başarıları da bu eski  inancını doğrulamıştı.  
Kemal Çanakkale’de 
Türkiye’de zeki  subayların siyasetteki istikballerinin parlak olduğu bir dönemde Kemal’in  mesleğine bağlı kalmış olması da ilginçtir. Trablus’ta İtalyanlara karşı  savaşmakla birlikte, orduda isim yapmaya başlaması, ancak Dünya Savaşıyla  olmuştur. 
Almanlara antipatisi dolayısıyla, şüphesiz, Türkiye’nin mihver  devletleri yanında savaşa girmesine karşıydı. Bu yüzden derhal Enver Paşa’nın  düşmanlığını çekti ve savaş yılları sırasında bu husumet daha da had noktaya  ulaştı. Enver onu her yoldan küçümsemeye çalıştıysa da o, işten atılamıyacak  derecede iyi bir askerdi. Bir ara, o zamanlar veliaht olan müstakbel Sultan VI.  Mehmet’e Almanya’ya yaptığı resmî ziyarette refakat etmek üzere, geçici olarak  cepheden ayrıldı. 
Çanakkale savaşları öncesinde Kemal, piyade albayıydı.  İngilizlerle Fransızların kötü bahtlı çıkarmalarını yapmalarından önce bile,  kendisine Gelibolu’da bir komuta mevkii verilmişti. Kısa zaman sonra  tümgeneralliğe yükseltildi -bu ona paşa unvanı kazandırdı- ve 19’uncu Tümenin  komutasını üstlendi. Liman Von Sanders gözden düşdüğünde, yarımadadaki en yüksek  rütbeli Türk subaylarından biri oldu. 
Çoğu kimse, Çanakkale Seferinin,  büyük ölçüde Kemal’in süratli karar verişi sayesinde başarısızlığa uğratıldığını  bilmez. Avustralyalıların Anzak Plajına tarihî saldırılarını yaptıkları gün  Kemal, tümenin en iyi alayına Anzak adı verilen Avusturalyalıların saldırmak  üzere olduğu tepelerde tam teçhizatlı olarak manevra yapma emrini vermişti.  Çıkarmanın yapıldığı ve kıyıdaki Türk birliklerinin yenilgiye uğradığı haberi  kendisine ilk ulaştığında, bir yandan da bu hareketin sadece bir aldatmaca  olduğu bildiriliyor ve buna karşı sadece bir tabur ayırması  isteniyordu. 
Kemal, ateşin niteliğinden ve ilerlemenin yönünden, bunun  bir aldatmaca değil, ciddî bir saldırı olduğunu anladı. Teşebbüsü ele alarak  derhal, geçit resmindeki her üç tabura, önceden kararlaştırılmış manevralarına  girişmelerini emretti. Bunları, ikinci alayın tümü ile, Kemal’in bizzat  yerleştirdiği ve yönettiği bir dağ bataryası izledi. Kemal, diğer tümenin  komutanı ile daha ihtiyatlı üstlerini de işe sokmuş ve böylece durumu  kurtarmıştı. 
Dünya Savaşının sonunda Türkiye bitkin bir haldeydi. İngiliz  Donanması Boğazdaydı; Sultan ve danışmanları da, Müttefiklerin elinde oyuncaktı.  1918’de Mondros Mütarekesi İmzalanıp Türkler teslim olduğunda Kemal, kahramanca  bir mücadeleden sonra Türklerin ardçı kuvvetlerini kurtardığı Filistin’den daha  yeni dönmüştü. Bundan sonra, Küçük Asya’da arta kalan Türk kuvvetlerine umumî  müfettiş tayin edildi. 
1919 Mayısında Yunanlılar, uzun zamandır göz  diktikleri İzmir’i işgal ettiler. Bu akılsızca eylem hemen tamamen Lloyd  George’un eseriydi ve İngiliz Başbakanı o zaman anlamamışsa da, kendisini  iktidardan düşüren olaylar zincirinin ilk halkası buydu. 
Bu olay, nasıl  Yunanlıların nihaî felâketinin ve Lloyd George’un nihaî düşüşünün başlangıcını  ifade ediyorsa, aynı zamanda da Kemal’in büyük anının geldiğini anlatıyor.  Yunanlıların İzmir’i işgalleri ve iradelerini vahşice hâkim kılmak istemeleri,  sanki Türkiye’deki yeni milliyetçilik ateşini başlatan kıvılcım  oldu. 
Uzaklarda Erzurum’un ötesinde Kemal, terhis etmek ve  silâhsızlandırmak üzere gönderildiği ordunun kalıntılarıyla beraberdi. İzmir ve  civarındaki Yunan tecavüzlerinin haberi ve İstanbul’da birçok arkadaşlarının  İngilizlerce sürülmesinin hikâyesi oraya ulaştığında; hareket zamanının  geldiğini anladı. Terhis ve silahsızlandırma yerine, silâh ve gönüllüler için  çağrıda bulundu; bunlarla ülkesini mutlaka yokedeceğine inandığı saldırıya karşı  direnecekti. Programı Türkiye’nin yabancı hakimiyetinden kurtulması olan bir  karşı hükümet örgütlendirmeye başladı. Kendisi hareketin başı ve cephesi  olduğundan, taraftarlarına Kemalist denilmeye başlandı. Bu yeni milliyetçi  hareketin ilk merkezi, Erzurum’du. Sonra Sivas’a, 1920 başlarında da Ankara’ya  nakledildi. 
Bu arada İstanbul’daki Padişah hükümeti, Müttefiklerin  zoruyla, Kemal’e kesin dönüş emri göndermişti. Bunu reddedince kanun-dışı ilân  edilerek ölüme mahkûm edildi. Bu, sadece onun artan şöhretini daha da yaygınlaş  tirdi. 
Kemal’in görevi iki yönlüydü: Bir aşama, “Yunanlıları kovma”  biçiminde sloganlaşmıştı; diğeri, Milliyetçi Hükümeti geliştirmekti, her iki  özlem de gerçekleştirildi. Bunlar, bir yandan askerî liderlik deha ve  stratejisini, öte yandan da güçlü ve örgütlendirici devlet adamlığını  gerektiriyordu. Kemal, bütün bu gerekli nitelikleri kendisinde  toplamıştı. 
Bu iki yıllık savaşın hikâyesini burada anlatacak yerimiz  yok: Yunanlıların, Sakarya Nehrine, yani Ankara’nın kırk mil yakınına kadar  gelmeleri, Kemal Paşa ve onun kadar zeki olan İsmet Paşa (kendisi meslekten bir  diplomat değil bir askerdir) tarafından istilâcıların nasıl denize  döküldükleri... Bu hikâye çok kez anlatılmıştır.  
Türkiye’nin Yeni  Anayasası 
Bizi burada en çok ilgilendiren şey, Ankara’nın güçlük ve  rahatsızlıkları içerisinde ve bizimki hariç bütün yabancı eller ona düşmanca  kalkmışken Kemal’in kurduğu hükümet sistemidir. Bu, gerçekten, etkileyici bir  demokrasi serüvenidir. Teknik bakımdan böyle adlandırılmamakla beraber, pratik  açıdan tam anlamıyla bir cumhuriyettir. 
1920’de Ankara’da Büyük Millet  Meclisince kabul edilen Millî Misak’a göre Türkler, Amerikan Bağımsızlık  Beyannamesinin paralelindedir. Misak, diğer hususlar arasında şunu da ilân  etmiştir ki, “hayatımızın ve varolmaya devam edebilmemizin temel şartı, millî ve  ekonomik gelişmemizin araçlarını sağlama konusunda, bütün diğer ülkeler gibi,  tam bir bağımsızlık ve hürriyete sahip olmamızdır.” 
Yeni Türk Anayasası,  Temel Kanun adı verilen kanunda ifadesini bulmaktadır. Bu kanun, milletin  egemenliğinin millette olduğunu ve halk tarafından seçilen Büyük Millet  Meclisince kullanılacağını belirtmektedir. Savaş ve barış yetkisi, sadece bu  meclise aittir. Meclis kendi başkanını kendi seçer (halen Kemal Paşa’nın işgal  ettiği mevki); başkan, devletin en yüksek görevlisidir. Daha önce işaret ettiğim  gibi, meclis kabine üyelerini de seçer. Türkiye’nin geçmiş tarihini  düşündüğünüzde, bu yeniliklerden çok daha önemlisi, din ve devletin mutlak  ayrılığıdır. Sultan sorunu bitmiştir.  
Kişisel  Nitelikler 
Kemal’in alelade bir insan olmadığını şimdiye kadar  anlamış olmanız gerekir. Kişiyi ve yöntemini incelediğinizde, onun hayret verici  başarısının gerisinde iki niteliğin yattığını farkedersiniz. Biri, demir bir  iradenin emrinde yürüyen şaşmaz bir gaye; öbürü, kamuoyuna karşı derin saygısı.  Gerçi halkı ona tapmaktadır ama, o başlangıçtan itibaren attığı her adımda  halkına danışmıştır. Bir öneride bulunmak istediği zaman kütlelere gitmekte ve  halka görüşünü açıklamaktadır. Büyük Millet Meclisiyle olan ilişkileri de aynı  niteliktedir. 
Giyim ve muaşeret âdabı konusunda çok titiz olmasına  rağmen, bütün hayatına dolambaçsız bir basitlik hakimdir. İlerleyen Yunanlılara  karşı Türklerin son mukavemetini yönetmek için cepheye giderken arkasında  bıraktığı tek belge, o zaman Büyük Millet Meclisinin Başkan Vekili olan Dr.  Adnan Bey’e yazdığı şu kısa nottu: 
“Büyük Millet Meclisi Başkan Vekiline:  Ben cepheye gidiyorum. Yokluğum sırasında işlerimle meşgul olmanızı rica  ederim.”  
* * * 
Enver Paşa’nın başarısızlığıyla Kemal  Paşa’nın başarısını karşılaştırılanız, bunların strateji yönünden ne kadar  farklı olduklarını görebilirsiniz. Enver, amacını gerçekleştirmek için dosdoğru  gider; bir duvara çarptığı zaman onu yıkmaya çalışırdı. Sonunda yenik düştü.  Kemal ise, bir engelle karşılaştığı zaman, onu aşana kadar sabırla bekler;  genellikle de amaçlarına ulaşır. Şimdi sözünü ettiğim sabır, askerî kariyerinin  zirvesini teşkil eden Sakarya’da ona büyük hizmet etmiştir. 
Şu an için  Kemal, halkının neredeyse çılgınca sevgisiyle birlikte, kendi başarı dizisinin  onu getirdiği başdöndürücü yükseklikte emniyet içinde bulunuyor. Geçen Ağustosun  ondördünde yeniden Büyük Millet Meclisi Başkanlığına seçildi. Ona verilmeyen tek  bir oy vardı; o da ismet Paşa’ya verilmişti ve Kemal’in seçkin arkadaşını bu  şekilde onore etmiş olduğu sanılıyordu. 
Bu arada, sıkıntıları  başlayacaktır. Halen, Müdafaa-i Hukuk Partisi olarak adlandırılan partinin  hakimidir (aslında, bu partinin ta kendisidir); şimdi Halk Partisi olan bu  partinin karşısında bir muhalefet hemen hemen yok gibidir. Ancak zamanla başka  bir kanat mutlaka belirecek ve kaçınılmaz siyasal bölünme ortaya  çıkacaktır. 
Daha yakın ödev, bu ateşli ekonomik ve siyasal  self-determinasyon formülünü, yeni Türkiye’nin bu Magna Charta’sını, kesin ve  pratik realiteye tercüme etmektir. Gürültü, patırtı bitmiş, barış imzalanmıştır.  Şimdi savaşın yaralarının sarılması gerekmektedir. Dolayısıyla, Kemal’in millî  lider olarak gerçek sınavı, oniki yıllık nerdeyse kesintisiz savaşın getirdiği  harabiyetten, düzen ve refah elde edebilmektedir. 
Savaş meydanındaki ve  toplum hayatındaki hayret verici başarısını, ekonomik kurtarıcı olarak da  tekrarlayıp