Konu: J.P.Sartre
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 16-01-2008, 23:48   #1
Ayche
Dişi Kartal
 
Ayche - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
J.P.Sartre

Doğumundan bu yana 100, ölümünün üzerinden de 25 yıl geçti. Çok yönlü bir kalem ve eylem insanıydı. Kimliği, çeşitli sıfatların buluşma yeri gibiydi. Filozoftu, romancıydı, şairdi, oyun yazarıydı, edebiyat eleştirmeniydi; ama aynı zamanda eylem adamıydı. “Şiddetin uzun yüzyılı” olarak da adlandırılan 20. asrın dramatik gelişmelerinin tam ortasında yaşadı. İspanya İç Savaşı’na, İkinci Dünya Savaşı’na, Cezayir ve Vietnam savaşlarına, Macaristan ve Çekoslovakya işgallerine tanık oldu. Sartre’ın hayatı, bütün bu acılı gelişmeleri aydın kimliği ve tavrı açısından okumada adeta bir kılavuz gibidir. İspanya İç Savaşı onu derinden etkiledi. İkinci Dünya Savaşı sırasında Socialisme et liberté (Sosyalizm ve Özgürlük) adlı direniş grubunu kurdu ve Nazi işbirlikçisi Vichy rejimine karşı mücadele etti. Vietnam savaşında ABD karşıtı hareketin sembol isimlerindendi. ABD’nin Vietnam’da işlediği savaş suçlarını araştırmak üzere kurulan Russell Mahkemesi’nin başkanlığını yaptı. Sovyetler Birliği’nin Macaristan ve Çekoslovakya’yı işgalini kınadı. Ve ille de Cezayir Savaşı!.. Fransa’nın 1954’te Cezayir’deki bağımsızlık hareketine karşı başlattığı acımasız savaşa savaş açtı. “L'Algérie c'est la France" (Cezayir Fransa’dır) sloganıyla uygulamaya sokulan ve devlet şiddeti dahil her türlü yöntemle dayatılan “ulusal uzlaşma”ya karşı tavizsiz ve kesintisiz bir mücadele yürüttü. Yazıları ve çağrılarıyla Fransız kamuoyunu uyarmaya çalıştı, kısa sürede Fransa’daki Cezayir savaşı karşıtı hareketin sembolü haline geldi. Özgürlüğün Yolları
Sartre’ın varoluşçu felsefesini en iyi yansıtan romanı “Bulantı”ysa, tamamına erdirememiş olsa bile en iyi romanı “Özgürlüğün Yolları”dır. “Akıl Çağı”, “Yaşanmayan Zaman” ve “Yıkılış” adlarını taşıyan üç ciltte toplanan “Özgürlüğün Yolları” 1945-1949 yılları arasında yayımlanmış, başlangıçta dört cilt olarak tasarlanmasına rağmen Sartre, “Son Şans”ı yazmaktan vazgeçmişti. Ancak her bir kitabın kendi içerisinde bütünlüklü olması nedeniyle “Özgürlüğün Yolları” okuyucuda eksiklik hissi yaratmaz.
1937 yılında başlayıp Almanların Paris’i işgal ettiği 1940’ta sonlanan, II.Dünya savaşı atmosferli roman, savaştan çok bireyin özgürlük arayışını tartışır. Pek çok insan tipinin canlandırdığı hikayenin asıl kahramanı Mathieu, felsefe eğitimi görmüş otuz dört yaşında, hayatını ne şekilde sürdüreceğine henüz karar verememiş, çaresizce özgürlük peşinde koşan bir Fransız entelektüelidir. Marcelle ile ilişkisinden komünist partiye katılıp katılmayacağına, Nazilere karşı savaşıp savaşamayacağına kadar bütün kararsızlıklarının ardında bağlanmak-bağlanmamak ikilemi yatar. Önemli olan özgürlüktür, bu nedenle kendisinden bir bebek bekleyen Marcelle’den ayrılmak ister. Siyasi çatışmalar boş ve anlamsız, partili olmak bağımlılıktır, bu nedenle komünistlere katılmaz. Ne var ki bu tercihlerini yaparken berrak bir zihni yoktur Mathieu’nun, düşünceler beynini kemirmekte, onu bir boşluğa çekmektedir:
“İhtiyarladım. Şurada, bir sandalyenin üzerinde, gırtlağıma kadar kendi yaşamıma gömülmüş oturuyor ve hiçbir şeye inanmıyorum. Oysa bir zaman ben de İspanya’ya gitmek istemiştim. Ama olmadı! İspanyalar gerçekten var mı? Ben buradayım, kendi kendimin tadına bakıyorum; kanın ve pas kokulu bir suyun buruk tadına bakıyorum; kanın ve pas kokulu bir suyun buruk tadını duyuyorum: Bu benim kendi tadım; kendi kendimin tadıyım ben ve varım, yapıyorum. Var olmak, yaşamak, işte bu: Susamadan, canı çekmeden kendini içmek! Otuz dört yaş, otuz dört yıl! Otuz dört yıldır kendimi tatmaktayım ve ihtiyarım! Çalıştım, bekledim ve istediklerimi elde ettim: Marcelle, Paris ve özgürlük; artık bitti. Artık beklediğim hiçbir şey yok.”
Özgürlük tehlikedeyse
Mathieu’nun felsefi sorgulamasına benzememekle birlikte romandaki diğer şahıslar da seçim yapmakta zorlanırlar. Mesela Marcelle, çocuğunu doğurup doğurmamakta, Daniel Tanrı’ya inanıp inanmamakta, Boris Lola’dan ayrılıp ayrılmamakta, Lola intihar edip etmemekte kararsızdır… Sartre, onları hep bir seçim arifesinde gösterir okuyucuya, seçimlerinin ne olacağına dair ipuçlarını ise vermez. Ama varoluşçu felsefenin ipuçlarını bulmak mümkündür: Belirsizlik onların özgür insanlar olmalarıyla ilgilidir. Çünkü insan, kendisine sürekli bir varoluş özgürlüğü verilmiş bir varlıktır, özü olmayan bir varlık. Bu nedenle hep bir seçim yapma zorunluluğuyla karşı karşıyadır. Ne var ki felsefe ile edebiyat arasındaki ilişki dengelidir. Varoluşlarını anlamlandırmaları için hiçbir şeye zorlamaz roman kişilerini; şöyle ya da böyle olmaları için sıkıştırmaz: “Ne Tanrı’nın buyuruları, ne ahlâkın kuralları, ne geçmişleri, ne tutkuları, ne düşünceleri, ne de toplumsal durumları onları şu ya da bu biçim bir kişi olmaya itecektir”. Ancak roman kişileri –Sartre’a yönelik kimi eleştirilerde iddia edildiği gibi- soyut varlıklar da değillerdir. Tersine, onları somut bir tarihe, somut bir topluma yerleştirir Sartre, o tarihin ve toplumun politik, ideolojik, psikolojik konjonktürü içerisinde biçimlendirir. Birbiriyle ilişkileri sevgi ve tiksinti, acı çekme ve çektirme, tutku ve ilgisizlik gibi çelişkili duygularla ilerleyen roman kişileri için “başkaları cehennemdir”!
Savaş teması edebiyatta çok kullanılmıştır. Akan kanların, feda edilen canların garip bir şehvetle dillendirilip insanın yerine mitlerin konduğu, kahramanlık pelerinine bürünmüş bayağılığa övgüler düzüldüğü hamasi hikaye ve destanlardan söz etmiyorum. Homeros’un “İlyada”, Tolstoy’un “Savaş ve Barış”, Şolohov’un “Durgun Akardı Don”, E.M.Remarque’ın “Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok”, H.Barbusse’un “Ateş”, Andre Malraux'un “Umut”, Hemingway’in “Çanlar Kimin İçin Çalıyor”, Nazım Hikmet’in “Şeyh Bedrettin” ve “Kuva-i Miliye” destanları gibi edebiyatın büyük yapıtlarında savaş atmosferi tarihsel süreçlerin insan kaderlerine yaptığı etkileri göstermesi açısından önemlidir. Bireysel ve toplumsal kaderler kendilerinin dışında gelişen ve asla önünde durma imkanı olmayan bu büyük kıyamet anında yeniden şekillenirken kimi yazar insan psikolojisini öne çıkarır, kimisi toplumsal etkileri vurgular. Savaşlar bireyin görev, sorumluluk, kin, nefret, korku, ihanet, kaçış, günah, vicdan azabı gibi insani duyguların en çıplak gözlendiği, çığlıklarla yatıştırılabilecek acıların dile getirildiği sahnelere gebedir. Yazarlar bu sahneleri işlerken bağlandıkları dünya görüşünü çarpıcı bir biçimde ortaya koyabilirler. Sartre, Mathieu karakteri üzerinden tam da bunu yapmış “Özgürlüğün Yolları”nda; insanın dünya ve toplum içindeki konumunu, insanın yaşam, toplum ve öbür insanlarla olan ilişkilerini II.Dünya savaşı özelinde derinlemesine sorgulamış.
Mathieu’nun aradığı özgürlüğü bulması savaşta taraf olmasıyla, başkalarıyla aynı kaderi paylaşmasıyla gerçekleşecektir. Savaş ona bir seçim yapma ve başlanma fırsatı vermiştir. “Edebiyat Nedir”de “düzyazı sanatı, düzyazının anlam taşıdığı biricik yönetim biçimi olan demokrasi ile bağdaşır ancak. Biri tehlikedeyse, öteki de öyledir. Ve o zaman onları kalemle savunmak yetmez. Bir gün gelir, kalem durmak zorunda kalır; o zaman yazarın kalemi bırakıp silaha sarılması gerekir” diyen Sartre’ın kahramanı Mathieu de faşizme karşı silaha sarılacak, -bir Alman askerine sıkılmış bile olsa- kurşunlarının “yeryüzündeki bütün güzelliklere, sokağa, çiçeklere, bahçelere, sevdiği ve sevmiş olduğu her şeye” yöneldiğini bilmenin mutsuzluğunu duyumsayacak, ama yine de savaşacaktır. Mathieu, bize Sartre’ı hatırlatır.
Sartre’ın romancılığı
“Özgürlüğün Yolları”, Sartre’ın felsefi görüşlerini anlamak, bir entelektüel olarak eleştiri ve özeleştirisini, siyasi seçimini, komünizmle kurduğu bağları görebilmek açısından hiç kuşkusuz önemli bir roman. Yazıldığı dönemin sorunsallarını düşünüldüğünde, faşizm belasını yeni atlatan ve bu belanın bir daha tekerrür etmemesi için kimlerle ittifak yapacağını kestirmeye çalışan Fransız entelektüellerinde yarattığı heyecan daha kolay anlaşılacaktır. Kaldı ki özgürlüklerine sıkı sıkıya sarılmış Mathieu figürüne, hele ki bugünkü konjonktürde çok kolay empati yapılabilir. Varoluşçuluğa pek çok eleştiri getirmek mümkün, ama sosyalizmle bağı sınıfsal nedenlere dayanmayan entelektüeller için bir çırpıda reddedilemeyecek şeyler söylüyor Sartre.
Romanı bir dünya görüşünün edebiyata halel getirmeden bir edebi metinin her bir sayfasına nasıl nüfuz edeceğini göstermesi açısından da önemli buluyorum. Yukarıda da belirttiği gibi, bunda savaş atmosferinin büyük payı var; hem felsefi tartışmayı daha çarpıcı bir hale sokuyor hem romanın dramatik yapısını güçlendiriyor
Peki Sartre ve felsefesini bir kenara bıraktığımızda ne kalıyor geriye? Bir roman tadı bulabiliyor muyuz? Roman kişileri felsefi kuklalar olarak mı kalmışlar yoksa ete kemiğe bürünmüşler mi? Kadın erkek ilişkileri, cinsellik, mekanlar, savaş sahneleri sözcüklerle canlanabiliyor mu? “Sartre ve Edebiyat” başlıklı bir yazıda elbette bu ve benzeri soruların cevabı da aranmalıdır. Sözü uzatmadan son sözü ilk baştan söyleyelim; “Özgürlüğün Yolları”, edebiyatseverleri doyuracak bir roman üçlemesi.
Süslemelerden uzak, sade bir dil; ama kahramanının bilinç akışının her kıvrımını yakalayabilen, karşılıklı konuşmaları sıkmayan, anlatıcının gevezeliğe hiç kaçmadığı çok devingen bir metin okuyacaksınız. Bu metinde çizilen Sartre’ın roman dünyasıdır. “Bizi onun romanlarına bağlayan şey varoluşçu aykırı, bayağı entrikalar değildir; birbirinden pek ayırt edilemeyen kişiler değildir; alabildiğine nesnel olan anlatış değildir; neden sonra beliren ve ilerde de göreceğimiz gibi, yansıtmaya çalıştığı canlı dünyaya karşı çıkan kuramsal (nazari) anlam da değildir. Bizi bu romanlara bağlayan şey, yazarın yarattığı evrendir. Sartre’ın büyüklüğünü yapan, okurlarına tanıtacağı bir evreni oluşudur.
__________________

Türküler Sustu , Halaylar Durdu Hüzün Geldi Baş köşeye kuruldu

Yoruldu Yüregim , Yoruldu



Ayche Ofline   Alıntı ile Cevapla