Konu: kaçış
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 28-01-2008, 23:34   #1
tyler durden
Banned
 
tyler durden - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
kaçış

Tuhaf, çok tuhaf bir akşamüstü öylesine yürüyordum, aylak aylak. Ellerim cebimde, başımda kavak yelleri; bölük pörçük, nihayete ermeyen düşünceler eşliğinde. Ortalık kalabalıkçaydı ve işten eve dönen insanların, okullarından dağılan öğrencilerin alelacele adımları işgal etmişti tüm sokakları. İnsana yalnızlığı hatırlatan, hiç sevmediğim dar vakitler. Herkes bir şeye yetişmeye çalışıyor, bir şeyler yetiştirmeye çalışıyormuşcasına telaşlı saatler. Balkondan balkona atlayacak derecede birbirine kaynaşmış yüksek apartmanlar bile telaşlı. Günün sekaratı.

Ruhuma dar gelen evimden kaçmış, böylesine bedbince yürürken, aniden izlendiğimi sezdim. Bakışlarımı yerden aldım ve sezgimin buyurduğu yere baktım. Yaşlı, çok yaşlı, seyrek ağarmış saçlı, iki büklüm bir ihtiyarı, bastonunu tıklata tıklata, yürüdüğüm aynı uzun cadde üzerinde, karşıdan gelirken gördüm. O alacakaranlıkta mor renginde, insanın içini ürperten gözleri nasıl gördüm, bilemiyorum. Algıladığım tek şey, bu sönük, feri gitmiş gözlerin, sanki aynada kendime bakıyormuşcasına yakın olduğuydu. Karşımda, gözler bile değil, yalnızca tek bir göz vardı sanki ve bu şey her ne Allah’ın cezasıysa, içinde gibiydim. Gözlerini yalnızca gözlerime dikmiş, görünüşte yavaş, ama aradaki mesafenin hızla erimesine bakılacak olursa, oldukça hızlı bir şekilde bana yaklaşıyordu ihtiyar. Duruma bakılacak olursa, benden başka kimse yokmuş gibi üstüme üstüme geliyordu. Bu kötü saatte, benimki gibi ürpertili bir ruhun karşılaşmayı istemeyeceği çok berbat bir durumdu bu. Alaca sakallı, kambur ihtiyarın gözlerine baktım bir süre daha ve onun ya bir ifrit, ya da ölüm meleği olduğunu düşündüm. Her halükarda korku verici bir şey. Fakat, ölüm meleği ansızın adamın karşısına dikilmez mi, sorusu kafamda çalkalanmaya başlayınca, ifrit seçeneğinden başka bir seçenek kalmadı geriye. En uzak ihtimal ise benim bir rüya, yada bir hayal gördüğümdü. Oysa kafam bu kadar saat gibi çalışırken, ve ben bunun pekala farkındayken, bu ihtimallere pirim tanımak, kendimi, kendi gözlerim önünde gülünç yapardı. Ki zaten de yararı yoktu. Rüya desem ne olacaktı; bitecek miydi ki kabüllendiğimde?

Karşılıklı adımlar mesafeyi hiçe indirirken korkum aynı oranda büyüyordu. Önce yanından geçip gitmeyi düşündüm. Ama ihtiyarın gelişinden aldığım elektirik, katı, mor bakışların içimde yarattığı dalga, kendimi güvensiz hissetmeme yol açıyordu. İhtiyar ve ben, karşılıklı düelloya çıkmış iki hasımdık sanki. Gözlerini üstümden hiç çekmediğine göre, vardı bir kötülük hesabı. Ki ben her halimle güçsüzdüm ihtiyarın karşısında. Onun, ruhumu bu denli sallayışı karşısında artık bocalamalarımı bıraktım ve birden kırıp, geldiğim yöne doğru koşmaya başladım. Haleti ruhiyemi başka insanlardan saklamak, belki akıllarına gelebilecek başka kötü şüphelere yol açmamak için önce normal bir tempoda koşu tutturmuştum. Bir elli metre böyle koştuktan sonra geriye baktım. Hayret ki, mesafe olduğu gibi duruyordu. İhtiyar, aynı baston tıklatmalarıyla, aynı yavaş rutin adımlarını devam ettirerek halen bana doğru geliyordu. Artık kimseyi iplemeden daha hızlı; rüzgarsız, ayaza çalan havada yüzüm kızarıncaya dek tekrar bir koşu tutturdum. Yüzüm de zaten çok geçmeden kızardı. Bu sırada iki sokak girişini es geçmiştim koştuğum düz caddede. Tekrar geriye dönüp bakma ihtiyacını hissettim. Belki o da başka bir yöne kırmış, beni yanıltmıştır diye. Oysa gördüğüm manzarada yine yanılan bendim. Çünkü ihtiyar şimdi daha fazla yaklaşmıştı. Sanki elini veya bastonunun tersini uzatsa, beni yakamdan çekip yakalayacaktı. Ve daha da kötüsü, hırıltılı nefes alış verişini de duyar olmuştum. Gözleri halen fersiz, halen anlamsız, halen odağına beni almış öylece yürüyordu. Sanki tüm görevi, hayatının tüm ereği beni hapsetmekti kendisine. Benim bütün gücümle koşuşum ile onun üç ayağıyla yavaşça yürümesi arasında hiçbir fark yok gibiydi. ‘Ah, ihtiyar’ dedim içimden.’Ardımdan bir boğa gelseydi daha iyiydi.’ Hızla gelen boğanın önünden bir hamle ile yana çekilip, kurtulabilirdim.

Ama ardımdaki boğa değildi ve boğa gibi koşan bendim, göğsünü şişirmiş. Ciğerlerim patlayacak gibiydi ve soluduğum soğuk hava, artık soğuk bir zehir olarak içimi kasıp kavuruyordu. Kambur ihtiyarın hırıltılı nefes alış verişi, onun bastonunun yüreğime korku salan tıkırdamaları ve kendi gürültülü soluyuşum bulamaç haline gelmiş, kulağımı ve kalbimi doldurmuştu.

Artık bu sıralarda ben de bir sokağa dönmüştüm ve biraz daha koştum. Ta ki hiçbir ses duymayıncaya dek, girdiğim bu tenha sokakta. Hatta korkudan mıdır nedir, gözüm kimseyi seçmiyordu. Yalnızca ben varmışım gibi bu geniş sokakta. Öyle hissediyordum. Bu sinir bozucu gözlemlerimi de yarıda kesip beklediğim hırıltılı sesi aramaya başladım. Onu duymadığımdan emin olunca yine durup, arkama baktım. İhtiyar halen köşeden görünmüyordu. Eğildim, ellerimi dizlerime dayadım ve derin derin nefeslendim. Gümbürdeyen kalp atışlarımın sabitlenmesini bekleyecek ve her ihtimale karşı tekrar koşacaktım. Hep öyle olmaz mı zaten? Dinlenirsin, nefesini düzenlersin ve bütün yaşam değerlerin normale yaklaşınca yükünü tekrar sırtlarsın. Veya sırtını tekrar yüklenirsin.

Nerelerden geçtiğimi unutana dek koşacaktım. Kalp atışlarımı yavaşlamasını beklemeden tekrar arkama bakma ihtiyacı hissettim. Sezgim yada korkum sürekli öyle buyuruyordu. Köşeden solgun bir gölgenin yumuk başı belirdi önce, alabildiğine uzun. Sonra kambur gövdesi gölgenin, yine uzun. Arkadan bir ışık vuruyor olmalıydı ihtiyarın üstüne. Ve gölgesi daha da korkunçtu ihtiyarın kendisinden. Gölgede, yani o şekilli karanlıkta istediğin kabusu sen seçip görüyordun. Aklın seçimi değil bu; yaprak gibi titreyen ruhundu. Ruh, aklın sözünü dinlemiyordu her ne ve nasıl oluyorsa. Şimdi daha da kısalan, cüceleşen ihtiyar; sokağı çoktan dönmüş ve yine o rutin yürüyüşüyle, gözlerini kırpmaksızın bana geliyordu. ‘İhtiyar!’ dedim içimden. ‘Bana kabuslar mı getiriyorsun?’

Başka bir sokağa döndüm korkunun verdiği güçle koşarak. Bu defa durmaksızın, soluklanmaksızın kafamı yan çevirip ardıma baktım. Yine o beklenen, kötü manzara. ‘Kurtuluş yok mu senden Allah’ın cezası?’ Düşündüm ki, artık bu şekilde ondan kurtuluş yoktur. Bana vereceği büyük bir şey olmalı veya benden alacağı büyük bir şey. Dursam, konuşsam, dinlesem, alsam, versem… Ya almak isteyeceği şey ruhumdan bile fazlaysa? Saniyeler içinde dinlediğim bir öykü usumdan gelip geçti. Birisi, okuduğu bir kitapta, boğularak ölmenin tahliline denk gelmiş. Buna göre, boğulan insan, önce sımsıkı sarılırmış canına. Dişini sıkıp boğuşurmuş ölümle. Ta ki gücünün bittiğini, artık direnemeyeceğini anlayana dek. Sonra kendisini suya mağrurca bırakırmış. Dikilirmiş ölümün karşısına. Ve çırpınsa da, onurunu koruyarak ölürmüş. Öyküyü hafsalamda unutulmaz kılan şey ise, bunu okuyan genç adamın, hemen birkaç gün sonra yüzmeye gittiği göletten sağ çıkamamasıydı. Okuduğu savaşı hem okurken, hem de fiilen yaşamıştı talihsiz adam. ‘Al ihtiyar, ruhum senin olsun. Yeter ki onurumu isteme benden.’ dedim içimden.

Delirsem kurtulur muyum? Bir yandan da sürekli bunu tartıyordum kafamda. Belki tek kurtuluş yolu buydu ihtiyardan. Ama insan bilinç dahilinde delirebilir mi? En fazla bir oyun olur yaptığı, çok çok istese bile. O halde kafadan atmalı şu delirme fikrini ve koşmaya devam etmeli. Ciğerlerini patlatıp ölene dek. Hem o ihtiyarda da ne göz var; anlar her halini. Ciğerini senden daha iyi bilir belki.

Koşarken, karşıma çıkan sokak girişlerini kaçırmıyordum ve yaptığım zik zaklarla izimi kaybettirmeye çalışıyordum. Bereket versin ki, bulunduğum semt sokak bakımından zenginmiş. Fakat üç ayaklı ifrit, her çabamı boşa çıkarıyordu sonunda ve nefesini ensemde hissedecek derecede bana yaklaşıyordu. Bir tek köşeleri dönerken araya fark koyabiliyordum. Oysa sürekli köşe bulmak ne mümkün! Öyle olsaydı, yakalanmazdım ihtiyara o zaman, ama hiç te ilerleyemeyecektim.

O inşaat halindeki beş katlı, geniş apartmanı da bir sokağın az ilerisinde, dört- beş apartman sonrasında gördüm. Köşeyi henüz dönmüştüm ve ihtiyar arkamda değildi. Bunu hırıltılı nefesini duymadığımdan çıkarıyordum. Koşarken, ikide bir başımı çevirip arkamı kollamak hem hızımı yavaşlatıyorduı, hem de yer yer buzlanmış yolda kayıp düşmeme yol açabilirdi. Bu yüzden artık sadece ihityarın hırıltılı nefesinin ürpertici sesine kulak kesilmiştim.Yalnızca inşaata dönüş yaparken; artık eski arkam olan yön, şimdi sol yanıma denk düştüğü için, başımı hafif döndürüp bakabildim. Yaşlı kambur ortalıkta görünmüyordu. İnşaatın kapısı da yoktu bereket versin ki. Zaten kapısı olsaydı şansımı denemezdim bile. Kapıyı açmaya vakit harcarken, ifrit yanımda bitebilirdi ve sonra sonunu hayal bile edemediğim korkunç kabuslara maruz kalabilirdim.

Bacaklarımda derman kalmayıncaya dek, beton merdivenlerden çıktım yukarı. Üçüncü katta en dip, en karanlık bölmeye, ışıksız bir odaya daldım. İçerisi beter bir şekilde karanlıktı ve hiç penceresi yoktu bölmenin. Muhtemelen apartmanın arkasına denk geliyordu burası. Fakat diğer bölmelerin camsız pencerelerden karşı apartmanların ve sokak lambalarının ışığı içeriye doluyordu. Gerek merdiven çıkarken, gerekse de içeride saklanmaya yer ararken kimi pencerelerden dolan bu ışığın kılavuzluğundan yararlanıyordum. Gözlerim alışana, nefeslenmem sabitlenene dek bekledim. Umutla ve korkuyla bekledim. Beklerken, içinde yaşantı olan karşı apartmandan gelen gürültüye daldım istemeden. Bağırtılar, kahkahalar, küfürler boğukça, bulunduğum yere kadar geliyordu. ‘Talihli insanlar’ dedim içinden. Her şey yeteri kadar içkindi, talihli olmakta.

İçerde ise halen bir tıkırtı yoktu ve şimdi gözlerimin alıştığı loş odadaki nesneleri de seçer olmuştum. Birkaç kısa ve uzun tahta, birkaç tuğla, sıvacıların kullandığı ‘eşek’ diye tabir edilen üzerine iskele kurulan sağlam ağaç düzenek. Ayrıca başka alet erdavatın da bulunması olasıydı, şuan göremediğim.

Büyükçe kum yığınının hemen yanında duruyordum. Bölmenin kapısının hemen çaprazında, köşeye yığılmıştı. Ayaklarımın, yere dağılmış kumun üstünde kayması da bu kanımdan emin olmamı sağlıyordu. Kum yığının tepesi bir buçuk metreyi bulduğuna göre metrelerce küp kum vardı burada. Köşeyi tamamen kaplıyordu ve iki metreden fazla da kenarları geliyordu. Bütün bu ölçümleri, nesnelerin karartılarının içerdeki karanlıktan koyu olmasından dolayı yapılabiliyordum. Ayrıca birkaç delikli tuğla da hayal meyal seçiliyordu. Korkunun tetiklediği düşünce refleksimle hemen ilk aklıma gelen taslağı uygulamaya koyuldum. Sıva kumu olduğunu tahmin ettiğim bu büyük kum yığınının içine girecektim. Başımı kumun içine sokamayacağım için o tuğlaları üst üste dizecek, başımla boş alan arasında perde yapacaktım. Böylece dışardan gelen biri beni göremeyecekti. Bu, ifrit olsa bile. Kum ince yapıda olduğu için kendime yer açmak zor olmadı. Fakat kum zerreleri zaten kısa olan tırnaklarımın arasına giriyor, etime batıyor ve acı veriyordu. Ayrıca o kadar soğuktu ki, ellerim beter şekilde buz kesilmişti. Bu iyi bir şeydi de. Çünkü artık onları hissetmez olmuştum. Kumdan yana tek şansım kumun nemli olmamasıydı. Çünkü o zaman zerreleri arasındaki su donacak ve değil eşelemek, kazma vurmak bile kar etmeyecekti.

Büyük bir talih eseri, ifrit beni bulmadan, beş dakika içinde toparladığım dokuz kadar tuğlayı üçer sıra halinde üst üste dizmiş, kumu ellerimle kazıp içine girmiştim. Kendime yer açarken yukarı attığım kumu da bu defa üstüme çektim. Tuğlaları, tasarladığım gibi kum ile duvar arasına bir açı yapacak şekilde dizmiştim. Böylece başımın arkasında duvar, tepemde tuğla yığını ve önümde de kum yığını vardı şimdi. Kumun soğukluğu ve ağırlığı bir yana, üstüne üstlük kalın kabanımın kaldırdığım yakalarını da aşıp boynumdan içeri kaçıyordu zerreleri. Bereket versin ki kafamdaki siyah bere ortama uyumumu kolaylaştırdığı kadar, kulaklarıma kumun kaçmasını da engelliyordu. Bir tıkırtı beklerken bu şekilde, içinde yattığım yarı mezarda, dedim içimden, ‘bu da mı hayat?’

Beklediğim tıkırtı duyulmaya başladı, en derinden. Önce aşırı dikkatin yol açtığı algı bozulmasına yordum bunu. Sonra kalp çarpışlarının, yorgun ve dengesi bozulan bedenimde kimi yerleri kımıldatmasına, kasmasına bağladım. Sonra kum taneciklerini yerinden kımıldatmama bağladım. Her şey o kadar hassastı ki, kalbimin normal çarpması bile zerrecikleri yerinden oynatıyordu. Tıkırtı, rutin bir şekilde sesini yükseltiyordu ve an ilerledikçe yaşlı kamburun, beni aradığına emin oluyordum. Zaten tıkırtının düzenli olarak artışına bakılacak olursa, yaşlı cüce aşağılarda vakit kaybetmeden doğrudan bana geliyordu. Benim olduğum kata çıkmamasını, veya es geçmesini dileyerek, dua ederek kuma iyice sokuldum. İçerdeki diğer cansız nesneler gibi kaskatı olmaya çalıştım. Fakat yine korktuğum oldu ve ifrit, benim bulunduğum katta karar kıldı. Rutin baston tıkırtıları ile hırıltılı nefesi artık bölmenin içini dolduruyorken, nefesimi de tuttum ve gözlerimi yumdum. Cesaretim yoktu artık hiçbir şeye. Artık ne olacaksa olsun. Ölmek böylesine! Korkunç, sürüne sürüne, bin kere ölmekle. ‘Allah’ım medet!’ dedim içimden.

Tepeme bir gölge dikildi. İçinde bulunduğum loş karanlıktan, her karartıdan daha koyu bir gölge. Göz kapaklarımı da aşmış gözlerime çökmüştü. Bakmıyordum ama artık yüzünü de görür olmuştum göz kapaklarımın altında. Ve onun korku veren mor gözlerini.
-Genç adam, dedi yaşlı, hırıltılı ama sarih bir sesle. ‘Benden niçin kaçıyorsun ki?’
__________________
Click the image to open in full size.

Sen her şeyi biliyorken,
Ben her şeyi göze almışken,
Sana uzaktan kıvranmak,
Nasıl acılı bir kanserdir bilemezsin!
tyler durden Ofline   Alıntı ile Cevapla