Tekil Mesaj gösterimi
Alt 14-03-2008, 16:30   #1
taKi_bJk
 
taKi_bJk - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Siyah Beyaz Bir Hikaye ( Mine Soyer )

YÜZÜK

İyi kötü alıştığı bu ortamdan ayrılma düşüncesi keyfini kaçırmıştı. İtiraz etmekse anlamsızdı. Sigarasını yaktı. Karyolasının demirine yaslandı. Rutubet kokan bu yere ilk geldiği günü anımsadı. Geçmiş olsun sesleri bir kez daha kulaklarında yankılandı. Onu buraya sürükleyen neydi? Sadece düşünmüş ve yazmıştı.

Döndü eşyalarına şöyle bir baktı. Aslında alacak pek fazla şeyi yoktu. Bir iki gömlek, bir eşofman, bir kaç kitap. Bir de İsmail’in hediye ettiği siyah beyaz el emeği, göz nuru bileklik.

Bir hüzün kaplamıştı koğuşu. Kasvet yüklüydü saatler. Hüzün kokuyordu veda sözcükleri. Ayrılık vaktiydi. Hayatından akıp giden dört yılı unutma vaktiydi. Sarılıp, kucakladı dostları. Elveda dedi. Ağlayamadı.

Yola çıktılarında sabahın altısıydı. Mis gibi toprak kokuyordu tabiat. Ciğerleri zonkladı. Arabanın camından dışarıyı izledi. Dört yıldır hasret kaldığı dünyasını. Görebiliyordu. Demir parmakların arkasından. Sesler işitiyordu zaman zaman. Mırıltılar, arabalar, atlar, bisikletler. Gezintiye çıkmış insanlar, çocuk kahkahaları. Sarmaş dolaş sevdalılar. Ardı ardına hızla kayboluyorlardı.

Zorunlu, uzun bir yolculuktu bu. Ellerinde kelepçe, bir yemek molası. Sonra bir sigara bitimince sohbet. Ardından yine yalnızlık, kilometreler ve yine bilinen bir yöne doğru yolculuk başladı.

İzmir’e vardıklarında akşam oluyordu. Uzaktan görebiliyordu titreşen ışıkları.Cezaevinin bahçesinden içeri girdiklerinde titredi. Bir kapı açıldı ardına kadar. Bir kapı, bir kapı daha. Son kapıdan geçtiğin de o bildik, tanıdık nemli havayı hissetti ciğerlerinde. Tuhaf diye düşündü. Şehirler ayrı, bölgeler ayrı. Ama kodesler her yerde aynı.

Bildik bir kalabalık vardı. Yine geçmiş olsun diyorlardı. Bir sigara uzandı, çekti aldı. Ardından bir çay tabağını tuttu parmakları. Anlattı. Anlattı. Herkes yanı başında, herkes etrafındaydı. Sonra onu gördü bir köşede yapayalnız. Üzerinde siyah beyaz çubuklu eski bir forma vardı. Aşina. Ona takıldı gözleri. Bakıştılar. Gözleriyle selamlaştılar. O bakışları yüreğinde hissetti. Bir dost, bir arkadaş, bir kardeş kadar sıcaktı. Ama bir tek o laf atmadı. Nedenini anlayamadı.

Ranzası koğuşun sonundaydı. Birkaç parça eşyasını yerleştirdi çabucak. İsmail’in verdiği siyah beyaz bilekliği taktı. Baş ucuna yine Beşiktaş posterini astı. Sağ yanında kartal amblemi, sol yanında İnönü’nün resmi vardı. Bir gece maçında çekilen. Yine sızlamıştı sol yanı. Yine o hasret yüreğini yaktı. Yine herkes uyuyacak, yine ışıklar kapanacak, o her zaman olduğu gibi kilometrelerce öteden Beşiktaş’ı yaşayacaktı.

Düşlerle yaşam arası bir yerler de. Bir dokunuşla uyandı. Usulca gözlerini açtı, baktı. O bakışlar şimdi yanı başındaydı. Sanki yıllardır tanıyor gibiydi. Sanki oldum olası akrabaydı. “Merhaba” dedi usulca. “Hoş geldin ağabey. Adım Metin”

Olduğu yerde doğruldu. “Hoş bulduk Metin, bende Şeref, memnun oldum” Bir yandan onunla konuşurken, bir yandan yüzünü inceliyordu. Yirmi beş yaşlarında, kumral,oldukça zayıf ve çelimsiz bir çehresi vardı. Ama bakışları, görünüşünün aksine, insana yanında olmaktan güven veren, bir dürüstlük, bir onurlu duruşun tevazusunu taşıyordu.

Yüz ifadesine baktı. Dürüsttü. Dosttu. Beşiktaşlıydı. Uzun uzun konuştular. O gece yaşamlarında bir miladın başlangıcıydı sanki. Belki de bir efsanenin geri dönüşü. Sonra kan kardeş oldular.

Sohbetlerinin tamamıydı Beşiktaş. Bazen de el radyosundan dinledikleri maçlar ayrı bir haz katıyordu dostluklarına. Kaçıp giden şampiyonluklara birlikte ağladılar. Aylar günleri, yıllar ayları tüketti. Transferler yapıldı, kadrolar değişti. Onlar uzaktaydı. Ama Beşiktaş onlara bir nefes kadar yakındı. Bir de sık sık “kartal başlı gümüş bir yüzükten” söz ederdi Metin. Hayatta sahip olmayı istediği tek hediyeden.Bir arkadaşında görmüş, bir daha da unutamamıştı.

O artık koğuşun Şeref ağabeyi olmuştu. Eski anılarını anlatırken çıt çıkmazdı koğuşta. Çay ocağının üzerinde kaynayan çaydanlığın hırıltısından başka. Masanın etrafına otururdu herkes. Eller çay bardağının ince belinde. Ağız ile çay tabağı mesafesi gidip gelirdi sadece. Kül tablasında kafa kafaya vermiş sigara izmaritleri giderek çoğalırdı. İçlerinden birinin tespihi fazla ses çıkardığında şöyle bir bakarlar, sustururlardı. Bir tek Metin katılmazdı onlara. Ranzasının bir köşesine yaslanır, bir yandan elindeki siyah beyaz tespihin taneleriyle oynar, bir yandan gözleri duvardaki İnönü stadının resmine dalardı.

Hepsini severdi. Ama Metin’in yeri ayrıydı. Bu kadar dürüst, bu kadar uysal, bu kadar sessiz bir çocuk nasıl olurda hapse girmişti. Bu güne kadar ona hiç sormadı. Çayından aldığı son yudumun ardından usulca kalktı sandalyeden.Yanına sokuldu. Saçlarını karıştırdı. “Sen ne yaptın da buradasın be Metin, bunu sana hiç sormadım bunca zamandır, ama merakta etmedim anlamına gelmez bu” dedi yüksek sesle.

Şimdi koğuştaki herkes onlara bakıyordu. Yıllardır burada olmasına rağmen kimse hakkında bir şey bilmiyordu. Yutkundu önce bir. Boğazını temizledi. Anlatmaya başladı.

“Üniversiteye yeni başlamıştım. İlk yılımdı. Bir Pazar günü. Arkadaşlarla maça gidiyorduk. Maçımız İstanbul da ama deplasmandaydı. Stada yakın bir sokakta, bir grup taraftarın saldırısına uğradık. Kavga çıktı. Biz sadece beş kişiydik, Onlar belki on, belki yirmi. Öldüresiye vuruyorlardı. O karambol de elimdeki Beşiktaş bayrağını çekti aldı birisi. Yırttı, parçaladı yere attı. Tükürdü. Sonra üzerine basıp çiğnedi ve ardından işedi. Bir yandan kahkahayla gülüyor, bir yandan “Ne işiniz var lan sizin maçta, s… gidin buradan” diyorlardı. Gözüm döndü.Yaptığı hakaretlere daha fazla dayanamadım. Hırsla üzerine atladım. Yerden aldığım taşı hızla kafasına vurdum.Yere düştü. Hareketsiz öylece yatıyordu. Kafasının yanından ince bir kan şeridi yere doğru süzülüyordu. Diğerlerinin kaçtığını fark ettim. Yanımda her tarafı kanlar içinde kalmış arkadaşlarım vardı. Onlar da şaşırmış, bir bana, bir yerde yatana bakıyorlardı. Orda öylece kalakaldık. Sonra birbirimize kuvvetle sarıldığımızı hatırlıyorum ve polis arabasının acı sirenini, buradayım işte” Gözleri dolmuştu. Ama ağlamıyordu.

Şeref sustu, kaldı. Ne diyebilirdi ki? Anlattığı olay seneler önce yaşanmıştı. Ama ortalık hala sporun kardeşlik, dostluk, barış olduğunu anlamayanlarla doluydu. Dışarıda hala provokatörlüğe soyunmuş kuş beyinliler dolaşırken, hala futbol uğruna canlara kıyılırken, hala tribünlerde şiddet ve terör estirilirken ne diyebilirdi bu konuda? Geçmiş olsun demekten başka. Ateş düştüğü yeri yakıyor, ölen öldüğünle kalıyor, suçlu en büyük cezayı hapse girmekle değil, gönül verdiği renklerin maçlarına gidememekle, takımını tribünden destekleyememekle çekiyordu.

Bu hikayenin üzerinden iki yıl geçmişti. O günlerde ağır bir gribe yakalandı Metin. Sonra hastalığı zatüreye çevirdi. Günlerce ateşler içinde yattı. Gümüş yüzüğü sayıkladı. Ardından hastaneye kaldırdılar. Bir hafta ondan haber bekledi koğuş halkı. Şeref daha fazla dayanamadı. Tahliyesine üç ay vardı. Ceza evinin müdürüyle görüşüp, resmi makamlardan onay alındıktan sonra refakatçi olarak yanında kaldı.

Bilinci yerinde olmadığı anlarda Beşiktaş’ın marşlarını dinletti ona. Eski tribün hikayelerini anlattı kulağına sabahlara dek. Üzerinde ki siyah beyaz eşofmanı, örttüğü Beşiktaş battaniyesi ve kan kardeşi derdinin dermanı olmuştu. Zor da olsa, iyileşmişti. Hastane odasında söz verdi ona. Şeref sözü. Hapisten çıkınca o çok istediği “kartal başlı gümüş yüzüğü” alacaktı.

Üç ay çabuk geçmişti. Hapisten çıkacağı gün yüreği hüzün doluydu. Sevinemiyordu. Hayatında ilk defa ağladı ve utanmadı. Belki de yılların birikimi olan göz yaşları onunla birlikte tahliye olmuş, özgürlüğüne kavuşmuştu. Yüreğinden bir parçayı, kardeşi kadar sevdiği Metini orada bırakıyordu. Kader sanki siyahla beyazı ayırıyordu. Son bir kez daha sarıldı. “Geleceğim, sana istediğini alıp getireceğim” diyebildi.

Yolculuk boyunca dostlarını düşündü. Hapiste geçen senelerini. Kan kardeşini. Mola verdiklerinde bir sigara yaktı. Çakmağı ceketinin cebine koyarken bir kağıt parçasına değdi eli. Özenle iç içe konularak katlanmış, paralar ve kısa bir not yanın da. “Canım ağabeyciğim. Bu yıllardır biriktirdiğim paranın tamamıdır. Gümüş yüzük için. Kardeşin Metin”

İstanbul’da yeni bir hayata başladı. Ailesiyle, sevdikleriyle geçirdiği günler ve haftalar. Ardından İnönü stadı ve Beşiktaş’ıyla özlem dolu kavuşmanın mutluluğu. Ne olduğunu bile anlayamadan ayaklarının şiddetle sürükleyip götürdüğü deplasmanlar.Sonrasında bir gazeteden gelen teklif üzerine yazmaya başladığı hapishane anılarıyla dolu bir roman.

Farkına bile varmadan su gibi akıp giden koca iki yıl. Ancak son zamanlarda kabuslar görüyordu. Uykularını bölen kötü rüyalar. Karabasanlar. Sabahlara dek süren sinir bozucu sayıklamalar ve gecenin bir vakti yatağından kaldıran o ses. Giderek huzursuz olmaya başlamıştı. Neredeyse uyku bile uyuyamıyordu.

Ailesinin ısrarıyla gittiği psikiyatrisin verdiği ilaçlar bile fayda etmiyordu. Herkes yaşadığı bu durumu cezaevinde kalmasına bağlıyordu.

Yaz bitmiş, sonbaharın sarı yüzü kendini göstermeye başlamıştı. Arka bahçeye dökülen kurumuş yaprakların, rüzgarın etkisiyle hafiften oynaşarak ritmik hışırtılar çıkardığı, yağmurlu bir ikindi vaktiydi.Odasına kapanmış, bitmek üzere olan kitabının son rötuşlarını yapıyordu. Ani bir hisse kapılarak karşısındaki pencereye çevirdi bakışlarını. Sanki birisi durmuş kendisini izliyordu. Kalktı. Pencereyi açtı. Kafasını uzattı, sağa sola baktı. Etrafta çiseleyen yağmur ve kurumuş ağaçların dallarından başka bir şey yoktu.

Artık kabuslar rahat vermiyordu. Giderek artmaya başlamıştı. O sesi duyuyordu sürekli. Onu çağırıyordu. Evet yanılmıyordu. O ses Metine aitti.. İki yıldır aramadığı kan kardeşi Metine.. Ter içinde uyandı.
__________________
KIZLARIN GÖZÜ HEP YÜKSEKLERDE
ZENGİN PARALI ŞIK ERKEKLERDE
BİZİM ONLARDAN NE FARKIMIZ VAR
BEŞİKTAŞLIYIZ !
İŞTE O KADAR..
taKi_bJk Ofline   Alıntı ile Cevapla