Tekil Mesaj gösterimi
Alt 19-05-2008, 12:16   #1
havali_cocuk
 
havali_cocuk - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Post 17-18. yy Avrupa Kültür ve Sanatında Osmanlı Korkusu

Avrupa Birliği’ne üyeliğin sâbit gündem maddesi hâline geldiği şu günlerde, asırlık kimlik meselemiz tekrar karşımıza çıkıyor ve Türkiye’nin ne kadar Avrupalı olduğu tartışılıyor. ‘Modernleşme’nin ‘Batılılaşma’ olarak kodlandığı tarihî bir serüvendir söz konusu olan. Gerçekten de tarih kitapları, Osmanlı’dan bu yana devam eden Batılılaşma süreci hakkında pek çok bilgiyle dolu. Oysa bu karşılıklı tesir sürecinde ağırlık, tamamen tek taraflı mıydı? Şimdi kendinizi -bir an olsun- içinde bulunduğunuz zaman diliminden sıyırın ve tarihî ezberi bozmayı deneyin: Paris’in sırf Türklere benzemek için sarık sarıp, cübbe giyen soyluları, Türk usûlü düğün yapan Avusturya saraylıları, şatolarda Türk halıları, Türk çiçeği lâle, Türk içeceği kahve, kahvehane derken her yerde izinizin olduğu geniş bir coğrafya hayal edin; karşınızda 18. yüzyıl Avrupa’sı belirmiş olacak. Fransız elçisi Herbette o dönemden bahsederken; “Paris âdeta İstanbul mahallelerinden biri hâline geldi.” diyerek aynı çerçeveyi veriyor.1
Batılılaşan Osmanlı kadar, Osmanlılaşan Batı da bir gerçek. Avrupa’nın Osmanlı ile başı korku ve merak; ortası takdir ve özenme; sonu oryantalizm olan münasebetlerinde Osmanlı’nın Avrupa’ya önemli tesirleri olmuştur.

Anneciğim, Türkler!
17. yüzyıl sonlarına kadar Avrupa’da oldukça yaygın olan ‘Türk korkusu’ (Türkenfurcht) önemli bir gerçeğe karşılık gelir. Bu korku o kadar canlıydı ki, Almanya’da tehlikeye karşı Türk çanı (Türkenglocken) ve Türk vergisi ihdas olundu. İlk gazete (Neue Zeitung) 1502’de Türklere ait haberler için çıktı.2 16. yüzyılda yaklaşık 2.000 başlık tebliğ, levha, kitap ve dergi Türklerden bahsetmekteydi. Meselâ, ‘Türkendrucke’ (Türk baskısı) adlı bir gazete, sadece halkta Türklere karşı nefret uyandırmayı hedeflerken, aynı maksatla ‘Türkenbücherein’lar (Türk kitapçıkları) bütün köylere ulaşıyordu.3 İspanyolların “Türk’ün geçtiği yerde ot bitmez” atasözü de o dönemde Avrupa’da çöreklenmiş Türk korkusuna ayna tutuyor. Aslında ‘Mama, li Turchi!’ (Anneciğim, Türkler!) İtalya’da ve Franco dönemi İspanya’sına kadar da tazeliğini koruyan bir korkunun ifadesiydi. Son otuz yıla kadar ‘Türk’ adının ‘coco’ (umacı, öcü) mânâsında kullanıldığı ise, bilinen bir gerçek.4
Kısa sürede yaşanan pek çok harbin yanı sıra diplomatik münasebetlerin zayıflığı da, Avrupa’da Türk korkusunu beslemekteydi. Osmanlı fetih hareketlerinin kesif olarak yaşandığı 16. yüzyıl Avrupa’sında “Kendi günahlarımız yüzünden başımıza bunlar geliyor.” cümlesi, mektupların bitiş ibaresi hâline gelmişti. Reform hareketlerini tetikleyen Martin Luther 1517’de “Tanrı Türkler vasıtasıyla bizim günahlarımızı cezalandırıyor.” derken; Türklerin Tanrı tarafından bu vazifeyle gönderildiği için, onlara karşı çıkmanın esas günah olduğunu söylüyordu.5 Dönemin eserlerine bakıldığında ise, Türklerin bazen Deccal, bazen de Hristiyanların başına belâ olmuş kaba-saba, cahil, katı yürekli barbarlar olarak tasvir edildiği görülmektedir. Türk korkusunun bu tarz yansımalarına rağmen kültürel alışverişlerin daha erken dönemde başladığı söylenebilir.

Türk modası öncesi etkileşim örnekleri
Türk imajının Avrupa sanatına yansıması, esas olarak Fatih Sultan Mehmet’le başlar. Fatih’in siyasî muvaffakıyeti kadar şahsiyeti ve Batı dünyasına bakışı da bu karşılıklı tesir sürecini hızlandırır. Fatih, Rönesans bilim ve sanatını yakından takip etmiş, Bellini ve Costanzo gibi pek çok sanatçıyı ülkesine davet etmiştir. Hristiyanların da hükümdarı olduğunu vurgulayan padişahın, bugün Topkapı Sarayı’nda bulunan ve ‘El Gran Turco’ (Büyük Türk) yazısını taşıyan portresi, Bizans hükümdarlarının portresine benzetilmiştir. 2. Bayezid babası gibi resme ilgi duymasa da mimarlık ve mühendislik sahalarında Avrupalı bazı sanatçılara müracaat etmiştir. Meselâ, Leonardo da Vinci, Sultan 2. Bayezid’e gönderdiği mektubunda Galata ile İstanbul yakasını bağlayacak yüzer köprü teklifinde bulunmuştur. Bu köprü projesini, Leonardo’nun defterlerinde görmekteyiz.6
Padişahların temasları yanında, ticaret de kültürel alışverişin hızlanmasında tesirli bir yoldu. Türk halıları, buna en güzel örnektir. Saray envanterleri, 14. yüzyıldan başlayarak Batı Anadolu halılarının Fransa’da bir lüks eşya olarak ithal edildiğini gösteriyor. Osmanlı halılarının ne ölçüde yaygınlaştığını görmek için Hans Holbein, Lorenzo Lotto, Bernardino Pinturicchio, Sebastiano del Piombo gibi 16. yüzyıl ressamlarının tablolarına bakmak yeterlidir. Alman, İtalyan ve Hollandalı usta ressamlar, desen ve renklerinin tesirinde kaldıkları Türk halılarını tablolarında sıklıkla kullanıyorlardı.7 Osmanlı halı sanatının bugün kaybolmuş bazı eski örneklerinin varlığını bu tablolar sayesinde öğrenmekteyiz. Hattâ bu tablolarda resmedilen desenler, Osmanlı halılarının Holbein, Memling veya Lotto halısı diye sınıflandırılmasına yol açmıştır.8 Meselâ, Pinturicchio’nun Siena’da katedral kitaplığına yaptığı freskolarda görünen halılar Holbein III diye sınıflandırılmıştır.9

On yedinci yüzyıl: Avrupa’da Lâle Devri
Osmanlı elçi heyetinin ziyaretleri Avrupa’da hep büyük alâka uyandırmıştır. Ziyaretlerin yansımaları kültür ve sanatta kendini çabuk gösterir. 1607’de Fransa’ya giden Osmanlı elçi heyetinin Paris’in güneyindeki Fontainebleau’yu ziyareti merakla takip edilmiş ve birkaç yıl sonra oynanan “Balet de Monseigneur le duc de Vendosme” adlı balede Türk kıyafeti giymiş müzisyenler yer almıştır. 1665 yılında Viyana’ya gönderilen ve aralarında Evliya Çelebi’nin de yer aldığı sanılan Kara Mehmed Ağa’nın elçilik heyeti ise, daha çok müzik sahasında tesirli olur. Heyetle birlikte giden mehter takımının Viyana’da yaptığı gösteriler, bu müziğin Avrupa’da tanınmasını sağlamıştır. Nitekim bu tanışmadan sonra Mozart gibi usta besteciler zaman zaman mehter müziğinin melodilerini kullanacaklardır. 1669’da XIV. Louis’ye gönderilen elçi Süleyman Ağa’nın ziyareti daha fazla ilgi uyandırmış, bundan sonra düzenlenen maskeli balolarda Türk elbiseleri giyme modası yerleşmiştir. Dönemin ünlü oyun yazarı Molière, “Le Bourgeois Gentilhomme” adlı oyununa Türk töreni eklemiş; 1702’de sahnelenen bu temsilde Türk kıyafetinde oyuncular yer almıştır. André Campra da ‘L’Europe Galante’ adlı opera-balesinde bir perdeyi Türklere ayırmıştır.10
Osmanlı elçisi Süleyman Ağa aynı zamanda Paris’te kahve içme âdetine örnek olmuş, bu yeni âdet soylular arasında moda olmuştur. Fransa’ya yerleşen Rum ve Ermeniler, Osmanlıların kahve pişirme ve kahvehane adabını Fransızlara öğretir. Pascal adında bir Ermeni’nin de Paris’te ilk kahveci dükkanını açtığı bilinmektedir. Menşei Etiyopya olan kahve önce Yemen’de yayılmış, 15. yy ortalarında Hicaz ve Mısır’a gelmiş, sonra hacılar aracılığıyla Türklere kadar ulaşmıştır. Kahve 17. yüzyıldan itibaren de Avrupa’da kullanılmaya başlanmıştır. 1615 dolaylarında kahvenin Venedik’e ulaştığı ve ilk kahvehanenin 1630’da burada açıldığı söylenir. Avusturya ise Osmanlı ile yaptığı harplerde düşen esirlerinden ‘Türkentrank’, yani Türk içeceği dedikleri bu ‘sıcak siyah su’yu duymuştu. Bu esirler arasından serbest bırakılan askerî tarihçi Graf Luigi Ferdinando Marsigli (1658-1730) ‘Bevanda Asiatica’ adında kurduğu bir şirketle kahve ticaretine girecektir.
Avrupa’da Kilise, kahveyi başta ‘şeytan içeceği’ diyerek yasaklar. Daha enteresan olanı, İsveç Kralı Gustav III (1746-1792) da kahvenin zehirli olduğunu öne sürerek idam hükmü verilen bir suçluyu her gün kahve içmek suretiyle ölüme mahkûm eder.11 Fakat hiçbir direnç, kahvenin Avrupa’da yaygınlaşmasını engelleyemez. Avrupalılar, kahveyi Brezilya’ya götürüp yetiştirirler; fakat en kalitelisi hâlâ Yemen kahvesidir. 1640’ta Osmanlı narh defterinde Brezilya kahvesinden bahsedilir. Yine de kalitesi ve fiyatı daha yüksek olan Yemen kahvesine rağbet, hem Osmanlı’da hem de Avrupa’da daha fazladır.12 Diğer bir açıdan, Paris’te entelektüel kesimin uğrak yeri olan kahvehaneler, Londra’da da yükselen burjuvaziye hitap etme özelliği kazanır. Kahvehane, 18. yüzyılda Avrupa şehirlerinde sosyal hayatın vazgeçilmez bir parçası olacaktır.
1612’de Hollandalılara ticaret hakkı tanınmasıyla artan kültürel ve ekonomik temaslar sayesinde pek çok Osmanlı halısı, maden ve seramiği Hollanda’ya ulaşmış ve Osmanlı motifleri Hollanda sanatında görülmeye başlanmıştır. Bunların içinde lâle, en çok kullanılan motiftir. 16. yüzyıl sonunda elçi Ogier Ghiselin de Busbecq’in (1522-1592) Viyana’ya götürdüğü soğanlardan saray görevlisi Clusius, lâle üretmeyi başarır. Clusius’un Viyana’dan Leiden’a dönmesiyle lâle Hollanda’da yaygınlaşır. Bu dönemde lâle üzerine pek çok kitap yazıldığını görmekteyiz. Elçi Busbecq yazdığı bir mektupta lâleden ‘Tulipa Turcarum’, yani ‘Türklerin Lâlesi’ diye bahseder. Kısa bir süre sonra Hollandalıların ‘tulipomania’ dedikleri lâle tutkusu, sanata da yansır ve bu çiçek, birçok Hollandalı ressamın gözde konusu hâline gelir. Bu dönemde, melezlenmiş yeni çeşitlerini almak için insanların yarıştıkları lâle, altın ve mücevher kadar değerli olabiliyordu. Hattâ bazı lâle çeşitlerinin satıldığı fiyata Amsterdam’da bir ev satın alınabilirdi.13
Bu yüzyılın bir diğer bariz hususiyeti ise, Osmanlı topraklarını gezen Avrupalı seyyahların eserlerindeki üslûp değişikliğidir. 1630’lara kadar Türk diyarını gezmiş olan Avrupalı seyyahların eserleri ile görmeden yazanlarınki arasında pek fark görülmez; çünkü eserler müşahededen çok efsânevî Türk imajını açığa vurur. Buna göre Türkler okuma yazma bilmeyen, tembel, tamahkâr, aşırı gururlu, kaba ve Hristiyanları ezen insanlar olarak tasvir edilmiştir. Fakat 1630 sonrası eserlerde yavaş yavaş peşin hükümlerin azaldığı görülür. Bilhassa Osmanlı’da kanun ve kurumların iyi işleyişi, Türk sosyal yapısının sağlamlığı üzerinde durulur. Bilhassa 17. yüzyıl ve sonrasındaki Fransız seyyahlarının yazdıkları, Türklerle ilgili intibanın düzelmesinde tesirli olmuştur. Türklerle kaynaşan Fransızları, Türklerin merhameti, iyi yürekliliği, askerlerin kanaatkârlığı etkilemiş, Fransızlar ayrıca Türk yemeklerini sevmişler ve Avrupa’da Türklerin iftiraya uğradıklarını itiraf etmişlerdir.14 Bu hayranlık bazen o kadar yükselir ki –Keşiş Mişon’un yazılarında açığa çıktığı gibi- tek başına minare bile bir Avrupalı seyyahı mest etmeye yeter: “Hristiyanlık adına onu kıskanırım. Güzel olan yalnızca minaredir. O ne kusursuz bir tasarımdır.Sarıklı müezzinin belli saatlerde ibadet çağrısını yapabildiği balkonlarla taçlandırılmış ince uzun, beyaz kargıların, yine öyle kusursuz, büyülü mavi bir göğe yükselerek, bizim İngiliz güneşinin iki katı büyüklüğünde ve sıcaklığındaki güneşe öyle bir uzanışı vardır ki güzelliklerini son derece benzersiz kılar ve cazibeleri başka bir ortama nakledilemez ve kelimelerle anlatması zordur.

On sekizinci yüzyıl: Turquerie, Turkomanie, Alla Turca veya Türk uslûbu
Osmanlı-Avrupa münasebetleri 18. yüzyılda artan diplomasi ile farklı bir çehre kazanır. Bu yüzyıl, Avrupa tarihinde bir denge dönemidir. Fetihlerin yavaşlaması, beraberinde Türk korkusunun zayıflamasını getirir. 1683 Viyana bozgunu ve ardından 1699’da yapılan Karlofça Antlaşması neticesinde Osmanlı ve Avrupa birbirini daha iyi tanımak niyetini taşımaktadır. Bu çerçevede, karşılıklı kültürel münasebetler hızlanır. Meselâ, Viyana kuşatması, Osmanlı adına başarısızlıkla neticelenmiştir; ama Avusturya’da Osmanlı izleri kendini göstermiştir. Mimariye ve günlük kullanım eşyalarına Türk motifleri yerleşmiştir. Viyana’da mimar J.L. von Hildebrandt’ın tasarımını sergileyen Belvedre Sarayı’nın ucu püsküllü bir çadırla örtülmüş gibi görünen köşe kubbeleri veya ünlü J.B. F. von Erlach’ın yaptığı Karlskirche’nin minareye benzer kuleleri bu tesirin ürünleridir.16 Mimarideki en müşahhas örnek ise Schwetzinger Sarayı’nın bahçesindeki camidir. Yapımı 1785’te tamamlanan cami, kubbesi ve minaresiyle Doğu’ya olan hayranlığı yansıtır.
Osmanlı elçileri, Avrupalılar için o ana kadar gezginlerin yarı hayal yarı gerçek seyahatnamelerinden bilgi sahibi oldukları Osmanlı’yı yakından tanıma fırsatı sağladı. 1721’de Yirmisekiz Mehmed Çelebi’nin elçiliği, Paris’te bir Türk modasının oluşmasını tetikledi. Gerek Mehmed Efendi’nin, gerekse onu 20 yıl sonra 1742’de aynı vazifeyle izleyen oğlu Said Efendi’nin ziyaretleri, götürdükleri hediyeler, giydikleri kıyafetler ve sergiledikleri davranışlar büyük ilgi uyandırmış ve Fransızların Türkleri daha yakından tanımasını sağlamıştır. Edebiyat, resim, sahne sanatları ve dekorasyon gibi alanlarda Türk temaları yaygınlaşmış, bilhassa Türk karakterlerinin yer aldığı romanlar, bale ve operalar sıklıkla görülmeye başlanmıştır. Balolarda Türk kıyafeti giymek, Türk kıyafetiyle portre yaptırmak dönemin yaygın modaları hâline gelmiştir. Yeni akımın önemli bir bölümünü de evleri süsleyen porselen biblo ve heykelcikler oluşturmaktadır.17 İşte 18. yüzyılda Fransa’da başlayan ve öteki Avrupa merkezlerine de yayılan bu Türk modasına Turquerie denmiştir.
1700’lerin Fransa’sında Türk elbiseleri giyerek portre yaptırmak moda olmuştur. Meselâ, Fransız sarayı soylularından Madame de Pompadur ve Madame de Burry dönemin ünlü ressamı Carle Van Loo’ya Türk elbiseli portrelerini sipariş etmişlerdir. Van Loo’nun kendisi de Türk kıyafetiyle dolaşmıştır. Dönemin ünlü rokoko ressamları J.H. Fragonard, S. Watteau, J.M: Nattier, N. Lancret, M. Q. Latour Türk figürleri çizmişler, modellerine Türk elbiseleri giydirerek pek çok portre yapmışlardır. Avrupa resminde Turquerie akımının yayılmasında önemli rolü olan bir başka ressam da J.E. Liotard’dır. Turquerie’den oryantalizme geçişi simgeleyen İsviçreli ressam, 1738-42 yılları arasında İstanbul’da kalıp Türkçe öğrenmiş, Türk kıyafetleri giymiş ve Türkiye’de yaptığı portrelerle ve Türk hayatını gerçekçi bir şekilde resmetmesiyle tanınmıştır. Avrupa’da “peintre turc” (Türk ressam) adıyla tanınan Liotard, Türkiye’den dönünce birçok Avrupa saraylısının da Türk kıyafeti ile portresini yapmıştır.18 Kontes Mary ve Maria Adalaide’yi Türk kıyafeti içinde resmettiği tablolar meşhurdur.19 Kısacası, 18. yüzyılda soyluların Türk kıyafetiyle tablolarını yaptırmaları vazgeçilmez bir âdet hâline gelmişti.
O dönemlerde Avrupa’da yapılan düğünlerde bile, Osmanlı izlerini görmek mümkündür. 1719’da Avusturya sarayından Maria Josepha ile evlenen Saksonya Prensi Friedrich August, düğünü için aynı boyda güçlü 315 kişiyi vazifelendirir. Bu gençler ‘moustache a la Turque’ yani Türk bıyığı bırakacak ve düğünde yeniçeri kıyafeti giyip, mehter eşliğinde de yürüyeceklerdi. Ayrıca yemekler, hilâl şeklindeki masada yine Osmanlı kıyafetindeki hizmetliler tarafından servis yapılmaktadır. Osmanlı elçisinin de davetli olduğu düğünde gelin Dresden yakınlarında yine Türk eserleriyle süslenmiş bir gemiden alınıyordu.
Edebiyat ve müzikte de Doğu modası çok yaygındır. Meselâ, C. S. Fvart Soliman ‘II ou Les Trois Sultanes’ adlı komedisinde Kanûnî ve Hürrem Sultan’ın muhabbetlerini ele alır. Rameau da ‘Les Indes Galantes’ adlı operasında Türk temasını işler. İlk olarak 1735’te sahnelenen bu operanın birinci perdesi ‘Le Turc généreux’ (Gönlü Yüce Türk) ismini taşır. Sahne sanatlarında Türk karakterleri ve mehter melodileri, yüzyılın sonlarında Mozart’ın ünlü ‘Die Entführung aus dem Serail’ (Saraydan Kız Kaçırma) operasıyla daha da yayılacaktır. Mozart’ın ayrıca ‘Rondo alla Turca’ ve ‘Menuett alla Turca’ besteleri ve ‘Gran Partita’ sonatı Turquerie akımının örnekleridir. Mozart, Haydn ve daha sonra Beethoven ve Rossini gibi besteciler eserlerinde Türk nağmelerine yer vermiştir. Beethoven ‘Marcia alla Turca’ adlı bestesinde, Rossini ise ‘Il Turco in Italia’ adlı operasında Türk temasını ve melodilerini kullanır.

Günümüze doğru
19. yy’da dengeler değişir, artık Osmanlı, Avrupa için önemli bir açık pazara dönüşür. Bu yüzyıla kadarki münasebetler, tanışma ve yakınlaşmanın tabii bir neticesiydi, ancak artık şuurlu bir Batılılaştırma başlar. Oryantalizm bu döneme damgasını vurur. Artık Batı’nın Doğu’ya bakışı bir hayranlık ve temaşa değil, sistematik bir plânın ürünü olarak belirir. Edward Said’e göre “Oryantalizmin daha geniş bir mânâsı vardı. O da Doğu ve Batı arasındaki ontolojik, epistemolojik ayrıma dayalı bir düşünce biçimidir.”21 19. yy sonrası oryantalizm 15 ve 16. yüzyıllarda görülen peşin hükümleri pek de aratmaz.
Anlaşılan o ki bir ülkenin siyasî gücü, kültür ve sanattaki kimlik yansımalarına da derinden tesir etmektedir. Meselâ, bugün birer kültür ve statü kodu olan kafelerin bir yönüyle kahvehanelerden, neskafenin de Türk kahvesinden türediğine kim inanırdı ki! Oysa, aynı sebeple günümüzde Türk kahvesi neskafeye, kahvehaneler kafelere, yerli kıyafetler Avrupaî çizgilere yerini bırakmaktadır. Zaman dairevî bir çizgi üzerinde hareket ediyor. Bakalım, gelecek neler gösterecek!
__________________

Etikete Gerek Yok EskiLer Bizi Tanır .!
havali_cocuk Ofline   Alıntı ile Cevapla