hüngürella
Üyelik tarihi: May 2007 Yaş: 43
Mesajlar: 5.146
Tecrübe Puanı: 25   | Atatürkün Dehası, Davranışları Ve Çalışma Biçimi | | Dehâ ve dâhi kavramı türlü biçimlerde ele alınmış ve
tarif edilmiştr. Bunların başlıcalarını anıyoruz.
a) Doğuştan olağanüstü işler görmek ve eserler
yaratmak kabiliyetinde olmak, yani olağanüstü yaratıcı bir
dimağ taşımak.
b) Herkesten çok önce anlamak görmek, sezmek, kavramak, duymak ve
duygulanmak.
c) Anlaşılması ve anlatılması imkânsız olan
doğuştan büyüklük ve ululuk.
d) İnsanlığın gelişmesi sırasında
ulaşabileceği en yüksek zirveleri görüp göstermek ve
topluluğu oraya götürecek olağanüstü yaradılışta
olmak.
e) Bazıları dehâyı uzun bir sabır diye tarif
etmişlerdir.
f) Bir akşam sofrada (1926 yazı) dâhinin tarifi
yapılır ve herkes bir görüş ortaya atarken, Atatürk
şunu demiştir: "Dâhi odur ki, ileride herkesin takdir ve kabul
edeceği şeyleri ilk ortaya koyduğunda herkes onlara delilik
der."
Atatürk'ün taşıdığı vasıflar, bu tariflerin
hepsine ayrı ayrı uyar. Onun dehâsının belirtilerini
incelersek şunları görürüz. O, olağanüstü seziş,
kavrayış ve duyuş hassalarına şu yönleri de
eklerdi:
Ortaya çıkması muhtemel konu, sorun ve olayları çok önceden
tahmin edip, onlar üzerinde derinden derine dimağını
işletir, en kötü ihtimallere kadar her şeyi gözönünde
bulundurarak gereken tedbirleri kararlaştırır ve durumun
ilerdeki gelişme derecelerine göre bunları kafasında
sıralardı. Amaçlarını iyice tesbit ederdi;
kafasında hiç dağınıklığa yer vermezdi ve
hiç bir olay onu boş bulmazdı.
Yukarıda Çanakkale vuruşmaları sırasında onun bu
gibi davranıp ve görüşlerine rastladık. 6 Ağustos 1915
de başlayan İngiliz saldırıları dolayısiyle
iki ay önce uyarılmaya çalışmış olduğu Liman
von Sanders ve Esat Paşalar için: "... fikren
hazırlanmamış oldukları harekât-ı hasmane
karşısında pek nakıs tedbirlerle vaziyet-i umumiyeyi
ve vatana pek büyük tehlikeye maruz bıraktıklarına
vakayı şahit oldu" diye yazmıştır.
İmlediğimiz üç kelime Mustafa Kemal'in büyük önem verdiği
bir yönü aydınlatmaktadır.
Conkbayırı'nın geri alınması sorunu
dolayısiyle O, şunu yazmıştır: "Muharebede
kuvvetten ziyade, kuvveti maksada muvafık sevk ve idare etmek mühim
olduğu düşünülmüyordu."
Yine bu Conkbayırı işinde kendisi üst ve alt
makamlardakilerin inançlarına aykırı davranmaya karar
vermesini izahı için şunları yazmıştır:
"Bazı kanaatler vardır ki onların hesap ve mantıkla
izahı pek güçtür. Bahusus muharebenin kanlı ve ateşli
safhasında duyguların tevlit ettiği kanaatler... Bittabi
her kanaat ve karar, içinde bulunulan ahval ve şerait tetkik ve bu
tetkikat netayicini teferrüs (sezmek) ve takdir sayesinde tevellüt ener."
Başarı onun dehâsının verdği "sezme" gücünün
sonucudur. Ancak O, bunun da, durumu tetkike ve ona göre karar vermeye
bağlı olduğunu açıklamaktadır. Yani
doğuştan olan "seziş" kabiliyetine ek olarak
dimağı çalıştırmanın esas olduğunu
belirtmektedir.
Atatürk'ün pek çok karar ve davranışları uzun inceleme ve
düşüncelerin sonucu olmakla birilikte ani olaylar
karşısında çarçabuk en uygun yolu seçmekte büyük kabiliyeti
vardı. Arıburnu'nda ve Conkbayır'ındaki
davranışları buna örnektir. Atatürk önem verdiği güç
ve sıkıcı bir durumu çözdükten sonra rahatlardı ve bu
yüzünden belli olurdu. Bu gibi durumlarda "beynime saplanmış bir
çiviyi söküp attım" dediği olmuştur.
Atatürk'ün çalışma tarzının bir önemli yönü de kendine
öz bir danışma yolu seçmiş olmasıdır. O, böyle
davranmakla hiç geriye doğru adım atmak zorunda kalmadan en
şaşılacak devrimleri ve ileriye
atılışları gerçekleştirmiştir. Pek
çokları sanarlar ki Atatürk gerçekleştireceği devrimlere ve
daha genel olarak göreceği önemli işlere birden bire ve kendi
başına karar verip onları yürütürdü. Gerçektense onun demin
dediğimiz gibi kendine öz bir danışma yolu vardır.
Yapmak istediğini önce, bazen işin esasını pek belli
etmeden ve nazari bir şey üzerinde konuşuyormuş gibi,
sofrada söz konusu ederdi, içki ağızları daha kolay
açtığı için leh veya aleyhte söyleyenler olurdu,
konuşanların özel düşünce ve inançlarını
bildiğinden
söylediklerini ona göre değerlendirirdi. Bazı
arkadaşlariyle ve halkla temaslarında, köylü ve kentli her
türlü iş güç sahipleriyle konuşurken yine pek belli etmeden
tasarısının uyandıracağı tepkiler üzerinde
bilgi ve duygu edinirdi. Yalnız aldığı
karşılıklardan değil, konuştuğu adamın
yüzünden ve kımıltılarından da sonuçlar
çıkarırdı. Böylelikle tasarladığı devrimin
veya herhangi önemli işin nasıl bir tepki göreceğini ne
ölçüde kolaylık veya güçlükle
karşılaşacağını anlamış olur ve
ona göre davranırdı.
Özet olarak; dehâsı onu olağanüstü ve başka kimsenin
yüreklenmeyeceği işleri görmeğe iterken O, çok esaslı
psikolojik ve sosyal yoklama ve incelemelere girişmeden önemli hiç
bir adım atmazdı. Bazen onun en yakınları
arasında bile kendi gözleri önünde yapılmış olan bu
yoklama ve çalışmaların anlamını sezmediklerinden
atılan adımların delice ve tek başına
alınmış kararların sonucu olduğunu sananlar
bulunurdu. Bunun aksine olarak da onun bu yoklama usullerini bilmeyenler
veya anlayacak kabiliyette olmayalar yapılan tartışmalar
sırasında kendi savundukları görüşe uygun bir karar
uygulanırsa kerameti kendilerinde sanmış ve Atatürk
öldükten sonra söz veya yazı ile övüntülerde
bulunmuşlardır. Bazen de bu gibi övünmeler büsbütün uydurma
olaylar üzerine
yapılmıştır.
Atatürk göreceği işin eski deyişle "eşref saatte"
yapılmasına da çok önem verirdi. Ancak onun eşref saatini
falcı veya müneccim değil, durumun derinden derine
incelenmesinden doğan inanç tesbit ederdi. Yukarda anılan
yoklama ve danışmalar da bu anın tesbitinde rolü büyüktü.
Elde edilen bir başarıdan azami verimi elde etmesini
bildiği gibi nerede durulması gerektiğini de iyice tesbit
etmesini bilirdi.
Bu yazdıklarımız bazılarınca Atatürk üzerinde
beslenen bir sanıyı da düzeltmeye yarar. Sanılır ki;
O, hiç itiraz kabul etmez ve kimse onula tartışmaya
yüreklenemez. Bu sanı baştan başa yanlıştır.
O, tartışmaların kızışmasını, hele
o işten anlayanların ne olursa olsun
konuşmalarını, isterdi ve bunu yapmayanlara
kızardı, "bilir, ancak bildiğini ortaya koymaz, ne
yapayım böyle adamı" dediği olurdu. Şu kadar var ki
tartışmalarda içtenlik şarttı; içten olma¤¤¤¤¤
ayrıca gizli düşünceler besleyerek, fesat ve tezvir için
konuşanlara ise kızardı. Atatürk türlü yoklama ve
tartışmalardan sonra bir karara vardı mıydı onu
her ne olursa olsun yürütürdü. Uzun tartışmaların bir
faydası da görülecek işin
uygulanmasiyle görevlendirilecek olanların onun bütün yönlerine
nüfuz etmelerini sağlamaktı. Atatürk buna çok önem verirdi.
Tartışmalar ayna zamanda kararlaştırılan
işe bir çok yanıt sağlamaya da yarardı. Ondaki azim
ve irade de olağanüstü idi. Yenemeyeceği hiç bir güçlük,
deviremiyeceği hiç bir engel yoktu. Her engeli sabır, tedbir
veya zor ile yenerdi. Sakarya vuruşmasiyle Ağustos 1922 deki
son büyük saldırı arasındaki süre içinde Mecliste pek çok
ve acı tenkitlere uğramış, parasızlık ve
türlü imkânsızlıklar yüzünden ordunun artık ayakta
tutulamayacağı söyleniledurmuştu. O sıralarda
Meclisin bir kapalı oturumunda, şunları söylemiş
olduğu dışarda duyulmuştu: "Para var ordu var, para
yok ordu yok. Ben böyle şey bilmen para olsa da olmasa da. ordu
olacaktır."
1919'daki yıkımlı durumdan 1922 parlak zaferini
çıkaran etkenlerin başında Türk azim ve iradesini temsil
eden Atatürk'ün bu azmi ve iradesi bulunmaktadır.
Atatürk'ün çalışma ve yorgunluğa dayanıma kabiliyeti
de olağanüstü idi. Sakarya vuruşmasında üç kaburga
kemiği kırık olarak bir koltuğa
mıhlanmış ve hemen hiç uyumadan yirmi iki gün yirmi iki
gece vuruşmayı yöneltmiştir. 1927 de okuduğu büyük
Nutuk'u hazırlarken de dosyalar içinde aylarca
sabahladığı olmuştur.
Yukarda yazdıklarımız O'nun çok hesaplı oluğunu
gösterir. Boş gösterişden ve övünmelerden , cafcadatan hiç
hoşlanmazdı, ancak kesin lüzum görürse lüzumsuz
sanılabilecek kahramanlıklarda bulunurdu.
Bu gibi duyguları dolayısiyledir ki yukarda anılan "Vatan
ve Hürriyet" Cemiyeti kurulurken ölmekten bahsedenlere, amacın ölmek
değil yaşamak ve yaşatmak olduğunu söylemişti..
Ankara'da daha çok, ilk devirlerde, henüz nüfuzu pek kökleşmemiş
iken tasarladığı bazı işleri bir takım
tartışmalar sonucunda başka birine, o kimseyi
tasarının kendi öz düşüncesi olduğuna içten
inandırarak ileri sürdürürdü ve kendisi gerekirse onu desteklemekle
yetinirdi.. Bazen de tasarladıklarını onlara
karşın olan birine önertmeği şaşılacak
biçimde becerirdi. Bir takım devlet adamları vardır ki
karar verirken yurttan önce o işte kendi çıkarlarını
düşünür ve ona göre bir yol tutarlar. Bu yüzden çok kere isabetsiz
bir yola girilir ve bunun sonucunda, kendini zeki sanan açık göz
devlet adamı da, yurt işlerinin kötü gidişinden manen ve
maddeten zarar görür. Atatürk kesin olarak bu gibi küçüklüklerin üstünde
kalmış ve daima yurt için ve güdülen dâva için en gerekli yolu
tutmuştur.
Bunun sonucunda da kendi mevkii yurdunki gibi daima ve adeta otomatik
biçimde yüksele durmuştur. Bu yön başka bir biçimde ifade
edilmek istenilirse denilebilir ki: Atatürk daima kendi
çıkarını yurt ve ulusun çıkariyle birleştirmeyi
ve birlikte yürütmeyi bilmiştir.
Gerçek dâhi eğer dâvasını içtenlikle benimsemişse
diktatör olmaya muhtaç değildir, çünkü bir dâhi doğru yolu
göstermek ve onun doğruluğuna inandırmak gücünü kendinde
görmeli ve bulmalıdır. Atatürk'ün yanında bulunmuş ve
çalışmış olanlar aylar ve yıllar boyunca onunla
tartıştıktan sonra sonuçta onun düşüncelerinin daima
yerinde ve yararlı olduğunu göre göre onun en isabetli yolu
seçeceğine o derece inanmışlardır ki her şeyde
ona uymayı gerekli bilmişlerdir. Dolaysiyle eğer Atatürk'e
diktatör denilecekse bu, onun üstün görüş ve
anlayışına olan inançtan doğan
uysallığın doğurduğu diktatörlük
sayılmalıdır. Olayların daima kendisini haklı
çıkarmasından ona karşı doğmuş olan güvene,
onun pek büyük olan inandırma
kuvvet ve kabiliyetinin de yanındakiler üzerindeki etkisini eklemek
gerekir. Ancak şu yönü de belirtmeliyiz: Atatürk yalnız bir
konuda genel serbest tartışmaya izin vermemiştir. O da
dinin riyakarane sömürülmesi konusudur. Bir tedbirin yurt ve ulusun yarar
veya zararına olduğu konusu üzerinde
tartışılırken herhangi bir kimse veya parti bunu
bilim, siyasal, hukuk ve saire bakımından inceleyeceğime o
yönleri bırakıp halka açıkça veya el altından "bu
yapılırsa cehennemde cayır cayır yanarsın"
cinsinden telkinlerde bulunursa bu gibileriyle akıl ve mantık
yolundan giderek tartışarak hak kazanmak doğal olarak
ka'bil olamazdı. Buna göz yumulunca da Türkiye devletini
Osmanlı'nın uğradığı yıkımdan
kurtarmanın imkânı kalmazdı. Bir zamanlar
basımevleri, modern bilimler,
yeniçerilere yeni silâhların gerektirdiği talimler şeriate
aykırı gösterilmiş ve baştakilerle halk cehennem
azabiyle korkutularak bu yenilikler yüzyıllar boyunca Osmanlı
ülkesine sokulmamıştı. Bu yüzden de XVI ncı
yüzyılın en güçlü devleti her bakımdan geri
bırakılıp git gide sönmüş ve bir hiç olmuştu.
Atatürk'ün diktatörlüğü ancak ve ancak bu yönde kendini
göstermiş ve tek parti usûlü, filî bakımdan, ancak ve ancak bu
yüzden kurulup yaşamıştır.
İlerde göreceğimiz gibi Kâzım Karabekir'in ve daha sonra
Fethi Okyar'ın başkanlık ettikleri partiler,
baştakiler istemeseler bile, hep bu gibi dini dünya işlerinde
gericilik uğrunda kullananların desteğine mazhar
oldukları için kapanmışlardır.
Birinci Büyülk Millet Meclisi'nde O'nun ne kadar çetin
saldırılarla karşılaştığı ve en
"parlamanter" bir başbakan gibi uğraşmak zorunda
kaldığı düşünülürse dünya ve devlet işleri
"ahiret" tehdidi altında görülmeye
kalkışılmadıkça O'nun hiç bir muhalefetten
çekinmeyeceğini anlarlar.
Atatürk hem doğuştan, hem de çok akıllı ve
hesaplı olduğundan doğru ve vefalı olmaya, kimseyi
aldatmamaya, özet olarak güven sağlamaya büyük önen verirdi. Aksini
ileri sürenler ve ondan vefasızlık gördüklerini söyleyenler,
bunu ya düşmanlıklarından yaparlar veya Atatürk'ün görerek
edindiği uyarılarını anlayamamış, yahut da
onlara önem verip aldırmamış olduklarından böyle bir
sonuçla karşılaşmışlardır. Buna
karşılık Atatürk kendisini bile bile aldatmış
olanları mimler ve bir daha onlara güvenmezdi. Ancak
taşıdığı yüksek duyguları, meselâ ölümünden
az önce, yüzellilikleri affettirmekle göstermiştir. Biliyordu ki
kendisinden sonra kimse bu işe yüreklenemezdi ve onbeş
yıllık sürgünü yeter bulmuştu.
Atatürk mahiyetindekilerin sorumlu oldukları işlere
karışmaktan ve ayrıntılarla uğraşmaktan
sakınır, bazen bunu yapsa da dostçasına yapardı,
"işi mesulüne bırakalım" sözünü kendisinden çok
işittim. Keza bir bakan onunla danışırsa
düşüncesini söylemekle birlikte "ben böyle düşünüyorum amma
işin sorumlusu sensin, ona göre düşün, taşın ve karar
ver" derdi.
Ancak çok önemli işlerde ve anlarda bütün ayrıntılara bile
el koyduğu ve hemen her şeyi kendisi yaptığı
görülmüştür. Conkbayır'ı geri alırken veya 1922
Ağustos'unda başlayan büyük saldırıyı yöneltirken
böyle yapmıştır. Bunu yaparken de başarının
şerefini yine mahiyetine bırakacak biçimde davranmak
büyüklüğünü göstermiştir. Bu gibi durumlar
dışında genel bakımdan işlere
karışmayı sevmez ve herhangi bir (kolda işler iyi
gitmezse bazen dediği gibi "baştakini değiştirmekle"
yetinirdi. Hemen bütün yeni çığırlara onun "inisiyatif"i
ile girilmiş olmakla birlikte o yeni bir işi yoluna koyduktan
sonra onun devam ettirilmesini bir ehline bırakmayı görenek
edinmişti ve bunu yapınca içi rahat ederdi.
Genel olarak O, başka birinin görebileceği bir işi kendi
üzerine almaz veya üzerinde tutmazdı. Pek çok iktidar sahibinde
görülen ve onları yanlış yollara iten bir zaaf Atatürk'de
yoktu. Birisi aleyhinde bir söz söylenildi miydi
onu söyleyen ne kadar yakını ve güvendiği biri olursa olsun
ona inanmadan önce işi yansız bildiği bir veya bir kaç
kişiye inceletir, ondan sonra bir karara varırdı. Eğer
söyleyen ve aleyhinde söylenilen kimselerin ikisi de yakını ise
onları yüzleştirir ve edindiği duygulara göre bir inanca
varırdı. Bu yüzden Atatürk'ün yanında iftira ve tevzir
makinesi işleyemezdi.
Atatürk sevmek, sevilmek, gönül almak konularında çok duygulu idi;
neşeli olmak ve yanındakilerde neşeli kılmak ve görmek
onun için adeta bir ihtiyaçtı. Şahsi cazibesi de bu işte
kendisine çok yardım ederdi. Eğlence âlemlerini çok sevdiği
bilinen bir yöndür, ancak yukarda yazdıklarımızdan
anlaşılacağı gibi sofrası yalnız
eğlenceye ayrılmış olmayıp orada
çağırılmış olanların seviyesine göre
siyasal, yönetimsel ve bilimsel pek çok konular ele alınır. Onun
en önem verdiği yönlerden biri de her bir başarıyı,
her bir büyük işi kendine değil Türk ulusuna mal etmekti. Her ne
yapmışsa "Türk ulusundan, aldığı ilhamla"
yaptığını söylemekten zevk alırdı ve yukarda
anlattığımız yoklama ve danışımı
usulleri bu sözünü doğrulayacak özdeydi. "Atatürk
İnkılâpları" denilmesini de istemezdi ve bu gibi sözleri
hep "Türk İnkılâpları" biçiminde düzeltirdi.
Atatürk'ün önemli bir özelliği de
yaşayışının hiç bir kısmının gizli
kalmasını istememesidir. Açıkça içer ve açıkça her
türlü eğlencelere dalardı. Doğuştan
açıklığı sevmekte olmasından (başka bu yolu
tutmasının iki etkeni vardı:
1) gizlilik onun eğlencelerine katılanlardan veya onları
bilenlerden bu konular üzerinde kimseye bir şey söylememelerini
istemeye varırdı ki bu Atatürk'ün bir nevi minnet altına
girmesi demekti. O ise hiç bir minneti kabul edecek huyda değildi.
2) O, şu inançta idi ki, açıklık aleyhteki
propagandaları etkisiz bırakmak için en iyi çaredir. Eğer
halk kendisini içerken görürse ondan sonra düşman
propagandacılar ona ayyaş deseler halk "onu biliyoruz gördük
başka yeni bir şey söyle" karşılığında
bulunur ve propaganda suya düşer. Devlet sırlarını
saklama bakımından da kendine öz bir yolu vardı.
Sofrasında her şey kondurduğundan yabancı casuslar
sofra da bulunmuş konuklarının, meselâ dönüşte
şoförler duyacak biçim de aralarında konuşmaları veya
sofracı ve türlü hizmetçilerin gevezeliği sayesinde her
şeyden hiç olmazsa dolayısiyle, yarım yamalak da olsa az
çok haber aldıklarını sanar ve edindikleri türlü ip
uçlarına derinleştirmekle yetinirlerdi. Halbuki gerçek
sırrın pek az olduğuna
inanan Atatürk onlar üzerinde en yakın ilgililer
dışında hiç kimse ile konuşmaz, bazen aksini
sandıracak konuşmalar yapar ve haberler ya¤¤¤¤¤ casusları
gafil avlardı. 1922 Ağustos'undaki büyük saldırı,
1926'daki Bozkurt vapurunun batması dolayısiyle La Hay'de
görülen dâva için Adliye Vekili Mahmut Esat (Bozkurt)'a verilen
yönergelerden kimsenin bir şey sezememesi bunun örneklerindendir.
Özet olarak diyeceğiz ki; Atatürk Samsun'a
çıktığı andan itibaren Türk ulusunun gerçek önderi
olmuştur. Artık dilediği gibi çalışmak ve
Türklüğün kurtuluş işini bir baş olarak ele almak
imkânına sahiptir.. Artık uzun tartışmalar sonucunda
kile olsa her önemli işte son söz onun olacaktır. Gerçi bir çok
birbirine zıt unsurlarla anlaşmak, onları gidilmesi gereken
doğru yolun hangisi olduğuna inandırmak için epey
uğraşmak gerekecektir. Ancak O'nun bu yoldaki
uğraşları önderliği esas bakımdan kabul
edilmiş bir kimsenin çabalarıdır; dolayısiyle de, daha
önce olduğu gibi anlayışsız,
kavrayışsız veya ürkek üstlere gerçek kurtuluş yollunu
tutturmak için yapılması gereken uğraşlardan daha
kolay ve daha az üzücüdür.
O'nun hem askerlik hem de siyasal bakımından isabetli bir
görüşe sahip olduğu genel savaş sırasındaki
başarı ve zaferlerinden, yine o sırada ve daha önce
İttihat ve Terakki ile Hükümete gerçek durumu ve doğru yolu
göstermek için yaptığı uğraşlardan
anlaşılmıştır; aydınların pek çoğu
ve hatta kısmen de halk kütleleri bunu bilmektedirler.
O, elinde bu kozlar olarak işe koyulacaktır.
Ord.Prof. Yusuf Hikmet BAYUR
__________________ |