Tekil Mesaj gösterimi
Alt 14-07-2006, 02:10   #2
GoD of WaR
 
GoD of WaR - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 

Bu alıntılar yalnızca David’in ya da Kant’ın kişisel görüşlerini temsil etmezer. Tersine, bu görüş modern Protestan Avrupalının evrensel görüşüdür, ve yalnızca içinde boğuldukları haklsal önyargılara yaltaklanan bu iki Avrupalı ‘bilge’ tarafından dile getirilmiş de değildir. Ve pekçok Avrupalının kölecilikten, ırkçılıktan utanmaya başladığı, insan eşitliği ve özgürlük kavramlarının doğmaya başladığı bir dönemde bu yüz kızartıcı ‘felsefeciler’in bütününde insanlığa nasıl baktıklarını görmek kafa yapıları konusunda pekin bir ölçüt verir (İngiltere’de kölecilik 1772’de yasadışı kılındı). Kant’ın ölümünden (1804) yarım yüzyıl sonra bu görüşün akladığı kölelik düzeninin yeryüzünden olmasa da Anayasalardan silinip atılması uğruna verilen kavgada 30 milyonluk Birleşik Devletler’de yarım milyon Amerikalı yaşamını yitirdi. Süreçte Afrikalının yitirdiklerinin ve acılarının bir duygusuna yaklaşmanın olanağı yoktur. Ve gene de, bir 50 yıl daha geçmesine karşın, yine kafatası ölçütü ‘gözlem’ ve ‘deneyim’ üzerine dayalı ‘bilimciliğin’ insanı anlamadaki biricik ölçütüdür: Encyclopædia Britannica 1911’de şöyle yazar (11. Yayım): “The criminal is a special type of the human race, standing midway between the lutanic and the savage” :: “Suçlu birey insan ırkının deliler ve yabanıllar arasında ortak noktada duran özel bir tipidir.”

Bu tür bakış açıları Hıristiyan Avrupa bilincinin tözünde yatar, ve ancak bütününde bir ‘Avrupalı,’ ‘Asyalı’ vb. olmaya son veren, tüm ekinsel indirgemelerin ötesine, tarihselliği redderek koşulsuzca Usun ideal düzlemine erişen bilinçte tam olarak yenilirler. Bu bakış açısı aynı zaanda modern Avrupalının ‘Sömürgecilik’dediği, ama aslında çok daha fazlası olan şeyi de aklayan kafa yapısının temelleri arasındadır. Terim gerçekte sömürgeciliğin kendisinden de büyük suçları örtmeyen, Protestan Avrupalının yeryüzünde yolaçtağı insanlık yıkımlarını, ve bunlara neden olan yarı-insan ekinini gizlemeye yarar. Eğer insanın ÖZSEL OLARAK USSAL BİR VARLIK olduğu kabul edilirse, eğer Descartes’ın insanlara US EŞİT OLARAK verilidir sözlerini kavrıyorsak, açıktır ki Avrupalının modern tarihinde de sergilemeyi sürdürdüğü us-dışı bilinç biçimleri ve duyunç-dışı davranış biçimleri onu neredeyse insan olarak bilinen ve kabul edilen varlık türünden ayrı barbar bir yaratık gibi gösterirler. Ama gene de Descartes haklıdır, ve insanlık tarihini neredeyse bir çılgınlığın tarihine indirgeyen irrasyonalizmine karşın, bu bilinç türü de suçlanabilirdir, çünkü ancak özsel olarak ussal ve özgür olan bir yaratık yargılanabilme yeteneğindedir. Insan doğru düşünmeyi ve türeli davranmayı başarabilir, ve bu yeteneği ile, hayvanın tersine, törel yargı altında durabilme ayrıcalığındadır. Ama dışsal cezadan ayrı olarak, en sonunda tinin suçunun gerçek içsel cezası suçun kendisidir, suçluluktur, kötülüğün bilinci ve kötülüğün edimsel olarak yaşanmasıdır. Bir olanak olarak, modern Avrupalı da en sonunda ‘özgürce’ düşünebilir ve davranabilir, ve kendini yargılayabilir, e.d. kendini anlayabilir. Son yüzyılda yaşadığı yıkımlar, delilikler, yokedicilikler yalnızca ve yalnızca ekinsel temellerinin ekndi mantıksal vargıları, modern Usun edimsel tarihsel çıkarsamaları, özsel gerçeklikleridir. Ve çoktandır olsa olsa bir posa denli değeri kalmış bir sürecin kendisi modern Batı ussalığının kefaretidir. Usdışı üzerine kurulan hiçbir sürecin gerçek edimselliğinin olmaması ölçüsünde, varoluşunun yalnızca geçici, baştan sona yalancı olması ölçüsünde, görgül geleceği irrasyonel ilkelerinin kendileri tarafından belirlenir. Törellik David’in direttiği gibi insan için ‘Zorunluk’ koşulu altında değil, ama doğal usun çok iyi bildiği gibi ‘Özgürlük’ yeteneği altında olanaklıdır. Ve varoluş ancak bu yeteneği kabul ettiği ölçüde anlaşılabilir, yargılanabilir, reddedilebilir, ve değiştirilebilirdir. Özgürlük duyuncun tözüdür, ve duyunç hiçbir zorunluk, hiçbir dışsallık taşımayan ve tanımayan saltık güçtür. Sorun Batı bilincinde bu kavramın henüz eksik olmasıdır. Ve batı ekini bu düzeye dek temelsizdir. David’in “özgürlük, zorunluğu kaldırmakla, nedenleri de kaldırır, ve şans ile aynı şeydir” diye yazmasına karşın, özgürlük şans ile aynı şey değildir, dersine istencin kendini özsel belirlenimi içinde açındırmasıdır. Ve bu anlamda özgürlük David’in hiçbir zaman anlamadığı o zorunluluğu dışlamaz.

Örgütlü politik davranış yerine, bir sürü tiniyle dünyayı keşfe çıkan duyunçsuz modern Avrupalı yalnızca ilkel, henüz çocuksu, henüz bebeksi ekinlerin doğal kaynaklarını çalmakla yetinmemiş, ama insanlarının kendilerini de talan etmiştir; bununla da yetinmemiş, onların insanlık değerlerini reddetmiş, benliklerini, kişiliklerini, insan olma onurlarını da yağmalamıştır. Hiç kuşkusuz, tarihte Büyük İskender ve onun dışında Romalılar, Araplar, Osmanlılar da imparatorluklar kurmuş, bu ‘onur-sever’ tinler dünya egemenliği uğruna savaşmış, yoketmiş, ama o denli de varetmişlerdir. Tümü de imparatorlukları sırasında ele geçirdikleri halkları ekinsizleştirmemiş, tersine onlara kendi değerlerini vermiş, ve kendileri onların değerlerini kabul etmişlerdir. Ama Protestan Avrupa’nın ‘sömüzgeciliği’ tarihin modern barbarlarının, tarihe geç katılanların eylemidir, ve verecek değerli hiçbir şeyi olmayan bu ekinin kendisi gibi değersiz, nihilist bir süreçtir, YALNIZCA YOKEDİCİDİR, kendisi yalnızca alıcı iken, verdiği ise yokedicilikten başka bir şey olmamıştır. Tarihsel bir eylem değil, ama tarih-dışı bir deliliktir. Bu ekin tarihin kendisini saçmalığa çevirmiştir. Özgürlük, uygarlık ve türellik tarafından belirlenen ussal Gelişme yerine, dengeli bir tinsel ve özdeksel ilerleme Protestan Batının tarihe katkısı yalnızca yarı-insanlığın, duyunçsuzluğun, barbarlığın, kaba-gücün nihilist bir salıverilişidir. Varolması, edimselleşmiş olması bu usdışı süreci aklamaz; tersine, yokediciliği, pozitivizmi, nihilizmi, varoluşçuluğu, postmodernizmi yalnızca bu tek-boyutlu dünya ekininin apaçık SAÇMALIĞINI sergiler, yalnızca bu tinin doğum saatinin ölüm saati oludğunu doğrular.

Felsefe ile ilgisiz o kuşkucu okur-yazarlar, yalnızca modern bönlüğü aldatan o yalancı felsefeciler, o David ve o Kant, insanları ekinsel değere göre değil ama tensel ayrımlarına, fiziksel/özdeksel doğalarına göre ölçüp biçen ırkçılığın, bugün de tüm acıları ile yaşanan bu trajik olayın kışkırtıcıları arasındadırlar. Ve burada Nazilerle, Ku-Klux-Klanla ve sayısız sapık kafa yapısı ile aynı kampta durduklarını düşünmek ürperticidir. Ortalarda hiç dolaştırılmayan, ve Kantçılar, Humecular vb. tarafından nereye ve nasıl uyarlanacakları bilinmeyen o ırkçı pasajlar modern görgücülüğün adha baştan ne denli insanlık dışı, ne denli us dışı bir girişim olduğunun bir ölçüsünü verirler. Ama bugün de modern Batı akademizmi vargıları yalnızca bastırılıp toplumsal bir bilinçaltına gömülen bu çirkin bilincin, bu kuşkuculuğun entellektüel belirlenimi altındadır.

Görgücü bakış açısı zorunlu olarak ırkçık vargılara götürmeyebilir gibi görünür; ve gerçekten de görgücü yazarların çoğu böyle bir vargıya katılmazlar. Ama bu sağgörülü davranışları öznel/kişisel bir davranıştır, ve benimsedikleri kuramları ile bağdaşmaz. Kuşkuculuk, bir değer ve mantık çözülmesi olarak, herhangi bir a priori belirlenime, uusun, dil yetisinin, anlama yetisinin insanlarda saltık olarak eşit olduğu belirlenimine izin verecek güçten, pekinlikten, kararlılıktan yoksundur. Usu, genel olarak yargı yetisini, değerlerin yetisini reddeden görgücü mantık buna almaşık olarak o çok sevdiği sözde ‘deney ve gözlem’ yöntemine başvurur. Bu yaklaşım uzunca bir süre insanların ruhsal ve ansal yeteneklerine ‘kafatası’, ‘kemik yapıları’ vb. gibi gözlem ve ölçüm konusu şeylerle değer biçtikten sonra, bu saçmalıkları bırakarak yeni saçmalıklara dönmüş ve son zamanlarda kemik dokusunun vb. yerine daha bulanık ve böylece daha inandırıcı görünen kalıtsal özelliklerini, kromozomları almıştır. Görgücülüğün aynı usdışı yönteminden doğan usdışı vargıların sonu gelmez, ve David bu kitabında bunları birbiri ardına sıralar. Ama mantıksal olarak çıkarsanabilecek ve kolayca anlaşılacak pek çok nokta mantıksız görgücülük tarafından görgül genellemelere dayanarak kolayca çarpıtır, düşüncede görülmemiş bir mantığı, giderek eytişimin kendisini kullanma girişiminde bulunan sofizmini neredeyse sevimli gösterir.

Modern kuşkuculuk David gibi, giderek Kant gibi öncellerinin peşinden giderken, kapıyı ırkçılığa, türesizliğe sonuna dek açarken, sözcüğün tam anlamıyla saltık ikiyüzlülükle platon ve Aristoteles ve Hegel’I, aslında tüm felsefeyi ve tüm ussalcılığı doğal bilince şikayet eder. Popper, eline aldığı kuramsal metinlerin arasına bir çapulcu gibi dalan bu düşünce gangsteri, Platon’un ve Hegel’in Açık Toplum ‘Düşmanları’ olduklarını ileri sürerken, ve insanlar ‘Açık Toplum’ ile ‘gerçekten açık’ bir toplumun denmek istendiği sanısına kapılırken, Hume, Kant, Fries gibi belgeli ve katıksız ırkçılarla güçbirliği eder. Hegel 19’uncu yüzyıl Almanyasında Yahudilerin de salt insan oldukları için yurttaşlık haklarından yararlanmaları gerektiğinde diretirken, Popper’in özellikle Hegel 19’uncu yüzyıl Almanyasında Yahudilerin de salt insan oldukları için yurttaşlık halklarından yararlanmaları gerektiğinde diretirken, Popper’ın özellikle Hegel’i totaliterlikle suçlamak için kullandığı Fries’ın kendisi, 1816’da Heidelbergische Jahrbücher der Litteratur’de “Yahudiler Almanyaların gönenç ve karakterlerini nasıl tehlikeye düşürürler?” başlıklı bir yazısında “Yahudilerin yokedilmesi” gerektiğini bildirir. Bu yazıda Fries Yahudilerin “geçmişte ve günümüzde halkın kanını emenler” olduklarını söyler. “Böylece Yahudi kastı… tam olarak kökünden kazınmalıdır (mit Stumpf und Stiel ausgerottet) çünkü bu kast devlet içerisindeki tüm gizli ve politik toplumların açıkça en tehlikelisidir. … Evlenme özgürlükleri … kısıtlanmalıdır. … Bir Hıristiyanın bir Yahudi tarafından çalıştırılması yasaklanmalıdır!”; ve “giysileri üzerinde özel bir işaret” takma zorunluluğu getirilmelidir. Aslında genç Hegel 1975’te, 25 yaşında yazıdığı “Hıristiyan Dininin Olumluluğu” başlıklı denemesinde Protestan kiliseyi de kapsamak üzere genel olarak Hıristiyan kilisenin değişik inançlarda olan insan karşı hoşgörüsüzlüğünü eleştirir ve bu ikircimli dinsel tutumu ödev ya da yasa bilinci ile karşı karşıya getirir: “Devlet bir ödev olarak başka inançlardan insanların haklarına saygı duyulması isteminde bulunur”, oysa “hoşgörülü kilisenin (aralarında Protestanlar da olmak üzere) görevlileri her zaman yanılgıda olanlara gösterilmesi gereken incelikten, acımadan ve sezgiden söz ederler –ÖDEVLER olarak buyrulmayan ama gönüllü olarak gösterilmesi gereken EĞİLİMLERden.” Hegel’in sözünü ettiği ÖZNELCİLİK– ussal yasa değil ama öznel eğilimler: Soyut yüreğin iyisi, ‘koşulsuz’ iyi istenç– Almanların sonunda tüm yasayı ortadan kaldırmalarında edimsel olarak ne anlama geldiğini göstermiştir.

Bugün de görgücüler, kuşkucular, pozitivistler, nihilistler arasında Platon düşmanlığı, özellikle Hegel düşmanlığı histeriktir. Gerçekten de, haklı bir eleştiride ya da suçlamada bulunan bilinç ılımlılığını, sağduyusunu yitirmez, soğukkanlı yargısına güvenir ve dayanır, ve sağduyu tarafından eşit soğukkanlılıkla dinlenir. Ama felsefe düşmanlığı gerçeklik düşmanlığıdır, ve eğer felsefecinin düşüncesinin olduğu gibi eyleminin de gerçeklik tarafından belirlendiğini, en azından felsefecinin gerçeklikten daha yüksek hiçbir ölçütü kabul etmediğini ve koşulsuz olarak usun ışığını izlediğini düşünürsek, gerçekliğin karşısına, gerçek felsefecinin, Platonların, Aristoteleslerin ve Hegellerin karşısına çıkan bilincin güdülerinin ve tarihsel rolünün de ne olduğunu anlamak güç değildir. Bu histerik yazarlar Batı ekinlerinde entellektüel nüfusun ciddiye alınacak bir bölümünün duygudaşlığını kazanırlar. Çünkü modern Batının giderek artan genel güvensizlik tinini yakalarlar, gerekçeleri nasıl formüle edilirse edilsin Batı düzeninin kendisine yönelik kuşkuyu, henüz kendinde belirsiz olduğu sanılan endişeyi, korkuyu vb. sömürürler. Ve bütünüyle ilgisiz güdülerden yola çıkan saf toplumsal eğilimler üzeride oyunlar oynamayı, onları kolayca yönlendirmeyi başarırlar (son onyıllar boyunca, pozitivizm ve postmodernizmin popülerliği duruma örnektir). Bunu kolaylaştıran etmen Batı akademizminin, en azından Kıtadaki türünün, batı ‘rasyonalizminin’ kendisinin zayıflığı, hiçbir zaman gerçek rasyonalizmi, eytişimsel, kavramsal düşünceyi kavramamış olmasıdır. Bu ‘rasyonalizm’ pozitivizme kolayca yenik düşmüş, Popperlar, Gödeller, Russellar tarafından yıldırılmıştır, çünkü kavramsız bir rasyonalizm olarak, bir ‘deney ve gözlem bilimciliği’ olarak, bilimsel içeriğin kenidsini aklayacak kuramsal düşünce aygıtından yoksundur. Popperların, Wittgensteinların, giderek Feyerabend gibi bütünüyle amorf kafaların Batı rasyonalizmini neredeyse bir yüzyıl boyunca tutsak almalarının nedeni bu rasyonalizmin kendisinin kendinde kavramsız olmasıdır. Hegel’in ölümünden kısa bir süre sonra Hegelcilik Alman üniversitelelerinde yasaklanırken, ve meydan Schopenhauer’den Nietzsche’ye, Kierkegaard’dan Heidegger’e irrasyonalistlere kalırken, modern Avrupa bilinci Russell’dan Sartre’a niteliksiz halk felsefecilerine, istedikleri zaman dizge değiştiren, görüş değiştiren öznelciliğe kolayca boyun eğdi. Son olarak Foucault, Derrida, De Man vb. gibi katıksız irrasyonalistler Batı felsefeciliğinin akışını bütünüyle durdurdular, giderek tersine çevirdiler, felsefenin kendisi, usun kendisi, bilimin ve bilimcinin kendisi suçlanır oldu. (İrrasyonalzmi eleştirisini irrasyonalizmin kendisine yücelten Feyerabend nesnel gerçeklik arayap entellektüellerden “adi suçlular/criminals” olarak söz eder; bilim adamları/scientist ise “eski mit anlatıcıları, halk-ozanları ve saray soytarılarıdır :: ancient myth-tellers, troubadours and court jesters.” David yalnızca bilimin bir alışkanlık yapısı oludğu sonucunu çıkarmıştı. Bu zeminde, bilimcinin neye karşılık düştüğünü düşünecek ve bildirecek denli gözüpek dreğildi.) Snuç düşünmeyen bir Batı, aptallaşan bir akademizm, her tür irrasyonel ‘bilim’ ile sulandırılmış üniversitedir. Bu dizgenin sağlığının bir belirtisi midir?

Bireysel bilinç toplumsal eğitim yoluyla gelişir, ve bu süreç bir yandan sıradan toplumun, çevrenin, genel olarak yaşantı ya da deneyim denilen şeyin doğal usu biçimlendiresi olark onu doğal ilkelliğinin üzerine ve ötesine yükseldir, ama öte yandan onu belirli bir ekinsel biçime dondurarak tam gelişimini, tam açımını, ideal biçimine doğru eğitimini engeller. Felsefeci açısından, gerçek biçimini arayan bilinç açısından eğitim bir yandan görgül bilginin kazanılması, ama öte yandan bu içeriğe verilen göreli/olumsal biçimin eleştirisidir. Ve aslında insanlık bütün bir tarihin kendisi olan genel deneyim birikimini eleştirmesiyoluyla, onu her kıpısında reddederek dönüştürmesi yoluyla, kendi doğal yöntemleriyle ideal/gerçek bilince doğru ilerler.

Böyle bir dinamiği kavrayarak, örneğin kuşkucu Kant da, kendi eğitsel sürecinde ‘gerçeklik arayışında’ o erken önyargısını düzeltebilirdi –eğer Usun doğasını, insan olmanın ussal olmak demek olduğunu gerçekten anlamış olsaydı, ama Kant’ın daha sonra ileri yaşlarında da aynı ırkçı görüşleri yinelemesi o erken görüşünün ötesine geçemediğini gösterirken, bu erken görüşünün kendisi ileri yaşlarında sözlü ve yazılı olarak bildirdiği aynı ırkçı görüşleri bunamış birinin sabuklamaları olarak görmeyi olanaksızlaştırır. Savunmacılar her durumda olduğu gibi olmadığını söylerler. Bu inandırıcı değil, çünkü savunduğu şeyin kendisi denli özneldir. Nesnelolan şey şutur: KUŞKUCU MANTIK, YA DA KARŞI-USSALCILIK, IRKÇILIĞI DIŞLAMAZ. Insanın kendisinin SALTIK DEĞER olmasına karşın, kuşkucu GÖRECİLİK değer olgusunun kendisini nihilize eder, herşeye izin verir. Hiç kuşkusuz Camu’nün dediği gibi, “insan kapris yoluyla erdemli olabilir.” Ama bu aptallıktır.

Tüm kuşkucular birer insan yıkıntısıdır. Yalnızca birkaç örnek daha eklersek Locke, (17’nci yüzyılda “Carolina’nın Temel Anayasası” [The Fundemantal Constitutions of Carolina] için taslağın yazarı John Locke’dur. Bu anasaya kölelik kurumunu kabul eder ve korur. Hıristiyanlığın kölelik kurumu ile bağdaşmadığı söylense de, Locke’un yazdığı anayasa kölelerin Hıristiyanlığa dönmelerine karşın köleliklerinin sona ermesine izin vermez.) Schopenhauer, Nietzsche, Wittgenstein, Cantor, Heidegger tüm bu irrasyonilstler edimsel olarak şu ya da bu düzeyde dengesiz ya da hastalıklı insanlardır: sırasıyla: Köleci, kötümser/anti-semitik, şizofrenik, sadist, şizofrenik, Nazi.

Modernist, ‘ılımlı’ görgücülü, belirttiğimiz gibi, sık sık bu patalojik kişiliklerin kendi ürettikleri ‘felsefeler’ile ilgilerinin olmadığını ileri sürer. Heidegger bir Nazidir, ama ‘felsefesi’ bununla ilgisizdir; Wittgenstein gönüllü olarak savaşa katılıp insanları yoketme eylemine girişen, küçük öğrencilerini sürekli döverek kulak zarlarını patlatan, kendini öldürmeyi düşünen bir sadisttir, ama mantıksal dizgeLERİ bu kişilerle ilgisizdir; Locke Birleşik Devletler’de köleci devletlerin anayasa yazarıdır, ama ‘felsefi’ dizgesi bununla ilgisizdir. Bu iğrenç kalabalığın tümü de özellikle yaptıklarının ve olduklarının tam tersini mi yazmak zorundadırlar?

İnsan düşmanlığı us düşmanlığı ile birlikte gider:

SOKRATES. Ama ilkin bir tehlikeden kaçınmaya dikkat edelim.

FENDON. Ne tür bir tehlike?

SOKRATES. Birer us-düşmanı (misolog) olma tehlikesi, diye yanıtladı, tıpkı kimilerinin insan (misantrop) olmaları gibi; çünkü bir insanın başına uzun kendisinin nefret etmekten daha büyük bir kötülük gelemez.

I.4.VII.
İlkin felsefemde [aslında, ‘kuşkucu’, ‘görgöcü’, ‘göreci’ bakış açımda] içine düştüğüm o terkedilmişlik ve yalnızlıkla korkar ve şaşırırdım, ve kendimi topluma karışıp onunla birleşmeyi başaramayarak tüm insan ilişkilerinin dışına sürülmüş ve bütünüyle terkedilerek avunçsuz bırakılmış tuhaf ve kaba bir canavar olarak görürüm. Bir sığınak ve sıcaklık bulmak için kalabalığa koşmak isterim; ama böyle bir çirkinlikle karışabilmek için kalabalığa koşmak isterim; ama böyle bir çirkinlikle karışabilmek için kendime söz geçiremem. Onun dışında bir dostluk kurabilmek için bana katılmaları için başkalarına seslenirim; ama kimse sesime kulak asmaz. Herkes uzak durur, ve her yandan üzeriime vuran fırtınadan korkar. Tüm metafizikçilerin, mantıkçıların, matematikçilerin ve giderek tanrı-bilimcilerin bile düşmanlığını üzerime çektim; ve katlanmam gereken hareketlere hayret edebilir miyim? Dizgelerini onaylamadığımı bildirdim; ve dizgemden ve kişiliğimden duydukları nefreti anlatırlarsa şaşırabilir miyim? Dışarıya bakıtğımda, daha baştan her yanda tartışma, çelişki, öfke, iftira, ve kötüleme görürüm. Gözümü içeri çevirdiğimde, kuşku ve bilgisizlikten başka bir şey bulamam. Tüm dünya bana karşı çıkmak ve beni çürütmek için elbirliği yapar; ama öyle zayıfım ki, tüm görüşlerimin başkalarının onaylarıyla desteklenmedikleri zaman gevşeyip kendiliklerinden düştüklerini duyarım. Her adımı duraksayarak atarım, ve her yeni düşünce beni uslamlamamda bir yanılgı ve saçmalık korkusuna düşürür.



[T]üm inanç ve uslamlamayı yadsımaya hazırım ve hiçbir görüşe giderek başkasından daha olası ya da olabilir diye bile bakmıyorum. Neredeyim, ya da neyim? Varoluşumu hangi nedenlerden türetirim, ve hangi duruma geri döneceğim? Kimin iyiliğini elde etmeye çalışayım, ve kimin öfkesinden korkmalıyım? Kimin iyiliğini elde etmeye çalışayım, ve kimin öfkesinden korkmalıyım? Hangi varlıklar kuşatır beni, ve kimin benim üzerimde etkisi ve benim kimin üzerinde etkim vardır? Tüm bu sorularla kafam karıştı, ve kendimi imgelendirebilecek en acıklı durumda, en koyu karanlık tarafından kuşatılmış ve her örgen ve yetinin kullanımından bütünüyle yoksun bırakılmış duymaya başlıyorum.

Ne mutlu ki, ‘us’ bu bulutları dağıtmaya yeteneksizken, ‘doğanın kendisi’ bu amaç için yeterlidir, ve ya bu kafa eğilimini gevşeterek ya da küçük bir oyalanmayla ve duyularımın tüm bu kuruntuları gideren diri izlenimiyle beni bu felsefi [aslında, ‘kuşkucu’] melankoli ve sabuklamadan kurtarır. Yemek yerim, bir tavla oynarım, söyleşilere katılırım, ve dostlarımla mutluyumdur; ve üç dört saatlik eğlencelerden sonra, bu [‘kuşkucu’] kurgulara geri döndüğüm zaman bunlar öylesine soğuk, gergin ve saçma görünürler ki içimden onlara daha öte girmek gelmez.

David Hume
Çev : Aziz Yardımlı
__________________
fb öfkemsin gs nefretimsin !




GoD of WaR Ofline   Alıntı ile Cevapla