ยŦยк
Üyelik tarihi: Jan 2007
Mesajlar: 11.262
| SÖMÜRGECİLİĞİN TANIMI
Sömürgecilik ansiklopedilerlerde; daha çok ekonomik, ticarî,
siyasi ve dinî amaçlarla güçlü bir devletin diğer devlet veya toplumlar üzerinde
maddî, manevî bir kontrol ve nüfuz kurmasi veya üstünlük sağlaması
hareketi; olarak geçiyor. Osmanlıca da müstemlekecilik, Bati dillerinde ise
koloniyalizm terimi ile karsilanmistir. Bir ülke vatandaşlarının başka bir
ülkede kurdukları yerleşme birimlerine de koloni denmiştir. İnsan
topluluklarının devlet seklinde de örgütlendikleri eski çağdan bu yana
çesitli sömürgecilik uygulamalarina rastlamamiza ragmen, sömürgecilik
haraketinin baslangiç tarihini belirlemede bir hayli zorlanıyoruz.
Ihsan Süreyya Sirma; ya göre, kelime olarak olmasa bile vakıa olarak
sömürü sistemi Adem (as.) oğlu Habil’in kardeşi Kabil tarafından
öldürülmesinden buyana mevcuttur. Sirma’ya göre Kabil, kendisine ait
olmayan bir hakki (kendi kız kardeşini), gasbetmek için kardeşi Habil’i
sömürmek istedi, Habil de karşı durunca onu öldürdü. İşte bu katl
olayından beri, sömürü, yada sömürü düzenleri varolagelmiş ve de rakip
tanımadıkları için rakip olabilecekleri ihtimal dahilinde olanlarda hemen
elimine edilerek bu tehlike bertaraf edilmiştir.
Fenikeliler, Persler, Roma İmparatorluğu gibi devletler, yaşadıkları
dönemde Akdeniz bölgesine ve Avrupa’ya koloniler kurarak sömürmüşler.
Bunlardan en kapsamlı faaliyeti Roma İmparatorluğu yapmış ve gerek
Avrupa’da gerekse Avrupa dışında egemenlikler kurmaya çalışmışlar. Nitekim
Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla birlikte Avrupa’da değişik prenslikler
ortaya çıkmış ve sömürgecilik hareketi başlatılmış.
15. yy sonlarına doğru Asya’dan Avrupa’ya ulaşan kara yollarına
müslümanlar, Akdeniz’de ise Cenevizler hakim olmuşlar. Avrupa’daki
İmparatorluklar bundan rahatsızlık duyunca, Afrika ve Asya’ya ulaşmak
isteyen maceraperest denizcilere büyük destekler vermeye başlamışlar.
Keşifler çağı olarak adlandırılan bu dönem sömürgecilik hareketinde yeni
bir asama ortaya koymuş. Portekiz ve İspanya kraliyetinin desteğiyle
denizlerde ve karalarda terör estiren bu seyyahlar, bir yandan Afrika
kıyılarına, oradan güney Asya’ya ve kısa zaman sonra da Amerika’ya
ulaşarak, deniz kıyılarında koloniler kurdular.
Geride bıraktığımız 20. yüzyıl, belaların, acıların, katliamların,
sefaletin, büyük yıkımlar getiren savaş ve çatışmaların yüzyılıydı. Milyon-
larca insan bir hiç uğruna, sapkın ideolojilere hizmet adına öldürüldü, kat-
ledildi, açlığa ve ölüme terk edildi, bakımsız, evsiz barksız, korumasız
bırakıldı. Milyonlarcası, hayvanlara bile reva görülmeyecek,insanlık
dışı muamelelere maruz kaldı. Tüm bu acıların ve belaların altında ise
hemen her zaman despotların ve diktatörlerin imzası oldu: Stalin, Lenin,
Trotsky, Mao, Pol Pot, Hitler, Mussolini, Franco… Bu isimlerden kimi aynı
ideolojiyi paylaşırken, kimi de birbirine ölümüne düşmandı.İdeolojilerinin
birbirlerine karşı olması nedeniyle kitleleri çatışmaya sürüklediler,
kardeşi kardeşe düşman ettiler, savaşlar çıkarttılar, bombalar attırdılar,
arabaları, evleri,dükkanları yakıp yıktırdılar, mitingler düzenlettiler,
ellerine silah vererek hiç acımadan gençleri, yaşlıları, kadınları, ço-
cukları, erkekleri öldüresiye dövdürttüler,kurşuna dizdirdiler…,
Sırf başka bir fikri savunuyor diye bir insanın yüzüne silah doğrultup,
gözlerinin içine bakarak öldürebildiler, başını ayakları ile ezebilecek kadar,
acımasızlaşabildiler, kadın, çocuk, yaşlı demeden insanları evlerinden,
yurtlarından sürdüler....
Geçtiğimiz yüzyılın belalar tablosu özetle böyledir. Karşıt fikirleri
savunan birkaç ideoloji ve bu ideolojilerini savunmak uğruna insanlığı
acıya ve kana boğan insanlar…. İnsanlığa karanlık günler yaşatan bu ide-
olojilerin başında faşizm ve komünizm gelir. Bunlar birbirine düşman ve
birbirini yok etmeye çalışan fikirler olarak görülür. Ne var ki, ortada son
derece ilginç bir gerçek bulunmaktadır: Bu ideolojilerin hepsi tek bir
fikri kaynaktan beslenmekte, o kaynaktan güç ve destek almakta ve o
kaynak sayesinde kitleleri ikna ederek ,kendi saflarına çekebilmektedirler.
Bu kaynak, ilk bakışta kesinlikle dikkat çekmemiş, bugüne kadar hep perde-
nin arkasında kalmış, insanlara hep masum görünen yüzünü göstermiştir. İşte
bu kaynak materyalist felsefe ve onun tabiata uyarlanmış hali olan DARWINİZM'dir
AVRUPAÎ VAHŞETİN ADI: SÖMÜRGECİLİK
Batının sömürü faaliyeti iki ana gruba ayrılarak incelenebilir. Bunlardan
birincisini iç sömürü ikincisini ise dış sömürü olarak ifade edebiliriz. İç
sömürü, Avrupa’nın bizatihi kendi insanına yönelik olarak gerçekleştirdiği
sefaletleştirme ve ölüme terketme faaliyetidir. Genellikle dış dünyaya yönelik
sömürü faaliyetlerinin gerçekleştirilemediği dönemlerde yoğunlukla
uygulanmıştır. Kendilerinden başka yerlerin sömürgeleştirildiği dönemlerde ise
bu tür sömürü azalmış yerini dış sömürüye bırakmıştır. Dış sömürü ise ya daimî
sömürgeleştirme şeklinde tecelli etmiş ya da geçici, fırsatlara bağlı olarak
uygulanmıştır. Zamanımızda ise bu tür doğrudan sömürgecilik faaliyetinin yerini,
kültürel emperyalizm aracılığıyla gerçekleştirilen ve adına küreselleşme denilen
yapılanma ile, dolaylı olarak gerçekleştirilen sömürgecilik almıştır.
KENDİNİ YİYEN BATILI YA DA “HOMO HOMİNU LİPUS” ÇAĞI
Batı tarihinde iç sömürünün yaygın olarak gözlendiği ve daha çok ön plâna çıkan
dönem kölelik çağı olarak adlandırılmaktadır. Söz konusu çağda dünyanın bir çok
bölgesinde köleliğin görülmesine rağmen, batılı kendi tarihini aklaştırma ve
şirin gösterme çabası içerisinde, köleliğin en yoğun olarak yaşandığı, birer
şehir devletleri olan “Polis”leri demokrasinin beşiği olarak göstermiştir. Antik
Yunan demokrasisi olarak ifade edilen bu dönem öylesine idealize edilmiş ve
anlatılmıştır ki, ütopik devletlerdeki ilişkiler sistemini bile geride
bırakmıştır. Halbuki söz konusu dönemde tam bir kölecilik uygulama ve zihniyeti
hâkimdir. Dönemin filozofları da böyle bir ilişkiler sisteminin çerçevesini
sunmakta ve fikrî temellerini ortaya koymaktadırlar. Nitekim efsaneleştirilmiş
olanı bir tarafa bırakıp Antik Yunan demokrasisine baktığımızda, demokrasinin
yaşandığı yer olarak kabul edilen Atina sitesinde, Platon ve Aristo gibi
düşünürler, her insanı “insan” olarak kabul etmeyen kölelik rejimini korumakta,
aristokrasiye doğru yönelmektedirler. Karl Popper’ın deyimiyle Platon “açık
toplumun düşmanı” olarak ortaya çıkmaktadır. Düşüncede karşı olunan demokrasi
uygulamada da kelime mânâsına dahi ters düşen bir biçimde azınlığın çoğunluk
üzerindeki tahakkümü şeklindedir. Azınlık ki bunların dışında kalanların bir
çoğu (köleler) insandan dahi sayılmamaktadır.
Avrupa’da insana bağlı köleliğin sona ermesiyle birlikte bunun yerini toprağa
bağlı kölelik (serflik) almıştır. Artık köle ancak toprakla birlikte alınıp
satılabilen bir varlıktır ve her şeyiyle birlikte toprak sahibine bağlıdır.
Feodal dönem olarak adlandırılan bu çağda, Avrupa defalarca kitleler halinde
ölümlere sahne olmuştur. Böyle bir sömürü sisteminde artan nüfusu besleyemeyen
sistem, nüfusun önemli bir kısmını ölüme terk etmek suretiyle üzerindeki
ağırlığı atmıştır.
Nitekim nüfus artarsa veya azalırsa, her şey değişmektedir. Eğer insanlar daha
kalabalık hale gelirlerse, üretim ve mübadelede artış meydana gelmekte;
işlenmeden duran ormanlık, bataklık veya tepelik toprakların sınırında ekim
alanlarının ilerlemesi; imalâtın ilerlemesi, köylerin ve bundan da sık olarak
şehirlerin büyümesi gerçekleşmektedir. Ancak bunun yanında olumsuz etkileri de
olmaktadır ki en önemlisi, artan miktarda bir aşırı insan yükü, toplumların
beslenme imkânlarını aşmaktadır. Dolayısıyla salgınlar ve kıtlıklar (önce
birincisi belirmekte, sonra da ikincisine refakat etmektedir), beslenecek
boğazlarla, zor sağlanan iaşeler arasındaki iş gücü ile istihdam imkânları
arasındaki dengeyi yeniden kurmaktadırlar. Çok büyük kalabalıktaki bu
ayarlamalar, eski rejim yüzyıllarının güçlü hattını meydana getirmektedirler. Bu
dalgalanmalar, Batıda; 1100-1350 arasında uzun bir nüfus artışı, 1450-1650
arasında bir başkası ve 1750’den itibaren artık gerileme içermeyen bir diğer
yenisi olarak görülmektedir.2
Her nüfus gerilemesi belli sayıda meseleleri çözmekte, basınçları yok etmekte,
hayatta kalanları ayrıcalıklı hale getirmektedir. Bu, ayağı kırılan atın
öldürülmesi gibi bir ilâçtır, ama gene de bir ilâçtır. XIV. yüzyılın ortasındaki
Kara Veba’dan ve onu izleyen ve onun darbelerini daha da ağırlaştıran
salgınlardan sonra, miraslar birkaç kişinin ellerinde yoğunlaşmıştır. Yalnızca
iyi topraklar işlenmiş (daha az zahmetle, daha çok verim), hayatta kalanların,
hayat standardı ve gerçek ücretleri yükselmiştir. Böylece Batıda 1350-1450
arasında, köylünün ataerkil ailesiyle birlikte, boş bir ülkenin efendisi olacağı
bir yüzyıl başlamıştır; vahşi ağaç ve hayvanlar, eskinin müreffeh kırlarını
işgal etmiş durumdadırlar. Fakat insanlar kısa bir süre sonra yeniden çoğalacak,
vahşi hayvan ve bitkilerin ondan aldıklarını yeniden fethedecek, tarlaları
taşlardan temizleyecek, ağaç ve makilerin köklerini sökeceklerdir ve bizzat bu
ilerleme onların omuzlarına çökecek, sefaletini yeniden yaratacaktır. 1560 veya
1580’den itibaren İspanya, İtalya ve muhtemelen tüm Batı’da olduğu gibi,
Fransa’da da nüfus yeniden çok fazla hale gelmiştir. Monoton tarih yeniden
başlamış ve kum saati tersine dönmüştür.3
Ancak ayağı kırılan atın öldürülmesi gibi bir çare olarak ifade edilen,
insanların ölüme terk edilmeleri son derece acı ve vahşet dolu sahnelerle
gerçekleştiği gibi ayak kendiliğinden kırılmamış, sömürenler tarafından bu
insanlar böyle bir akıbete sürüklenmişlerdir. Nitekim bu sahnelerden biri, bu
hususta bize vahşetin boyutlarını yeterince göstermektedir:
“Şiddetli yağışlardan ötürü ve tarlalardaki ürünlerin güçlükle kaldırılabilmesi,
çoğu yerde de yok olup gitmesi yüzünden, buğday ve tuz kıtlığı yaşandı.
İnsanların sağlığı bozulmaya başladı ve sakatlıklar oluştu. Her gün o kadar çok
insan ölüyordu ki, ortalık kokudan geçilmez oldu...
İrlanda’da acı günler 1318’e değin sürdü ve alabildiğine şiddetlendi, çünkü halk
kilise avlularındaki mezarlardan ölüleri çıkarıp yediler... Polonya ve Sibirya
gibi Slav ülkelerinde kıtlık ve ölümler 1319 yılında bile kol geziyor ve
yamyamlığın hâlâ gündemde olduğu söyleniyor. Anne-babalar çocuklarını, çocuklar
anne-babalarını öldürdüler ve idam edilmiş suçluların cesetleri sehpalardan
kapışıldı”4 Bu sahneleri göz önünde bulundurduğumuzda Thomas Hobbes’un “homa
hominu lipus” yani “insan insanın kurdudur” sözünün niçin söylendiği
anlaşılmakta -her ne kadar kurt leş yemese de- bu ifadenin Avrupalı için ne
kadar doğru olduğu görülmektedir.
Yine bu dönemde kıtlığın boyutlarını ve aç kalanların nasıl ölüme terk
edildiklerini göstermesi bakımından şu hadise zikredilmeye değerdir.
“..... Kıtlık durumunda, onun için kente göç etmekten, orada olabildiğince
yığılmaktan, sokaklarda dilenmekten, tıpkı Venedik veya Amiens’de XVI. yüzyılda
bile olduğu gibi orada ölmekten başka bir çözüm yoktur. Kentler bir süre sonra,
yalnızca yakın çevrelerinin ihtiyaç içindeki insanlarının olayı olmayıp, aynı
zamanda da bazen çok uzaklardan gelen gerçek fakir ordularını harekete geçiren
bu istilâlara karşı kendilerini korumak zorunda kalmışlardır. Troyes kenti
1573’te, kırsal alanında ve kendi sokaklarında, paçavralar içinde, bit ve
pireyle kaplı, aç “estrangers”, yabancıların zuhur ettiğini görmüştür. Bunlara
buralarda ancak 24 saat ikamet izni verilmiştir. Fakat burjuvalar kısa bir süre
sonra, bizzat kentteki ve yakınlardaki kırsal alanlardaki sefiller arasında bir
halk ayaklanması tehlikesinden kaygılanmışlar, adı geçen Troyes kentinin
zenginleri ve yöneticileri bu durumdan kurtulmak için toplantı yapmışlardır. Bu
toplantının kararı, bunları kent dışına atmak yönünde olmuştur. Bunu yapabilmek
için, oldukça bol miktarda ekmek pişirtmek, bunları dağıtmak üzere fakirleri
kapılardan birinin önüne toplamak gerekecektir. Onlara sır vermeden, herbirine
ekmeğini ve bir miktar parayı dağıtırken, bunlar bu kapıdan dışarı
çıkarılacaklardır, sonra en sonuncusu da çıkınca, kapı kapatılacak ve surların
üstünden onlara hayatlarını kazanmak üzere Allah’a başka bir yerde gitmeleri ve
Troyes’a gelecek hasattan önce dönmemeleri söylenecektir. Yapılan iş de bu
olmuştur. Dağıtımdan sonra Troyes kentinden kovulan fakirler iyice korkuya
kapılmışlardır...
Burjuva vahşeti XVI. yüzyılın sonuyla birlikte, ondan da fazlası XVII. yüzyılda
ölçüsüz bir şekilde ağırlaşacaktır. Sorun: fakirleri zarar veremez duruma
getirmek. Paris’te ezelden beri hasta ve sakatlar hastanelere sevkedilmekte,
sağlamlar ise, ikişer ikişer zincire vurulmuş olarak ağır ve iğrenç bir iş olan,
kentin çukurlarının temizlenmesine yollanmaktadırlar. İngiltere’de kraliçe
Elizabeth’in saltanatının sonundan itibaren poor laws ortaya çıkmaktadır, bunlar
fiilî olarak fakirlere karşı yasalardır....”5
Bütün bu süreç içerisinde Hıristiyan Avrupa önce kendi kendini sömürgeleştirme
işini tamamlamıştır. Dinî sınırlarını gelecek beş yüzyıl için saptamıştır.
Yakalamış olduğu ilk fırsatta kendi içindeki “öteki”lere kefen giydirmeyi
seçmiştir. Nitekim Müslümanların durumu 1494’ten itibaren bozulmaya başlamıştır.
1499 yazında Granada nüfusunun ezici çoğunluğunun hâlâ Müslüman olduğunu ve
“elches”in -1491 anlaşmalarının güvenceler verdiği, Müslüman olmuş
Hıristiyanlar- burada hâlâ serbestçe yaşadıklarını fark eden katolik krallar,
sadık dostları Talevera’yı görevden almışlar ve yerine Cisneros’u
geçirmişlerdir, o da Müslüman çocukları vaftiz ettirmiştir.6 Bununla da
kalınmamış büyük bir çoğunluğu katledilmiştir. Nitekim, X. yüzyılda
İspanyolların büyük bir çoğunluğu Müslümanken, 1600’de, İspanya nüfusunun sekiz
milyon olduğu tarihte, Hıristiyanlaştırmaya karşı direnişi sürdüren
Müslümanların yalnızca sekiz yüz bin dolayında olduğu sanılmaktadır. Bunlardan
yaklaşık altı yüz bini Kuzey Afrika’ya gönderilmek üzere yurtlarından kovulmuş,
dört yüz elli bin kadarı kötü yolculuk şartlarında hayatını kaybetmiş ve
bunların servetlerine el konulmuştur.7 Bu süreç içerisinde yapılan katliamlar
sadece Müslümanlar üzerine olmamıştır. Benzeri vahşete Yahudiler de maruz
kalmıştır. Şu satırlar mevcut durumu çarpıcı bir şekilde dile getirmektedir:
“İsrail oğullarının İspanya’daki sayıları, ihtişamlarının yağmalandığı yılda üç
yüz bindi; ve malları ile gayrimenkul ve menkul servetlerinin ve yaptıkları bol
miktardaki hayrın değeri binlerce kere bin saf altından daha fazlaydı, bu
zenginlikleri felâket günleri için saklıyorlardı ve bugün, sürgüne
gönderilmemizden ve harap edilmemizden dört yıl sonra her şey acı bir şekilde
sona erdi, çünkü onlardan yaklaşık on bin erkek, kadın ve çocuk kaldı; ve
zenginliklerini ve doğdukları ülkeden kendi elleriyle getirdikleri her şeyi
sürgün yerlerinde bitirdiler.”8
Bu dönemde Yahudilere dünyanın hiçbir yerinde yaşama imkânı tanınmazken, onlara
sadece Türklerin kucak açmaları oldukça dikkate değerdir. Zira Osmanlı ıstırap
içerisindeki bu insanlara şefkat elini bir an bile tereddüt etmeden uzatmıştır.
Böyle bir yardımın önemini kavramak bakımından, bu insanların başka yerlerde
nasıl bir karşılama merasimine tabi kaldıklarını bilmek gerekir. İşte bunlardan
sadece birisini zikretmek, sanırız yeterli olacaktır:
Provence yakınlarında, yanında açlıktan ölen yaşlı babasının bulunduğu bir
Yahudi var, bu kişi lokma ekmek dileniyor, bu yabancı toprakta kimse bunu ona
vermeyi istemiyordu. Bunun üzerine bu adam yaşlıyı yeniden canlandırmak üzere en
büyük oğlunu ekmek karşılığında satmaya gitti, ama babasının yanına döndüğünde
onun cesedinden başkasını bulamadı. Üstünü başını parçaladı ve oğlunu geri almak
için fırıncıya gitti, ama fırıncı çocuğu ona geri vermek istemedi. İç parçalayan
çığlıklar attı ve acı gözyaşları döktü, yardımına kimse gelmedi”9
Yaşanan ıstırap dolu sahneler, sadece bu yüzyıllara ait değildir. Oldukça yakın
sayılabilecek tarihlerde bile bu ve benzeri sahneleri görmek mümkündür. Nitekim
1780’lı yıllardaki Paris, hiç de geçmişi aratmamaktadır:
“Paris’te 1780’lı yılların ötesinde, her yıl ortalama 20.000 kişi ölmektedir.
Bunların 4000’i hayatlarını hastahanede bitirmektedir; “kaba bezlerin içine
dikilen” bu ölüler Clamart’ta sönmemiş kireçle sulanan ortak bir çukurun içine
karmakarışık bir şekilde gömülmektedirler. Gerçekte, her gece sürüklenen ve
Hotel-Diev’den ölüleri güneye doğru taşıyan el arabasından daha ürpertici ne
vardır?” “Çamura bulanmış bir papaz, bir çan, bir haç”, fakirlerin gerçek
konvoyu budur. Hastane “Tanrının Evi? Burada her şey sert ve kötüdür”; 5000 ve
6000 hasta için 1.200 yatak: Yeni gelen, ölen birinin veya bir cesedin yanında
yanyana yatırılacaktır.
Ve hayat, henüz başlangıcında daha cömert değildir. Zira Paris 1780’e doğru
30.000 kadar doğumdan 7-8.000 kadar terkedilmiş çocuk kaydetmektedir. Bu
çocukları hastaneye bırakmak bir meslekti, adam bunları sırtında “içine üç tane
alabilecek örtülü bir kutuda” taşımaktadır. Çocuklar kutunun içinde kundaklanmış
olarak ayaktadırlar, yukarıdan nefes almaktadırlar. Taşıyıcı kutusunu açtığında
çoğunlukla bunlardan birini ölü bulmaktadır; yolculuğunu diğer ikisiyle
tamamlamaktadır ve elindekilerden kurtulmak için sabırsızlanmaktadır ve hemen
ekmek parası olan işine yeniden başlamak üzere geri dönmektedir.”10
Bu ve benzeri sahnelerin daha nicelerini tarihin sayfaları arasında hiç de
zorluk çekmeden bulabilmek mümkündür. Ancak Avrupalı sadece kendi
içerisindekileri değil, dış dünyadaki “öteki”leri de katletmekten bir lahza
olsun çekinmemiştir. |