Tekil Mesaj gösterimi
Alt 20-01-2007, 20:55   #1
OnuR
 
OnuR - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun İstanbul'u

İLERİClick the image to open in full size.
Yakup Kadri’de İstanbul çoğu kez bir ilenç, kâbus ve utanç şehridir. Bunda, öyle sanıyorum ki, düşman işgali altındaki İstanbul’u yaşamanın ve gözlemiş olmanın sızısı yatar. “İstanbul’da yalnız sırıtan, durmadan sırıtan bir halk var. En bayağı şeylerle eğleniyor, anlamadığı şeylere gülüyor...”

Doğum ve ölüm yıldönümleri, kimselerin anmadığı yazarlarımızı hatırlatmak için bir imkân olup çıktı. Aslında Yakup Kadri’yi geçen hafta anmalıydım; ölüm tarihi 13 Aralık 1974. Büyük romancımız, büyük şairimiz Necatigil’le ayın günde ölmüş. Üst üste söz açmak istemedim ölümlerden. Fakat İstanbul’u yazmaya çalışırken, Yakup Kadri’nin eseri olmaksızın konuşmak, karalamak, çiziktirmek de yakışıksız geldi.
Yakup Kadri’de İstanbul çoğu kez bir ilenç, kâbus ve utanç şehridir. Bunda, öyle sanıyorum ki, düşman işgali altındaki İstanbul’u yaşamanın ve gözlemiş olmanın sızısı yatar. Ergenekon’da (1929) yer alan, 15 Aralık 1920 tarihli, “Gülünç İstanbul” başlıklı yazı, demek istediğimin kanıtı sayılabilir:
“İstanbul’da yalnız sırıtan, durmadan sırıtan bir halk var. En bayağı şeylerle eğleniyor, anlamadığı şeylere gülüyor, bilmediği şeyleri istiyor ve inciden boncuğa, altından tenekeye kadar her şeyi süs ve ihtişam sayıyor.”
Devir, Anadolu’da Millî Mücadele’nin, payitaht İstanbul’da hiç değilse bazı kesimler için, işbirlikçiliğin, ala ala hey yaşamların devridir. Yakup Kadri tespitlerini ve yakınmasını sürdürür:
“Bir akşam Kadıköyü’nde bir sinemada idim. Salon bayağı pis ve soğuk, tıpkı bir ahırı andırıyordu. Localarda birçok süslü, lavantalı, pudralı, sürmeli kadınlar… Bunların birçoğunu tiyatroya girerken gördüm; buraya, içinden aydınlıklı büyük ve mükellef otomobillerde, bir operaya gelir gibi geldiler. Hepsinin sinema şeritlerinde görülen kadınları taklit eden bir halleri var. Manşonlarını tutuşları o kadar iğreti, kürklerine sarılışları, sağa sola bakışları o kadar yapmacık ki, insan bunların kurulmuş birer büyük bebek olduklarına hükmedeceği gelir.”
İstanbul neden böyle bir yapmacığa, iğretiliğe, görgüsüzlüğe sürüklenmiştir? Çok ustalıklı gençlik eseri Kiralık Konak’ta (1922), daha ilk romanında yanıtlar Yakup Kadri: İstanbul kültür gömleği değiştirirken yaralanmış; ne eski değerleri koruyabilmiş, ne yeni değerleri içtenlikle özümseyebilmiştir.
Kiralık Konak, II. Abdülhamid zamanı nâzırlarından Naim Efendi’nin çöküşe yol alan konağındaki üç kuşağı aktarır. Damat Sermet Bey, Tanzimat kültürünü, o dönemde vatan için iyilik çabalarını sindirememiş bir kişidir, az buçuk okuryazar, hayli züppe. Onun oluşturduğu yaşama biçimi, Birinci Dünya Savaşı’na hızla yaklaşan günlerin insanı Seniha’da, Sermet Bey’in gencecik kızında belirir. Naim Efendi’nin çok sevdiği torununda bütün değerler altüsttür.
Kiralık Konak’ı pek çok kez okudum. Başlangıcındaki şu satırlar, hiçbir tarih kitabından edinemediğim kadar bilgiyle donattı beni:
“Sonra redingot devri geldi ve redingot içinden yarı uşak, yarı kapıkulu, riyakâr, adi bir nesil türedi. Bu neslin en yüksek, en kibar simalarında bile bir saray hademesi hali vardı. Çoğu İkinci Abdülhamid Han devri ricalinden olan bu adamların her biri hile ile efendilerinin arabasına binmiş seyisleri andırıyorlardı.”
Onlarla birlikte İstanbul yıkımlı değişimlere uğrar. Yaşayış, duyuş, düşünüş, her şey köksüzleşmiştir. Yakup Kadri, sadece günün gelgeç modalarına yenik düşmüş bu bedbaht İstanbul’da hayatımızın “rokokolaştığını” söyler.
İlk kez yine 1922’de kitap olarak basılan Nur Baba, imparatorluğun manevî çöküş cephesini irdeler. Çamlıca’da, gözlerden ırak bir Bektaşi tekkesinin geçen yüzyılın başındaki hikâyesidir anlatılan. Fakat bu tekke, bir sonbahar dekoru içinde, geçmiş günlerine sanki ağıt yakar.
Gönül eğitimi, ruh incelikleri yoldan çıkmış, basit bir işret âleminin paravanası olmuştur. Bilgisiz Nur Baba, maddî değerlerin, kişisel çıkarların ötesinde hiçbir şeye yüz vermemektedir. Gönül hakikatini arayan Nigâr Hanım, Çamlıca’daki tuhaf, irkiltici dergâhtan boş yere yardım umar.
Nur Baba’nın yayımlanışı olay olur. Romancıya ve eserine öfke yağar. Daha ilginci, uzun yıllar sonra da Nur Baba lanetli bir eser olmaktan kurtulamaz. Örnekse, edebiyatımızı çok sevmiş ve hep sevdirmek istemiş Nihat Sami Banarlı şu yorumundan caymayacaktır:
“Sanatkâr, Nur Baba isimli romanında, millî ve tarihî bir Türk müessesesi olan Bektaşi tekkesinin, Türk medeniyeti tarihine yedi asır süresince yaptığı büyük hizmetleri asla dikkate almayarak, bu tekkenin yalnız son çağlardaki bazı bozuk taraflarını Bektaşiliğin kendisi zannedercesine bu teşekkülü şiddetle hırpalamıştır.”
Oysa Nur Baba’yı başka türlü okumak mümkündür. Burada dilin, şiirin, müziğin toplumsal hayattakine koşut çöküşü, gönlün kiplerine ait bazı duyarlıkların geçmişe karışması, birey üzerindeki derin, sarsıcı etkisiyle karşımıza çıkar. Nigâr Hanım’ı yıkıma alıp götüren, bir anlamda, toplumsal soysuzlaşmanın her alana sıçrayışıyla ilintilidir…
Bir başka İstanbul romanı olan Hüküm Gecesi (1927), belgesel roman yaklaşımı içinde, gerçek hayattaki kişilerle kurmaca kişileri bir arada yaşatır. Meşrutiyet dönemi çalkantıları, siyaset ve düşünce hayatı, iktidar ve muhalefet partileri bu romanın tutanağıdır. Mahmud Şevket Paşa, Talat Bey, Cemal Bey, Rıza Tevfik, Ziya Gökalp roman kişisi olmuşlardır.
Hüküm Gecesi’nde İstanbul hep bir gece karanlığında görünür, güpegündüzde bile. Bir zamanın bayındır semtleri, sokakları, şimdi politikaların karanlığına uğramışçasına yıpraktır. Yalnız, Nişantaşı’nda bir konak dış görünümde şaşaasını, güzelliğini korumaktadır. Romancı bizi içeriye davet eder. Konağın içinde alçalış ve çirkinlikle yüz yüze geliriz.
Romancımız 1928’de Sodom ve Gomore’yi sunar okura. Eser, Mütareke dönemi İstanbul’unu Tevrat’ın ilençli kentleri Sodom’la Gomore’ye benzetir. Oralarda yaşanmış olanlar şimdi İstanbul’da yaşanmaktadır. Her açıdan batış söz konusudur.
Konaklar, köşkler, otel odaları, beş çayları, akşam yemekleri, gece hayatı, lüks barları, danslı suvareleriyle ölümcül bir debdebeyi canlandıran Sodom ve Gomore, işgal İstanbul’unu, işbirlikçi Osmanlı-Türk ailelerini, düşman ordularının İstanbul’daki tahakkümünü dile getiren, bugün yazılmışçasına güncelliğini koruyan bir romandır.
Uzun aradan sonra, Panorama’da (1954) Yakup Kadri İstanbul’a atıfta bulunuşlarla geri döner. Enikonu kalabalık kadrolu, yoğun öykü öbekli Panorama aynı zamanda Cumhuriyet döneminin bir panoramasıdır. Yılların romancısı, ülkenin uygarlık dışı kargaşaya çekilmek istendiğini, itham edici denebilecek satırlarla ifade etmektedir.
Atatürk (1946) adlı monografisinde Atatürk’ün İstanbul günlerine ilişkin çok canlı, büyük bir yalnızlığı deşen sayfalar kaleme getirmiş Yakup Kadri, son romanı Hep O Şarkı’da (1956), İstanbul’a, hatıralar arasından içlilikle yaklaşır. İlenç, kâbus, Sodom’un, Gomore’nin günahkârlığı büyük ölçüde aradan çekilmiştir.
Hep O Şarkı, birkaç padişah görmüş, Abdülaziz dönemi İstanbul hanımefendisinin söylemiyle konuşur.
Edebiyat tarihlerimizin ya üzerinde hiç durmadığı, ya da pek fazla beğenmediği, geçiştirdiği Hep O Şarkı, benim için, Yakup Kadri’nin en içli romanıdır. Burada, yalnızca, karşılıksız kalmaya mahkûm bir eski zaman aşkı söyleşilmez; hatıra defterinin içtenliğiyle, romancı hem kendi çabasıyla, hem de roman sanatıyla hesaplaşır gibidir.
Siluetleri bile çoktan silinmiş eski zaman hayatları, romancının bilinçli seçimiyle alabildiğine sahici, alabildiğine kırık dökük anlatımlarla yansıyıp durur. İstanbul, sonsuza dek kaybettiği asıl mimarisiyle, kendinin var ettiği mimariyle görünür. Romancı bu kez İstanbul’a merhamet duymaktadır…
Gençlik ve Edebiyat Hatıraları’nı (1969) unutmadım. Orada birçok yazarımız İstanbul maceralarıyla yaşıyor…
İşte benim okuyabildiğim Yakup Kadri Karaosmanoğlu.

Not: Fotoğraf Pera Müzesi’nde devam eden ‘Konstantiniyye’den İstanbul’a sergisinden alınmıstır.
__________________




Besiktas JK






.
OnuR Ofline   Alıntı ile Cevapla