Üyelik tarihi: Jan 2008
Mesajlar: 23
Tecrübe Puanı: 18  | Bölüm 1 – Şirketin Egemen Konuma Yükselişi Son 150 yılda şirket, nispeten belirsizlik içeren bir durumdan çıkıp, dünyanın egemen ekonomik kurumuna dönüşmüştür. Bugün hayatımızı şirketler yönetiyor. Ne yiyeceğimizi, neyi seyredeceğimizi, ney, giyeceğimizi, nerede çalışacağımızı ve ne yapacağımızı belirliyorlar. İşadamları ve politikacılar, XVI. yüzyılın sonlarında ilk ortaya çıktığından beri, şirkete kuşkuyla yaklaşmışlardı. Yöneticiler ve işletmecilerden oluşan bir grup firmayı işletirken, hissedarlardan oluşan diğer grup firmanın mülkiyetine sahip oluyordu. Çoğu kişi, eşi benzeri olmayan bu tasarımın yolsuzluğa ve rezalete yol açacağına inanıyordu. Adam Smith Wealth of Nations’da [Milletlerin Zenginliği], “diğer insanların parasının” vekilharçlığını yapmak için işletmecilere güvenilemeyeceği, işletmeler şirket olarak organize edildiğinde kaçınılmaz şekilde “ihmalkârlık ve müsrifliğin” ortaya çıkacağı yönünde uyarıda bulunmaktaydı. 1720 yılında İngiliz Parlamentosu Dolandırıcılık Yasası’nı çıkarmıştı; bu yasaya göre, “şirket olmaya yeltenen” bir ortaklık oluşturmak ve “hukuki yetkiye sahip olmaksızın devredilebilir hisseler” dağıtmak suç teşkil ediyordu. Bugün, tüm rezillikleriyle South Sea Company dümenine benzeyen şirket skandallarının ardından, bir hükümetin kalkıp da, şirket formunu yasaklayacağı kimsenin aklına gelmez. Şirket formu ve muhasebesine özgü daha belirgin kimi sorunları düzeltmek üzere, 2002’de imzalanan Sarbanes-Oxley Yasası’nın en azından kâğıt üzerinde hoşa giden çareler sunmasına karşın, federal hükümet genelde şirket skandallarına, olsa olsa ağırkanlı ve ürkekçe yaklaşmıştır. Bu yaklaşımı, İngiliz Parlamentosu’nun 1720 tarihli hızlı ve acımasız önlemleriyle karşılaştırdığımızda, geçen 300 yıl boyunca şirketlerin, hükümetin kendilerini kontrol etme yeteneğini zayıflatacak büyük bir güç toplamış olduklarını görüyoruz. 1720’de yasamanın bir kalem darbesiyle yasaklayabildiği yeni palazlanmaya başlamış bir kurum olan şirket, artık topluma ve hükümete hükmetmektedir. Bir işletme formu olarak şirketin dehası ve son 300 yılda dikkate değer yükselişinin nedeni, sınırsız sayıdaki insanın sermayesini ve dolayısıyla ekonomik gücünü birleştirme yeteneğiydi ve yeteneğidir de. Büyük ölçekli yeni girişimler, ortaklıkların toplayabileceğinden çok daha büyük sermaye yatırımı gerektiriyordu ve dolayısıyla şirketler çoğaldı. Devrimin ardından Amerika’da, 1781 ve 1790 yılları arasında, şirketlerin sayısı 33’ten 328’e çıkarak on kat arttı. Dolandırıcılık Yasası’nın 1825 yılında iptal edilmesi ve şirketleşmeye bir kez daha yasal olarak izin verilmesiyle birlikte, İngiltere’de de şirketlerin sayısı çarpıcı şekilde arttı; iş dünyasında, kuşkulu iş ilişkileri ve dolandırıcılar yeniden yaygınlaştı. Romancı Sir Walter Scott’un o dönemde gözlemlediği gibi, anonim şirketler hızla “çağın modası”na dönüşüvermiş ve yazarlara hicvedecek konu çıkmıştı. Railways and the Growth of the Capital Market’te M.C. Reed’in ileri sürdüğü gibi, “demiryolu sisteminin ortaya çıkışı ve yaygınlaşmasının en önemli yan ürünlerinden biri”, sistemin “şirket menkul değerleri açısından bir ulusal pazarın gelişimine yardım etmekte oynadığı rol”dü. 1890’lardan başlayarak 20 yıl gibi kısa bir sürede şirket, devrimci bir dönüşüm geçirdi. Değişimler kısa sürede bir şirketleşme fırtınası yarattı; işletmeler yeni bir özgürlük ve güç arayışına girerken, şirketleşme bu talepleri karşılıyordu. Ne var ki, şirket birleşmeleri ve iktisapları üzerindeki önemli kısıtlamaların kaldırılmasıyla birlikte, küçük ve orta büyüklükteki çoğu şirket çok geçmeden, az sayıdaki çok büyük şirket tarafından yutuldu. Böylece şirket kapitalizmi dönemi başlamış oldu. XIX. yüzyılın sonunda garip bir hukuki simya sayesinde mahkemeler şirketi, malikleri ve yöneticileri olan kanlı canlı insanlardan ayrı, kendi kimliğine sahip bir “kişi”ye tümüyle dönüştürmüş ve tıpkı gerçek bir kişi gibi, kendi adına iş ilişkilerini yürütmek, servet elde etmek, işçi çalıştırmak, vergi ödemek ve haklarını talep edip eylemlerini savunmak üzere mahkemeye gitme yetkileriyle donatmıştı. XX. yüzyılın başlarında şirketler genellikle, her yere dağılmış binlerce, hatta yüz binlerce adı sanı bilinmeyen hissedarın bileşiminden oluşuyordu. Güçlerinin fazlasıyla seyreltilmesi yüzünden, birey olarak idari kararları etkileyemiyorlardı; kolektif biçimde hareket edemeyecek kadar da darmadağınıktılar. Sonuçta hissedarların büyük şirketlerdeki güçlerini ve kontrollerini kaybetmeleri, yöneticilerin kazancı olup çıkmıştı. Şirketin büyüklüğü ve gücü arttıkça, insanların şirkete yönelik korkularını yatıştırma ihtiyacı da baş gösterdi. Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna gelindiğinde, aralarında General Electric, Eastman Kodak, National Cash Register, Standard Oil, U.S. Rubber ve Goodyear Tire & Rubber Company’nin bulunduğu Amerika’nın önde gelen bazı şirketleri kendilerine hayırsever ve sorumluluk sahibi bir imaj tasarlamakla meşguldü. Bu trendi tanımlamak için kullanılan “Yeni Kapitalizm” tabiri, iyi kurumsal yurttaşlık vaatleriyle, daha iyi ücret ve çalışma koşulları uygulamalarıyla şirketlerin imajını yumuşattı. Bir yandan yurttaşlar hükümetlerden şirket gücünün dizginlerini ellerinde tutmalarını talep ediyor, öte yandan savaş sırasında hayatlarını tehlikeye atan ve işçi olarak daha iyi muamele görmek isteyen Birinci Dünya Savaşı gazilerinin ülkeye dönmeleriyle birlikte işçi sınıfı militanlığı yaygınlaşıyordu; bu atmosferde Yeni Kapitalizm yandaşları, hükümet ve sendikaların zorlayıcı baskıları olmadan da şirketlerin iyi olabileceğini kanıtlamaya çalışıyorlardı. Şirketlerin aleyhteki kamuoyundan canları yanınca, 1930’larda şirket sosyal sorumluluğu tekrar canlandı. O dönemde pek çok insan, şirket açgözlülüğünün ve kötü idaresinin Büyük Bunalım’a yol açtığına inanıyordu. Hâkim Louis Brandeis’in 1933 tarihli bir Anayasa Mahkemesi kararında ifade ettiği görüşünü paylaşıyorlardı: Şirketler, yapmaya muktedir “Frankenstein canavarları”ydı. Buna yanıt olarak iş dünyası liderleri şirket sosyal sorumluluğuna sarıldılar. Şirket liderlerinin kendilerini düzenleyebilecek kapasitede olduklarını iddia etmelerine rağmen, 1934 yılında Başkan Franklin D.Roosevelt, bir sürü şeyin yanı sıra, şirket gücünü ve özgürlüğünü frenleyerek ekonominin sağlığını yeniden canlandırmayı amaçlayan düzenleyici reformlar paketini, New Deal’ı [Yeni Anlaşma] yarattı. Şirketleri düzenleme ve modern düzenleyici devleti kurma yönündeki ilk sistematik çaba olarak Yeni Anlaşma’yı, dönemin iş dünyası liderlerinin çoğu kötülemiş ve küçük bir işadamları grubunun Roosevelt yönetimini devirmek üzere darbe girişiminde bulunmasına bile yol açmıştı. Komplo başarısız olsa da, çok sayıdaki iş dünyası liderinin Roosevelt’e karşı beslediği düşmanlığın boyutunu yansıtması açısından önemliydi. Ne var ki, kapsadığı pek çok düzenleyici usulle birlikte Yeni Anlaşma’nın ruhu da hükmünü sürdü. Yeni Anlaşma’nın ortaya çıkışını izleyen 50 yıl boyunca, İkinci Dünya Savaşı sırasında, savaş sonrası dönemde, 1960’lar ve 1970’lerde şirketlerin artan gücü, hükümet eliyle düzenlemenin sürekli genişlemesi, sendikalar ve sosyal programlar sayesinde hiç değilse kısmen dengelendi. Ardından, tıpkı buharlı makineler ve demiryollarının, 100 yıl önce şirket denen dev yaratığı oluşturmak üzere yeni yasalar ve ideolojilerle birleşmesi gibi, teknoloji, hukuk ve ideolojinin yeni bir yakınlaşması pusulanın yönünü, daha büyük düzenleyici kontrole sahip şirketlere doğru çevirmiş ve şirketleri emsali görülmemiş bir güç ve nüfuzla donatmıştır. 1979’da Margaret Thatcher Britanya’nın başbakanı, 1980’da Ronald Reagan da ABD’nin başkanı olduğu zaman, Yeni Anlaşma fikirleri ve politikalarının esinlediği ekonomik dönem sona ermiş oldu. Gelecek 20 yıl boyunca hükümetler, kısıtlayıcı koşulların ver düzenlemelerin ortadan kaldırılmasına [deregülasyon], özelleştirmeye, harcama kısıntılarına, büyük bir gayretle enflasyonun düşürülmesine yönelik neoliberalizmin temel politikalarını sürdürdüler. 1990’ların başlarına gelindiğinde neoliberalizm ekonomik bir akideye dönüşmüştü. Ulaşım ve iletişimdeki teknolojik yenilikler, şirketin hareket kabiliyetini ve taşınabilirliğini büyük ölçüde arttırmıştı. Artık kendi ülkelerinin yasal yetki alanlarına bağlı olmayan şirketler, düşük maliyetle mal ve hizmet üretmek için yeryüzünde yeni yerler arayabilirdi. Emeğin ucuz ve çevre standartlarının düşük olduğu yoksul ülkelerde işgücü satın alabilir, insanların yüksek gelire sahip ve iyi paralar ödemeye hazır oldukları zengin ülkelerde ürünlerini satabilirlerdi. Kendilerini bir yere bağlı olmaktan kurtaran şirketler artık, hükümetlerin ekonomi politikalarını belirleyebiliyorlardı. İster yatırımları kendi yasal yetki alanları içinde tutmak, ister bu alanlara yeni yatırımlar çekmek amacıyla, cazibelerini korumak için, hükümetler bundan böyle, ticareti kolaylaştırıcı politikalar sayesinde şirketleri ikna etmek üzere kendi aralarında rekabet etmek zorunda kalacaklardı. Meydana gelen bu “tepeden tırnağa mücadele” hükümetlerin düzenleyici usullerinden geri adım atmalarına, çoğu kez ortaya çıkacak sonuçlara hiç aldırış etmeden vergileri düşürmelerine ve sosyal programları küçültmelerine neden olacaktı. 1993’te Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) kurulmasıyla birlikte ekonomik küreselleşmenin deregülasyon mantığı derinleşti. Pek çok durumda örgüt, ceza tehdidini kullanarak ülkelerden, çevresel çıkarları, tüketicilerin ve kamunun diğer çıkarlarını korumak üzere hazırlanmış yasaları değiştirmelerini ya da iptal etmelerini istemişti. Endüstri gruplarının örgüt içinde tadını çıkardıkları ayrıcalıklı konum ve hatırı sayılır nüfuz düşünüldüğünde, DTÖ politikaları ve kararlarının, şirketlerin çıkarlarını savunmaya yatkın olması hiç de şaşırtıcı değil. Nobel ödülü sahibi iktisatçı Joseph Stiglitz’in belirttiği gibi, üye devletleri temsil eden ticaret bakanları genellikle, “gelişmiş endüstri ülkelerindeki ticari ve mali çıkarların safında yer alırlar” ve dolayısıyla şirketlerin etkileyeceği kolay hedeflerdir. Kısa ömrü süresince DTÖ, ulusların kendi yurttaşlarını şirketlerin kötülüklerinden koruma yetenekleri üzerinde önemli bir ayakbağına dönüşmüştür. Dahası DTÖ’nün sadece bir unsuru olduğu ekonomik küreselleşme, şirketlerin hükümet otoritesinden kurtulma yeteneklerini de önemli ölçüde arttırmıştır. Ira Jackson’un gözlemlediği gibi, şirketler ve liderleri, “sistemimizin yeni başrahipleri ve hüküm süren oligarkları olarak… politikayı ve politikacıları yerlerinden etmişlerdir.” Artık şirketler, toplumu muhtemelen hükümetlerden daha fazla yönetmektedirler; yine de, ekonomik küreselleşme sayesinde kazandıkları gücün onları saldırıya açık hale de getirmesi ironiktir. Herhangi bir yönetici kurum gibi şirket de artık, endişesi giderek büyüyen kamunun güvensizliğine, korkularına ve sorumluluk talebine maruz kalmaktadır. Öncelleri gibi bugünün şirket liderleri de, kamunun güvenini yeniden kazanmak ve sürdürmek için çalışma ihtiyacını kavrıyorlar. Ve tıpkı öncelleri gibi onlar da şirketi, insani, hayırsever ve sosyal sorumluluk sahibi olarak göstermeye çalışarak şirketin imajını yumuşatmaya çabalıyorlar. Bugün şirketler, kendileri için emsalsiz ve cazip kişilikler yaratmak için “markalama”yı kullanıyorlar. Markalama, şirketleri sadece gerçek insanlarla ilişkilendirmek üzere tasarlanmış stratejilerin ötesine geçiyor.
[FONT='Times New Roman','serif']Sosyal sorumluluğun öncüsü P.W. Litchfield’in halefi Sam Gibara, “şirketlerin daha güvenilir olması gerektiğini” belirtmektedir. “Hükümetten şirkete bir otorite aktarımı olmuştur, şirketin bu sorumluluğu üstlenmesi gerekiyor… ve gerçekten de şirketin, kurumsal yurttaşlığa katkıda bulunan bir dünya vatandaşı gibi davranması gerekiyor; içinde çalıştığı topluluklara saygı duyması ve geçmişte hükümetlerin kendisinden istediği öz-disiplini üstlenmesi gerekiyor.”[/font]
__________________ Lütfen forum kurallarını okuyunuz..
Konu nvr32 tarafından (31-01-2008 Saat 01:12 ) değiştirilmiştir..
Sebep: font rengi değiştirme
|