Beşiktaş Forum  ( 1903 - 2013 ) Taraftarın Sesi


Geri git   Beşiktaş Forum ( 1903 - 2013 ) Taraftarın Sesi > Eğitim Öğretim > Dersler - Ödevler - Tezler - Konular > Kitap Özetleri

Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
Alt 31-01-2008, 01:08   #1
 
nvr32 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Icon2 Şirket Kitabının Özeti

Kitap Adı: Şirket
Yazarı: Joel BAKAN
Yayınevi: Ayrıntı Yayınevi
__________________
Lütfen forum kurallarını okuyunuz..
nvr32 Ofline   Alıntı ile Cevapla
Alt 31-01-2008, 01:09   #2
 
nvr32 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Bölüm 1

Bölüm 1 – Şirketin Egemen Konuma Yükselişi
Son 150 yılda şirket, nispeten belirsizlik içeren bir durumdan çıkıp, dünyanın egemen ekonomik kurumuna dönüşmüştür. Bugün hayatımızı şirketler yönetiyor. Ne yiyeceğimizi, neyi seyredeceğimizi, ney, giyeceğimizi, nerede çalışacağımızı ve ne yapacağımızı belirliyorlar.

İşadamları ve politikacılar, XVI. yüzyılın sonlarında ilk ortaya çıktığından beri, şirkete kuşkuyla yaklaşmışlardı.

Yöneticiler ve işletmecilerden oluşan bir grup firmayı işletirken, hissedarlardan oluşan diğer grup firmanın mülkiyetine sahip oluyordu. Çoğu kişi, eşi benzeri olmayan bu tasarımın yolsuzluğa ve rezalete yol açacağına inanıyordu. Adam Smith Wealth of Nations’da [Milletlerin Zenginliği], “diğer insanların parasının” vekilharçlığını yapmak için işletmecilere güvenilemeyeceği, işletmeler şirket olarak organize edildiğinde kaçınılmaz şekilde “ihmalkârlık ve müsrifliğin” ortaya çıkacağı yönünde uyarıda bulunmaktaydı.

1720 yılında İngiliz Parlamentosu Dolandırıcılık Yasası’nı çıkarmıştı; bu yasaya göre, “şirket olmaya yeltenen” bir ortaklık oluşturmak ve “hukuki yetkiye sahip olmaksızın devredilebilir hisseler” dağıtmak suç teşkil ediyordu. Bugün, tüm rezillikleriyle South Sea Company dümenine benzeyen şirket skandallarının ardından, bir hükümetin kalkıp da, şirket formunu yasaklayacağı kimsenin aklına gelmez.

Şirket formu ve muhasebesine özgü daha belirgin kimi sorunları düzeltmek üzere, 2002’de imzalanan Sarbanes-Oxley Yasası’nın en azından kâğıt üzerinde hoşa giden çareler sunmasına karşın, federal hükümet genelde şirket skandallarına, olsa olsa ağırkanlı ve ürkekçe yaklaşmıştır. Bu yaklaşımı, İngiliz Parlamentosu’nun 1720 tarihli hızlı ve acımasız önlemleriyle karşılaştırdığımızda, geçen 300 yıl boyunca şirketlerin, hükümetin kendilerini kontrol etme yeteneğini zayıflatacak büyük bir güç toplamış olduklarını görüyoruz. 1720’de yasamanın bir kalem darbesiyle yasaklayabildiği yeni palazlanmaya başlamış bir kurum olan şirket, artık topluma ve hükümete hükmetmektedir.

Bir işletme formu olarak şirketin dehası ve son 300 yılda dikkate değer yükselişinin nedeni, sınırsız sayıdaki insanın sermayesini ve dolayısıyla ekonomik gücünü birleştirme yeteneğiydi ve yeteneğidir de.

Büyük ölçekli yeni girişimler, ortaklıkların toplayabileceğinden çok daha büyük sermaye yatırımı gerektiriyordu ve dolayısıyla şirketler çoğaldı. Devrimin ardından Amerika’da, 1781 ve 1790 yılları arasında, şirketlerin sayısı 33’ten 328’e çıkarak on kat arttı.
Dolandırıcılık Yasası’nın 1825 yılında iptal edilmesi ve şirketleşmeye bir kez daha yasal olarak izin verilmesiyle birlikte, İngiltere’de de şirketlerin sayısı çarpıcı şekilde arttı; iş dünyasında, kuşkulu iş ilişkileri ve dolandırıcılar yeniden yaygınlaştı. Romancı Sir Walter Scott’un o dönemde gözlemlediği gibi, anonim şirketler hızla “çağın modası”na dönüşüvermiş ve yazarlara hicvedecek konu çıkmıştı.

Railways and the Growth of the Capital Market’te M.C. Reed’in ileri sürdüğü gibi, “demiryolu sisteminin ortaya çıkışı ve yaygınlaşmasının en önemli yan ürünlerinden biri”, sistemin “şirket menkul değerleri açısından bir ulusal pazarın gelişimine yardım etmekte oynadığı rol”dü.
1890’lardan başlayarak 20 yıl gibi kısa bir sürede şirket, devrimci bir dönüşüm geçirdi. Değişimler kısa sürede bir şirketleşme fırtınası yarattı; işletmeler yeni bir özgürlük ve güç arayışına girerken, şirketleşme bu talepleri karşılıyordu. Ne var ki, şirket birleşmeleri ve iktisapları üzerindeki önemli kısıtlamaların kaldırılmasıyla birlikte, küçük ve orta büyüklükteki çoğu şirket çok geçmeden, az sayıdaki çok büyük şirket tarafından yutuldu. Böylece şirket kapitalizmi dönemi başlamış oldu.

XIX. yüzyılın sonunda garip bir hukuki simya sayesinde mahkemeler şirketi, malikleri ve yöneticileri olan kanlı canlı insanlardan ayrı, kendi kimliğine sahip bir “kişi”ye tümüyle dönüştürmüş ve tıpkı gerçek bir kişi gibi, kendi adına iş ilişkilerini yürütmek, servet elde etmek, işçi çalıştırmak, vergi ödemek ve haklarını talep edip eylemlerini savunmak üzere mahkemeye gitme yetkileriyle donatmıştı.

XX. yüzyılın başlarında şirketler genellikle, her yere dağılmış binlerce, hatta yüz binlerce adı sanı bilinmeyen hissedarın bileşiminden oluşuyordu. Güçlerinin fazlasıyla seyreltilmesi yüzünden, birey olarak idari kararları etkileyemiyorlardı; kolektif biçimde hareket edemeyecek kadar da darmadağınıktılar. Sonuçta hissedarların büyük şirketlerdeki güçlerini ve kontrollerini kaybetmeleri, yöneticilerin kazancı olup çıkmıştı.

Şirketin büyüklüğü ve gücü arttıkça, insanların şirkete yönelik korkularını yatıştırma ihtiyacı da baş gösterdi.

Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna gelindiğinde, aralarında General Electric, Eastman Kodak, National Cash Register, Standard Oil, U.S. Rubber ve Goodyear Tire & Rubber Company’nin bulunduğu Amerika’nın önde gelen bazı şirketleri kendilerine hayırsever ve sorumluluk sahibi bir imaj tasarlamakla meşguldü. Bu trendi tanımlamak için kullanılan “Yeni Kapitalizm” tabiri, iyi kurumsal yurttaşlık vaatleriyle, daha iyi ücret ve çalışma koşulları uygulamalarıyla şirketlerin imajını yumuşattı. Bir yandan yurttaşlar hükümetlerden şirket gücünün dizginlerini ellerinde tutmalarını talep ediyor, öte yandan savaş sırasında hayatlarını tehlikeye atan ve işçi olarak daha iyi muamele görmek isteyen Birinci Dünya Savaşı gazilerinin ülkeye dönmeleriyle birlikte işçi sınıfı militanlığı yaygınlaşıyordu; bu atmosferde Yeni Kapitalizm yandaşları, hükümet ve sendikaların zorlayıcı baskıları olmadan da şirketlerin iyi olabileceğini kanıtlamaya çalışıyorlardı.

Şirketlerin aleyhteki kamuoyundan canları yanınca, 1930’larda şirket sosyal sorumluluğu tekrar canlandı. O dönemde pek çok insan, şirket açgözlülüğünün ve kötü idaresinin Büyük Bunalım’a yol açtığına inanıyordu. Hâkim Louis Brandeis’in 1933 tarihli bir Anayasa Mahkemesi kararında ifade ettiği görüşünü paylaşıyorlardı: Şirketler, yapmaya muktedir “Frankenstein canavarları”ydı. Buna yanıt olarak iş dünyası liderleri şirket sosyal sorumluluğuna sarıldılar.

Şirket liderlerinin kendilerini düzenleyebilecek kapasitede olduklarını iddia etmelerine rağmen, 1934 yılında Başkan Franklin D.Roosevelt, bir sürü şeyin yanı sıra, şirket gücünü ve özgürlüğünü frenleyerek ekonominin sağlığını yeniden canlandırmayı amaçlayan düzenleyici reformlar paketini, New Deal’ı [Yeni Anlaşma] yarattı. Şirketleri düzenleme ve modern düzenleyici devleti kurma yönündeki ilk sistematik çaba olarak Yeni Anlaşma’yı, dönemin iş dünyası liderlerinin çoğu kötülemiş ve küçük bir işadamları grubunun Roosevelt yönetimini devirmek üzere darbe girişiminde bulunmasına bile yol açmıştı. Komplo başarısız olsa da, çok sayıdaki iş dünyası liderinin Roosevelt’e karşı beslediği düşmanlığın boyutunu yansıtması açısından önemliydi. Ne var ki, kapsadığı pek çok düzenleyici usulle birlikte Yeni Anlaşma’nın ruhu da hükmünü sürdü. Yeni Anlaşma’nın ortaya çıkışını izleyen 50 yıl boyunca, İkinci Dünya Savaşı sırasında, savaş sonrası dönemde, 1960’lar ve 1970’lerde şirketlerin artan gücü, hükümet eliyle düzenlemenin sürekli genişlemesi, sendikalar ve sosyal programlar sayesinde hiç değilse kısmen dengelendi. Ardından, tıpkı buharlı makineler ve demiryollarının, 100 yıl önce şirket denen dev yaratığı oluşturmak üzere yeni yasalar ve ideolojilerle birleşmesi gibi, teknoloji, hukuk ve ideolojinin yeni bir yakınlaşması pusulanın yönünü, daha büyük düzenleyici kontrole sahip şirketlere doğru çevirmiş ve şirketleri emsali görülmemiş bir güç ve nüfuzla donatmıştır.

1979’da Margaret Thatcher Britanya’nın başbakanı, 1980’da Ronald Reagan da ABD’nin başkanı olduğu zaman, Yeni Anlaşma fikirleri ve politikalarının esinlediği ekonomik dönem sona ermiş oldu. Gelecek 20 yıl boyunca hükümetler, kısıtlayıcı koşulların ver düzenlemelerin ortadan kaldırılmasına [deregülasyon], özelleştirmeye, harcama kısıntılarına, büyük bir gayretle enflasyonun düşürülmesine yönelik neoliberalizmin temel politikalarını sürdürdüler. 1990’ların başlarına gelindiğinde neoliberalizm ekonomik bir akideye dönüşmüştü.

Ulaşım ve iletişimdeki teknolojik yenilikler, şirketin hareket kabiliyetini ve taşınabilirliğini büyük ölçüde arttırmıştı. Artık kendi ülkelerinin yasal yetki alanlarına bağlı olmayan şirketler, düşük maliyetle mal ve hizmet üretmek için yeryüzünde yeni yerler arayabilirdi. Emeğin ucuz ve çevre standartlarının düşük olduğu yoksul ülkelerde işgücü satın alabilir, insanların yüksek gelire sahip ve iyi paralar ödemeye hazır oldukları zengin ülkelerde ürünlerini satabilirlerdi.

Kendilerini bir yere bağlı olmaktan kurtaran şirketler artık, hükümetlerin ekonomi politikalarını belirleyebiliyorlardı. İster yatırımları kendi yasal yetki alanları içinde tutmak, ister bu alanlara yeni yatırımlar çekmek amacıyla, cazibelerini korumak için, hükümetler bundan böyle, ticareti kolaylaştırıcı politikalar sayesinde şirketleri ikna etmek üzere kendi aralarında rekabet etmek zorunda kalacaklardı. Meydana gelen bu “tepeden tırnağa mücadele” hükümetlerin düzenleyici usullerinden geri adım atmalarına, çoğu kez ortaya çıkacak sonuçlara hiç aldırış etmeden vergileri düşürmelerine ve sosyal programları küçültmelerine neden olacaktı.

1993’te Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) kurulmasıyla birlikte ekonomik küreselleşmenin deregülasyon mantığı derinleşti. Pek çok durumda örgüt, ceza tehdidini kullanarak ülkelerden, çevresel çıkarları, tüketicilerin ve kamunun diğer çıkarlarını korumak üzere hazırlanmış yasaları değiştirmelerini ya da iptal etmelerini istemişti.

Endüstri gruplarının örgüt içinde tadını çıkardıkları ayrıcalıklı konum ve hatırı sayılır nüfuz düşünüldüğünde, DTÖ politikaları ve kararlarının, şirketlerin çıkarlarını savunmaya yatkın olması hiç de şaşırtıcı değil. Nobel ödülü sahibi iktisatçı Joseph Stiglitz’in belirttiği gibi, üye devletleri temsil eden ticaret bakanları genellikle, “gelişmiş endüstri ülkelerindeki ticari ve mali çıkarların safında yer alırlar” ve dolayısıyla şirketlerin etkileyeceği kolay hedeflerdir.

Kısa ömrü süresince DTÖ, ulusların kendi yurttaşlarını şirketlerin kötülüklerinden koruma yetenekleri üzerinde önemli bir ayakbağına dönüşmüştür. Dahası DTÖ’nün sadece bir unsuru olduğu ekonomik küreselleşme, şirketlerin hükümet otoritesinden kurtulma yeteneklerini de önemli ölçüde arttırmıştır. Ira Jackson’un gözlemlediği gibi, şirketler ve liderleri, “sistemimizin yeni başrahipleri ve hüküm süren oligarkları olarak… politikayı ve politikacıları yerlerinden etmişlerdir.”

Artık şirketler, toplumu muhtemelen hükümetlerden daha fazla yönetmektedirler; yine de, ekonomik küreselleşme sayesinde kazandıkları gücün onları saldırıya açık hale de getirmesi ironiktir. Herhangi bir yönetici kurum gibi şirket de artık, endişesi giderek büyüyen kamunun güvensizliğine, korkularına ve sorumluluk talebine maruz kalmaktadır. Öncelleri gibi bugünün şirket liderleri de, kamunun güvenini yeniden kazanmak ve sürdürmek için çalışma ihtiyacını kavrıyorlar. Ve tıpkı öncelleri gibi onlar da şirketi, insani, hayırsever ve sosyal sorumluluk sahibi olarak göstermeye çalışarak şirketin imajını yumuşatmaya çabalıyorlar.

Bugün şirketler, kendileri için emsalsiz ve cazip kişilikler yaratmak için “markalama”yı kullanıyorlar. Markalama, şirketleri sadece gerçek insanlarla ilişkilendirmek üzere tasarlanmış stratejilerin ötesine geçiyor.

[FONT='Times New Roman','serif']Sosyal sorumluluğun öncüsü P.W. Litchfield’in halefi Sam Gibara, “şirketlerin daha güvenilir olması gerektiğini” belirtmektedir. “Hükümetten şirkete bir otorite aktarımı olmuştur, şirketin bu sorumluluğu üstlenmesi gerekiyor… ve gerçekten de şirketin, kurumsal yurttaşlığa katkıda bulunan bir dünya vatandaşı gibi davranması gerekiyor; içinde çalıştığı topluluklara saygı duyması ve geçmişte hükümetlerin kendisinden istediği öz-disiplini üstlenmesi gerekiyor.”[/font]
__________________
Lütfen forum kurallarını okuyunuz..

Konu nvr32 tarafından (31-01-2008 Saat 01:12 ) değiştirilmiştir.. Sebep: font rengi değiştirme
nvr32 Ofline   Alıntı ile Cevapla
Alt 31-01-2008, 01:10   #3
 
nvr32 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Bölüm 2

Bölüm 2 – Her Zamanki İş

İş dünyası liderleri bugün şirketlerinin kâr ve zarardan başka şeylerle de ilgilendiklerini, sadece hissedarlarına değil, bir bütün olarak topluma karşı da sorumluluk taşıdıklarını söylüyorlar.

Artık şirketlerin doğasını, şirketin sadece hissedarlarına karşı değil, topluma karşı da taşıdığı sorumluluk duygusu tanımlamaya başlamıştır: ne olunması gerekiyor, ne yapılmalı ve ne yapılamaz. Artık şirketlerden sadece iyi mal değil iyilik de bekleniyor çoğu kez; sadece değerin değil, ahlâki değerlerin de peşine düşmeleri ve dünyayı daha iyi bir yer haline getirmek için yardım etmeleri de.

Harvard’da işletme hocalığı yapmış olan Ira Jackson, şirketlerin sosyal sorumluluk sahibi olma tavırlarının kapitalizmin yepyeni bir evresini müjdelediğine inanıyor ve bu evreye “vicdanlı kapitalizm” adını veriyor. Onun görüşünü destekleyecek fazlasıyla kanıt mevcut. Artık şirketler, kendi web sitelerinde ve yıllık raporlarında sosyal ve çevresel girişimlerde bulunmakla övünüyorlar.

Friedman, şirket yöneticileri için sadece tek bir sosyal sorumluluk olduğuna inanıyor. Bu, b,r ahlâki zorunluluktur. Kâr yerine sosyal ve çevresel hedefleri tercih eden yöneticiler aslında ahlâksızdır. Yine de, Friedman’a göre şirket sosyal sorumluluğunun hoş görülebileceği tek bir durum var. Sosyal ve çevresel değerlere hissedarlarının servetlerini maksimize etme araçları olarak yaklaşan yöneticiler hatalı davranmıyorlardır. “Tıpkı bir otomobili satmak için otomobilin önüne güzel bir kız koymaya benziyor. Amaç burada güzelliği desteklemek değil, otomobilleri satmak.”

Şirketler yasaya göre oluşturulur ve yasanın belirlediği amaçlarla donatılırlar. Yasa, müdür ve yöneticilerin neleri yapabileceklerini, neleri yapamayacaklarını ve ne yapmaları gerektiğini belirler.

Smith 1776 tarihli klasik yapıtı Milletlerin Zenginliği’nde, şirketlerin malikleri olan hissedarların kendi işletmelerini işletmeyip bu görevi profesyonel yöneticilere devretmeleri olgusunun canını sıktığını söylemişti. “Öteki insanların parasını” işletirken, kendi paralarına karşı duydukları “endişeli ihtiyatı” taşımayacakları için profesyonel yöneticilere güven duyulamaz diye yazıyordu Smith ve “dolayısıyla bu tür bir şirketin işletilmesinde ihmalkârlık ve müsriflik az çok yaygınlaşacaktır.

“Bir şirket, tüketicilerinin çıkarları ve istekleriyle aynı istikamette ilerlediğinde, performans artar” diyor Browne. “En geniş anlamıyla bir şirkete ait itibarın, kendi ticari serveti üzerinde doğrudan bir etkisi vardır.” Şirketin “petrolün ötesinde” olma iddiasına, güneş enerjisi ve diğer alternatiflerle ilişkisine rağmen, Browne’un yeşil gündeminin gerisindeki asıl hedef, petrokimyasallara yönelik tüketici talebini sürdürmektir.

Sosyal sorumluluk ve hissedarlar hakkındaki retorik her ne olursa olsun, ilaç şirketlerini yöneten Hank McKinnel gibi insanlar her ne kadar iyi duygular ve niyetler taşırlarsa taşısınlar, şirketler her ne kadar hayır işleri programları uygularlarsa uygulasınlar ve kaç kişi korkunç ölümlerden korunabilirse korunsun, kâr-amaçlı şirketler ilaçları kâr için üretiyor. İşte malî sonuç budur.

Bir şirket sadece kendi durumunu iyileştirmek için hayır işleyebilir; ne kadar hayır işleyebileceği hususunda büyük bir sınırdır bu. Sosyal sorumluluk sahibi şirketlerin hayırsever retoriği ve hayır işleri, cazip şirket imajları yaratıyor; muhtemelen dünyaya da birtakım yararları dokunuyor. Ne var ki, şirketin asıl kurumsal doğasını değiştirmiyorlar: gözünü kırpmadan kendi özçıkarına olan bağılılığını.

Roddick’in hikâyesi, bir yöneticinin ahlâki kaygılarının ve diğerkâmcı arzularının eninde sonunda şirketinin asıl hedeflerine yenik düşmek zorunda olduğunu gösteriyor.
[FONT='Times New Roman','serif']İçinde barınan insanlardan farklı olarak şirket sadece ve sadece kendi çıkarına bakıyor.[/font]
__________________
Lütfen forum kurallarını okuyunuz..
nvr32 Ofline   Alıntı ile Cevapla
Alt 31-01-2008, 01:12   #4
 
nvr32 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Bölüm 3

Bölüm 3 – Dışsallaştırma Makinesi

Bir psikopat yaratık olarak şirket, ötekilere zarar vermekten uzak durmasını sağlayacak ahlâki gerekçeleri ne kabul edebilir ne de bu gerekçelere göre davranabilir. Yasal yapısı gereği, bencil amaçlarının peşinde koşarken başkalarına yapabilecekleri konusunda sınır tanımaz ve zarar vermenin yararı maliyetten fazla olduğunda zarar vermeye mecburdur. Kendi çıkarlarına yönelik pragmatik kaygılar ve ülke yasası, şirketin yırtıcı içgüdülerini kısıtlamaktadır; ancak bunlar, yaşamları yıkmaktan, topluluklara zarar vermekten ve bir bütün olarak gezegeni tehlikeye atmaktan şirketi alıkoymaya çoğu kez yeterli olmamaktadır.

Dünyanın sosyal ve çevresel hastalıklarının çoğunun kökeninde şirketin maliyetlerini dışsallaştırma arzusunun bulunduğunu söylemek mübalağa sayılmaz.

Benzediği psikopat kişilik gibi şirket de kâr amacıyla ötekileri sömürmek üzere programlanmıştır. Bu, onun tek meşru emirnamesidir. Bu perspektiften bakıldığında Wendy Diaz ve yoksulluk, açlık nedeniyle acınası ücretler karşılığında berbat koşullarda çalışmaya itilen diğer milyonlarca işçi, insan kaynakları oluyor, ama insani varlıklar olamıyor. Ahlâken kör olan şirket açısından onlar mümkün olduğunca çok kâr üretme araçlarıdır.

İşadamı Robert Monks’un tanımladığı gibi bir şirket, “toplum üzerindeki etkisinin faturalarını diğer insanlara ödetebildiği ölçüde daha çok kâr elde etmeye eğilimlidir.” “İktisatçıların bunun için kullandığı, dışsallıklar denilen berbat bir sözcük vardır.” Tıpkı bir köpekbalığının bir ölüm makinesi olması gibi, şirket de bir dışsallaştırma makinesidir diyor Monks.

Anderson bir şirket yöneticisi olarak kendi konumu hakkında “hepimiz günahkârız, hepimiz günahkârız,” diyor. “Bir gün benim gibi insanlar, kendilerini hapiste bulacaklar.” Bir zamanlar iş dünyası liderlerinin çoğuyla paylaştığı inançlarını, tehlikeli ölçüde yanıltıcı oldukları için reddediyor artık Anderson.

Şirket insanlara, topluluklara ve doğal çevreye verebileceği zarara aldırmadan, maliyetleri dışsallaştırmak üzere kasten programlanmıştır; daha doğrusu yasal olarak buna mecbur tutulmuştur. Başkasının üzerine yıkabildiği her maliyet, kendisine yarar sağlamaktadır, kendisini dosdoğru kâra götüren yoldur.

Tasarımı gereği şirket formu, genellikle şirketlerin sahibi olan ve işleten insanları yasal yükümlülükten korumakta, şirketi ise yasal sınırlamaları hor gören psikopat bir “kişi” olarak ceza davasının asıl hedefi haline getirmektedir. Hissedarlar, tek amacı şirket eylemlerinin yasal sorumluluğundan onları korumak olan sınırlı sorumluluk nedeniyle şirketler tarafından işlenen sulardan sorumlu tutulamazlar.

Yasadışı eylemlerin arkasındaki “yönlendirici beyinler” oldukları kanıtlanmadıkça yürütücüler, hukukun kendilerini şirketlerin yasadışı eylemlerinden sorumlu tutma konusunda isteksiz davranması yüzünden korunmaktadırlar. Mahkemeler işlenen suçu, şirketleri işleten gerçek şahıslar yerine tüzel “kişi”ye atfetmeye eğilimlidir.

Benzediği psikopat gibi şirket de yasaya itaat etme karşısında ahlâki yükümlülük hissetmez. Hâkim ve hukuk yorumcusu Frank Easternbrook ve hukuk profesörü Daniel Fishel’in birlikte kaleme aldıkları bir makalede ileri sürdükleri gibi “sadece insanlar ahlâki yükümlülükler taşımaktadırlar.” “Şirketler, bir binanın, bir kuruluş çizelgesinin ya da bir sözleşmenin taşıyacağından daha fazla ahlâki yükümlülük taşımazlar.”

Şirketin kendi özçıkarını izlemesine yönelik emirnamenin, bizzat hukukun ürünü olan şirketleri fiilen yaysa aykırı davranmaya zorlaması ironiktir. Hiçbir şirket, yapısında bulunan bu mantıktan muaf değildir, sosyal sorumluluk taşıdığını iddia eden British Petroleum bile.

[FONT='Times New Roman','serif'] Bugün ekonominin tümünde düzenleyici sistem, gevşek yönetmelikler ve etkisiz uygulamalardan dolayı çoğunlukla başarısız olmaktadır. Bu durum değişene kadar, insanların, toplulukların ve çevrenin başına gelen gereksiz felaket ve hasarlardan acı çekmeye devam edeceğiz. Bu durum, şirketlerin başkalarına zarar vererek, kâra yönelmeleri yüzünden hepimizin ödeyeceği bedeldir.[/font]
__________________
Lütfen forum kurallarını okuyunuz..
nvr32 Ofline   Alıntı ile Cevapla
Alt 31-01-2008, 01:14   #5
 
nvr32 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Bölüm 4

Bölüm 4 – Demokrasi Ltd.

Kurumsal psikopatlar olarak şirketler, yollarına çıkan engelleri kaldırmayı alışkanlık haline getirmişlerdir. İnsanları ve doğal çevreyi sömürme özgürlüklerini kısıtlayan yönetmelikler bu tür engellerdir ve şirketler son 20 yıldır hatırı sayılır başarıyla bunları ortadan kaldırmak için mücadele etmekteler. Kulis faaliyetleri, politik yardımlar ve sofistike halkla ilişkiler kampanyaları sayesinde şirketler ve liderleri politik sistemi ve kamuoyunun büyük bir kısmını, düzenlemenin aleyhine çevirmişlerdir. Bunun sonucu olarak yasanın, insanları ve çevreyi şirket zararlarından koruma yeteneği eski seviyesinin altına düşmüştür.

Şirketlerin, ilke ya da ideoloji gerekçesiyle faşist olsun, demokratik olsun politik sistemleri değerlendirme kapasitesi yoktur. Bir şirket için tek meşru soru şudur: bir politik sistem kendi çıkarlarına hizmet mi ediyor yoksa engel mi oluyor?

İyi örgütlenmiş bir azınlık her zaman örgütlenmemiş bir çoğunluğa nazaran daha etkili şekilde hareket edebilir, tıpkı Adolf Hitler’in yaptığı gibi. Bugün, başarısız olmuş darbeden 70 yıl sonra, iyi örgütlenmiş bir azınlık yine demokrasiyi tehdit etmektedir. Şirket Amerikası’nın, komplocuların beceriksiz girişimlerinden çok daha sessiz ve nihayetinde daha etkili olan, son birkaç on yıl boyunca hükümetin kontrolünü ele geçirmeye yönelik uzun ve sabırlı seferi artık başarılı oluyor. Kan dökmeden, ordulara ya da güçlü faşist liderlere gerek olmadan ve mermi yerine dolar kullanarak şirketler artık, komplocuların ümitsizce arzuladıklarını elde etmek için hazırlar: demokratik kontrolden kurtuluş.

Düzenleyici yasaların uygulanmasından sorumlu dairelere yönelik kesintiler yapmak sadece madencilikte rastlanan bir şey değil, tüm düzenleyici sistemlerde bu kesintiler giderek yaygınlaşıyor. Her zaman niyetleri böyle olmasa da, bu kesintiler, şirket davranışına yönelik deregülasyon ile sonuçlanmaktadır. Yasal standartlar yerlerinde kalsa bile, uygulama mekanizmalarının içlerinin boşaltılması, yasal standartların önemli ölçüde zayıflatılmasına ve bazen de tamamen etkisiz hale getirilmesine yol açıyor.

İkinci bir deregülasyon türü ise, düzenlemelerin fiilen iptalini içermektedir. Bu fenomen de düzenleme sistemi içinde fazlasıyla yaygındır. Kamu çıkarını şirket kötülüklerinden korumak üzere planlanmış yasalar küçültülüyor ve bazen de toptan ortadan kaldırılıyor. Bu eğilimin tehlikelerini göstermek için Enron’un çöküşünden daha iyi bir örnek bulunamaz. Enron’un öyküsü, özünde, işletmelerindeki hükümet kısıtlamalarını ortadan kaldırmak için politik nüfuzunu kullanan ve ardından şüpheli, ancak oldukça kârlı uygulamalarla meşgul olmak için ortaya çıkan özgürlüğü istismar eden bir şirketin öyküsüdür.

Çoğu kez paraları ve nüfuzlarıyla demokrasiyi yozlaştırmakla suçlanmış olmalarına karşın şirketlerin, kendi çıkarlarını koruyup geliştirmek için gerekli olduğunda nüfuz kullanmaktan başka seçenekleri yoktur. Düzenlemelerin kârlılığı azaltması nedeniyle, bunları ortadan kaldıracak stratejiler, işletme açısından çok anlamlıdır. Demokratik sürecin bütünlüğü konusunda ilkeli davranan ve politik nüfuzunu kullanmayı reddeden yönetici, en uygun çıkarları geliştirme bakımından, hissedarlarının olduğu kadar şirketin yasal emrini de yerine getirmeyi beceremez. Bir şirket yöneticisinin işi, demokrasiyi korumak değil, demokrasinin belirsizliklerini yönetmek ve demokrasinin sunduğu engellerden kurtulmaktır.

Lobi faaliyetleri, politik bağışlar ya da halkla ilişki kampanyaları yoluyla şirketler, tam da Roosevelt karşıtı komplocuların demokrasiyi yıkmaya çalıştıkları nedenden dolayı demokratik süreci etkilemeye çalışıyorlar. William Niskanen’e göre “büyük şirketler … hayatta kalmak için gerekli olduğuna inandıkları her şeyi yapacaklardır ve bazı durumlarda bu, hükümetten özel iltimas istemek anlamına geliyor.” Politik sürece harcadıkları para bir işletme masrafıdır; kârlılıklarını artıran ve dolayısıyla hayatta kalmalarına yardım eden politik bir çevre yaratılması için yapılan bir yaptırımdır. Makul bir kâr ihtimali olmadan hissedarlarının parasını harcama konusunda yasal yetkileri olmadığı için şirketler, yaptıkları diğer yatırımlarla aynı nedenden ötürü politikaya para harcarlar: kendilerinin ve maliklerinin malî özçıkarını artırmak için.

Bugün “fevkalade nazik bir durum”la yüz yüze geliyoruz, diye uyarıyor Robert Monks; “hükümetin tehlikeli şekilde, iş kesimi tarafından tayin edildiği bir duruma” yaklaşıyoruz. “İş kesiminin, hükümet üzerinde egemenlik kurma hevesi karşısında dikkatli davranmadığımız takdirde,“ diyor Monks, “[hükümet] kurumu silinip yok olacaktır.” Ne var ki, kendi şirketlerinin yararına politik süreci etkilemeye çalıştıkları vakit çoğu şirket çalışanı, bir kamu hizmeti yaptıklarına inanıyor.

Peki sıradan yurttaşların çıkarlarını temsil etmek için acilen gerekli olan karşı lobi faaliyetleri nerede? Onların çıkarlarını harekete geçirecek milyonlarca dolar nerede? Ne yazık ki, böyle bir para epeydir ortada görünmüyor.

İş kesimi ile hükümetin ortak olduğu ve olması gerektiği mefhumu, her iki alandaki liderler tarafından tekrarlanan, aynı anda her yerde ortaya çıkan ve dikkat çekmeyen bir şey. İkna edici ve zarar sız bir fikirmiş gibi gözükmekte ta ki bu mefhumun gerçekten ne anlam geldiğini düşünene kadar.

Ortaklar, eşit olmalıdır. Bir ortak bir diğeri üzerinde güç kullanmamalı, diğerini düzenlememeli, diğeri üzerinde egemenlik kurmamalıdır. Ortaklar, aynı misyonu ve aynı hedefleri paylaşmalıdır. Problemleri çözmek ve gidişatı planlamak için birlikte çalışmalıdırlar. Öte yandan demokrasi, mecburen hiyerarşiktir. Demokrasi, seçtikleri hükümetler yoluyla insanların şirketlerle eşit olmalarını değil, şirketler üzerinde egemenlik kurmalarını, şirketlerin neyi yapabildikleri, neyi yapamadıkları ve neyi yapmamaları gerektiği konusunda karar verecek otoriteye sahip olmalarını gerektirir. Şayet şirketlerin ve hükümetlerin ortak olduğu doğruysa, demokrasimizin durumu konusunda endişelenmemiz gerekiyor; çünkü bu durum, hükümetin şirket üzerindeki egemenliğinden pratikte vazgeçtiğini gösteriyor.

İşletme, tamamen koşulların istismarı ile ilgilidir. Şirket sosyal sorumluluğu zıt anlamlı sözcüklerden oluşmuş bir tabirdir, tıpkı hükümetteki emsalleri gibi, kamu çıkarını desteklemek üzere şirketlere itimat edilebilmesi mefhumu gibi. Şirketlerin sadece tek bir görevi vardır: Kendi ve maliklerinin çıkarlarını desteklemek. Topluma karşı samimi bir sorumluluk duygusu taşımaya, insanlara ve çevreye zarar vermekten kaçınmaya ya da kendi özçıkarlarıyla ilgisi bulunmayacak şekilde kamu yararını çoğaltmaya ne şirketlerin kapasiteleri ne de yöneticilerin yetkileri vardır. Bu yüzden deregülasyon, hükümet zorlaması olmadan şirketlerin, toplumsal ve çevresel çıkarlara saygı göstereceği öncülüne dayanmaktadır ve bu öncül kuşkuludur. Hiç kimse ciddi ciddi, bireylerin kendilerini düzene sokacaklarını, cinayete, saldırıya ve hırsızlığa karşı yasaların gereksiz olduğunu, çünkü insanların sosyal sorumluluk taşıdıklarını ileri süremeyecektir. Daha da tuhafı tüzel kişilerin yani hiçbir ahlâki inanç duygusu taşımayan ve dünyada zarara ve yıkıma yol açacak güce ve motivasyona sahip kurumsal psikopatların kendi kendilerini yönetmeleri için serbest bırakılmaları gerektiğine inanmamız isteniyor bizden.
__________________
Lütfen forum kurallarını okuyunuz..
nvr32 Ofline   Alıntı ile Cevapla
Alt 31-01-2008, 01:15   #6
 
nvr32 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Bölüm 5

Bölüm 5 – Sınırsız Sorumsuz Şirketler
Şirket de her şeyden önce servet yaratımıyla ilgilenir ve servet yapmak oldukça etkili bir araçtır. Ahlâki, etik ya da yasal olsun hiçbir amacıyla sınırı yoktur; şirketler kendileri ve malikleri için servet kazanmak amacıyla sömürebilecekleri her kim ya da her ne olursa olsun, sınır tanımazlar. Sözlüğe göre “sömürmek”, “kendi bencil amaçları ya da kârı amacıyla kullanmak”tır. Son 150 yıl boyunca şirket, yeryüzündeki çoğu doğal kaynağı ve tüm insani faaliyet alanlarını sömürme hakkı almaya çalışmış ve sonunda başarılı olmuştur. Şirket sömürüsüne terk edilemeyecek kadar değerli, kırılgan ya da ahlâki açıdan kutsal olduğuna inanılan temel kamu çıkarları ve sosyal alanlar, yasa ve kamu politikası tarafından koruyucu sınırlar içine yerleştirilmiştir. İnsanlar mülk gibi alınıp satılamaz ve çocuklar işçi ya da tüketici olarak sömürülemez. İnsan sağlığı ve hayatı, insan ilerleme ve gelişimi ve kamu güvenliği için zaruri olan kurumlar, parklara ve doğal rezervlere dönüştürülen kıymetli doğal alanlar gibi kasten, şirketin sömürücü pençesinin ulaşamayacağı yerlere yerleştirildiler.

Tüm modern uluslarda az ya da çok mevcut olan bu hâsıl kamusal alan, artık saldırı altındadır. Tarihsel olarak şirketler kamusal alana düşmanca davranmışlardır, çünkü kendi açılarından kamusal alan, muazzam kâr sağlayıcı fırsatlardan haksız bir dışlanmadan başka bir şey değildir. Özellikle son 20 yıl boyunca şirketler, kamusal alanın dışlayıcı sınırlarını geriletecek azimli bir kampanya yürütmüşlerdir. Özelleştirme olarak bilinen bir süreç yoluyla hükümetler, bir zamanlar yapısı gereği, esasen “kamusal” olduğu düşünülen kurumların kontrolünü şirketlere teslim etmişlerdir. Kamusal alanın hiçbir parçası, kâr amaçlı şirketlerin içeriye sızması karşısında direnememiştir.

Özelleştirilmiş hizmetlerin bir ölçüde ve bazı bakımlardan kamu hizmetlerine nazaran daha etkili olmalarına karşın, özelleştirme, toplum sorunlarına yönelik genel ve uzun vadeli bir çözüm olarak kusurludur. Felsefi açıdan çarpık ve eksik bir insan doğası kavramına dayanmaktadır. Özçıkar ve maddeci arzu, varoluşumuzun parçasıdır, ama tümü değil. Sosyal ve ekonomik bir sistemi bu özelliklere dayandırmak, tehlikeli ölçüde fundamentalisttir. Daha pratik bir düzeyde ise özelleştirme, kamu yararı sağlamak için kâr amaçlı şirketlere bel bağlaması yüzünden kusurludur. Tek meşru emri kamu yararına hizmet etmek olan kamu kurumlarından farklı olarak, şirketlerin yasal açıdan kendi çıkarlarını her şeyin, herkesin üzerinde tutmaları gerekmektedir. Kendi avantajlarına olduğu vakit kamu yararını destekleyecek şekilde davranabilirler, ne var ki kendi amaçlarına hizmet gerekli olduğunda, kamu yararını feda etmeyi tercih edeceklerdir. Kuşkusuz özelleştirme, şirketlere kâr için istismar edecekleri yeni alanlar açmaktadır ve bu yüzden hararetle özelleştirmeyi desteklemektedirler. Kamusal bakış açısından, toplumumuzun temellerini şirketlerin sorumluluğuna bıraktığımız vakit ne tür bir toplum yaratacağımızı kendimize sormamız gerekiyor. Oysa bu endişeleri, özelleştirmeyle sınırlı tutmak mümkün değil; şirketlerin son zamanlara kadar dışarıda tutuldukları toplumsal alanlara sızmalarını da içerecek şekilde, bununla yakından ilişkili, ancak daha az resmi olan bir süreci de –toplumun ticarileşmesi– kapsıyor endişelerimiz.

Pazarlamacı Julie Halpin, yetişkin ürünü satmak için çocukların nüfuzundan yararlanmaya yönelik eğilimden söz ederken, “Pazarlama bakış açsından bu eğilim, epey güçlü özellikler taşıyor,” diyor.

Çocukları hedef alma, pazarlama açısından bakıldığında çok mantıklı; çünkü bu durum, reklâmcıların medya hakkında bilgi sahibi ebeveynleri atlamalarına ve çocukların ebeveynleri üzerinde kullandıkları hatırı sayılır ikna gücüne tutunmalarına izin veriyor. Ayrıca yetişkinlere nazaran çocukları manipüle etmek daha kolaydır.

Pazarlamacılar ve çalıştıkları şirketler açısından, tam da reklâmlardan kolayca etkilenmeleri, çocukları cazip birer hedef haline getirmektedir. Psikopat şirket dünyasında, saldırıya açık olma bir korunma gerekçesi değil, sömürülmek için bir davetiye demektir.

Pazarlamacılar ve şirketler açısından bakıldığında, her zaman “yıkımda fırsat” bulunmaktadır. Endüstri temsilcileri kendi taktiklerini savunuyor ve çocuklardaki abur cubur yiyecekler ve fast food’un kötü etkileri için sorumsuz ebeveynleri ve diğer faktörleri suçluyorlar.

Pek çok ebeveyn, çocuklarını arabaya yerleştirip McDonald’s’ın yolunu tutmaya meyillidirler. “Hayır diyen ebeveynleri cezalandırmak için çocukları fiilen kışkırtmaya çalışan endüstrinin, “evet” dedikleri için ebeveynleri suçlaması ikiyüzlülük değil de nedir?

Çocukların şirketlerin mütecaviz etkilerinden kaçabilecekleri yer neredeyse kalmadı bugün. Çocukların okulları bile şirket pazarlama ve propagandası için birer platforma dönüşmüş durumdadır.

Joseph Fenton, okullarla ilişki kuran şirketlere sağlanan yararları tanımlarken “ulaştığımız çocuklar, tüketicilik eğitimi almakta olan kişilerdir,” diye açıklıyor. “Tüketicilere, gelişmekte oldukları sırada ulaşmak istersiniz.

Reklâmlardan artık kaçmak mümkün değil; televizyonda, bilgisayar ekranında, dev Açıkhava panolarında, elektrikli tabelalarda, otobüs ve metro trenlerinin üzerlerinde, müzelerde, konserlerde, galerilerde ve giderek şirket sponsorları için sadece müşteri çekmeye yarayan birer yem oldukları görülen spor karşılaşmalarında durmadan karşımıza çıkıyorlar. Ne var ki, ticarileşmenin bu elle tutulur, mütecaviz işaretlerinin ötesinde çok daha incelmiş bir süreç işliyor: sosyal varlıklar olarak birbirimizi etkilediğimiz yerler, kamusal mekânlarımız giderek ticarileşiyor.

Alışveriş merkezlerinin, tünellerin ve asma yaya yollarının özel mülkiyete ait olması nedeniyle, yurttaşların özgürce konuşma ve toplanma haklarını kullanmaları, benzer kamusal mülkiyete nazaran bu yerlerde daha kolay şekilde engellenebiliyor. Ayrıca buraları, sadece orta sınıf ve varlıklı tüketiciler açısından rahat ortamlar yaratacak şekilde tasarlanıp dekore ediliyor.

Kent sokaklarının yerini özel tüneller ve yaya yolları, banliyö kent merkezlerinin yerini alışveriş merkezleri ve belediyelerin yerini kapalı topluluklar aldığı vakit, kamusal mekân açıkça ticarileşiyor demektir. Ne var ki, farkına varamayacağımız kadar incelmiş ticarileşme formları da vardır. Gizli pazarlama, toplumun ticarileşmesinin artık nasıl da derinden işlediğini kanıtlamaktadır.

Chomsky’ye göre örneğin sosyal güvenlik şirketlerinin özelleştirilmesi kısmen, “sosyal güvenliğin dayandığı çok tehlikeli ilkeyi, yani … sokaktaki dul bir kadının yiyecek bir şeyi olup olmadığı hususunda endişelerinizi zayıflatmaya yarıyor. Bu tür endişeler taşımamanız bekleniyor sizden. Sadece para kazanmanız, kendiniz dışındaki her şeyi unutmanız bekleniyor.

Mark Kingwell’e göre “şirket bakış açısından” “ideal yurttaş”, bir çeşit psikopatik özçıkarın yönlendirdiği, çıldırmışçasına açgözlü bir tüketicidir. Doğumundan 150 yıl sonra, psikopat insan imgesinde yaratılmış yapay bir kişi olarak modern şirket, artık gerçek insanları kendi imgesinde yeniden yaratmaya çalışıyor.

[FONT='Times New Roman','serif'] Topluma ve hayata ait bazı alanların, kamu çıkarları açısından ticari istismara maruz bırakılmayacak denli değerli, kırılgan, kutsal ya da önemli oldukları düşüncesinin etkisini yitirdiği görülüyor. Aslında bireysel özçıkarımızı aşan kamu çıkarı, ortak bir yarar mefhumu, dikkat çekmeden, sessiz sedasız gözden kayboluyor. Ticari potansiyelin tüm değerlerin ölçütü olduğu, şirketlerin kâr amacıyla her şeyi ve herkesi sömürmek için serbest olmaları gerektiği, insanların tamamen özçıkarcı ve maddeci arzular taşıyan yaratıklar olduğu söyleniyor bize durmadan. Bunlar, bugün belirmekte olan tarihin üretmiş olduğu herhangi bir fundamentalizm kadar tehlikeli olabilecek bir düzenin unsurlarıdır. Çünkü her şeyin ya da herkesin mülk edilebildiği, manipüle edilebildiği ve sömürülebildiği bir dünyada sonunda her şey ve herkes mülk edilecek, manipüle edilecek ve sömürülecektir.[/font]
__________________
Lütfen forum kurallarını okuyunuz..
nvr32 Ofline   Alıntı ile Cevapla
Alt 31-01-2008, 01:16   #7
 
nvr32 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Bölüm 6

Bölüm 6 – Hesaplaşma
XX. yüzyıl boyunca dünya, engebeli bir arazide duraksayarak ve düzensizce, daha büyük demokrasi ve insanlığa doğru düşe kalka ilerledi. Yeni uluslar demokratik idealleri benimsediler ve mevcut demokrasilerdeki hükümetler toplum ve ekonomi üzerindeki egemenliklerini genişlettiler. Yurttaşları piyasanın ihmalinden ve şirketlerin sömürüsünden koruyan yüzyılın ortasındaki genel hareketin bir parçası olarak, Batı hükümetleri tarafından Roosevelt’in Yeni Anlaşma’sı ve ABD’deki daha sonraki girişimler gibi sosyal programlar ve ekonomi yönetmelikleri yaratıldı. Yüzyılın son kısmından itibaren hükümetler geri çekilmeye başladı. Şirketler lobi faaliyetleri ve ekonomik küreselleşme baskıları altında, neoliberalizmin sunduğu politikaları benimsediler. Deregülasyon, şirketleri yasal kısıtlamalardan kurtardı, özelleştirme ise şirketlere, önceleri dışında tutuldukları toplumsal alanları yönetme yetkisi verdi. Yüzyılın sonuna gelindiğinde, artık şirket dünyanın egemen kurumuna dönüşmüştü.

Tarih, egemen kurumların burnunu sürtmektedir. Büyük imparatorluklar, kilise, monarşi, Doğu Avrupa’nın komünist partileri; hepsi yıkıldı, küçüldü ya da yeni düzenler içinde soğuruldular. Şirketin, tarihe meydan okuyacak ilk egemen kurum olması muhtemel değildir. Dünyanın en acil problemlerini çözmeyi becerememiş ve hatta daha da kötüleştirmiştir: yoksulluk, savaş, çevre yıkımı, kötü sağlık. Ve artan sayıda insan rasyonel hala getirilmiş açgözlülüğün ve zoraki bencilliğin yerini, daha insani değerlere bırakması gerektiğine inanmaktadır. Şirket kapitalizmi çöküşünün pek yakında gerçekleşeceği beklenmese de, insanlar giderek sistemden huzursuzluk duymaktadır.

Bazı iş dünyası liderlerinin küreselleşme karşıtı göstericileri cahil, marjinal, tatminsiz kimseler diyerek görmezden gelmelerine karşın, çoğu, bir dava uğruna yaralanmayı ve hatta ölümü göze alan sokaklardaki binlerce insanı, toplumdaki yaygın ve derin öfkenin bir yansıması olarak gördü.

Şirketler yollarını değiştirmedikleri takdirde, dünya nüfusunun yarısı yoksullukla boğuşur ve yeryüzü ekolojik felaketlere doğru ilerlerken Karl Marx’ın kapitalistlerin eninde sonunda kendi taşkınlıklarında boğulacaklarına dair kehaneti doğru çıkacak diyor, Johnson.

Bugünkü şirket illetinin çaresi nedir? Geçmişte, en azından son yüzyıl süresince insanlar, şirketlere karşı güvenlerini yitirince hükümete dönmüşlerdi. Oysa bugün pek çok iş lideri, hükümet eliyle düzenlemenin artık şirketin yol açtığı zararları azaltmak için bir seçenek olmadığında ısrar ediyor. Buna karşılık şirket davranışının en muktedir ve en uygun düzenleyicisi olarak piyasayı savunuyorlar.

Şirketler bazen, hissedarları ve tüketicileri hoşnut edecek ya da yatıştıracak şekilde kendi davranışlarını müspet açıdan biraz değiştirirler. Ne var ki, şirketler hükümet düzenlemesinin yerini alacak, etkili ve güvenilir ikameler sağlayamazlar.

Demokrasinin öncüllerinden biri, yurttaş olarak tüm insanların en azından politik alan içinde eşit olduklarıdır. Servetine ya da sosyal konumuna bakılmaksızın herkesin bir oy hakkı vardır ve şirketler konusuna gelindiğinde bu, her yurttaşın bu güçlü varlıkların, yani şirketlerin nasıl davranması gerektiği hakkında eşit bir söze sahip olması anlamına gelmektedir. Şirketlerin, düzenlemeyi hükümetten alıp piyasaya taşıması, şirketleri, yurttaşların politik sürece katılmasının sonuçlarından muaf tutmakta ve yurttaş kontrollerini -bir kişinin değil- bir doların bir oya eşit olduğu bir kuruma terk etmektedir.

Jackson’un yaptığı gibi, tüketicilerin yeni kapitalizmin kralları ve kraliçeleri olduklarını söylemek, dünya nüfusunun çoğunun tüketici ekonomisine katılamayacak kadar yoksul olduğu gerçeğini kendi lehine göz ardı etmektir. Jackson’un modeli gibi, Monks’un hissedarlara “kamu yararının vekilleri” olarak bel bağlayan önerisi de bir doların (daha doğrusu bir hissenin) bir oya eşit olduğunu farz etmektedir.

1933’te Anayasa Mahkemesi Hâkimi Louis Brandeis şirketleri “Frankenstein’ın canavarlarına” benzettiği zaman, gözlemi retorik yeteneğinden daha fazlasını ifade ediyordu. Hükümetler tıpkı Dr. Frankenstein’ın kendi canavarını yaratması gibi şirketleri yaratıyorlar, ancak şirketler var olur olmaz, tıpkı canavar gibi kendi yaratıcılarını alaşağı etmek istiyorlar.

Yönetmelikler, şirketleri, aksi takdirde toplum ve çevre üzerine dışsallaştıracakları maliyetlerini içselleştirmeye –yani ödemeye– zorlamak üzere hazırlanır. Etkili olduklarında ve etkin şekilde uygulandıklarında, şirketlerin bireylere, topluluklara ve çevreye zarar vermesini ve sömürmesini önleme potansiyeline sahiplerdir. Deregülasyon aslında, demokratikleşmeyi bozucu bir eylemdir, çünkü halen şirket davranışını kontrol etmek için sahip olduğu tek resmi politik araç olan hükümetteki demokratik temsilcileri sayesinde harekete geçen “halkı” reddederler.

Güçlü sivil toplum örgütleri, topluluk aktivizmi ve politik muhalefet olmadan şirket yönetimine karşı hareket imkânsız, hatta anlamsız olsa da, bunların, hükümet düzenlemesinin yerine geçecek bir ikame olabileceği inancı tehlikeli şekilde yanıltıcıdır. Şirket suiistimaline karşı olan aktivistlerin hükümetten ümidi kestikleri gün, şirket seçkinleri ve savunucuları, “Çok şükür!” diyeceklerdir muhtemelen.

Şirketlerdeki sosyal sorumluluk davranışını geliştirmek için piyasa kuvvetlerine ve sivil toplum kuruluşlarına bel bağlayan bir sistemde demokrasi yok denecek kadar azdır.

Pek çok şirket düzenleyici yasaları ihlâl ediyor. Yakalanmayacaklarını böyle yapıyorlar ya da yakalansalar bile bu ihlalden elde edilen mali faydaların, uygun görülen para cezalarından çok daha fazla olacağından eminler, çünkü düzenleyici kuruluşlar personel sıkıntısı çekiyor ve giderek sorumsuz hale geliyorlar. Dahası, bu kuruluşlar, endüstrinin denetçisi olacakları yerde kendilerini endüstriyle ortak gören bürokratlarla dolduruluyor. Düzenleyici yasaların yerleştirdiği standartlar ise, önleyici olacakları yerde, aksi tepki yaratıyorlar; şirketlerin, insanlara ve çevreye ciddi zararlar vermesini önleyecek kadar güçsüzler.

Her ne kadar mevcut düzenleyici sistem ve bir bütün olarak politik sistem kusurlu olsalar ve onları ayakta tutan demokratik ideallerin ihtiyaçlarını yerine getirmeseler de, toplumu demokratik olarak yönetme potansiyeli taşıyorlar; şirketler, piyasa ve sivil toplum örgütlerinden oluşan kombinasyonun sağlayacağı yönetim ise bu potansiyele sahip değil. Şimdi demokratik kurumları terk etme değil, yeniden canlandırma ve yaslandıkları ideallerin daha doğru yansımaları haline dönüştürme zamanıdır.

Devlet bir şirkete hayat verebilen dünyadaki tek kurumdur. Şirketlere tüzel kişilik ve sınırlı sorumluluk gibi temel haklarını veren devlettir ve devlet, her zaman kâra öncelik vermeye onları mecbur tutar. Ve sadece devlet, diğer devletlerle birlikte, uluslar arası ticaret anlaşmalarına katılıp sırası geldiğinde, devletin, şirketleri ve yarattığı mülkiyet haklarını düzenleme yeteneğini kısıtlayan Dünya Ticaret Örgütü gibi küresel kurumları yaratabilir. Devlet olmadan şirket hiçtir; kelimenin tam anlamıyla sıfır.

Artık şirketler çok güçlü oldukları için devletin güçsüzleştiğine inanmak bir hatadır. Ekonomik küreselleşme ve deregülasyon, devletin kamu çıkarını koruma kapasitesini azaltmış ve şirketin çıkarlarını geliştirip, kâr-amaçlı misyonlarını kolaylaştırma gücünü pekiştirmiştir. Ne var ki, devletin gücü, kamu çıkarının aleyhine olacak şekilde, şirketlerin ihtiyaç ve çıkarları doğrultusunda yeniden dağıtılmıştır.

Şirketlerin bağımsız kişiler olduğunu belirten “doğal varlık” olarak şirket kavramı aklımızı karıştırdığı için, yaratılmaları ve yetkilendirilmeleri bakımından şirketlerin tümüyle devlete bağımlı olduklarını unutmaya yatkınız. Şirketler devlet olmadan var olamazlar, piyasalarda öyle. Deregülasyon, devletin şirketlerle ilişkisini azaltmaz; sadece doğasını değiştirir.

Şirket yasalarının çoğu, kamu çıkarını tahammül edilemez ölçüde çiğnediğine inandığı takdirde hükümetin bir şirketi feshetmesine ya da feshetmek için mahkeme emri çıkarmasına izin veren koşulları kapsamaktadır. İmtiyaz iptal yasaları adıyla bilinen bu koşullar, her zaman şirketler hukukunun bir parçası olmuşlardır. Bu yasaların ileri sürdüğü gibi, hükümet bir şirketi kolaylıkla yaratabildiği gibi, kolaylıkla da ortadan kaldırabilir ve bu yasalar, bir demokrasi içindeki şirketlerin, halkın istediğine ve halkın egemenliğine bağlı olarak var olduklarına dair apaçık bir düşünceyi simgelemektedir.

Şirket, düzenleyici kuruluşların saygı duymak zorunda olduğu, kendi haklarına, ihtiyaçlarına ve arzularına sahip, bağımsız bir “kişi” değildir. Sosyal ve ekonomik politikayı geliştirmek üzere devlet tarafından yaratılmış bir araçtır. Aslında sadece tek bir kurumsal amacı vardır: kamu çıkarına hizmet etmek.

Uzun vadede daha bütünsel insani ve demokratik bir düzeni umut etsek ve bu düzen için mücadele etsek bile, şimdilik yapabileceğimiz, şirketi kontrol etmenin yollarını bulmaktır. Şuanda, en uygun, en azından en gerçekçi strateji, hükümet düzenlemesinin meşruiyetini, etkililiğini ve sorumluluğunu iyileştirmektir. Bu amaç için şu genel reçeteler önerilebilir:
a) Düzenleyici sistemi ıslah etmek
b) Politik demokrasiyi güçlendirmek
c) Güçlü bir kamusal alan yaratmak

En can alıcı gerçeği unutmamamız gerekiyor: şirketleri, bizim yarattığımız gerçeğini. Hükümetlerimiz aracılığıyla onlara verdiklerimiz dışında yaşamları, güçleri ve kapasiteleri yoktur.

Bazı şeylerin, kâr amacıyla sömürülmeyecek kadar kırılgan, değerli ya da önemli olduğuna inanıyoruz. “Kendimizi öncelikle, birbirleriyle rekabet edip özçıkarlarını izleyen açgözlü üreticiler ve tüketiciler olarak görmemeliyiz” diyor felsefeci Mark Kingwell. “İnsanlar, uygarlık adını verdiğimiz olgunun uçsuz bucaksız parçalarında kendilerini büyük ölçüde başka şekillerde örgütlemişlerdir.”

Şirket saltanatına karşı en iyi argüman, aslında kim olduğumuza bakıp, şirket öğretisinin bizleri nasıl da kötü şekilde yansıttığını anlamaktır. Şirketin dar özçıkara dayalı düzeninin, nasıl da tehlikeli şekilde çarpık olduğunu açığa çıkarmak için, kim olduğumuzu ve insan olarak nelere muktedir olabileceğimizi hatırlamamız gerekiyor sadece.
__________________
Lütfen forum kurallarını okuyunuz..
nvr32 Ofline   Alıntı ile Cevapla
Alt 31-01-2008, 01:19   #8
 
nvr32 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Arkadaşların dikkatinize!

Bu verdiğim şirket kitabının özetidir. Bence gerçekten okunması gereken bir özet. Bunu okuyunca şirketlere bakış açınız değişecek... Teşekkür ederim...
__________________
Lütfen forum kurallarını okuyunuz..
nvr32 Ofline   Alıntı ile Cevapla
Alt 08-07-2008, 11:30   #9
 
makbuss - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 

gerçekten tesekkurler cok isime yaradı
__________________
Lütfen forum kurallarını okuyunuz..
makbuss Ofline   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bu konuyu arkadaşlarınızla paylaşın


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 
Seçenekler
Stil

Yetkileriniz
You may not post new threads
You may not post replies
You may not post attachments
You may not edit your posts

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-KodlarıKapalı
Trackbacks are Açık
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık




Türkiye`de Saat: 02:13 .

Powered by vBulletin® Copyright ©2000 - 2008, Jelsoft Enterprises Ltd.
SEO by vBSEO 3.3.2

Sitemiz CSS Standartlarına uygundur. Sitemiz XHTML Standartlarına uygundur

Oracle DBA | Kadife | Oracle Danışmanlık



1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147 148 149 150 151 152 153 154 155 156 157 158 159 160 161 162 163 164 165 166 167 168 169 170 171 172 173 174 175 176 177 178 179 180 181 182 183 184 185 186 187 188 189 190 191 192 193 194 195 196 197 198 199 200 201 202 203 204 205 206 207 208 209 210 211 212 213 214 215 216 217 218 219 220 221 222 223 224 225 226 227 228 229 230 231 232 233 234 235 236 237 238 239 240 241 242 243 244 245 246 247 248 249 250 251 252 253 254 255 256 257 258 259 260 261 262 263 264 265 266 267 268 269 270 271 272 273 274 275 276 277 278 279 280 281 282 283 284 285 286 287 288 289 290 291 292 293 294 295 296 297 298 299 300 301 302 303 304 305 306 307 308 309 310 311 312 313 314 315 316 317 318 319 320 321 322 323 324 325 326 327 328 329 330 331 332 333 334 335 336 337 338 339 340 341 342 343 344 345 346 347 348 349 350 351 352 353 354 355 356 357 358 359 360 361 362 363 364 365 366 367 368 369 370 371 372 373 374 375 376 377 378 379 380 381 382 383 384 385 386 387 388 389 390 391 392 393 394 395 396 397 398 399 400 401 402 403 404 405 406 407 408 409 410 411 412 413 414 415 416 417 418 419 420 421 422 423 424 425 426 427 428 429 430 431 432 433 434 435 436 437 438 439 440 441 442 443 444 445 446 447 448 449 450 451 452 453 454 455 456 457 458 459 460 461 462 463 464 465 466 467 468 469 470 471 472 473 474 475 476 477 478 479 480 481 482 483 484 485 486 487 488 489 490 491 492 493 494 495 496 497 498 499 500 501 502 503 504 505 506 507 508 509 510 511 512 513 514 515 516 517 518 519 520 521 522 523 524 525 526 527 528 529 530 531 532 533 534 535 536 537 538 539 540 541 542 543 544 545 546 547 548 549 550 551 552 553 554 555 556 557 558 559 560 561 562 563 564 565 566 567 568 569 570 571 572 573 574 575 576 577 578 579 580