Yazılı Basının Açık ve Fiziksel Şiddete Konu Olan Olayları Sunma Biçimi GİRİŞ Bu çalışmanın konusu, yazılı basının, açık ve fiziksel şiddete konu olan olayları sunma biçimindeki söylemi incelemektedir. Bu yapılırken, çerçevesi ve boyutları çizilmeye çalışılacak olan bu söylemin, yazılı basında yaygın bir etkinlikle kullanımının altında yatan nedenlerin yanında, yine söz konusu söylemin, toplumda şiddetin kültürel yönden normalizasyonu, meşrulaştırılmasını ve içselleştirilmesi konusundaki etkilerinin ve bu yöndeki katkılarının ortaya konması amaçlanmaktadır. Sözü edilen katkı, kitle iletişim araçlarının olgu ve olayları, şiddeti, korkuyu, eşitsizliği ve yabancılaşmayı kendisine temel almış ve bunlarla örülü toplumsal ilişkileri olağan saydıran bir toplumsal realiteye uygun bir biçimde anlatmasından ileri gelmektedir. Türkiye, 1969’dan bu yana varlığı hep hissedilen, şiddet ve terör hareketleriyle iç içe yaşıyor. Sadece siyasal alanda değil, toplumsal yaşamın moral alanında da şiddet neredeyse içselleşmiş durumda. Bireyler olarak, neredeyse hemen herkes tahakküm mantığı tarafından yönetilip yönlendiriliyor. Gündelik davranışlarımızı biraz geri çekilerek değerlendirebildiğimizde otobüslerde, vapurlarda, trenlerde, dolmuşlarda şiddetle birlikte oturup kalktığımızı kavramamız mümkün. |
Böylesi bir toplumsal yaşamın varlığı ve yeniden üretimi, birey ve toplum boyutunda bize özgü yanları da yaşayarak kendimize model aldığımız sistem için yaşamsal bir önem taşımaktadır. Böyle bir sistem içinde yaşadığımız; çağımız bir korku çağıdır. Dünya toplumu, ortalama bireyin kavrayabileceğinden çok daha fazla karmaşıklaşmıştır. Bilgisayarların denetimindeki bilgi üretimi, yüzlerce işçinin emek gücünü ve becerisini içeren makinaların üstlendiği madde üretimi ve bürokrasilerin kapalı kapılar ardında gerçekleştirdiği karar üretimi karşısında birey kendisini yalnız, güçsüz ve yabancılaşmış buluyor. Bu saptama kendisine eşitsizliği, yabancılaşmayı ve şiddeti temel almış bir sistem içinde kalan bireyi anlatmaktadır. Böylece kendi dışında şekillenip, kendisine sunulan bu dünya haritasını bireyin, bilişsel düzeyde kendi yaşam deneyimleri aracılığıyla özümseyebilmesi ve anlamlandırabilmesi olanaksız hale geldiğinden, radyo ve televizyonun karşısına geçtiğimizde, elimize bir gazete aldığımızda, bizlere hiç benzemeyen, bambaşka düşünen, hiç tanımadığımız, kaderlerini etkileyemediğimizi insanlarla paylaştığımız bir dünya yaşıyor olmaktan korku duyuyoruz. Çünkü, çok az şeyi bildiğimizi, çok az şeyi denetlediğimizi anlıyoruz. Medyanın bireyler ve toplum üstündeki etkileri üzerine kafa yoran iletişimcilere göre, bir insanın kendi kararıyla yaşamına son vermesi yada çevresindekilere şiddet uygulaması, yakın çevresi üzerinde olduğu kadar toplum üzerinde de derin izler bırakıyor. Dolayısıyla, şiddet olaylarının yazılı ve görsel medyada yer alması, şiddet uygulayan kişinin, hayatında hiç tanımadığı, görmediği kitlelere (okur/izleyici) bile ulaşarak onlar üzerinde etkili olmasına neden oluyor. Şiddet haberlerinin bireyler üzerinde yarattığı olumsuz etki öyle afaki bir düşünce değil; çünkü geçmişte yaşanmış kötü örnekler ve bunlardan alınmış dersler var. Bir gazetede ya da televizyon kanalında yayınlanan şiddet olayları, ne kadar uzun ve detaylı verilirse, ertesi günlerde bu şiddetten kopya çeken bir başkası, aynı yöntemleri kullanarak çevresindekilere ve kendine şiddet uyguluyor. |
Medya gündelik yaşamada genel ve sıradan gibi görünen olayları tekrar kamuya sunarak onlara yeni bir değer yükler. Ya da tam aksine marjinal gibi görünen olayları da aynı şekilde sunarak, önemli hale getirir. Bu işlem sonunda medyanın ikinci işlevi, medyanın kamuoyu içinde değerlendirilebilecek siyasal iletişim işlevinin yanı sıra, bu aşamada vurgulanacak diğer bir işlevi de toplumsal bir yaşam içinde varolan duyarlılıkları, insan ilişkilerini aktarmak olarak özetlenebilecek olan işlevdir. Bir bakıma medyanın çeşitli biçimleri, farklı duyarlılıkların özdeşleşme, benzerini arama ve dolayısıyla kimliğini tanımlama, ben buyum, benim isteklerim, arzularım ve acılarım bunlardır demenin yollarını oluşturur. Yaşamın bütün alanlarında sistemin olağan saydırdığı rol ve işlevleri yerine getirmelerinden doğan ve ona uygun bakış açısı içinde, özgürlüklerinden yoksunlaştırılmış bireyler, kendilerini bu duruma sokan bugünkü toplumsal ilişkileri sürdürmek için kendilerine yüklenmiş bu iş ve edimleri belirli bir düzeyin altına düşmeyecek bir etkinlikle yerine getirebilmek üzere iş saatlerinin dışında bile, birbirinden mekanca ayrı olsalar, hep birlikte, üst tabakaların güldüklerini, söylediklerinin, yediklerinin, giydiklerinin, kullandıklarının ucuz ve seri imalat ürünü olan benzerlerini alıp donanmakta, zaman zaman katlanılmaz olduğunu hissettikleri gerçek yaşamlarına katlanmalarını benimseten ya da kolaylaştıran yayınları izlemek için aldıkları televizyonlarını evlerinde bir statü simgesi, bir fetiş gibi en özenilecek yerlere koyup izlemektedirler. Böylece, değiştiremediği bir realite karşısında duyulan kırgınlığın ve husumetin hem dışa akıtılmasını ve hem de gösterilen bu eblehleşmeyi kendisi açısından rasyonel ve ussal gösterebilmesini sağlayacak şekilde, kendi istekleriyle kitle iletişimine katılıp, televizyon seyredip, gazete okumaktadır. Bu yüzden, bağımlı konumdaki insanlar aldığı mesajı kendi konumuna denk düşen kendi alt kültürleri içinde değil, toplumdaki egemenlik ilişkilerini taşıyan başat kültür içinde açımlayacağı için, bu iletişim süreci, mesajları toplayan, kodlayan, iletimleyen tarafın değerlerine, normlarına, amaçlarına ve siyasasına göre önceden belirlenmiş olmaktadır.. |
Çalışmamızın birinci bölümü, şiddete dayalı böylesi bir toplumsal yaşam içinde, kitle iletişim araçlarının, şiddetin kültürel yönden normalizisyonu, meşrulaştırılması ve işselleştirilmesi yönündeki gerçek etkilerinin, şiddeti bir davranış kalıbı olarak yoğun bir biçimde sunması, telkin etmesi değil, kendisine şiddeti temel almış bir toplumsal yaşam realitesinin aynısını olağan ve meşru saydıracak bir yöndeki sunma biçiminden kaynaklandığını anlatmaya yönelik bulunmaktadır. Böyle bir sunumun, özellikle alt ve alt-orta sınıflarda yer alan bireylerde, bir yandan, içinde yer aldıkları toplumsal sınıf ve konumlarını değiştirebilecek olanaklara sahip olamamanın getirdiği ezikliği ve husumeti arttırıcı, diğer yandan da, kendinden yukarı kesimlerde yer alan insanların uyguladığı şiddeti meşru saymada ve de kendisiyle benzer konumda yer alanlara gösterilen şiddet uygulamalarını haklı görmede önemli bir işlev yüklendiğini farkına varmamız gerekiyor. Çalışmamıza temel olan ikinci bölümünde ise anlatılmak istenenler genel hatlarıyla şu şekilde olacaktır. Kitle iletişim araçlarını ve bunun içinde yer alan yazılı basının, şiddete dayalı bir boyutta, çeşitli görünümleriyle toplumda kendini gösteren şiddet olaylarını sunma biçimi, kendisine şiddeti böylesine temel almış bir sistemin sürekliliğine katkıda bulunmaktadır. Çalışmamıza konu olan yazılı basın, bu katkıyı şiddet olaylarını yansıtmada bir yandan, abartma ve saptırmalara başvuran, diğer yandan da, bu olayları, kendilerini yaratmış olan toplumsal koşullarla ilgili olan nedensellik bağlarını göstermekten uzak, bir magazinleşmiş söylem tarzının kullanıldığı bir sunum biçimiyle yapmaktadır. Hatta, böylesi bir söylemin, yer yer şiddet olayları dışındaki yaşamın diğer alanlarındaki olayların sunumunda da kullanılmaya başlandığı ve böylece, bu sunumun, basında genelleşmeye ve yaygınlaşmaya başladığı görülmektedir. |
BİRİNCİ BÖLÜM ŞİDDET VE ŞİDDETİN TÜRLERİ Bu çalışmanın temel kavramı olan şiddetin tanımlanması, bu kavramın tanımlanmasındaki farklı anam yüklemelerini ortaya koyacak ve bu çalışmadaki kullanış biçiminin daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır. Tanımlardaki farklılığın altında bir anlamda, şiddetin insanlık tarihine koşut ve onu egemen bir yapı göstermesi yanında, yaslandığı sosyo-ekonomik ve kültürel kökenlerin kapsamı ve çeşitliliği yatmaktadır. Öyle ki; “Şiddet, cinayet, işkence, darbe (vuruş) ve etkili eylem, savaş, baskı, suçluluk, terörizm demektir. Burada çekirdek kavram güçtür. Bu yüzden şiddet dendiği zaman öncelikle anlaşılan bir bedensel davranışlar ve eylemler dizisi olmaktadır. Bu yüzden her zaman iz bırakır. Halbuki gücün şiddet olarak tanımlanabilmesi için belirlenmiş olan normlar çok çeşitlidir. Bu yüzden neredeyse norm sayısı kadar şiddet biçiminin bulunduğu kabul edebilir” (Michaud 1991: 7-8). Bir diğer tanıma göre; “Şiddet, yalnızca insan vücuduna zarar veren maddi bir saldırı değil, zihinsel ve duygusal bakımdan bireyde hatırı sayılır tahribata yol açan etkidir” (Ergil 1980: 3). Bir başkasında ise, “Bir karşılıklı ilişkiler ortamında taraflardan biri veya birkaçı doğrudan veya dolaylı toplu veya dağınık olarak, diğerlerinin bir veya birkaçının bedensel bütünlüğüne ve ya törel (ahlaki/moral/manevi) bütünlüğüne veya mallarına veya simgesel ve sembolik ve kültürel değerlerine ne olursa olsun zarar verecek biçimde davranırsa, orada şiddet vardır” (Michaud 1991: 11). |
Burada önemli olan, karşılıklı ilişki biçiminin şiddete dayalı olmasıdır. Bu ilişkinin özünde, taraflardan birinin veya birkaçının öteki veya ötekileri üzerinde zora ve baskıya dayalı yollarla gücünü ve egemenliğini kurabilme, gösterebilme mücadelesi yatıyor. Bu mücadelenin tarafları, kapsadığı alanın boyutlarını tanımlanması bizi, şiddetin türleri ayrımına götürmektedir. A. Şiddetin Türleri 1. Bireysel Şiddet Bu ayrımın temelinde, şiddetin durumu ve şiddetin varolan sistemle olan ilişkisi yatmaktadır. Söz konusu şiddet, sistemi veya varolan yapıyı değiştirmeye yönelik bir soyut içeriyorsa siyasal şiddet olarak ele alınmakta, hedef olarak bireyi veya şakın çevresini alan ve toplumun geleneksel yapısıyla beslenen ve böylece sistemin mevcut yapısının sürekliliğine katkıda bulunan bir boyut içeriyorsa, bireysel şiddet olarak tanımlanmaktadır. Burada, “İki eksenli bir ayırıma gitmek zorundayız. Önce birinci eksene bakalım. Burada ikili bir ayrım yapmak gerekiyor: 1) Topumun temelini gözüne kestiren bir ihtirasın harekete geçirdiği erk mücadelesinin uzantısı olan şiddet uygulamaları. 2) Yalnızca bireyin yakın çevresini ve (ya da) o andaki muhatabını gözüne kestiren ihtirasın hareket geçirdiği erk mücadelesinin uzantısı olan şiddet uygulamaları. Şimdi ikinci eksene bakalım. Bu eksen de ikili bir ayrım içeriyor. 1) Açık, fiziksel şiddet. 2) Sembolik şiddet. Açık fiziksel şiddeti görmek, izole etmek kolaydır. Çizginin bir uçunda açık fiziksel şiddet duruyorsa, öteki uçunda dilsel kalıplar, atılan başlıklar, yüz ifadeleri arası gizlenmiş imalar, berikini psikolojik olarak geriletmeyi amaçlayan el ve gövde tavırları vb. duruyor. Hepsi de tahakküm arayan ve bence şiddet içeren öğeler” (Uğur 1992: 21-22). |
2. Siyasal Şiddet Bu çevrede şiddetin türleri ayrımında, “İlki, terör (dehşet) öğesini de içeren, siyasal şiddet eylemleridir” (Ergil 1980: 7-8-9). Söz konusu şiddeti oluşturan öğeler geniş bir yelpaze çizmektedir. “Siyasal şiddet, fiziksel gücün meşru ve yasal olmayan biçimlerde kullanılması olarak ele aldığımızda, bireysel şiddetten cinsel ve etnik çatışmalar, gerilla hareketlerine, iç savaşa veya devlet teröründen askeri askeri müdahalelere, hatta uluslar arasındaki savaşlara kadar uzayan çeşitlilik gösterdiği ortaya çıkar. Bu nedenledir ki, son yıllarda dillerden düşmeyen ‘terör’ kavramının belli siyasal şiddet türlerinden yalnızca biri olarak ele alınması zorunludur” (Keleş 1982: 1). Bir diğer şiddet türü ise, birey ve yakın çevresi boyutunda, gücünün yettiği muhatabına yönelik olarak gerçekleşen bireysel şiddet türüdür ki bu şiddet eylemleri, “Toplumun tümünü veya onun ekonomim ya da siyasal sistemlerini değiştirmeye yönelik eylemler değildirler. Tam tersine, bireysel hedefler seçildiği için, sorunların asıl kaynağı olan toplumsal sistemin mevcut yapısıyla sürekliliğine katkıda bulunurlar” (Ergil 1980: 53). Bu sorunsalın kaynağı insanlık tarihi kadar eski ve onun kadar bu tarihe egemen. Bu nedenle, şiddete kaynaklık eden bireysel ve siyasal boyutta karşısındakine egemen olabilme, tahakküm edebilme mücadelesinin tarihi, bir o kadar da eski. Unutulmaması gereken, sözü edilen bireysel şiddeti doğuran kaynakların ortaya çıkarılmasının bir anlamda, bu şiddetin de içinde yer aldığı toplumsal sistemin ve bu sistemin dayandığı dinamiklerin açıklanmasına bağlı bulunduğudur. Bunlardan en başatı, siyasal örgütlenmenin ve otoritenin en gelişmişi sayılan devlettir. Marksist teoride, “Devlet, yönetici sınıfların artık değerin zorla elde edilmesi sürecine (kapitalist sömürüye) boyun eğmesi için, işçi sınıfı üzerindeki egemenliklerini güven altına almalarını sağlayan bir baskı mekanizmasıdır”(Althusser 1989: 23). |
Devletin baskı aygıtının yanına Althusser yeni bir kavram getirir; “Devletin ideolojik aygıtları; DİA’lar devletin (baskı) aygıtıyla ayni şey değildirler. Marksist teoride, Devletin şunları kapsadığını hatırlayalım; hükümet, yönetim, ordu, polis, mahkemeler, hapishaneler vb. ki bunlar bundan böyle devletin baskı aygıtı adını vereceğimiz şeyi oluştururlar. DİA ile birbirinden ayrı ve özelleşmiş kurumlar biçiminde dolaysız olarak çıkan belli sayıda gerçeklikleri belirtiyoruz. –Dini DİA, öğretimsel DİA (değişik, özel ve devlet okulları sistemi), –Aile DİA ’sı (Emek gücünün yeniden üretimine katılır. Üretim tarzlarına göre, üretim birimi ve/veya tüketim birimidir). –Hukuk DİA ’sı (Hukuk aynı zamanda hem devletin baskı aygıtında hem de DİA’lar sisteminde yer alır). –Siyasal DİA (değişik partileri de içeren sistemi). –Sendikal DİA, –Haberleşme DİA ’sı (basın, radyo televizyon vb.), -Kültürel DİA (edebiyat, güzel sanatlar, spor vb.). DİA’lar Devletin (Baskı) Aygıtı ile aynı şey değildirler. Devletin bir tek baskı aygıtı varsa, çok sayıda DİA olduğunu gözlemleyebiliriz. DİA’ları, devletin baskı aygıtından ayıran şu temel farktır. Devlet’in baskı aygıtı zor kullanarak işler, oysa DİA’lar ideoloji kullanarak işlerler’’ (Althusser 1989: 28-29-30). |
Özellikle Batıda üretimin geniş boyutlarla gerçekleştirildiği, bir başka deyişle, üretimin toplumsallaştığı bir meta ekonomisine geçişle birlikte, önceleri toplumun dışında tutulabilen büyük kalabalıkları artık toplumsal hayata katılma ve biçim verme yol ve yöntemlerinden uzak tutabilmek mümkün olamadığından, “Çağdaş toplumlarda bu araçsal düzenlemelerin arasında zor kullanımı bugün de varlığını sürdürmektedir. Fakat, üretim sürecinde istihdam edilen teknolojinin gelişkinliği nedeniyle bugün erişilen verimlilik düzeyini en yüksek düzeyde realizme edebilmek için insan etmenin zor yerine, katılmaya yöneltisi kültürel düzenlemeler ile yönetilmesi gerektiği için, zor gücüne dayanan yöntemler eski itibarını yitirmiştir. Bu, egemen sınıfın ve yanında yer alan toplumsal katmanların salt insancıl duygularının değişmesinin değil, bir kez daha vurgulayalım ki, maddi kültürdeki gelişmeler sayesinde elde edilen üretim teknolojisindeki gelişkin öğelerden yararlanabilmenin köle ya da serf statüsünde tutulacak olan emek ile mümkün olmayışının anlaşılmasının bir sonucudur” (Oskay 1982: 245). Böylece, “Teknolojideki gelişmeler sayesinde artan toplumsal üretimden geniş toplumsal kesimleri bir ölçüde yararlandırma biçimindeki yöntemlere başvurulmuş ve böylece bu kesimlerin toplumdaki sisteme entegre olmaları sağlanmıştır. Böylece şiddetin kaynaklarından olan ve zor tekelini elinde bulunduran, kendisini devlet olarak nitelediğimiz, hem toplumsal yeniden üretilmesinde araçsal niteliği bulunan hem de, kimi alanlarda belirleyiciliği olan otorite de sistemi ayakta tutabilmek için, eskilerde sık sık kullandığı baskıcı işlevleri terk etmek durumunda kalmıştır. Günümüz yönetimi, baskıcı işlevlerden çok, onların yerine geçmek için ideolojik işlevleri kullanıp onlara ağırlık vermek zorundadır” (Kazancı 1981: 415-436). |
Geniş toplumsal kesimlere, “Toplumsal yaşamın herkes için en iyi ve en doğru yaşam biçimi olduğunun kabul ettirilmesinde, ikna ve uzlaşma işlevlerini yüklenmiş olan çeşitli araçsal ve kültürel düzenlemeler kullanılmakta ve böylece, bireyin bilincinin bireysel ve kollektif bilinç boyutunda düzenlemesi yoluyla sistemin yeniden üretimi gerçekleşmektedir. Bireysel bilincin düzenlenmesi; bireyin toplumdaki kendi sınıf ve statüsünü unutturacak biçimde, sistemin sürekliliği açısından kendisine yüklediği iş ve edimler sırasında, kolektif kişilikler içinde, farklı konumlardaki insanlarla girdiği asılsız/sözde/yanlış özdeşleşmeler yoluyla sağlanmaktadır. Varolan toplumsal yaşam içinde sistemin uygun ve layık gördüğü toplumsal konumla tam olarak bireyin ikna ve tatmini mümkün olamadığından, işlik dışı yaşam alanlarında serbest zamanlarda ise, sınıf olma bilincine erişemeyen, atomize olmuş tek tek bireyle olarak, yaşamı anlık algılamalar içinde yaşayan bir birey konumunun oluşturulması zorunlu olmuştur. Böylesi ussallaştırılmış ve bürokratik bir sistem içinde, bu tür hegemonik ilişkileri üreten başat kültür/kitle kültürü alanları dışında, kişilere boşbileceği, özgürlük ve rahatlık hissi verebileceği alt-kültür alanlarının/adacıklarının oluşturulması ve kendilerine ‘açılmış’ bulunan tüketim olanakları, taksitli satışlar ve reklam güdülemeleri yoluyla bir üst sınıfın tüketim kalıplarına özendirilmeleri, sistemin yeniden üretilmesi açısından önemli bir kültürel ve araçsal düzenleme olmuştur. Gündelik yaşamın bu ussallık dışı görünümünün kabulünde, yarışmacı ve tüketim toplumunun değerleri önemli bir işlev yüklenmektedir” (Kazancı 1981: 437-438). |
Türkiye`de Saat: 15:46 . |
Powered by: vBulletin Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
SEO by vBSEO 3.3.2