![]() |
Ticaretin liberalleştirilmesine yönelik bu yaygın çabalara karşın yüzyılın sonlarında bu faaliyet karşısında Kongre’nin politik muhalefeti büyüyordu. NAFTA Kongre tarafından onaylanmış bulunmakla birlikte anlaşmanın adil olmadığı görüşüne sahip belirli sektörlerin ve politikacıların eleştirilerini çekiyordu. Kaldı ki Kongre başkana yeni ticaret anlaşmaları yapmayı başarmanın temelini oluşturan görüşmelerde bulunmak için özel yetki vermeyi de reddetti. NAFTA benzeri ticaret anlaşmaları “hızlı işlem” (fast-track) denilen bir yöntemle görüşülüyor ve bahis konusu yöntem çerçevesinde Kongre onay oylamasını belirli bir süre içinde gerçekleştirmeyi ve önerilen andlaşmada değişiklik önergesi getirmemeyi vaad ederek yetkisinin bir kesiminden vazgeçiyordu. Yabancı ülkelerdeki ticaret yetkilileri ise Birleşik Devletler’de hızlı işlem yöntemi uygulanmazsa ABD ile görüşmelere başlamaktan ve kendi ülkelerinde politik muhalefetle karşılaşma riski altına girmekten kaçınıyorlardı. Hızlı işlem yöntemi uygulanmayınca da Amerikalıların Amerikalar Serbest Ticaret Anlaşması’nı geliştirmeye ve Şili’yi de alarak NAFTA’yı genişletmeye yönelik çabaları zayıfladı ve diğer ticareti liberalleştirme önlemleri konusunda ilerleme sağlanması da belirsizliğe düştü. ABD TİCARET AÇIĞI XX. Yüzyıl’ın sonunda gittikçe büyüyen ticaret açığı Amerikalıların liberalleştirilmiş ticaret konusundaki kararsızlıklarına katkıda bulundu. Birleşik Devletler İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yılların çoğunda bir ticaret fazlası sağlamıştı. Buna karşılık 1973-1974 ve 1979-1980 petrol fiyatı şokları ve ikinci petrol fiyatı şokunu izleyen küresel ekonomik gerileme uluslararası ticarette durgunluğa neden oldu. Aynı zamanda ABD uluslararası rekabette de değişmeler görmeye başladı. 1970’lerin sonlarında çok sayıda ülke, özellikle de yeni endüstrileşmekte olan ülkeler uluslararası ihracat piyasalarındaki rekabet güçlerini gittikçe arttırıyorlardı. Sözgelimi Güney Kore, Hong Kong, Meksika ve Brezilya çelik, dokuma, ayakkabı, otomobil yedek parçaları ve pek çok tüketim malının etkin üreticisi durumuna gelmişlerdi. |
Diğer ülkeler giderek daha başarılı oldukça ihracatçı endüstrilerde çalışan ABD işçileri diğer ülkelerin piyasalarını kapalı tutup Birleşik Devletler’i kendi mallarına boğmalarından endişelenmeye başladılar. Amerikalı işçiler ayrıca diğer ülkelerin çelik benzeri seçilmiş endüstrilere doğrudan destek vererek ve ithalat karşısında ihracatı gereğinden çok teşvik eden ticaret politikaları uygulayarak üçüncü ülkelerde haksız yollardan pazar kaptıklarını iddia ediyorlardı. Bu dönemde ABD’de yerleşik bir sürü çok uluslu şirketin üretim tesislerini deniz aşırı ülkelere taşımaya başlaması da Amerikalı işçilerin kuşkularını arttırıyordu. Teknolojideki ilerlemeler bu gibi yer değiştirmeleri daha elverişli duruma getiriyor ve bazı şirketler üretim maliyetini azaltmak amacıyla yabancı ülkelerdeki düşük ücretlerden, daha gevşek kontrollerden ve diğer koşullardan yararlanmaya çalışıyorlardı. ABD ticaret açığının aşırı büyümesine yol açan daha büyük bir öge ise dolar değerindeki sıçrama oldu. 1980-1985 arasında ABD’nin başlıca ticaret ortaklarının paraları karşısında doların değeri yüzde 40 dolayında yükseldi. Söz konusu gelişme yüzünden göreli olarak ABD’nin ihracatı pahalılaşırken ithalatı ucuzladı. Doların değeri niçin yükselmişti? Bunun yanıtı ABD’nin 1981-1982’deki küresel ekonomik daralmadan kurtulmasında ve büyük federal bütçe açıkları vermesi nedeniyle Birleşik Devletler’de büyük bir yabancı sermaye gereksinimi doğmasında bulunabilir. Anılan gelişme de ABD’deki faiz oranlarını yükseltti ve doların değerini arttırdı. 1975’te ABD ihracatı ithalattan 12,4 milyar dolar daha fazla oldu; ancak bu XX. Yüzyıl’da görülen son ticaret fazlasıydı. 1987’ye gelindiğinde ABD’nin ticareti açığı 153,3 milyar dolara erişmişti. Bunu izleyen yıllarda doların değerinde görülen azalma ve diğer ülkelerdeki ekonomik büyümenin ABD ihraç malları karşısındaki talebi arttırması nedeniyle ticaret açığı da düşmeye başladı. Buna karşılık 1990’ların sonlarında Amerika’nın ticaret açığı yeniden arttı. ABD ekonomisi bir kez daha en başta gelen ticaret ortaklarınınkinden daha hızlı büyüyor ve bu nedenle de diğer ülkelerdeki bireylerin Amerikan mallarını daha az almalarına karşın Amerikalılar yabancı kökenli malları çok daha fazla alıyorlardı. Buna ek olarak, Asya’da patlak veren mali bunalım yüzünden dünyanın o kesimindeki ülkelerde para değerleri hızla düşmeye başladı ve üretim maliyetleri Amerikan mallarına oranla çok düştü. 1997’ye gelindiğinde Amerika’nın ticaret açığı 110 milyar dolar olmuştu ve giderek yükseliyordu. |
Amerikalı yetkililer ticaret dengesini karmaşık duygularla izliyorlardı. Ucuz ithal malları bazı politika yapıcıların 1990’ların sonlarında olası bir tehdit gibi gördükleri enflasyonun önlenmesine yardımcı oluyordu; fakat, bazı Amerikalılar da yeni bir ithalat akınının yerli endüstrilere zarar vereceğinden korkuyorlardı. Sözgelimi Amerikan çelik endüstrisi çevreleri Asya’daki talebin küçülmesi yüzünden yabancı üreticiler Birleşik Devletler’e yönelmeye başladıkları için ucuz çelik ithalatının artmasından çekiniyorlardı. Yabancı liderler Amerikalıların ticaret açıklarını kapatmak için gereksinim duydukları parayı sağlamaktan büyük mutluluk duymakla birlikte Amerikalı yetkililer bu hevesin zamanla yitirilmesinden korkuyorlardı; çünkü, böyle bir gelişme doların değerini düşürebilir, ABD faiz oranlarını yükselmeye zorlayabilir ve böylelikle de ekonomik canlılığı durdurabilirdi. AMERİKAN DOLARI VE DÜNYA EKONOMİSİ Küresel ticaret büyüdükçe döviz kurlarında istikrarı sürdürebilecek ya da hiç olmazsa değişikliklerin önceden kestirilebilmesini sağlayacak uluslararası kuruluşlara duyulan gereksinim de arttı. Buna karşılık bahis konusu gereksinimin doğası ile ona karşı uygulanacak stratejilerin biçimi İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden beri önemli bir değişime uğradı. XX. Yüzyıl’ın sonlarında bu değişim hala sürüyordu. |
Birinci Dünya Savaşı öncesinde dünya ekonomisi altın standardına bağlı olarak işliyor, yani her ülkenin parası belirli bir değer oranı içinde altına çevrilebiliyordu. Söz konusu sistem döviz kurlarının da sabit olmasına, diğer bir deyimle ülkelerin paralarının belirli ve değişmeyen bir oranda birbiri ile değiştirilmesine yol açtı. Sabit döviz kuru uygulaması dalgalı kurların getirdiği belirsizlikleri ortadan kaldırdığı için dünya ticaretini teşvik ettiyse de en azından iki sakıncası vardı. İlk olarak, altın standardı uygulandığında ülkeler kendi para arzlarını kontrol edemiyorlardı; aksine, her ülkenin para arzı diğer ülkelerle olan hesaplarının kapatılması için ne kadar altın kullanıldığına bağlı kalıyordu. İkinci olarak da, tüm ülkelerin para politikaları altın üretimindeki artış hızından büyük ölçüde etkileniyordu. Altın üretiminin düşük olduğu 1870’lerde ve 1880’lerde dünyadaki altın arzı ekonomik büyümeye ayak uyduramayacak kadar yavaş yükseliyordu; bunun sonucunda deflasyon doğdu yani fiyatlar düştü. Daha sonra 1890’larda Alaska’da ve Güney Afrika’da altın bulunması üzerine altın arzı büyük bir hızla arttı; bu da enflasyon başlattı yani fiyatlar yükseldi. Birinci Dünya Savaşı ertesinde altın standardının canlandırılmasına çalışıldı; fakat, 1930’lardaki Büyük Bunalım bu yoldaki çabaları tümüyle boşa çıkardı. Bazı ekonomistlere göre altın standardına bağlı kalınması yetkililerin altın arzını ekonomik faaliyeti canlandıracak ölçüde hızlandırmalarını engelledi. Sonunda dünyadaki belli başlı ülkelerin çoğunun temsilcileri yeni bir uluslararası para sistemi yaratmak amacıyla 1944’te New Hempshire eyaletinin Bretton Woods kasabasında bir araya geldiler. Birleşik Devletler o sıralarda dünyadaki imalat kapasitesinin yarısından fazlasına sahip olduğu ve altın stoklarının çoğunu elinde bulundurduğu için liderler dünyadaki paraların dolara bağlanmasına ve doların da onsu (31,01 gram) 35 sentten altına çevrilebilmesine karar verdiler. |
Bretton Woods sistemi çerçevesinde Birleşik Devletler dışındaki ülkelerin merkez bankalarına kendi paralarıyla dolar arasında sabit bir kur sürdürmeleri görevi verildi. Bunu yabacı döviz piyasalarına müdahale ederek gerçekleştirdiler. Bir ülkenin parası dolar karşısında çok yüksek değer kazanırsa o ülkenin merkez bankası dolar karşılığında kendi parasını satıp değerini düşürecekti. Aksine, yerel paranın değeri çok düşük olursa ülke kendi parasını alarak değerini yükseltecekti. Bretton Woods sistemi 1971’e kadar sürdü. Söz konusu yıla gelindiğinde Birleşik Devletler’de yaşanan enflasyon ve ABD ticaret açığında süren artış doların değerini düşürmeye başlamıştı. Amerika ödemeler dengeleri olumlu durumda bulunan Almanya ve Japonya’yı paralarının değerini yükseltmeleri için sıkıştırdı; fakat, kendi mallarının fiyatlarının yükselip ihracatlarına zarar vereceğini düşünen bu iki ülke paralarının değerini yükseltmeye pek yanaşmadılar. En sonunda Birleşik Devletler sabit değer uygulamaktan vazgeçti ve dolar “dalgalanmaya”, yani diğer paralar karşısındaki değeri değişmeye bırakıldı. Dolar hemen değer yitirdi. Dünya liderleri 1971’de Bretton Woods sistemini canlandırmak için Smithsonian Anlaşması diye adlandırılan sistemi kurmaya çalıştılarsa da bunda başarılı olamadılar. 1973’e gelindiğinde Birleşik Devletler ve diğer ülkeler döviz kurlarını dalgalanmaya bırakma kararı aldılar. Ekonomistler böylece doğan sisteme “gözetimli dalgalanma rejimi” demektedirler ve bu yöntem çerçevesinde çok kez dövizlerin dalgalanmasına izin verilmekle birlikte merkez bankaları ani değişiklikleri önlemek amacıyla müdahale etmektedirler. Büyük ticaret fazlası olan ülkeler değer kazanıp ihracata zarar vermesini önlemek için 1971’de olduğu gibi sık sık kendi paralarını satarlar; bunun aksine, büyük ticaret açığı veren ülkeler de değer kazanıp iç fiyatları yükseltmemsi için kendi paralarını satın alırlar; fakat, özellikle çok büyük ticaret açığı bulunan ülkelerin söz konusu müdahale ile elde edebilecekleri yarar sınırlı kalmaktadır. Parasına destek sağlamak amacıyla müdahale eden bir ülke sonuçta döviz rezervlerini tüketip bu amacına erişemez ve uluslararası yükümlülüklerini yerine getiremez bir konuma girebilir. |
KÜRESEL EKONOMİ Ödemeler dengesi sorunlarıyla başa çıkamayan ülkelere yardım etmek amacıyla Bretton Woods konferansında Uluslararası Para Fonu (International Monetary Fund - IMF) kuruldu. IMF ihracatın arttırılması, uzun vadeli borçlanmalara gidilmesi ya da döviz rezervlerinin kullanılması gibi alışılagelmiş yollara başvurarak borçlarını karşılayamayan ülkelere kısa vadeli kredi sağlar. Kuruluşunda 8,8 milyar dolar olan sermayesinin yaklaşık yüzde 25’i Birleşik Devletler tarafından sağlanmış olan IMF sürekli borçlu kalan ülkelerin kısa vadeli yardım alabilmeleri için çok kez ekonomik reformlar gerçekleştirmeleri koşulunu öne sürer. Ülkeler genellikle ekonomileri istikrarsız olduğu zaman IMF yardımına gereksinim duyarlar. Geleneksel olarak büyük bütçe açıkları bulunduğu ve dolaşımda aşırı fazla para olduğu, kısacası ihracattan elde ettikleri gelirden çok daha fazlasını tüketmeye çalıştıkları için sıkıntıya düşen ülkeler IMF’ye başvururlar. Buna karşı standard IMF iyileştirme yöntemi ise kısa vadeli kredi karşılığı daha sıkı maliye ve para politikalarını içeren kuvvetli makro ekonomik ilaçlar alınması oldu, fakat, 1990’larda yeni bir sorun ortaya çıktı. Uluslararası finans piyasaları gittikçe güçlenip birbiriyle bağlantılı konuma geldikçe bazı ülkeler dış borçlarını ödemekte büyük sorunlarla karşılaşmaya başladılar. Bunun nedeni ise ekonomi yönetimindeki genel bozukluk değil özel dolar yatırımları akışında karşılaşılan ani değişikliklerdi. Söz konusu sorunlar da ülke ekonomilerinin genel yönetilme biçiminden çok ekonomilerdeki daha dar kapsamlı “yapısal” yetersizliklerden kaynaklanıyordu. Bu durum özellikle 1997’den başlayarak Asya’yı pençesine alan mali bunalımda görüldü. |
1990’ların başlarında Tayland, Endonezya ve Güney Kore gibi ülkeler Birleşik Devletler’in ve diğer gelişmiş ekonomilerin elde ettiğinden çok daha hızlı olan ve enflasyon farkı düşüldükten sonra yüzde 9’u bulan büyüme oranları gerçekleştirerek tüm dünyayı şaşkına çevirdiler. Bunun farkına varan yabancı yatırımcılar kısa zamanda Asya ekonomilerini paraya boğdular. Asya-Pasifik bölgesine olan sermaye akışı 1990’da sadece 25 milyar dolarken 1996’ya gelindiğinde 110 milyar dolara fırlamıştı. Geriye dönülüp bakıldığında bunun ülkelerin kaldırabileceğinden çok daha fazla bir yük olduğu görülür. Ekonomistler sermayenin büyük bir kesiminin etkin olmayan teşebbüslere gittiğinin farkına vardıklarında iş işten geçmişti. Söylediklerine göre Asya ülkelerinin çoğunda bankaların yetersiz bir biçimde denetlenmeleri ve çok kez ekonomik yararı olacak projeler yerine politikacıların destekledikleri projelere para vermeleri için baskı altında kalmaları yüzünden sorun daha da derinleştiriyordu. Büyüme aksamaya başlayınca bahis konusu projelerin çoğunun ekonomik açıdan yeterli olmadıkları anlaşıldı ve pek çoğu da iflas etti. Asya bunalımının ardından Birleşik Devletler’in ve diğer ülkelerin liderleri buna benzer uluslararası mali sorunların çözülebilmesi için IMF’nin elindeki sermayeyi attırdılar. Belirsizliğin ve bilgi eksikliğinin uluslararası finans piyasalarındaki değişkenliğe katkısı olduğunun farkına varan IMF daha önceleri bir sır gibi saklanan faaliyetlerini kamuya açıklamaya başladı. Birleşik Devletler de ülkelerin yapısal reformlar gerçekleştirmelerini istemesi için IMF’yi zorladı. IMF bunun üzerine hükümetlerden politikacıların benimsedikleri kendi kendini besleyemeyecek projelere yardımda bulunmamalarını istemeye başladı. Ülkelerin başarısızlığa uğrayan teşebbüslerin ekonomiye yük olmasını sürdürmek yerine hemen kapatılabilmelerini sağlanmak amacıyla iflas yasalarında reform yapmalarını talep etti. Kamu teşebbüslerinin özelleştirilmelerini teşvik etti ve ticaret politikalarını liberalleştirmeleri ve özellikle yabancı bankaların ve diğer finans işletmelerinin gelmelerini kolaylaştırmaları için çok kez ülkelere baskı yaptı. |
IMF önemli ödemeler dengesi sorunları yaşayan ülkelere öneregeldiği geleneksel tedavi yöntemlerinin, yani sıkı maliye ve para politikaları uygulanmasının mali bunalım içinde bulunan ülkeler için uygun olmayabileceğini 1990’ların sonlarında kabul etti. Para Fonu açıkları kapatmaları konusundaki taleplerini belirli durumlarda yumuşatarak ülkelerin yoksulluğu azaltmaya ve işsizleri korumaya yönelik programlara ilişkin harcamalarını arttırabilmelerini sağlamayı amaçladı. KALKINMA YARDIMI IMF’yi yaratan Bretton Woods Konferansı dünya piyasasına girebilmek için gerekli parayı sağlayamayacak durumda bulunan ülkelere ödünç para vererek dünya ticaretini ve ekonomik kalkınmasını teşvik edecek biçimde düzenlenmiş çok uluslu bir kurum olan ve daha çok Dünya Bankası olarak bilinen Uluslararası İmar ve Kalkınma Basnkası’nın kurulmasına da yol açtı. Dünya Bankası sermayesini her üyenin ekonomik önemi oranında yaptığı katkıyla oluşturmaktadır. Birleşik Devletler Dünya Bankası’nın 9,1 milyar dolar tutarındaki kuruluş sermayesinin yaklaşık yüzde 35’ini bağışladı. Dünya Bankası üyeleri diğer ülkelere ödünç verdikleri paraların tümünün geri ödeneceğini ve bu ülkelerin giderek birer ticaret ortağı olacaklarını ummaktadırlar. Dünya Bankası ilk yıllarında en çok baraj yapımı gibi büyük projelerle ilgileniyordu. 1980’lerde ve 1990’larda ise ekonomik kalkınmaya daha geniş açılı bir yaklaşım sergileyerek fonlarının giderek artan bir bölümünü “insan sermayesi” yaratmaya yönelik öğretim ve eğitim programlarına ve ülkelerin piyasa ekonomisini güçlendirecek kurumlar geliştirme çabalarına ayırmaya başladı. Birleşik Devletler de pek çok ülkeye tek taraflı dış yardım sağlamış olup bu çabası İkinci Dünya Savaşı ertesinde Avrupa’nın toparlanmasına yardım etmeye karar verdiği günlere kadar uzanabilir. Önemli ekonomik sorunlarla karşılaşan ülkelere yardım uygulamaları yavaş ilerlemiş olmakla birlikte Birleşik Devletler Avrupa’nın savaş sonrası toparlanmasını teşvik amacıyla Nisan 1948’de Marshall Planı’nı yaşama geçirdi. Başkan Harry S.Truman (1944-1953) bu planın ülkelerin Batılı demokratik yöntemlerle yol almalarına yardımcı olacağını düşünüyordu. Diğer bazıları böyle yardımların verilmesini yalnız insancıl nedenlerle desteklediler. Bazı dış politika uzmanları savaşın yıktığı az gelişmiş ülkelerde bir “dolar sıkıntısı” doğmasından endişe duyduklarını ve ülkeler güçlendikçe uluslararası ekonomiye eşit düzeyde katılmak isteyeceklerine ve katılabileceklerine inandıklarını belirttiler. Başkan Truman 1949’daki yemin töreninde yaptığı konuşmada programın ana hatlarını açıkladı ve bunun Amerikan dış politikasının önemli bir parçası olduğunu ilan ederek halkın hayal gücünü canlandırmış gibi görüldü. |
Program 1961’de yeniden düzenlendi ve daha sonra da ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID) aracılığıyla yürütüldü. 1980’lere gelindiğinde USAID 56 ülkeye değişik düzeylerde yardım sağlamayı sürdürüyordu. Geçtiğimiz yıllarda Ajans da Dünya Bankası gibi büyük barajlar, karayolları yapılması ya da temel endüstriler kurulması gibi gösterişli kalkınma planlarından uzaklaştı. Ajans gittikçe daha çok gıdaya ve beslenmeye, nüfus planlanmasına ve sağlığa, eğitime ve insan kaynaklarına, belirli ekonomik kalkınma sorunlarına, açlıkla ve felaketlerle savaşa ve uygun kredi koşullarıyla besin maddeleri ve lifli maddeler satılmasını sağlayan Barış için Gıda programı benzeri programlar yapımına ağırlık tanıdı. Amerikan dış yardımının yandaşları bunu ABD ihracatçıları için yeni piyasalar yaratma, bunalımları önleme ve demokrasi ve gönenci ilerletme aracı olarak tanımlamaktadırlar. Buna karşın Kongre sık sık program için büyük ödenekler ayrılmasına karşı çıkmaktadır. 1990’ların sonunda USAID için ayrılan fon federal harcamaların yüzde yarımından az bir oranda gerçekleşti. Gerçekten de 1998 yılı ABD dış yardım bütçesi enflasyon farkı hesaplandıktan sonra 1946’dakinin neredeyse yarısına bile erişemiyordu BÖLÜM XI SONUÇ: EKONOMİNİN ÖTESİNDE Bu kitabın çeşitli bölümlerinde açıklandığı gibi emek, tarım, küçük şirket, büyük anonim şirket, Federal Rezerv Sistemi ve hükümet karmaşık bir karşılıklı etkileşim içinde Amerikan ekonomik sisteminin işlemesini sağlarlar. |
Bahis konusu sistemi bütünleştiren olgu serbest piyasa fikrine olan felsefi bağlılıktır. Buna karşılık, yine belirtildiği gibi, sıradan bir piyasa modeli gerçek Amerikan deneyimini aşırı basitleştirmek olur. Birleşik Devletler uygulamada özel işletmeleri düzenlemesi, özel teşebbüsün karşılamadığı gereksinimleri gidermesi, yaratıcı bir ekonomi ögesi olması ve genel ekonomide bir ölçüde istikrar sağlaması için her zaman hükümete güvendi. Bu kitapta ayrıca Amerikan ekonomik sisteminin hemen hemen sürekli olarak değiştiği gösterilmektedir. Tarımsal işletmelerin birleştirilip çok sayıda çiftçinin muazzam imalat sektörüne itilmesi ve söz konusu sektörde de 1970’lerde ve 1980’lerde geleneksel fabrika iş olanaklarının büyük ölçüde azalması gibi belirli sıkıntılar ve sapmalar çok kez sistemin dinamikliğine eşlik etti. Buna karşılık Amerikalılar önemli gelişmelerin de acı çekmeden gelmediğine inanırlar. Ekonomist Joseph A.Schumpeter kapitalizmin “yaratıcı yok etme” yoluyla kendi kendini yeniden canlandırmakta olduğunu söylemektedir. Yeniden yapılanma sonunda şirketler ve hatta tüm endüstriler küçülebilir ya da değişebilirler; fakat, Amerikalıların görüşüne göre küresel rekabetin zor koşullarına daha güçlü ve daha iyi donanımlı olarak direnebilecek konuma gelirler. Bazı işler yitirilebilir, ama daha güçlü geleceği olan endüstrilerde ortaya çıkanlar bunların yerini alır. Sözgelimi geleneksel imalat endüstrisinde iş olanaklarının azalması bilgisayar ve biyoteknoloji gibi ileri teknoloji endüstrilerinde ve sağlık hizmeti ve bilgisayar yazılımı gibi gittikçe büyük bir hızla yaygınlaşan endüstrilerde çok sayıda istihdam olanağı yaratılması sayesinde dengelendi. |
Türkiye`de Saat: 15:36 . |
Powered by: vBulletin Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
SEO by vBSEO 3.3.2