![]() |
|
|
|
|
|
|
Simdilik Bu Kadar Daha Cok Ama Gonderirim Daha Sonra Bir Cok Belgede Var Onlarida Paylasicam Sizlerle .... |
Sinem kardeşim çok güzel bi konu açmışın yine... biliyosun bende bursaya gittim bu hafta sonu pazaeda çanakkaledeydik benim duygu yoğunluğumun üstüne denk geldi. inşallah benim çektiğim fotolardan da bir kaç tane koyarım.. Teşekkür ederiz böyle bi açılım getirdiğin için.:) |
Şehitlikte dolaşırken kendi ismimden bir şehit görünce çok duygulandım. hepsinin yaşları 19 20.sadece bir tane 28 yaşında şehit gördüm. geenç yaşta annelerini babalarını nişanlılarını eşlerini çocuklarını bırakıp gelmişler. bu vatan için... biz onlara layık olamıyoruz diye utandım kendimden... http://img216.imageshack.us/img216/2092/dsc071942nz.jpg |
http://img212.imageshack.us/img212/655/phto00145pm.jpg burda daha koyu ve yeşil buyuk ağaçların olduğu yerdeşehitler var. buranın hikayesi şöyle yıllar önce yangın çıkıyo ve bütun orman yanmasına rağmen buyuk ağaçların olduğu yerde hiçbirşey olmuyo şehitler olduğu için orda.. sonradan tekrar ağaçlandırma yapıldığı için etrafındaki ağaçlar kısa..mehmet çavuçun şehitliğinden görülüyo çok etkileyici bir olay. |
|
Alıntı:
İzmirli bir bayan şehitliğe geliyor. ama çok gönülsüz bir şekilde. KIz şehitlikleri gezerken gözlüğünü kaybediyor.sonra eve gidiyo s,inirlenip yatıyo. gece ruyasında bir şehitimiz ébiz senden hoşnut olduk ziyaretin için kalk sende masanın üztünden gözlüğünü alé diyor. kız uyanıyo tekrar yatıyo umursamıyo. aynı şehit yine sen bizi ziyaret ettin biz senden memnun olduk kalk gözlüğünü al diyor. kız uyandığında masanın üstünde gözlüğünü buluyor.. arkadaşlarımız gezi düzenliyo galiba lütfen imkanı olanlar oraya gitsin o insanlara dua etsin ve onların hoşnutluğunu kazansın..orda sosyal aktivite havasında olan olayı ciddiye alamyan insanlarda gördüm ne yazıkki... bence gidin ve o maneviyatı ve duygu yoğunluğunu yaşayın...:( bu arda kardeşim gündem dışının en güzel gündem dışı konusunu açmışsın bence.:) ( alpay arkadaşım koyduğun resimlerin çoğu düşman askerleri.. ve onları ön plana çıkarıyor bence ...) |
ya FEHMI ALKOL MU ALDIN. CANAKKALE Bır tarıh . ORADA YATAN BIR SURU ANZAK INGILIZ ALMAN VAR . VE YINE HATIRLATIRIM SANA ULU ONDER IN BIR LAFINI .... EY UZAK DIYARLARDAKI ANA LAR EVLAT LARINIZ ARTIK BIZIMDE EVLAT LARIMIZDIR. RAHAT OLUNUZ. o halde mezarlarını da bunlar DUSMAN MEZARI DIYE YIKALIM . O RESIMLER SAVAS IN DIGER YUZUNU GOSTEREN RESIMLERDIR. HER TURLU BILGIYE VE BELGEYE SAHIP OLACAGINA BIDI BIDI YAPIYORSUN |
tüyleri diken diken eden bi konu açmışsın süpersin helal kardeşim |
Alıntı:
ilk olarak bize bakan tarafını gör mek isterim ve ordaki düşman mezarlarının bizimkilerden daha iyi durumda olduğu zaten sana sölememe gerek yok biliyorsunndur... Turk insanın yapısı gereği ölmüş insana saygı mantığı ile zaten yeterince saygı duyuluyo diğerlerinede... bu arada Atamızın bizim şehitlerimiz için söylediklerinin hatırlatılmasının daha doğru olacağını bu topic için düşünüyorum... Bıdı Bıdı değil daha mantıklı olalım.. |
ÇANAKKALE SAVAŞLARININ MANA VE EHEMMİYETİ "Çanakkale Savaşları, Türk Savaş Tarihi'nin bir harp safhası ya da Birinci Dünya Savaşı'nın yalnız bir parçası değil; o başlıbaşına dünyayı dize getiren ve dünyanın en güçlü ordularını Çanakkale Boğazı'ndan geçirmeyen "muazzam bir olay veya dünya tarihinin dönüm noktalarından biri"dir." "Bu bakımdan Çanakkale Savaşlan'nın ehemmiyeti ve azameti zamana bağlı kalmadan gelecek nesle "Tarihî -Askerî -İçtimaî -Ahlâkî -Ekonomik ve Siyasî bakımdan mütemadiyen bir inceleme zemini olacaktır. Çünkü o, bütün cihan tarihi içinde cereyan eden yedi büyük olaydan ikincisidir. Bin yıllık Anadolu tarihimizin içinde ise 100'den fazla kazandığımız zaferlerin en büyüğüdür." Çanakkale geçilebilseydi bugün siz ve ben yoktuk. Buna göre ülkemizin gerçek sahipleri Çanakkale Kahramanlaradır. Orada, Mustafa Kemal vardı. Seyit Onbaşı \e Yahya Çavuşlar vardı. Bigalı Mehmet Çavuş da oradaydı. Harputlu Ömer Çavuş, Ödemişli Ömer Onbaşı hep oradaydı. Dünya askerlik tarihinde benzerleri hiç olmayan 27. ve 57. şehit Alaylar vardı. Mevzilerde kendisi nöbet tutup, erlerini istirahat ettiren Binbaşı arif Beyler vardı. Yetiş ya Muhammed, vatanımız elden gidiyor diye feryat eden ve en önde nara atarak İngilizleri kovalayan Binbaşı Lütfü Beyler orada idi. işte şunu unutmayalım ki, bugünkü bağımsızlığımızda onların hakkı vardır. Başka bir ifadeyle inanılması güç ve hissedilmesi imkânsız zorluklara rağmen Kendilerini feda ederek şimdi üzerinde oturduğumuz bu ülkeyi savundular, \orudular, bizi yetim ve vatansız bırakmadılar. Bu kahramanlar Trablusgarp Savaşı başından İstiklâl Savaşı sonuna kadar; Çanakkale'den Bakü'ye, Galiçya'dan Arabistan çöllerine kadar tam 10 yıl ve 10 cephede vuruştular. 70.000 esirimizden 60.000'inin mezarları bile bilinmiyor. Yalnız Çanakkale siperlerinde 250 Bin gencimiz kaldı. 19 Mayıs 1915 günü Arıburnu Savaşlarında 6.5 saat gibi kısa bir zamanda 10 Bin kayıp verdik. 2000'i İstanbul Tıp Fakültesi öğrencileri idi. Fakülte 1916-1921 yılları arası 5 yıl mezun veremedi. 22 Milyonluk Türkiye 13 Milyona indi. Anadolu'da yaşayan her üç kadından biri dul kaldı. Her üç hanesinin birinden bir kişi Çanakkale'ye gelip ya şehit oldular ya gazi. Yalnız Çorum ilimizden 4.400 şehidimiz Çanakkale siperlerinde kaldı. Türk Milleti, 1000 yıldır içten ve dıştan gelen son derece ağır tehdit ve terör olaylarına karşı samimiyetle hürriyet, barış ve tevhit inancı için seve seve kanını sebil etmiş ve sayısız şehit vermiştir. Yani Tevhit, Hürriyet ve İstiklâl uğruna en çok şehit veren millet; Türk Ulusu olmuştur. Onun için İstiklâl Marşı şairimiz, Türk Vatanı için; "Toprağı sıksan şüheda fışkıracak", "Bastığın yerleri toprak diyerek basma, tanı. Düşün altında binlerce kefensiz yatanı" ifadeleri bu tarihî gerçeğin mübalağasız tespitinden ibarettir. "Hülasa bu müdafaa üç mucize yaratmıştır: Hali kurtardı / Maziye azametini iade etti / Anadolu'da, 9 asırlık mevkiinde sükût etmek üzere iken onu kaldırdı. Onlar, denizden gelen çelik, ateş ve insan sellerine İngilizlerin asla tahmin edemeyecekleri bir inatla pervasızca direndiler, ölümden ötesini ararcasına dövüşerek Türk Milletinin adını destanlaştırdılar. Başka bir ifadeyle iman ve vatan sevgisiyle dolu göğüslerini düşman zırhlı ve askerlerine gerip, arzuladıklarına kavuştular. Yani fennin, en son buluşları ile havadan yağdırılan kızgın çelik ve ateş sağanağını iman ve cesaret dolu göğüslerinde söndürdüler." Kısacası Çanakkale'de doğulusu ve batılısıyla düşmana karşı el ve gönül birliği içinde karşı koyan aziz milletimiz; bugün tezgâhlanan bu oyunların da farkındadır. Bu fitneleri de zararsız hale getirecek güç ve azimdedir. Bunda kimsenin şüphesi olmamalıdır ve bu böylece bilinmelidir. ESAS KAYBIMIZ - ACIMIZ "Bir kere 100.000'den fazla "Öğretmen - Mülkiyeli - Tıbbiyeli" ve Türk Ocakları'ndan yetişmiş aydınımız erimiştir. Sonraki dönemlerde de yerleri asla doldurula-mamıştır." Yani Çanakkale Savaşları, Türk Milletini ileriye taşıyacak münevverlerini tüketmiştir. O günün şartlarında beyin takımı denilen ve küçümsenemeyecek sayıları bulan bu kayıpların ve özellikle Kurtuluş Savaşı'ndan sonraki yıllarda alabildiğine hissedilmiştir. Günümüzdeki yozlaşma da Çanakkale Savaşları ile irtibatlıdır. Hülâsa, İngilizlerin tabiri ile "Çanakkale Savaşları, Türk ordusunun ve dolayısıyla Türk Milleti'nin gençliğini yiyip bitirmiştir". İngilizler ve Fransızlar için de keza. Yalnız bir farkla; Biz niçin savaştığımızı ve neden öldüğümüzü biliyorduk. Buna değdi de. Ama onlar, bir hiç uğruna harcanıp gittiler. ALMANLARLA BİRLİKTE NEDEN SAVAŞTIK? Bu soru hemen bütün turlarda soruluyor. Bu itibarla böyle özet bir yazıyı eserin baş tarafına koymanın faydalı olacağını düşündüm. Başbakan Bismark 1870-1871 savaşında Fransa'yı yenerek 18 Ocak 1871'de Alman İmparatorluğu'nü ilân etti. Buyükselişi hazmedemeyen İngiltere ise onu ezmek isteyecekti. Yani Almanların, denizlerde ve sömürgelerde İngiltere ile rekabete girişmelerine asla tahammül edemezlerdi. Psikolojik o\atak da ananevi Britanya İmparatorluğu böyle bir şeye asla katlanamazdı. Bu yüzden Almanların karşısında olan Rusya'ya yaklaşması gerekiyordu. Ama 1791-1798 Rus-Türk Savaşlarından beri Rusya'nın Akdeniz'e inmesine engel olmak için 100 yıldır hep Osmanlı İmparatorluğu'nün yanında görünmeye çalışmıştı. Ancak kendi hesabına da pek bir şey kazanamamıştı. Şimdi bu işten vazgeçmeli idi. Mamafih kısa bir süre daha bu politikayı sürdürerek Kıbrıs'a yerleşti. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu'nün toprak kayıpları hızlanmıştı. Artık ona da destekçi olmanın anlamı yoktu. Buna göre yıkılan ve yıkılmakta olan İmparatorluğun üzerine Rusların çöreklenmesi yerinde olamazdı. Doğuda bir Ermeni Devleti'nin kurulması daha hesaplı olurdu. O halde hem Rusların yanında görünmeli ve hem de bu oyunu tezgahlamalı idi. Bunun için 1880-1886 arası elaltından Ermeniler hep kışkırtıldı. "Ne var ki Sultan 11. Abdülhamit'in Ermeni Meselesindeki tavizsiz siyaseti bu oyunu bozdu. Ama adı KIZIL SULTAN'a çıktı. Tahrikler sonucu Batı Başkentleri Ermeni Mezalimi adı altında İmparatorluğu telin mitingleri ile çalkalamaya başladı. İşte telin mitingleri Berlin'de yankı bulmadı. Yani Almanlar olayı ciddiye almadı. Hem 1883-1895 arası askeri misyon da sağlanmıştı. Yüzlerce Türk subayı ve ordu cerrahı eğitimlerini Almanya'da tamamlayarak hemen hepsi birer Alman sempatizanı olmuşlardı. Enver Paşa ise başta geliyordu. O halde Osmanlı, Almanlarla neden işbirliği yapmasın ki? İşte böyle düşünenler az değildi. Sonra bu sıralarda iki memleket arasındaki ticaret de iyice hızlanmıştı. 1880'de Türkiye'nin Almanya'ya 2.5 Milyon Marklık ihracat hacmi 1905'te 71 Milyon Markın üstüne çıkmıştı. Nihayet 1897'den 1912'ye kadar İstanbul'un Alman sefiri olan Baron Marschol von Blederebttein, bu dostluğu iyice geliştirerek Birinci Cihan Savaşı için Alman-Türk İttifakını gerçekleştirmiş oluyordu. Enver Paşa nerede Alman Sefiri orada idi. Diğer yandan İngilizlerin iki yüzlü siyasetleri Osmanlı Yönetimini iyice bezdirmişti. Bu bakımdan Enver Paşa, "Eh be canıma yetti" deyip 2 Ağustos 1914 günü Alman Elçisi ile Rusya'ya karşı ikili gizli bir andlaşma imzaladı. Bu sıralarda gene beklenmedik bir hadise daha oldu, şöyle ki; Osmanlı İmparatorluğu Yunan ve Ruslara karşı deniz gücünü kuvvetlendirmek için İngiltere'ye iki gemi siparişi vermişti. Sultan Osman ve Sultan Reşad. Gemiler tamamlanmak üzereydi. 7.5 Milyon Sterline mal olmuşlardı. Paranın % 90'ı peşin ödenmişti. Çoğu da halktan toplanmıştı. Dul kadınlar bile saçlarını satarak o gemilere vermişlerdi. Hâl böyle ikin İngiltere Hükümeti, Almanlarla olan ilişkilerimiz ve Alman-İngiliz çatışması ihtimaline karşı 3 Ağustos günü gemilerin Türkiye'ye verilemeyeceğini ilân etti. Artık niyetleri anlaşılmıştı ve Osmanlılara saldıracaklardı. Hiç beklenmedik bu hadise karşısında Osmanlı Hükümeti ve halkı adeta şok olmuştu. İkdam Gazetesi şiddetli bir İngiliz ve Rus aleyhtarlığına girişince /ancak bu gazete işinde Almanların parmağı vardı/ İngiltere ve İmparatorluk birbirlerine saldıracak derecede savaş haline gelmişlerdi. Artık bir şey yapılamazdı. Ok yaydan çıkmıştı. Tam bu sırada ise iki Alman gemisinin "Breslau - Goeben" Çanakkale Boğazı'ndan içeri girmesi bardağı taşıran son damla oldu. İngiltere'nin siparişimiz iki gemiyi vermemesi ve Türkiye'nin bu iki Alman gemisine Çanakkale Boğazı'ndan geçme izni vermesi ve bunlara ilave Yunanistan'ın Türkiye'ye inat ABD'den iki gemi satın alması; Osmanlı Devletinin Almanya ile birlikte savaşmaları için başlıca görünür sebepleri idi. Şimdi işin esas püf noktasına gelince: Osmanlı Yöneticileri, Almanların İngiliz ve Ruslarla savaş halini biliyorlardı ve bu savaşı mutlaka Almanların kazanacaklarına inanıyorlardı. Kendileri de en son olarak Kafkasları kaybettikleri gibi, Balkanlar da elden çıkmıştı. Alınanlarda ilk anda Rusları ve Fransızlan ezmişlerdi. Bunun için Almanlarla savaşa girerlerse kaybeden kendileri olmayacaktı. Dahası kaybettikleri toprakları da geri alabileceklerdi. Hatta Enver Paşa, Kafkaslar ve Afganistan üzerinden Hindistan'ı işgali bile hayal ediyordu. Onun bu niyetini Alman Paşası Liman Von Sanders'ten başkası bilmiyordu. Zira burada Padişah, Sadrazam ve Hükümet falan yoktu. Her şey Enver Paşa idi. O Almanlarla birlikte savaşa girilecek dedi ve girildi. Sarıkamış yenilgisinde 100 Bin Mehmetçik karların içine gömüldü, padişah bu olayı dört ay sonra öğrendi. Kısacası o gün için İmparatorluğun en kudretli adamı Enver paşa idi. Astığı astık, kestiği kestik. İstediğini emekli istediğini idam ettirirdi. Yalnız burada çok önemli bir mesele daha vardı. O da şu idi: Bir kere Avrupalılar ve Ruslar artık Osmanlının her işine burunlarını sokuyorlardı. Bu da imparatorluğu- canından bezdirmişti. Bu yüzden savaşa girilmiş, girilmemiş değişen bir şey olmayacaktı. Hasta Adam ilân edilmiş ve paylaşılma nasıl olsa denenecekti. Dünya başlarına üşüşecekti. Buna Almanlar da dahildi. Herkes bunun farkında idi. Bu bakımdan Enver Paşa'ya destek de vardı. Özellikle genç subaylar Balkan lekesini silmek istiyorlardı. Balkan Savaşı'nda esir düşüp sonra evine dönen Üsteğmen Saffet Bey'e refikası Fatma Hanımın; "yürü Çanakkale'ye alnındaki lekeyi sil de gel" demesi anlamlı idi. Hülâsa silahla bir çıkış yolu aramalarında bir sakınca yoktu. Bırak şanslarım bir de öyle denesinler. Çünkü kaybedecek pek bir şey kalmamıştı. Balkan ve Kafkaslar elden gittikten sonra... Ama olmadı. Şansları yaver gitmedi. Ulu çınar ömrünü tamamlamıştı. Son bir defa Çanakkale'de dalgalandı ve sonra da uçup gitti. Ama öyle bir miras bıraktı ki; Anadolu'ya gömdüğü şehitlerin isimlerini bile tarih sayfalarına sığdıramazsınız. Dahası dünyayı toplasanız, Çanakkale Kahramanlarının, dedelerinin mezar taşlarını bile okuyup-bitirmeye ömrünüz yetmez. ÇANAKKALE SAVAŞLARINA GELİŞİN TARİHİ SEYRİ Milâttan önce l.yy'dan-Milattan sonra 7.yy'a kadar dünyanın tek hakimi Romalılar idi. İranlılar zaman zaman karşı gelse de etkili olamıyorlardı. İslâmiyetin çıkışı ve Kudüs'ün fethi ile Roma kendisine bir rakip çıktığını anlamıştı. Bu itibarla Batının Doğuya gerçek tepkisi Kudüs'ün fethi ile başlamış Malazgirt darbesi ile de derinden sarsılan Batı ve Bizans, Müslüman Türklere karşı korkunç planlar yapmaya başlamışlardır. Ama kader çizgisi değişmedi. Batılılar son Haçlı Seferini düzenledikleri zaman, Osmanlı akıncıları Tuna nehrini çoktan geçmişlerdi. Yani Batının bütün tedbir ve muhalefetine rağmen dünyanın kalbi olan boğazlar ve Anadolu Türk milletinin eline geçmişti. Bu olayın dünya medeniyet ve savaş tarihinde misli ve dengi bulunup gösterilemez. Ne var ki; Batı pes etmedi ve Milâdî 700 yılında başlattığı kavgayı 1683 Viyana Bozgunu ile kazanmış oluyordu. Görülüyor ki 700'den 1683'e 983 yıl sonra bütün bir Batı tarihinden gelen kin ve nefretle Osmanlıyı paylaşma yarışına girmişlerdir. Osmanlı ise son girdiği Trablusgarp ve Balkan Savaşı'nın yenilgisi sebebiyle Maliyesi iflasa girmiş, ordu zayıflamış, diplomasisi yetersiz kalmış ve savaş gücü de tükenmişti. Yani 600 yıllık Devleti Aliye içeride ve dışarıda saygınlığını yitirmiş bir devlet görünümünü arz ediyordu. Artık, o elinde kalan toprakları üzerinde büyük devletlerin emelleri olan bir ülke idi. İşte İmparatorluk böyle bir talihsiz durum sergilerken, özellikle Almanya güçlenen ekonomisi ve silah gücüyle kabına sığmıyor ve taşıyordu. Bunun için İngiltere ve Fransa'yı ezip Avrupa ve dolayısıyla dünya liderliğine soyunmak istiyordu. Bir bakıma Osmanlının yerini almak arzusundaydı. Mamafih bunu ona hissettirmek istemiyor ve bir bahane arıyordu. İstenen de oldu. Zira Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliahdı Ferdinand ve eşi 28 Haziran 1914 günü Gavrilo adlı bir Sırp genci tarafından öldürüldü ve l ay sonra Macaristan orduları Sırbistan'a saldırıya geçtiler. |
Gelişen olaylar karşısında 31 Temmuz 1914 günü de Ruslar Macaristan'a karşı Sırpların yanında yer aldı. Bu defa Almanlar durur mu? l Ağustosta Rusya'ya ve 3 Ağustosta Fransa'ya taarruza geçtiler.Alman birliklerinin 4 Ağustos 1914 günü Belçika'yı işgal etmeleri üzerine bu defa İngiltere 5 Ağustos 1914 günü Almanya'ya savaş ilân etti ve Fransa'nın yardımına da 300 Bin asker gönderdi. l Kasım 1914 günü ise Ruslar Osmanlıya savaş ilan ettiler. 11 Kasımda da Osmanlı, Rusya, Fransa ve İngiltere'ye savaş ilânında bulundu. Buna göre; Almanlar ve Osmanlı ikilisi; İngiliz, Fransız ve Ruslar üçü ittifak etmiş oluyorlardı. Böylece I.Dünya Savaşı başlamış sayıldı. Diğer taraftan l Ağustos günü başlayan Rus-Alman savaşında; Alman orduları Tanenberg ve Masurian gölleri civarında ağır kayıplara uğradı, silah ve cephane sıkıntısı başladı. Bunun için Ruslar 2 Ocak 1915 günü bir Türk Cephesinin açılmasını istedi ve silah yardımı yapılması teklifinde bulundu. Bunun üzerine İngiltere 13 Ocak 1915 tarihinde savaş meclisini toplayıp, Çanakkale Cephesi'nin açılacağını bildirdi. Mamafih burada şunu da unutmamak lâzımdır. Esas Çanakkale Cephesi'nin açılış sebeplerinden biri de Bağdat Demiryolu imtiyazının Almanlara verilmesi ve böylece İngiliz ve Fransız çıkarlarının tehlikeye düşmesi de Osmanlı ile savaşa girme sebepleri arasındadır. Burada İngiliz ve Fransızlar, Ruslara kendilerinin de savaşa katılması şartı ile yardım sözü verdiler. Ruslar ise 26 Ocak 1915 tarihinde verdiği cevapta donanmasının zayıf olduğunu ve savaşa katılamayacağını ve ancak "Askold" isimli bir savaş gemisini gönderebileceğini bildirdi ve öyle yaptı. 28 Ocak 1915 günü Savaş Konseyi'ni toplayan Bahriye Bakanı Churchil, Çanakkale Boğazı'nı zorlama plânını görüştü. Plân kabul edildi. Saldırı yalnız donanma ile yapılacaktı. Boğazı zorlamakla görevli Amiral Carden ise yalnız donanma ile zorlanmasına karşı idi. Mamafih müttefik donanma Aralık 1914'ten beri Boğaz etrafında dolaşıyordu. İlk saldırılarını da 3 Kasım 1914 günü yapmıştı. Sonuç itibarıyla 2 Şubat 1915 günü Savaş Konseyi'nin kararı İngiliz Kabinesi tarafından onaylandı. Çanakkale Boğazı zorlanacaktı. 2 Mart 1915 günü de Ruslar her ihtimale karşı İstanbul'un kendilerine verilmesi için İngiltere'den güvence istedi. İngilizler ise Fransa ile görüştükten sonra 12 Mart 1915 günü verileceğine söz verdiler. Yani İstanbul noksansız Ruslara teslim edilecekti. BOĞAZA İLK SALDIRI 3 Kasım 1914 günü ve ikinci ciddi saldırı 19 Şubat 1915 günü saat 10.00'dan 17.30'a kadar sürdü. Üçüncü büyük saldırı 25 Şubatta oldu. 4-5 saat sürdü. 27 Şııbat'ta bir saldırı daha gerçekleştirildi. Bundan sonra ise l ile 17 Mart arasında hemen her gün küçük çaplı da olsa Boğazın iki yakası bombalandı durdu. Boğazdaki top sayımız, 18 Marttan önce 230 idi. 18 mart günü bunların yalnız 82'si kullanılacaktı. Diğerleri ise o zamanki teknolojinin 30-40 sene gerisinde idi. Üç İngiliz Tümenindeki top sayısı ise 279 idi. 18 MART KAHRAMANI Amiral Dörobeki, 17 Mart Toplantısında komutanlarına hitaben; "Efendiler yarın akşam Marmara'da olacağız" gibi büyük bir söz söylemişti. Amiral her ihtimale karşı 17 mart 1915 gecesi saat 21.30'da Karanlık Liman'm temiz olduğuna dair bir rapor istemişti. Karanlık Liman temiz denildi. Amiral bu hayalle uykuya daldığı sırada ve saat 22.30'da Çanakkale Müstahkem Mevki Mayın Grup Komutanlığfnın telefonu çaldı. Kumandan Binbaşı Nazmi; - Buyrun ben Binbaşı Nazmi, - Ben Mirliva Cevat - Emredin Paşam. Nazmi Bey, biraz bana kadar gelebilir misiniz? - Başüstüne Paşam, şimdi geliyorum. - Teşekkür ederim Binbaşım. Telefonu kapattı. Hemen daireden çıkan Nazmi Bey, karargâha, paşanın yanına geldi. Paşa, Nazmi Bey'e olan bitenleri anlattı ve; -Mevcut kaç mayınımız var Binbaşım? -Yirmi altı tane Paşam. -Güzel. Bunları bu akşam Karanlık Liman'a ve bir hat üzerine dökebilir misiniz? -Derhal Paşam. -Teşekkür ederim Nazmi Bey. -Nusrat'ı, Nara'dan şimdi getirmiştim. Kılavuz Yüzbaşı Hafız Bey de hazır emir bekliyor efendim. -Ne zaman hareket edebilir siniz? -24.00'te hareket edebiliriz Paşam! -Hemen. Cenabı Hak muvaffak etsin. Her türlü tehlikeden korusun. -Amin. Efendim. Sonra Nazmi Bey, Güverte Yüzbaşısı Hüseyin, Önyüzbaşı Birinci Çarkçı Ali, Yüzbaşı Ahmet, Teğmen Hasan ve 54 kahraman er, Karanlık Liman'm yolunu tuttular ve 03.20'de görev tamamlandı, geriye dönüldü. Saat 05.40'ta Nusrat Çanakkale7ye girmişti. İşte ertesi günün ilk yarısında dünyayı Çanakkale Boğazı'ndan geçirmeyecek olan 26 mayın böylece pusuya yatırılmış oluyordu. Burada İngilizler, 18 Mart yenilgisinin ezikliğini "Karanlık Liman'da mayın kalmamıştır" diye Amiralliğe rapor veren bir kişiyi asarak gidermeye çalışmışlardır. Zira Nusrat bu telsiz raporundan 5 saat 50 dakika sonra Karanlık Liman'ı mayınlamıştı. Burada Kurmay Albay Gıyasettin Bey'in 1966 tarihinde Donanma Dergisinde yayınlanan şu sözlerini de kaydetmek isterim. "Bazı masabaşı yazarları bu mayınların 10 gün evvel döküldüğünü yazmak gafletini göstermişlerdir. Bunların zavallı Binbaşıyı haksız yere kurşuna dizen makamların kendilerini kurtarmak için uydurdukları bu hikayenin tesiri altında kaldıklarına hiç şüphem yoktur. Bu sözlerimizi o zaman çıkan Donanma Dergimizin 1738. sayfasındaki yazı ve Çörçil'in Revü Paris Dergisine yaptığı beyanat da teyit eder mahiyettedir. Nusrat Mayın Gemisi görevini tamamlayıp Çanakkale'ye dönerken onlar da Bozcaada açıklarında hazırlıklarını tamamlamak üzere idiler. Amiral Gemisi Quin Elizabeth önde, Agamemnon, Lord Nelson, Infleksıbl vs. onları takip ederek saat 08.30'da Boğaz'ın önlerine geldiler. 10.30'da Boğaz'dan içeri girdiler ve tertiplerini alıp 11.30'da savaşı başlattılar 11.39 da da bizimkilerden cevap geldi. 12.20'de bütün Türk bataryaları birden ateşe başlayınca düşman kendini ateş çemberi içinde buldu. Artık yer-gök zıngır zıngır titriyordu. Böylece dünyanın en büyük deniz savaşı da başlamış oluyordu. Bu hal üzerine 3 saat kadar devam eden savaşta, düşmanın en büyük gemilerinden biri olan Buve'ye şayanı hayret bir şekilde 4 Türk Obüsü birden isabet etti, 2 dakika 35 saniye sonra da 26 mayından birine çarptı ve 2 dakika içinde batıp gitti. Saat 13.55'te Fransız Golva da ağır yaralanmıştı. Bu yüzden filo geri çekilmek zorunda kaldı ve Golva, Tavşan adalarında karaya oturtularak terk edildi. Perişan olarak geri çekilen Fransız Filosu yerini İngiliz Filosuna bıraktı. En önemli gemileri Infleksıbl, Albion ile Osean idi. Ancak Anadolu Hamidiyesi ile Rumeli Mecidiyesinin atışlarından isabet alan Insfleksıbl. Buve'nin akıbetine uğrayıp yok oldu. Saat 16.15 idi. Batan gemiyi kurtarmaya koşan Osean zırhlısı ise neye uğradığını şaşırmıştı. Zira Seyid'in mermileri Osean'ın peşini bırakmıyordu ve en son 26 mayından birine de isabet edince Okyanus adıyla da anılan yarım dünya Boğaz'ın sularına kapılıp gözden kaybolup gitmiştir. Hülasa, 18 Mart günü savaşa giren düşman gemilerinin hepsi en az 15 yara almış, Buve, Osean, Irfleksıbl ile 7 mayın gemisi batmış, 1273 ölü ve 647 insan kaybı, 45 top ve sayısız mermi harcamıştır. İngiliz itibarı ise iyice sarsılmıştır. Yani dünyanın en büyük donanması, en büyük darbeyi yemiş olarak Çanakkale Boğazı'nı terk etmiştir. KOCA SEYİT "Peki, peki Etem. Bu lâfları her zaman, çok anlatıyoruz, hani biraz da övünmek gibi geliyor bana amma yalınız ortalık yine pek iyi değil. Hınzır gavurlar yine pek üredi. Kırılacak yer arıyor domuzlar, onlara güven olur mu? Belkim bize de yükleniverirler. Şimdi büyük ata da rahmetlik oldu. Onun için eskiler anlatmalı, yeniler de bundan hisse kapmak. Öyle ya Ahmet'le bizden geçti artık. Bu vatanı bekleme nöbeti Murat, Etem gibilerin. Amma, iş başa düştü mü, acep biz durur muyuz ki, koşa koşa gideriz. Gavurdan hiç korkulmaz oğlum, gavur bu gözü kaçmadadır daima. Şimdi iyi dinleyin bakayım. Seferberlik savaşında işte Ahmet de oradaydı, amma birliklerimiz ayrıydı. Bizim batarya topları Çanakkale'nin karşı kıyısında, Urumeli Mecidiyesinde mevzilenmişti. Lâfı çok uzatmayalım. Mart'ın 17 sinde Komutanlıktan bir haber çıktı: "Bütün topçular, birlikler tetikte dursun, yarın büyük bir düşman zorlaması olacak" denildi. İyi ya, hadi bakalım geleceği varsa göreceği de olur elbet, dedik biz de. Batarya komutanımız bir türkü öğrettiydi, başladık onu söylemeye; "Çanakkale Çanakkale" "Geliyor düşman hergele" "Ölmek varsa da yok kaçmak" "Geçilmez bu çelikkkale" O geceyi uyumadan heyecanla geçirdik, sabahleyin erkenden hazırlanıp toplarımızın başına geçtik. Gözlerimiz boğazın mavi sularına baka baka başladık davetsiz misafirleri beklemeğe. Gün bir adam boyu kalmıştı ki, ileriden birkaç gemi belirdi. "Hah, işte göründü bizim misafirler. Şunlara mümkün mertebe iyi bir karşılama töreni yapak" dedik. Ağır ağır boğaza yaklaşıyor bunlar.Bir de bayraklarına bakıp iyice tanıdık Fransız zırhlıları. Ama yedi sekiz parça var. Bunlara bir başladık ateşe, ver yansın ateş, ha bakem. Onlar da bize. Velâkin çabucak şaşkına döndüler. Perişan ettik hınzırları /Büve/ isimli bir zırhlılarını batırdık, gerisi de alevler içinde geldikleri yere kaçıp gittiler. Çarpışmanın esas öğleden sonrasına bak sen. Ule değil mi Ahmet? Yarım Dünya "Küinelizabetin" derdik İngilizlerin bir zırhlıları vardı, manevrası çok keskindi hıılzınn. Ülen on beş, on altı parça ingiliz gemisinin önüne düşüvermiş te bir geliyor ki amma iki yakaya ateş saça saça. Alimallah Fransızların öcünü almak için köpürmüş hınzırlar. Ateş menzilimize girince biz de başladık mı. Bir karıştı ortalık, top, tüfek gümbürtüsünden yıkılıyor boğaz. Ver gitsin ateşi, onlar bize, biz onlara. Onlar ileri zorlar, biz üstlerine yağdırırız bombayı. Ulen y ilmiyor domuzlar. Boğaz alev alev yanıyor alimallah. Cehennem yerine döndü ortalık. Derken o Yarım Dünya dedikleri zırhlı Anadolu yakasına kıçını yanaştırıverip de bir başladı bizim üstümüze ateşe amma buldurdu bizi ulen, başladı iki yakamıza gülle yağmaya. Hemen bizim takım komutanı Fahri Bey, "Sığınağa gir" emrini verdi. Bir sığınağa doğru koştuğumu biliyorum, bir gümleyiş oldu amma sanki yer yerinden oynadı, gerisini hatırlamıyorum gayrı. Neden sonra gözlerimi açtımdı, uzatıvermişler beni, başımda bizim top neferlerinden N iğdeli Ali bekleyip duru. -Ulen Ali ne oldu bana? -Bir şeyciğin yok Koca Seyit. Sadece biraz kendinden geçmişin. Yaran filan hiçbir şeyciğin yok. -Deminki o gürleyiş neydi ulen Ali? -Cephaneliğimiz infilâk etti Koca Seyit. -Deme ulen Ali, ya başka? Ali'den ses gelmedi. Şöyle durup da gözüm iki yana kayıverdiğdi, etrafımız insan parçacıkları, cesetler yığılıp durur. Yürekler acısı canım. -Ulen Ali, bunlar ne böyle, nerede bizim öteki arkadaşlar? Ali'nin başladı gözlerinden yaşlar dökülmeye. -Sorma Koca Seyit. Öteki arkadaşların kimisi gördüğün gibi şehit, kimisi de yaralı. Tam on dört şehit, .yirmi dört yaralı verdik Koca Seyit. Ortada sağ kalan senle ben. Fahri Bey de ağır yaralı. Birkaç dakikacık daha yetişmeselermiş ikimiz de ölecekmişiz. Bereket sıhhiyeler yetişmiş de kurtarmışlar, ikimizi patlayan mermilerin kaldırdığı topraklar gömmüş, fakat benim başımın biraz yeri açıkta kalmış da havasızlıktan bunalmamışım. Senin ise her yerin gömülüydü. Ulen, diri diri mezara girdiydik ya Seyit. Sıhhiyeler az önce yaralıları taşıdılar. Onlar senin için"Damarları atıyor, tehlikeli tarafı yok. sadece bayılmış o kadar. Sen başında bekle şimdi canlanır" dediler. Ben de başındayım işte." Divane Ali hem anlatıyor, hem de hüngür hüngür ağlıyordu. Ben deli gibi olmuştum. Ayağa kalktım. Gözlerimi şehit arkadaşlarımın üzerinden bir türlü ayıramıyordu m. Bazılarının bedeninden kopmuş el, ayak parçalarına baktıkça tüylerim diken diken olup. hırsımdan her tarafım zıngır zıngır titremeye başladı. Denize doğru bir baktım ki hınzır gavurlar ateş yağdıra yağdıra hâlâ ileri ileri zorluyorlar. Toplara baktım bir bızim top meydanda. Öteki iki top toprağa gömülmüş, hiç görünmüyorlar. Bizim de topun da mataforası /mermiyi kaldıran vinç/ kopmuş. Sonra topun yanındaki gülleleri gördüm. Onlar bakarken ulen, o iri iri gülleler bana ufacık ufacık birer oyuncak gibi gelmeye başladılar. Ali"ye seslendim: "Ulen Ali, çabuk yetiş, bana yardım et" dedim ve yürüdüm güllere doğru. Ali benim ne yapmak istediğimi anlamıştı. |
Ali, "Ne yardımı ulen Koca Seyit? Delirdin mi sen, kaç okkadır onlar bilin misin? Tam 215 okka /275 kilo/. Acep iki kişinin, beş kişinin harcı mı onları kaldırıp da -namluya koymak. Görüyorsun ki, matafora bozuk. Yüz okkalık adamları kaldırıp da yere vurmasına benzemez bu iş, demir bu, et değil" dedi. Lâkin benim gözüm kızmıştı bir kere. Belki de Allah, "Yüklen Seyit, gücün, kuvvetin bende" diyordu. Ali'ye: "Ulen Ali, bu acılara dayanılır mı? Bana çok dokundu ya bu, hani benim teağmenim, hani benim Memet Çavuşum, hani benim Konyalı Ömerim, hani otuz altı arkadaşım, nerede len onlar?" dedim ve Besmele çekip de "Vatanın, milletin için göster kendini gayrı ya Seyit" deyip bır karakucak ettim güllenin birisini amma birden havaya kaldırmışım. Ali, görünce şaşırdı zavallı, "Yaşa Ulen Koca Seyit" dedi ve koşa koşa yanıma geldi, namlunun içine sürerken o da yardım etti gayrı. Eyice yerleştirdik gülleyi namluya. Önde giden geminin birisine nişan aldım, "Ali dedim sen de : teki gemiye iyi bak" Ya Allah deyip de odakladım buna. Ali hemen "Vurdun Koca Seyit" diye bağırarak düştü. Ben "Şayi mi ulen Ali, deme ulen" deyip -anmaya inanmaya gözlerimi o tarafa kaydırdım, geminin olduğu yerde bir uman yayılıverdi, biraz sonra duman dağılınca iyice baktık ki gemi yanlamış, içinde bir telâş, bir tarafını su gömmeye başlamış bile. Birkaç lakika sonra bizim batarya komutanı Hilmi Bey'le bir Alman zabiti koşup geldiler. Hilmi Bey, "Ulen Koca Seyit, sen mi ateşledin topu?" dedi. Ben seslenmedim Ali, "Evet Komutanım, koca Seyit ateşledi. Hem komutanım gülleyi de tek başına kaldırdı" dedi. Hilmi Bey, "Aferin ulen Koca Seyit, batırdın gemiyi be. Şehit arkadaşlarının intikamını fazlasıyla aldın." Ben, "Bırakmam, alırım komutanım" dedim Hilmi Bey, "Bir gülleyi daha kaldır da ben de göreyim Koca Seyit" dedi. Ben, "Baş üstüne Komutanım" deyip gülleyi kaldırdım ve sürdüm namluya, onu da Hilmi Bey ateşledi. Hilmi Bey gözlerimden öptü, Alman zabiti de şaşkın şaşkın bana baktı, sonra gelip bir şeyler mırıldana mırıldana elimi sıktı. Böylece öğleden sonraki savaşta da İngiliz gemilerinden ikisi batmış /Koca Seyit'in batırmış olduğu OSEAN gemisiyle İREZÎSTIBL gemisi/ üçü beşi de ağır yaralar alarak savaş dışı edildi, gerisi de pabuç pahalı diye kaçtılar. Biz de zaferi kazanmış olduk. Akşam geç vakit Cevat Paşa geldi yanımıza. Şehitler için hem gözyaşı döktü, hem de benim yanaklarımdan öptü. Bir de onbaşılık nişanı getirmiş, onu da kendi elleriyle koluma taktı ve "Söyle oğlum, mükâfat olarak başka ne istersin?" dedi. Ben de "Sağol Paşam, mükâfatımı verdiniz, başka bir şey istemem" dedim. Cevat paşa, "Olmaz oğlum, senin hizmetin çok büyük, iste daha bir şeyler" deyip ısrar edince, bu defa ben de günlük tayın olarak elin yarısı kadar peksimet veriliyordu, işte yüzü sorun Ahmet'e ve bu bize yetmiyordu; "Çift tayın verirseniz memnun olurum Paşam" dedim. Paşa "Ne demek, olsun oğlum, hemen verelim, sana çift değil beş tayın bile azdır. Peke peki, hemen bu günden itibaren verelim" dedi ve yanındaki zabitlere "Bu kahramana bu günden itibaren çift tayın veriniz" diye bildirdi. Birkaç gün çift tayın yedim, sonra ikinci tayın boğ3azımdan geçmez oldu. Kendiliğimden tekrar tek tayın yemeye başladım. O gün Cevat Paşa'nın denize bakarak söylediği şu sözleri hiç unutamam: "Geldiler... Gördüler... Belalarını buldular!.." Zafer gününden üç beş gün sonra 19 Fırka Komutanı Mustafa Kemal Bey de duymuş ve beni çağırtmış, yanına gittim. O zaman onun rütbesi kaymakamdı /yarbay/. Maydos'ta Piyade Fırkası'na komuta ediyordu. Lâkin "çok yaman bir zabitmiş" diye arasıra neferler arasında sözü edilirdi. Hani ben de onu görmek istiyordum. Neyse postasıyla vardık çadırına. İkimiz de karşısında önce birer selam aldık ve bir çivi gibi dimdik durduk. Şimdi ben boyna onu bakıyordum. Mustafa Kemal Bey, masasının başında oturmuş bir şeyler yazıp okuyordu. Kemal Bey'in postası nefer, "Koca Şey it'i getirdim Komutanım!" dedi. Bir dakika hiç kıpırdamadan durduk. Sonra başını kaldırdı, bana baktı; "Edremitli Koca Seyit sen misin?" dedi. Ben, titreye titreye "Evet komutanım, benim" dedim. Aman Allahım o ne heybet, o ne gözler, o ne bakışlar. Karşısında acaba durmak kabil mi, heyecandan uçacaktım canım. Posta neferine "Bize iki kahve getir oğlum" dedi ve yerinden kalkıp yanıma geldi, eliyle şöyle bir omzumu yokladı, gözleri üzerime çakıldı: "Rahat dur yavrum, hiç sıkılma yok, bak ben de senin gibi insanım, şöyle bana dön de gözlerini bana çevir" deyip alnımdan öptü. Beni yanına oturttu, sigara vermek istedi, ben içmem deyip almadım. Kahveler geldi, karşılıklı sıkıntıdan terleye terleye içtik. Bana "Güreşir misin, memleketinde ne iş yaparsın, evli msin. çoluk çocuk var mı?" dedi. Ben de: "Birazcık güreşirim, rençberlik yapanz, evli değilim" dedim. "Kaç yıllık askersin?" diye sordu. "Altı yıllığım" dedim. "Düşmanla neden savaşılıyor?" dedi. "Yurdumuza saldırdıkları için" ledim. "Saldırmazlarsa?" "Savaş olmaz Komutanım" cevabını verdim. Sonra, "Buraya yine beklerim, haydi bakalım yiğit yavrum, güle güle birliğine" dedi ve elimi sıkarak beni uğurladı. Bu görüşmemizden sonra Gazi'nin yanına bir kere daha vardım. O zaman da beni çok iyi karşıladı. Çok ısınmıştım, Mustafa Kemal Beye. Hani hiç yanından ayrılmak istemiyordum. Çok sevmiştim onu. Daha sonra Yunan işgalinde duyduktu, Mustafa Kemal bir cephe kurmuş Anadolu'da. Hemen bir kolayını bulup attım kendimi onun ordusuna. İşte bir kere de orada gördüm onu. Yunana yaptığımız Büyük Taarruz'un ikinci günü /28 Ağustos/ bir iki yerimden yaralanmıştım. Beni top çeken katanalardan birisine bindirdiler, sahra hastanesine götürüyorlardı. Meğer Mustafa Kemal Paşa da yolumuz üzerindeymiş. Bir bakınca hemen beni tanımış. "Sen misin Koca Seyit? Çanakkale Kahramanı Koca Seyit, Kurtuluş Savaşı Kahramanı Koca Yiğit" dedi ve sonra arkadaşlarına dönerek: "Bu millet yenilmez, değil mi içinde kahraman Seyitler, Ahmetler, Mehmetler var. Bu millet önünde durulmaz arkadaşlar. İşte bana cesaret, güven verip, Kurtuluş Savaşı'na zorlayan bu yiğitler olmuştur. Bu büyük zaferi kazanırsak, onlara borçlu olacağız..." Daha sonra da yanımdaki sıhhiyelere "Çabuk götürün, iyi bakın bu yiğide" dedi ve yanından ayrıldık. Hastaneye vardığımızda öyle bir baktılar amma meğer Büyük Gazi hemen arkamızdan telefon yapmış. Neysem, biz hastanedeyken büyük zafer kazanılmış, yunanlılar Akdeniz'e dökülmüş. Duyunca bu haberi, bir sevindik, bir oynaştık, deme gayri; sevine sevine öyle geldik köye. Cumhuriyet kurulduktan birkaç yıl sonra büyük Gazi memleket gezisine çıkmış, bu arada da Havran'a uğramış. Köye bir haberci geldi.: "Çabuk Seyit. Gazi seni istiyor" dediler. "Ülen, Gazi Ankara'da ya, ben nasıl giden oraya" dedim. •*Ulen, haberin yok mu, Gazi Havran'da ya, bugün Havran'da yatacak O" dediler. Ben gayrı sevincimden uça uça bayır aşağı Havran'a doğru bir yollandım, yatsı sıraları geldim kaldığı eve. Yanında hanımı Lâtife de vardı. Son olarak bir de orada görüştük. Eee lâf bitti, çok başınızı ağrıttık amma, bize müsaade edin de kaçalım gayrı". ÇANAKKALE KAHRAMANLARININ MENKIBELERİ DEĞERLENDİRME VE TAHLİL 3. Kolordu 7. Tümen 20. Alay l. Tabur Komutanı Memduh ÖZKAN Bey'in 4.08.1952 tarihinde Milli Savunma Bakanlığı İstanbul dairesine gönderdiği Çanakkale Savaşları'yla ilgili sunuş yazısında: "Takdimine cür'et ettiğim ilişik yazılarım manevî kıymetler timsali olan Çanakkale'nin ruhlara huzur veren cazibesi içinde hayalimde canlanan maziye ait şahametin ruhumda uyandırdığı üstün duyguları ifadelendirebilirse kendimi bahtiyar addedeceğim." İlgili yazı şudur: "Türk asalet ve kahramanlığını cihana tanıtan milletler tarihinin siyasî akışını çevirip Türklüğün alın yazısını çizen cihanşümul harbin kilit noktası Çanakkale. Milletin ruhunda insanlık âleminde sönmez ve ebediyen sönmeyecek olan hâtıra Çanakkale; Çanakkale: Devletlerin ittifak manzumelerini değiştirdi. Hâkim oldukları topraklar üzerinde güneş batmayan zengin imparatorlukların birleşerek çıkardıkları bin vesaite karşı binde bir nispette çarpışan Türk gençliğinin millî imanından döktüğü kanla "Milli Misak" hududunu çizdirdi. Memleket irfanının /100.000/ Türk gencini aziz topraklarına gömdüğü bu mübarek yurt parçasının, her dakikasının müstesna bir kahramanlık destanı ile dolu muhteşem günlerini unutmayacak, hayata gözlerimizi kapayıncaya kadar seni hep Çanakkale diye anacağız. Milletimiz namına gurur ve iftihar duyacağız. VAZİYET: Boğazın methal kısmı Seddülbahir, Kumkale sükût etmiş, düşman harp sefineleri Morto Limanı açıklarından başlayarak Bozcaada istikâmetinde kademeler teşkil ettikten sonra Saros Körfezi'ni doldurmuştu. Ve karaya çıkardığı yüksek sesli ve yüksek çaplı toplarıyla Kirte berzahını ateşten bir çember içerisine almıştı. Sanırım ki, içende kaldığımız bu ateş halesi, harp ettiğimiz mıntıkayı koparıp kaldıracak ve bir volkanın indifai gibi, denizlere gömülecekti. HARP MINTIKASI: Kirte Köyü'nün güneyinde Kereviz Dere'den başlayıp kanlı Kirte dereleri yatak ve yamaçlarından geçerek Zığınderesi'nde, Saros sahilinde nihayet bulan beş buçuk, altı km.'lik siper hatlarıyla Güney mıntıkasının gerisini çevirmek maksadıyla Arıburnundan Kocaçimene kadar uzanan fundalıkları, yamaçları dik sırtları, sarp yarları ihtiva eden yarım daire şeklindeki düşman hattımüdafaa siperlerimizle çevrilmişti. Esas tabiyesini setir için tali mıntıkalara çıkan düşman kısa zamanlarda mahvedilerek atılmış ise de düşman 1915 senesi Temmuzu ortalarında başladığı çıkarma tabiyesiyle Arıburau Muharebe Hattı, Anafartalar batısında Suvla'nın Kemikli koylarını taşlı kireç tepelerine ulaşmıştı. İşte düşmanlarımızla bu hatlarda çarpışıyorduk. Gelibolu berzahının dil gibi uzanmış bu dar cephesinde gemi ve kara toplarının püskürttüğü alevli dumanlar, siyah bulutlar halinde her tarafı kaplıyor, binlerce gök gürültüsünün velvelesi içinde devam eden ateş, iniltili gürlemelerle semalara yükseliyor, boğucu seslerin akisleriyle her taraf sarsılıyor, sanki binlerce tonluk dağların gürültüleri içinde, onbinlerce tüfek ve makineli tüfeklerin şakrak uğultularından çıkan kurşunlar, başların hemen üstünden coşkun sellerin akışı gibi geçiyor, bombaların, lağımların, tayyare bombalarının koparıcı gürültüleriyle, obüs mermilerinin yırtıcı sesleri içinde harp gittikçe artan bir şiddet ve şehametle devam ediyordu. Koca Tümenlerin bile bir günlük kısa bir zamanda mahvedildiği bu mahşeri cehennemi bir nefeslik sükûn devresinde, harp sahasını dolduran, parça parça olmuş cesetlerin arasında sağ kaldıklarını hayretle görenler hayatında aziz bildiği vatanı için batan güneşler gibi renkler içinde yatan şühedanın mukaddes hatıralarından doğan ve sineleri doldurup taşan kudretle, ölümü hiç düşünmeden yurdumuzun kapısını kahir düşmanlara karşı kapamaya, geçilmez bir hale getirmeye, imanlı bir azimle son dem hayatlarına kadar çalışıyor, artan bir gayretle uğraşıyorlardı. -Ölümden Korkma- Allah'ın izni olmadıkça kimse can veremez. Başa gelmesi mukadder olan her şey mutlak gelecektir. Onu sarsılmaz bir yürekle karşılamak gerekir. Bu azim ile dağlar devrilir, müşküller yenilir. Her yaradılış bir ölçüye tabidir. Kur'anda bu ölçü takdir manasınadır. Takdir; bütün mevcudat ve mahlûkatın tabi bulunduğu kanundur. Değişmez, değiştirilemez. Bu düsturu hikmeti rehber olunca ölümden de korkulmaz. "Harp, Savaş" yedibuçukluk sahradan sonra, onbeşlik obüslerden başlayıp, otuzsekizlik ağır mermilerin düştüğü kara parçalan zelzelelerle sarsılıyor, infılâkten husule gelen seslerle karışık parçalanmalardan isabet ettiği yerde, ne bulursa zerrata taksim ederek, kopardığı kanlı taşları parçalamış demirleriyle beraber minareler boyunca yükselerek dağıtıyor, alevli siyah dumanlar içinde fışkırarak yükselen bu topraklar; canlı kalanların üstüne yığılarak onları ölmeden görmüyordu. Her taraf dumanlarla karışmış, alevler içinde yanıyor, topraklar insan ve şüheda kanı ile yoğruluyordu. Büyük şairimiz Akif in dediği gibi: "Şüheda fışkıracak, toprağı sıksan şüheda" numunesini gösteriyordu. İşte bu bunaltıcı ölüm çemberinde harp bütün şehametine devam edip gidiyor. Çanakkale; bu mübarek vatan parçası, dünya ölçüsünde bir inhidamın ma'kesi oluyordu. Öyle günler oldu ki, müdafaa siperlerimizin bulunduğu beş yüz metre karelik müstatili bir sahaya düşman ateşini azami teksif ederek on binlerce mermi yağdırdı. Bu ufacık kara parçasını havanda döver gibi durmadan dövdü. Siperlerimizde tüfek, makineli tüfek ne varsa parçalanarak üç beş metre derinliklere gömüldü. Karşısında canlı kimse kalmadığını anlayan düşman ateşi ile açtığı gedikte genişlemeye ve ilerlemeye çalıştı. Hasıl olan vaziyet derhal müdafaamızla çevriliyor, cenahlardan ve koltuk siperlerden yapılan mukabil taarruzlarla ihata, düşmanı girebileceği mıntıkada imhaya, takatin üstünde bir gayretle uğraşılıyordu. Geceli gündüzlü devam eden bu hunrizane çarpışmalarda sahayı harp cesetlerle doluyor, muharebeler devam ederken gömülemeyen ölüler de yaz günlerinin sıcağında hemen tefessüh ederek muhitteki hava teneffüs edilmez bir hale geliyordu. Bu ikrah verici kokular arasında gıda almak mümkün olmadığından, gıdasız, uykusuz tahammül edilmez meşakkat ile harap olan hayat sönüp gidiyordu. Bir çok yerlerde siperlerimizle düşman siperleri arasındaki mesafe on metreyi geçmiyordu. Her iki taraf siperlerinin önlerine attığı yek diğerine bağlı dikenli telin /Kirpi denilen/ manialarla bu aralıklar kapatılıyor, ani baskınlara karşı daima bir teyakkuz içinde sathi bir emniyet temin ediliyordu. |
Bazı mevzilerde ise aramızda bir mangalık siper boş bırakılmak suretiyle aynı siperler hattında karşılaşılıyordu. İhtiyat kuvvetleri yetişip mevzilerimizi teslim alıncaya kadar düşmanlarımızla boğuşarak muannidane boğazlaşıyorduk. Türk azim ve imanının çizdiği bu ölüm ve kalım hattında düşman bir gün, bir lâhza Kocaçimen'e çıkarak sevinç içinde boğazın sularını görmüş ve nihai zafere ulaşmak hülyasıyla bir dakika yaşamışsa da büyük kurtarıcı ATATÜRK'ün iman ve iradesiyle süratle yetişebilen kuvvetlerle derhal mukabil taarruza geçilerek tard edilmişti. Türkün ölümü hiçe sayan salveti ile vatanı için istihkarı hayat derecesine hiçbir hırsi menfaat düşünmeden milletimizin üstün fedakârlığı feragatin yüksek timsali ve cihanın pek güzel tanıdığı hakiki kahraman Mehmetçiğimizin her maniayı aşan, müşkülleri delen süngüsü ile düşmanı bir daha avdet etmemek üzere eski yerlerine atmış, güney cephesinde de mukayese kabul edilemeyecek üstün vesaitine rağmen çıkamadığı Alçıtepe eteklerinde kahhar kuvvetiyle eritilmiş olarak tutunmaya çalıştılar. Topraklarımız bu suretle karış karış müdafaa edilmiş, vatanın her karış toprağı için yüzlerce şehit vermiştik. Harp sakatları ile malûl gazi denilen canlı şehitlerle memleketimizi intibah levhalarıyla doldurduk. Hiç unutmayalım ki Çanakkale Türk milletinin memleket irfanına, ırkımızın gençliğine çok pahalıya mal olduğu da ruhlarımızda, duygularımızda paha biçilmez yadigâr kaldı. Türk'ün azmini, imanını yenemeyeceklerini anladılar. Meydanı, harbi bırakıp çekildiler. Tarih boyunca gelen Türk şehameti Çanakkale'ye münhasır değil, Kafkas'ın karlı, buzlu şahikalarında, Sina'nın, Irak'ın kızgın ve ateşin çöllerinde, Hicaz'la İran'ın iç topraklarında müttefiklerimizle beraber Avusturya'nın, Galiçya, Romanya, Makedonya, İtalya'nın İzonzo Cephelerinde de ayni hissi fedakârlıkla çarpıştık. Türk'ün asaleti ruhiyesini bütün dünya milletlerine tanıttık. İşte koca bir tarihi dolduracak olan İstiklâl Harbimiz de istiklalimizi kazandırdı. Bugün Kore'de, asırlardır duyula gelen Türk; kahramanlık ve mertliğini en canlı ölmez örneklerle insanlık tarihine temiz kanı ile yazıyor. Şehamet destanları yaratarak Türk'ün adını bütün dünyaya tanıtıyor. Süngüsünün ucunda beşeriyetin emniyetini sağlıyor. Evet Çanakkale dünya tarihine Türk milletini haritai alemden silmek için ittifak eden İngiliz, Fransız ve Rusların muazzam kuvvetlerine ve tarihin bu acı ihtimaline karşı, her fertte savaş imanını, beden takatinin, zekânın ve nihayet Türk ırkına has imanlı cesaretin, beşer hududu üstüne çıkmasına âmil oldu. Gaza kılıçlarının üstüne yazılı -Allah bizimle- ismi celâlini sure-i ihlas ve tevhit ile tekrar ederek meydan-ı gazada ecdatlarına lâyık birer evlât bulunduklarını gösterdiler. Tarihin aydınlığı içinde apaçık görünen yeryüzündeki insanların şüphesiz en büyüğü Peygamberimiz Hazreti Muhammed'in sözlerinden ilham alarak "Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi ahiretine çalış" vecizeleriyle çalıştılar ve kazandılar. Ey vatanımızın aziz parçası; Seni, hayata gözlerimizi kapayıncaya kadar; hep Çanakkale diye anacağız. Ve milletimiz namına gurur ve iftihar duygusu ile nesiller boyunca övüneceğiz. Ey candan ziyade sevilen vatan, eşsiz güzelliklerle dolu cennet vatanını, semalara yükselerek göklerde ihtişam eden bayrağımızın hakimiyetinde ebediyen yaşa! Türk'ün sana olan cevher ve aşkıyla sonsuz yaşa! ALAY KOMUTANI YARBAY ŞEFİK BEY Şimdi 1952 Cesarettepe Mehmet Çavuş Şehitliği'ndeyiz. Çanakkale Savaşları'mn 27. Alay Komutanı olan Mehmet Şefik Bey, uzun boylu, yüz hatları derin çizgilerle resimlenen, ince yapılı, kumral kırmızı bir zat. Elbetteki yaşlı, fakat vücudunun dikliğinde sağlam bir asker heybeti var. Mikrofonun başına geldiği vakit pek yakınında idim. Uzun çenesi, söz etmesine birkaç saniye mani olacak derecede, ağzına yapışmıştı sanki... Şakaklarında ve kulak diplerinde heyecanının atışları görülüyordu... Bir sis perdesi ile örtülmüş gibi duran gözlerinin o anda, savaş sahnesinden başka hiçbir şey görmediğine, kulaklarının top ve mermi tarrakalarından başka hiçbir ses duymadığına, bütün maddî ve manevî alemi ile o savaş sahnelerini yaşadığına kani idim. Bu muhterem asker, tezahürleri elle tutulacak kadar meydanda olan hissiyatına rağmen manâ ve mahiyet itibarıyla örnek bir konuşma yaptı. Kudret ve kabiliyetimizi belirtirken düşmanın asil çehresini de tersim etmeyi unutmadı. Bu konuşmayı takip eden sahneyi, belki bütün ömür boyunca aynı duygu ve heyecan içinde görmek bilmem bir daha nasip olabilecek midir? Göğüslerinde bu savaşlarda aldıkları madalyalar bir sıra halinde dizili duran İngiliz ve Fransız temsilcileri ile Şefik Bey'in bir arada ve saygılı bir yakınlıkla objektif karşısında durmaları ve müteakiben Fransız eski muharibi olan zatın selis lisanı ile Çanakkale Savaşları'ndaki mert düşmanlığı belirten konuşması unutulacak sahnelerden değildi. Bir ara, sakallan ağarmış, yüzleri yanık, birinin sağ kolu boşlukta olan civar ahalisinden 4-5 kişi hafifçe iteleyerek bana telaşla "Şefik Bey nerede?" diye sordular. Gösterdim, yol açtım ve seyrettim. Şefik Bey'in bir elini bırakıp diğerini alıyorlar, dudaklarında, alınlarında dolaştırıyorlar, öpüyor, öpüyorlardı. Eski komutan da onları kucaklıyor ve yıllarca hasret kalmış bir kardeş manzarasında, birbirlerinden ayrılmıyorlardı. Mehmet Şefik Bey'in Alayında nefer imişler... Şefik Bey mikrofona dönerek, artık iyice titreyen sesi ile dedi ki: "Siz bunların şimdiki bu yaşlı, sakallı hallerine bakmayınız. O zaman hepsi levend gibi delikanlı idiler..." Ve tekrar sarılıştılar. Ömrün yarısından fazla eski zamana ait bu küçük ve büyük münasebetinin bunca yıl sonraki içli tezahüründe ölüm yoldaşlığı yapmış olmanın , askerliğin hususiyeti vardı. Daha sonra ecnebi muhariplerle sarmaş dolaş olmaları ve fotoğrafçılara sahne teşkil etmeleri bütün ziyaretçileri hıçkırıklara sürükledi. Şefik Bey ve Şefik Beyler çok iyi komutan, elini öpenler ve öpemeyenler de çok iyi asker idiler... Çanakkale bugüne, bu sebeplerle, bugünkü iftihar tablosu halinde intikal etti. Ortalık birden bire sessizleşti... Hareketler azaldı... Kalabalıktan bazısı çömelerek, bazısı dayanacak bir yer arayarak avuçlarını semalara doğru açtılar... Şimdi bu insanlar: Babasını, kocasını, ağabeyini, amcasını yahut yakınından birini veya aylarca can yoldaşlığı yaptığı arkadaşını bu topraklara vermiş olan ziyaretçiler, ellerini göklere açarak ulu tanrıdan rahmet dileyeceklerdir. İçlerini dolduran, göğüslerini tıkayan ve burun deliklerini sızım sızım sızlatan aynı acının müsekkini olmak üzere, müşterek imanın herkes için aynı olan kelimelerinde şifa arayacaklardır. Ruhlara kuvvet, ölmüşe rahmet sunan Allah'ın o muazzam vahdeti önünde, herşeye kadir ve kulları için rahim ve şefik varlığının himayesi altında ondan doya doya mağfiret talep edeceklerdir. Dinimizin bize verdiği inanca göre Allah ki o mukaddes ölülere, bu vatan için hayatını feda ederek kendisine konmuş olan ebedî varlıklara "şehitler" denilmesine müsaade etmiş ve indindeki en makbul köşeyi onlara tahsis etmiş olmakla rahmet, şefkat ve mağfiretinden azami derecede nasibedar kılmıştır... Bununla beraber hayatta olanların bağırlarındaki yaraya bir teselli melhemi bulmak ümitlerinin işareti olmak üzere bu mükerrer niyazlarını şüphesiz kabul edecek, gufranından o berhayat ölüleri elbette bol bol hissedar edecektir... Başında beyaz sarığı, sırtında cübbesi ile bir din adamımız mikrofonun önüne yaklaşınca işte bu kitle, yüreğinin bütün kudreti ile Allah'ından yapacağı taleplere karşı "âmin" demek üzere hazırlanıyordu... Hocaefendi takatinin bütünü ile duaya başladı. Her cümlesinin sonunda yürekten kopan âminler fezalara yayılarak niyazları Allah'a ulaştırmak için gittikçe yükseldiler. Her âmin, Allah'ın rahmüşefkatine varılmış olmanın inşirahından kuvvet alıyor ve şefaat dileyicilerin kalplerini de baskılardan kurtarıyordu.. .Bu, cidden heybetli bir manzara idi... YETİŞ YA MUHAMMED! KİTABIMIZ ELDEN GİDİYOR Seddülbahir'de bizim karşımızda Fransız kıt'alan vardı. Bunlar arasında bilhassa Senegalliler bulunuyordu. Bunlar cidden harpçi ve cesur idiler. Bizim süngü ve kasaturalarımıza mukabil, onların satırları meşhurdu. Bu satır yaraları da cidden amansızdı. Ama onları da korkutan ve titreten bizim Mehmetçiklerimizin / Allah Allah / naraları ile süngü hücumları idi. Onu gören ve işiten bir Senegalliyi siperde tutmaya artık imkân ve ihtimal yoktu. Birgün gene bir ölüm kalım harbine tutuşmuştuk. Düşman topçuları evvelâ siperlerimizi alt üst etti. Kesif düşman askerleri sel gibi hücuma kalktılar. Mukabelelerimiz fayda vermiyordu. Düşmanı durduramıyorduk. Nihayet Senegalliler siperlerimizin bir kısmını işgal etti. Erlerimiz Kereviz dereye sığındılar. Düşman için yol açılmıştı. Çünkü bundan sonra müdafaa hattı yoktu. Düşman Soğanlı dereye inecek ve tam Çanakkale'nin karşısında Boğaz'in en mühim bir mevkiini ele geçirmiş olacak, donanmasının yardımıyla bütün gayeleri olan İstanbul yolu da bu suretle kendilerine açılmış bulunacaktı. Ben bir kısım sıhhiye efradımla bu ani ve müthiş hücum karşısında çekilmeye imkân bulamadım. Siperde vazife yaparken esir kaldım. Başımıza dikilen Senegalli, simsiyah yüzünden akan terlerle güneşin karşısında adeta bir bronz heykel gibi elinde satırı ile duruyordu. Mukabeleye imkân da yoktu. Çünkü düşman askerleri bizleri geride bırakmış, siperlerimizden atlamış, Kereviz Dereye inmeye başlamışlardı. Fakat kaç dakika geçti hatırlayamıyorum, müthiş bir /Allah Allah/ sesi kulaklarımızı yırttı. Başlarında Alay kumandanımızın himaye ettiği o, mütevazi ve dindar kahraman 1. Tabur Kumandanı Binbaşı Lütfi Bey, maneviyatı bozulmuş askerlerin başına geçmiş YETİŞ YA MUHAMMED KİTABINIZ ELDEN GİDİYOR diye naralarla askerleri heyecana getirerek ileri atılmış ve bu sefer arkasına takılan erlerimizle bizim siperlerimizi tekrar düşmandan istirdat etmişti. Bu gürültü arasında başımızda dikilen Senegalli de bizi bırakıp canını kurtarmaya uğraşan arkadaşları ile beraber kaçtı. Onları takip eden kahraman askerlerimiz kükremiş aslana benziyor, peşine düştükleri düşmanın sırtına süngüsünü taktiği gibi o koskoca vücutları fırlatıp atıyordu. Bu şehamet karşısında, ona mukavemet edecek bir kuvvet yoktu ve olamazdı. Bu şekilde ilerleyen erlerimiz bizim siperleri istirdat ettiği gibi düşmanın da bir iki siperini zaptettiler. Nihayet düşmanın kesif mitralyöz ve makineli tüfek ateşi karşısında daha ilerlemeye imkân bulmayarak düşman siperlerine yerleşmişlerdi. Biz korkunç bir rüyadan uyanır gibi idik. Harp biraz mayna verdi. Geride Alay Kumandanının etrafında toplanan subaylar bu mütevazi kahramanın yarattığı mucize karşısında şükranlarını ifade edecek kelime ararken, Alay Kumandanımız /İşte, dedi. Görüyorsunuz ya himayemi çok gördüğünüz ve serzeniş ettiğiniz bu zatı ben bugün için tuttum/ diye ona olan itimat ve sevgisini izhar etti. Sonra haber aldım. Bu binbaşı Lütfi Bey, Çanakkale'den sonra İran'da girişilen bir çevirme hareketinde Kirmanşah'ta şehit olmuş, Allah rahmet eylesin. ÇANAKKALE'DE ÇARPIŞAN SENEGALLİ ZENCİLER Yakın siper muharebelerinden lâğım patlatıldığı yerde hasıl olan büyük çukuru iki Fransız subayının idare ettiği ve Senegalli zencilerden sureti mahsusada yetiştirilmiş 40-50 kişilik bir muharebe grubu ile işgal ettiler. Kahraman 55. Alayın yaptığı bir süngü hücumu ile gelenlerin kısmı azamı imha edildi. Sona kalanları esir alındı. Fakat Fransızlar bütün bu Alayın siperlerini kara torpilleriyle bombardıman ettiler. Yaralı olarak elimize esir düşen bir Fransız subayı, havadan tepemize doğru inen kara torpillerini gördükçe bunları icat eden Fransız mühendisini lanetle yad ediyordu. Çünkü her düştüğü yerde canlı adam bırakmıyordu. İleri hatlarda bulunan birliklerimiz o güne kadar düşman siperlerini tarassutla beraber havadan gelen bombaları da gözetlemek mecburiyetinde idiler. Ondan sonra da yeri dinlemek mecburiyetinde kaldılar. Yer altından gelen kazma sesleri ikinci lâğımın hangi siperlerimizin altında patlayacağını bize hissettiriyordu. Sağa sola kaydırmak suretiyle orayı muvakkat bir zaman için tahliye ediyorduk. Ve bu patlama esnasında gelen düşman erlerini evvelce aldığımız tertibatla, ağır makineli tüfek ateşiyle imha ediyorduk. Mukabeleten biz de Fransız siperleri altında patlatmak üzere lâğım kazmaya başladık. Günün birinde her iki tarafın lâğımları yer altında birleşti. Lâğım içerisinde el bombaları ve süngülerle kahraman erlerimiz Fransız erlerini imha ederek lâğım patlatma işine nihayet verdiler. Bu suretle Çanakkale'deki Türk kahramanlığı dünya milletlerinin talimnamelerinde yakın siper muharebesi diye bir kısım açtırmaya sebep oldu. Senegallüeri Bir Çanakkale Kahramanı Hasan Yolar'dan Dinleyelim: Hasan Yolar, gözlerini kırpıştırarak Senegalli askerleri öyle bir anlatıyor ki hayran olmamak elde değil... Dinlerken zannediyorsunuz ki karşınızda bir Arap asker var. Palasını çekmiş ve başınıza dikilmiş... "Bu kara herifleri tek korkutan şey Allah Allah sesleri idi" diyor Hasan Yolar. "Nasıl ve ne zaman ki Allah Allah sesleri duyulur bu zencilerden ortalıkta bir tane kalmazdı... Bilirlerdi süngümüzün tadını... İngilizler ve Fransızlar açıkgöz oldukları için hep Senegallüeri ön plâna sürer ve onları iyice harcadıktan sonra kendileri taarruza geçerdi... Onun için Senegalliler bilirdi bizim nasıl savaştığımızı..." Hasan Yolar, Esat Ezerler ile birlikte bir gece 14 tane Senegalliyi esir alarak bizim siperlere getirmişler... Hepsi de korktuklarından ağlayıp, askerin süngüsünü göstererek ellerini gözlerine götürüyorlarmış... Basında 2002/Senegal Dünya Kupası Maçı münasebetiyle Çanakkale Savaşları'na atıf yapılarak yanlış haberler çıktı. Yani Fransızların emrinde Çanakkale Savaşları'nda savaşan Senegalliler Hıristiyan zenci idi. Yonar'ın ifadesinden bu anlaşılıyor. Fransızlarla savaşa gelen Müslüman varsa onlar daha fazla Faslı, Cezayirli ve Tunuslu idi. Onları da ileriki siperlere sürmediler, geri hizmetlerde kullandılar. Belki ilk çarpışmalarda olabilir. 25 Nisan Kumkale Fransız çıkarmasında boynunda Kur'an-ı Kerim asılı ölmüş Tunuslu bir Yüzbaşı cesedi görülmüştü. |
BİR ŞEHİT MEKTUBU Şimdi o cihan dağdağasının barut, kan ve alev dalgaları içinden, bize samimi bir dille vatan ve millet yolunda ölmenin büyük bir şeref olduğunu gösteren kıymetli bir hatırayı tekrar edeceğiz. Bu o zaman göğsünü vatan ufkuna geren isimsiz bir kahramanın kendi akrabasından birisine yazdığı mektuptur. Bu mektup bize her zaman için, ne gibi bir borç sahibi olduğumuzu hatırlatıyor. Dün Çanakkale şehidinin ve bugün Kore şehidinin ailesi; bizim hamiyetperver vicdan ve kalbimizin içinde dikilen birer vatan abidesidir. Onları, o mübarek ruhların aziz oluşunu bildiğimiz kadar bilelim. Ve tanıyalım. Bu isimsiz kahraman, sanki öğün, mektubu yazdığı gün, vatanı için şehit olmanın sevinci içinde iken geride bıraktığı ailesi için duyduğu üzüntüyü de işaret etmektedir. Cenab-ı Hakkın en büyük ilhamını nasiplendirdiği bu kahramanın aziz ruhu önünde hürmetle eğilelim. O'nun gibi daha binlerce, yüz binlerce vatan evlâdının belirsiz mezarları vardır. İşte o mektup: "Huzura, Ben, vatan ve millet uğrunda bana düşen vazifeyi ifa ettim. Artık gerisini size terk ediyorum. Ben cümlenize hakkımı helâl ettim. Tabiidir ki, siz de helâl edersiniz.Hemşiremin, Ziya'nın kemali hasretle gözlerinden öperim. Muhterem amcamın ellerinden öperek dualarını her zaman beklerim. Çoluk çocuğumu evvel Cenab-ı Hakka sonra da vatana, millete ve sizlere emanet ederim. Sevgili valideme, çocuklarıma güzel bakınız. Arzularına himmet ediniz. Maaşlarının tahsisi için icap eden muamele ifası bakımından arkadaşlardan alayımızın tabur katibi ki, ayni zamanda alay katibi bulunan Hasan efendiye yazdım. Bulunduğum fırkanın kumandanı Miralay Remzi Bey'dir. Alay Kumandanı Binbaşı Halil Bey'dir. Bu isimler size lâzım olursa kendileri ile muhabere edersiniz. Binbaşımız Şevki Bey de benim gibi tehlikede bulunduğu için sağ kalırsa ona da müracaat edersiniz. Kolordu Kumandanımız malûm olduğu üzere Esat Paşa hazretleridir. Havva Hanım hakkında lâzım gelen muamele için kâtip efendiye yazdım. Sana çok rica ederim, efradı ailemi ve validemi hiçbir vakit üzme, daima rıfk ile muamele et. Bana acımasınlar. Ben mukaddes vatan vazifem uğrunda terki can ettim, bahtiyarım. Cenabı Hak sizleri de bahtiyar eylesin. Baki cümlemizi Cenabı Hakka emanet ederim, sevgili kardeşim." Mektubun altında imza yok. İsimsiz bir şehit. Allah makamını Cennet etsin. Şimdi bu isimsiz şehidi, şehit olmazdan önce yazdığını nasıl anlatabileceksiniz? Onu hangi cümlelerle tahlil edeceksiniz? O, Büyük bir Ahlâk Abidesidir der, noktayı koyarsınız. Hülasa, Çanakkale topraklan bugün birçok devletin abidesini taşır. Bunların en heybetlisi Mustafa Kemal'in dediği gibi "Bu toprakları Türk sınırları içinde bırakmakla, Mehmetçiğin kendi diktiği anıttır." Onun şehit naşıdır. HALİT - RIZA TEPESİ TAARRUZU Düşman, 30 Mayısta 19. Tümene bir kez daha saldırdı. Yardım gerekti. Elde 3. Kolordunun 15. Süvari Alayı vardı. Artık Alay attan inerek, Şahinsırt'a göz koyan düşmana saldırdı. Geri atarak görevini yerine getirdi. Fakat kanadı biraz daha ileriden korumak için öndeki tepeyi de almak yararlı olacaktı. Hem düşman orada kalırsa 19. Tümenin kanadına yan ateşi yapabilirdi. İki bölük buraya taarruzu üzerine aldı. Üsteğmen Amasyalı Abdullah oğlu Halit'in komuta ettiği 2. Bölük ile Teğmen Siirtli Osman oğlu Ali Riza'nın komuta ettiği 4. Bölük saldırdılar düşmana. Sanki iki yiğit Teğmen birbirleriyle yarışa çıktı. Tepeyi önce kim alabilecek? diye. İkisi de yakışıklı, burma bıyıklı birer gençti. Kanları kaynıyordu. İkisi de birbirinden talihli çıktı. İki bölük birden tepeye vardı. Bunun için tepenin adını "Halit-Rıza Tepesi" koydular. Gelen geçen bu çetin taarruzu yapanları ansın, diye... Buna göre Çanakkale defterini durup kapamanın imkânı yoktur. Onun hakkında bir kitap yazıp onunla yetinmek mümkün değildir. O toprakları kanlarıyla sulayan o yiğitlerin gösterdikleri kahramanlıkları, destanlara sığdıramazsmız. Bu itibarla Halitler, Rızalar kalbimiz size minnetle doludur. Öyle de kalacaktır. Size malûmdur ki 87 yıl sonra bu seneki izdihamı gördünüz. Savaştığınız o topraklar üzerinde yüzlercesi ve binlercesi gözyaşı ve dua yarışında idi. Kısacası size saygımız büyüktür. Hep artacaktır. Vatan size minnettardır. Hülâsa, yattığınız topraklar Cennet bahçelerinden bir bahçe olsun. ÇİFTE YUSUF TEPESİ 9 Ağustosta 12. ve 7. Tümenlerimiz taarruz için Anafartalar'dan batıya geçmekteydi. 34. Alay, bu iki tümenin arasındaydı. Alay, yürümüyor, koşuyordu. İki hasım birbirini gördü. İki pehlivan gibi oyun almak için öncelik kazanmaya çalıştı. 34. Alay, yıldırım hızıyla taarruza kalktı. Düşmanı önüne kattı. Alay, adını her kişinin başka başka bildiği bir tepeye vardı. Sancağını dikti ve bu tepede savunmaya geçti. 11 Ağustosta düşman bu tepeyi almak için büyük kuvvetlerle taarruza geçti. 34. alay direndi ve karşı taarruz yaptı, düşman direndi. Burada düşmanın yaptığı beş saldırış durduruldu. İşte bu savaşlar sırasında tepenin iki başında iki bölük komutanı vardı. İkisinin de adı Yusuftu. Bu iki teğmen askerine cesaret veriyordu. Hem görevlerini yapıyorlardı, hem de oradan oraya koşuyor, yaralı taşıyor, son nefesini verenlerin ağızlarına mataralarından su döküyorlardı. Bu iki Yusuf un insanlığı, yılmazlığı, kahramanlığı, yiğitliği ve önderliği o gün her askere örnek oldu. Bu örnek hareketleri gelip geçenler ansın diye, bu tepeye "Yusufçuk Tepesi / İki Yusuf Tepesi" adını koydular. Hülasa, Çanakkale'de çarpışanların hepsi birer Yusuf tur. Bunların hepsi de az silah ve sayılı cephane ile ama çok büyük kahramanlıklarla savaştılar. 25 Nisan günü Ertuğrul Koyunda Sabrı Binbaşı, Yahya Çavuş'a mermilerimiz sayılı, ona göre harca, bir kurşunla birkaç düşman devir diyordu. Bunun için tarih bu savaşları, hep büyüterek yazacaktır. Bunu böyle bilin; Yusuflar, Halitler ve Rızalar... MEĞER HEPSİ DE ÖLMÜŞLER Mustafa Çoruh anlatıyor: "Düşman, üzerinde bulunduğumuz tepenin diplerinden usul usul bize doğru ilerliyordu. 60 kişi idik... Tığ gibi 60 delikanlı. Başımızda mektepten yeni çıkmış bir teğmen vardı. Bıyıkları yeni terleyen. Yanakları buğday renkli, gözleri henüz anne sevgisi ile pırıl pırıl parlayan... Elimizde silâh yoktu, bize silahtan daha çok insan, canlı insan lâzımdı. Ölmeyi korkudan değil, vatana lâzım olduğumuz için istemiyorduk. Eğer böyle olmasaydı Orta Asya'dan kalkan bir millet, dünyanın en büyük ve güçlü imparatorluğunu yıkıp yerine dünyanın yegane en büyük imparatorluğunu kuramazdı. Yabancılara çarpıcı gelen de onun bu cevheridir. Bizi biz yapan unsur da budur. Bir ara göğsümden göbeğime doğru akan ılık, ter gibi bir şey beni gıdıkladı ve kalbimin biraz üzerinde hafif sancı hissettim. Elimi göğsüme sokup geri çekince mesele anlaşıldı. Yaralanmıştım. Arkadaşlarım beni yatırdılar. Göğsümü açıp baktılar. 4 yerden kurşun girmişti vücuduma. Oluk gibi kan akıyordu. Sonrasını iyice hatırlamıyorum. Kendime geldiğimde siperin içindekiler tamamıyla sessizdi. Uyumuşlar diye düşündüm. Meğer hepsi ölmüşler. Elazığlı Hasan Onbaşı başını topraklara dayamış gözleri açık ileri bakıyordu. Benim inlediğimi görünce başını çevirip baktı. "Mustafa" dedi, "merak etme, bütün arkadaşlar ölü ama ben yaşıyorum. Sana kimse dokunamaz ben yaşarken... " Bir ara iri kolların beni kucakladığını hissettim. Karanlıklara daldık. Kaçıyorduk. Bana öyle acı geldi ki bu kaçış anlatamam. Ama ne yapabilirdik ki? Epeyi yürüdükten sonra bizimkilerden bir grubun arasına karıştık. Benim tedavimi yaptılar. Kurşunlan çakı ile çıkardılar. Hastaneye kaldırıldım... Sonra öğrendim ki Elazığlı Hasan Onbaşı ertesi akşam beni taşıdığı sipere tek başına geri dönmüş ve oradan bir daha geri gelmemiş.. Gün ışıdığında o sipere gidenler 24 düşman askeri ile Hasan Onbaşının ölüsünü bulmuşlar. 4 askeri bir süngünün ucuna şiş gibi geçirdiğini anlata anlata bitirememişlerdi. Mustafa Çoruh sustu. Ağlıyordu. Birinci Ordu Komutanı iken Alman General Liman Von Sanders Paşa, Cemil Conk ile birlikte Çanakkale'deki birlikleri denetlemeye gelmişlerdi. Mehmetçiklerin tüfek kayışları ve bellerindeki palaskalar sicimdendir. Sanders, Cemil Conk Bey'e "Ne millet be, bizde olsa bu malzeme ile askeri talime çıkaramazsınız 'belime palaska bağla çıkayım der'. Bırak şimdi palaskayı sicimi, vücuduna saplanan kurşunları çakı ile çıkarıyor ve üzerine bez basıp sipere dönüyor ve ölümü hiçe sayarak, ölümle dans ederek savaşıyor... İşte bunu izah edemezsiniz, hiçbir milletin tarihinde örneğini gösteremezsiniz! SİLİFKELİ MEHMET ÇAVUŞ Seddülbahir Bölgesi'nde 5 Mayıs akşam üstü 7. Tümen cephesinde savaş durakladı. Yaralılar geriye gidiyordu. Ağır yaralı olanlar sedyelerde taşınıyordu. Bunlar sağlıklarına yeniden kavuşacak mıydılar? Siperlerde şehit düşenler, görevlerini yerine getirmiş olmanın sevinciyle, gülerek can vermişlerdi. Bu gidenlerin de birleşik dileği iyi olmak, gelmek, savaşmak ve sonunda şehit olmaktı. Dünya ve ahirette rütbelerin en yükseğine kavuşmaktı. 7. Tümen topçusundan 1. Batarya Komutanı Üsteğmen Sırrı, bataryasını gözden geçirdikten sonra, geriye uzanan yaralı kafilesini seyretmeye başladı. Her yaralı ona, ayrı bir yürek acısı veriyordu. Hele biri... Bu, 4 kişinin taşıdığı sedyedeki ağır bir yaralı idi. Onu uzaklardan taşıyan kollar, biraz dinlenmek için yanı başlarına, yere koydular. Yaralı şimdi daha iyi görülebiliyordu. Başı ve vücudu sarılıydı. Çehresinde bir gözü görülebiliyordu. Yüzünde onur ve hoşnutsuzluk birden okunuyordu. İnliyordu. Bu inilti, günün bütün olaylarını anlatıyordu, sanki. Kendinden gecik yaralının susuşundan bile herşey okunuyordu: Silah, vatan ve insanlık ... sevgisi. "Silifkeli Mehmet Çavuş", dediler. Subay sedyeye doğru eğildi, sordu: "- Bir isteğin var mı arkadaş?" Zavallının görünen tek kaşı hafifçe, alnına doğru kalktı. Hayır, istemiyordu. Subay tekrar sordu: "- Bir isteğin var mı? Sana hizmet edeceğim. Söyle!" dedi. Yaralının gözü birkaç kez açılıp kapandı. Bir canlanma anlatan bu bakışlarla subay sevindi. Bütün dikkatini topladı. O bulutlu gözlerin nemli bebeklerinde bir ara Mehmet Çavuş'un özlemini çektiği bir gelinle bir çocuğun imgelerini görür gibi oldu. Konuşmuyordu. Konuşamıyordu. Subay, yaralının isteğini anlayamadı. Ama, onu fazla tutmak istemiyordu. Gideceği hastane çadırına bir an önce varsın diye.. "- Oğlum seni artık Sargıyerine götürelim, rahat edersin." Mehmet Çavuş'un kımıldayan dudakları hızla aralandı: "- Yoook, gitmeeem... Beni sipere... düşman siperine..." diyebildi.Üsteğmen Sırrı donakalmıştı. Bu ne yüksek bir inanç ve ne kuvvetli bir vatan sevgisi... Subay şunları söyleyebildi: "- Yaraların iyi olsun, yine dönersin!" Sedye kalkmış, harekete geçilmişti. İçindekinin sarsılmaz dileği, bir daha dile geldi: "- Ben Allah'ıma, düşman siperlerinde kavuşmak isterim..." |
Hülasa, Çanakkale Savaşları'na katılan Mehmetçiklerin taarruzdan önce abdest alıp temiz çamaşır giymeleri ve birbirleri ile helalleşmeleri ve süngüsüyle menkıbeler yazmalarının altında hep bu duygu vardır. "Allah'ına kavuşmak" Mustafa Kemal: "Ellerinde Kur'an-ı Kerim, Cennet gitmeye hazırlanıyorlardı" Hep aynı duygu: Kanlan ile Rablerine Kavuşabilmek... KALBİ ÜZERİNE KOYDUĞU ELİNDE NE SAKLIYORDU? 18 Haziran günü 7. Tümen cephesinden 83 rakımlı tepe üzerindeki savaşlar yedi saat sürdü. Taarruz dört defa tekrarlandı ve sonuncu taarruzla tepe sahibini buldu. İki tarafın kaybı da ağır olmuştu. Yaralıların feryatları yürek parçalıyordu. Toprağın üzeri kırmızılaşmış ve yassılaşmıştı. Görevliler ise "Bu topraklar uğrunda toprağa girmeye" hazırlananlara son hizmetlerini yapıyorlardı. Ay da onları selamlıyordu, ölümü gülerek karşılamışlardı. Erlerden biri, şehidin yanına çöktü, yüzünü barut yakmış, şarapnel misketleri delik deşik etmişti. "- Bir piyade eri" dedi. Künye levhası, göğsüyle birlikte uçmuş, sağ elini kalbi üzerine sıkmış, öyle duruyordu. Elini gevşettiler. Avucunun içindeki tüfeğinin mekanizması idi. Demek ki kahramanın en son saklamak istediği tüfeğinin mekanizmasıydı. Onu kalbinin üstünde tutarak, cennete gitmek istiyordu ve Huzura onunla varmak arzusundaydı. Böylece o isimsiz kahraman da Çanakkale Şehitleri kervanına katılmıştı. En son düşmana saldırdığı ve namusum dediği tüfeğinin bir parçası ile... Mehmet Çavuş da öyle yapmıştı. EMİR SUBAYI TEĞMEN İSMAİL 126. Piyade Alayının 2. Tabur Emir Subayı Selânikli İsmail, yiğit bir subaydı. "Nerede bir taarruz veya baskın, İsmail orada bulunurdu. Tam bir savaşçıydı. Eski savaşlardaki serdengeçtiler gibi. Babasını da bilmiyordu. Anasından onun 93 Harbinde şehit olduğunu öğrenmişti. l Mayısta gece taarruzu yapan Tabur onu önünde gördü. 17 Mayıs taarruzunda da İsmail'in büyük kahramanlıkları olmuştu. 10 Temmuz Zığındere Savaşlarında askerin önünde bir bayrak gibi dalgalanan gene İsmail idi. Ama İsmail, 15 Ağustosta bir kurşunla allara boyandı. Yarası ağırdı. Sanki aradığını bulmuş gibi yüzü melekvari olmuştu. Sedyeye koymuşlardı. O etrafına gülücük dağıtıyor ve arkadaşlara selam götüreyim mi der gibi bir hali vardı. "Bir yudum su" diye fısıldadı, şahadet kelimesini getiriken. Ali Çavuş'un matarasındaki ılık su dudaklarına sanki abı zemzem gelmişti. Güney Cephesi şehitler zincirine Teğmen İsmail de katılmıştı. Yiğit İsmail şunu unutma: "Bıraktığın emanete, düşman ayağı bastırmayız." "Rabbim yüzümü kara çıkarma...'' ALAYIN II. BÖLÜK ERLERİNDEN İSMAİL ONBAŞI 10 Ağustosta 8. Tümenin Conkbayırı'ndaki süngü hücumunda yüzlerce, binlerce kahramanlık arasında Bedel İsmail'in menkıbesi dillere destan olmuştu. O, 24. Alayın 11. Bölüğünde onbaşıydı. Uşak'ın Kamer Mahallesinden Ömer oğlu İsmail. 10 Ağustos 1915'te, o unutulmayacak zafer gününde, dünyanın en büyük ordularının dize geldiği o günde 8. Tümen düşmana saldırırken, İsmail de mangasıyla katıldı. Bu saldırışta erleri onunla, o da erleriyle yarışıyordu. Hain bir kurşun İsmail'i buldu ve bacağını yaraladı. Aldırmadı. Şöylece bir sarıp, yarasından habersizmiş gibi savaşa koyuldu. Kanı kesilmemişti. Bunun için yere yuvarlandı. Dişini sıktıysa da kalkamadı. Arkadaşları nihayet haber vermek zorunda kaldılar. Komutanı onu geriye gönderdi. Yolda fikrini değiştirdi. Ayağını, yine kendisi sardı. Doktorun da yapacağı bu değil miydi? Rastladığı birkaç eri de önüne kattı. Tekrar bölüğüne gelip savaşa katıldı. Ancak akşam savaş duraklayınca, onu geriye gönderdiler. Bu kez sedyedeydi. Ne var ki sedyenin üzerinde doğrularak, arkadaşlarına ilerisini gösteriyordu. "Düşman bu tepelerde bir daha görülmemeli". Hakkınızı helal ediniz. Helal olsun, İsmail. NASUH ONBAŞI Seddülbahir bölgesinde, 2. Kirte Savaşlarından sonraydı. Kerevizdere'de 12. Tümen Cephesinde savaşıyorlardı. 20-25 m. ötede çıkıntı bir yerde Fransızların bir siperi çok zararlı oluyordu. Bu bakımdan burasını tahrip etmek lâzımdı. Bu işe de 7. Bölükten Nasuh Onbaşı seçildi. Eskişehir'in Ilıca Köyünden Ömer oğlu Nasuh, mangasından 3 arkadaş daha ayırdı. Kendi köyünden Abdurrahman, Kalecik Dalbasan Köyünden İbrahim oğlu Hüseyin, İnegöl Metrah Köyü Mehmet oğlu Mustafa. Nasuh, gündüzden keşfini de tamamladı. Bölük arkadaşları ile helalleştiler. Bölük komutanı, kahramanların arkalarını sıvazladı. "Allah, yardımcınız olsun" dedi. Arkadaşları ise gözyaşlarını tutamayarak "Nasuh, inşallah başarır ve bize geri dönersiniz" diyorlardı. "Şüpheniz olmasın". Nasuh, "haydi arkadaşlar" deyip siperden süzüldü. Yıllar gibi uzun gelen çeyrek saat geçti. Arka arkaya üç patlama oldu. Bunu yüzlerce ve binlerce makineli tüfek mermileri takip etti. işte bu ateş arasından çıkıp gelen Nasuh Onbaşı, haberini verdi. Düşmanın ateş yuvası havaya uçurulmuştu. Ama Nasuh yalnız gelmişti. Kimsenin de dili varmıyordu, arkadaşlarını sorsun. Neticede Nasuh; "Arkadaşlar düşman siperlerinde kaldı" diyebildi. Nasuh'un yüzünde başarısının sevinci görülemiyordu. O, arkadaşlarını kaybetmiş olmanın acısına dayanamadı. Birden Abdurrahman'm annesinin arkalarından akıttığı yaşlı gözleri ile karşı karşıya geldi. "Düşmandan intikamlarını almalıyım" dedi. Dört gün sonra da giriştiği taarruzda arkadaşlarına kavuşmuş ve cenneti âlâya uçup gitmişti. Bu yüce bir duygudur. Tarifi yapılmaz. İzah ve felsefesi için sözler yetmez. Onu yaşayanlar bilir. O zevki onlar tadabilir. Koca Nasuh ruhun şad olsun ve ebedî hatıranın önünde minnet ve şükranla eğiliriz. Siz bu aziz milletin kalbindesiniz. Sizler orada ölmeseydiniz, kanlatınız akmasaydı ve kemikleriniz Çanakkale'de kalmasaydı; bugün biz olur muyduk? Bunu bize unutturmaya çalışsalar da başarılı olamazlar, olamadılar ve olamayacaklar. "Çanakkale Geçilmez, Geçemezler, Geçemeyecekler..." ŞUMNULU YÜZBAŞI EMİN EFENDİ Düşman, Arıburnu bölgesindeki Süngüsırtı'na süngü hücumuna hazırlanmıştı. Bunu 28 Haziranda yaptı ve 17. Alay Cephemize rastlamıştı. Taarruz için iyi hazırlanılmış ve her şeyin keşfini yapmışlardı, hem karadan hem de havadan. Savaşacakları Türk tarafı, yedekleri vs. Her şeyi öğrenmişlerdi yalnız bir şeyi öğrenememişlerdi. O da Süngüsırtının, doğuştan iman cevheri ile yazılmış göğüslere emanet edildiğini... Süngüsırtındaki insanlar, tek süngüydüler. Herbiri içinden and içmişti. Düşman buradan ileri geçemez. 28 Haziran günü, sayısız silah desteğinde taarruz başladı. Düşman 8. Bölüğün yan ve gerisine ateşten bir duvar oturtmuştu. Artık o taraftan bir yardım gelemezdi. Taaruz dalgaları kırılıyor ve siperlerin içinde savaş vahşice devam ediyordu. Bu arada Tabur Komutanı sordu: "Emin Bey kuvvet ister misiniz?" Buna karşılık vermek ve "Evet" demek arkadaşlarının ölümü demekti. Çünkü gelinecek yol, düşman ateş çemberinin içindeydi. Oradan yürümek intihar olurdu. Arkadaşlarını göz göre göre kırdıramazdı. Yüzbaşı Emin: "- Hayır. İstemem" Tabur Komutanı yine sordu: "Savunabilecek misin?" Tek ve kesin cevap: "Evet Efendim". Neticede taarruzu durdurdu. Düşman 8. Bölük kahramanlarını aşamamıştı. Oğlander'in tabiri ile "28 Haziranda 8. Bölük tam bir destan yazmış"tı. Arkadaşları arasında da dillere destan olmuşlardı. Koca Kahramanlar. Bu millet sizi unutmaz. KELİME-İ ŞAHADET GETİRİRKEN "Oluk gibi akan kanın sıcaklığını bacaklarımda hissediyordum. Biraz koştuktan sonra yere düştüm. Nefesim kesilmişti. Boğulur gibi oluyordum. Ölüyorum sanmıştım. Kelime-i Şahadet getirirken kendimi kaybetmişim. Birkaç dakika sonra kendime geldiğim zaman İbrahim'le diğer iki kahramanı başımda bekler buldum. İbrahim can evinden vurulmuş bir arslan heybeliyle beni sırtladı ve iki kahramanla birlikte yaralı ve ölüler arasından geçirerek kıtalarımızın bulunduğu bir sipere götürdü. O tarihte cephe lâyıkıyla teessüs etmemiş bulunduğundan çoğu yerlerde siperler diz boyunu geçmiyordu. Devam eden kan kaybını durdurmak için İbrahim, çantamdan çıkardığı sargı bezi ile kopmuş gibi sallanan kolumu bir yandan sararken bir yandan da mahfuz bir yer arıyordu. Fazla kan kaybı kulaklarıma bir uğultu, gözlerime bir sis perdesi getirmişti. Yakınımda bir ses "onu geri götürün" diye bağırıyordu. Bu tabur kumandamın İsmail Hakkı Bey'di, Bu emir üzerine İbrahim'le diğer iki er evvelâ yaya, sonra at sırtında Soğanlıdere'deki ilk sıhhî yardım merkezine, sonra da araba ile Kilitbahir'deki çadırlı hastaneye getirildiğim vakit tahammülüm son haddini bulmuş, kendimi kaybetmiştim. İki direkli büyük bir çadırdaki karyola üzerinde gözümü açtığım vakit ağrımın dinmiş olmasından ameliyat geçirdiğimi anladım, sol kolum yerinde yoktu. Vatan uğrunda seve seve feda ettiğim kolumdan ziyade karşımda duran İbrahim'e acımıştım. Benden ziyade o teselliye muhtaçtı. "İntikamını alacağım komutanım" diyor başka bir şey söylemiyordu. Üç gün sonra vapurla İstanbul'a getirilip Zeynep Kâmil hastanesine yatırıldım. Kanımla elbisesi muşambalaşmış olan İbrahim temizlenmiş, ben de ıstıraptan biraz kurtulmuştum. Hastaneye yatırıldığımın ikinci günü idi. İbrahim'i karşımda buldum, " ben gideceğim komutanım, bana müsaade ederseniz" diyordu. "Nereye?" İbrahim, dedim. "Çanakkale'ye sizin intikamınızı almaya gideceğim" cevabını verdi ve; "- Komutanım, siz hastaneye yerleştikten sonra artık kalamam. Cephedeki arkadaşlarıma "İbrahim komutam bahane etti, harpten kaçtı, dedirtmem. Gitmeliyim, mutlaka!..." "- Öyle ise Allah yardımcın olsun İbrahim" dedim. Elimi hürmetle öptü ve gitti. Bir müddet sonra haber aldım, İbrahim arslanlar gibi dövüşerek şehit olmuş. İbrahim-Nasuh-İsmail Ali yada Veli, belki okur-yazar bile değillerdi. Ama o duyguları üniversite okusanız kazanamazsınız. O ilâhî bir vergidir. Kimde olur, nasıl kazanılır bilemem. Mustafa Kemal'in ifadesiyle bilinen şu: "Çanakkale'yi kazandıran işte o ruhtur". TEĞMEN ALİ KÂZIM Anafartalar Bölgesi'nin kuzey ucunda, Kireçtepe'ye ilerleyen düşman karşısında, Gelibolu Jandarma Taburu büyük bir kahramanlık gösterdi. Tabur erimiş, komutanı da şehit olmuştu. Düşman, ancak taburun ölüleri üzerinden geçebildi. Arslantepe'ye sonra Kanhtepe'ye vardı. Bölgedeki 3 tabur karşı taarruzla Arslantepe'yi geceleyin aldıysa da düşman savaşa 12 tabur sokarak yine yüklendi ve Kanhtepe'ye kadar ilerledi. Grup Komutanı Mustafa Kemal öğleye doğru 127. Alayın 1. Taburunu yetiştirdi. "Kanlıtepe ile Arslantepe geri alınacak". Bombalar dağıtıldı, saflar dizildi. "Allah, Allah!" sesleriyle asker, kanlıtepe'ye çıktı. Tabur bu tepedeki düşmanı ezdi. Kalanını da önüne katarak Arslantepe'ye yöneldi. Bölükler birer ok gibi gidiyordu. Teğmen Ali Kâzım, düşman cesetlerini çiğneyerek ilerleyen bölüğün başında, Arslantepe'nin önüne gelmişti. Ama şimdi, sıkı duran bir düşman ateşiyle, çakılıp kalmıştı. Erlerinden vurulanlar oluyordu. Burada kalmak, ölmek demekti. Geriye de dönemezlerdi. Teğmen çareyi, hep birden düşmana atılmakta buldu. Durup ölmektense, tepeye varıp can vereceklerdi. Tam atılıma kalkılacağı anda bir kurşun sağ gözünü yaraladı. Ama gözüyle uğraşıp hücumu durdurmadı. Mendili gözüne tutarak atıldı. Bölüğü ile birlikteydi. Kısa bir boğuşma sonunda Arslantepe ele geçti. Ali Kâzım ise ikinci bir kurşunla, bir yara da omzundan almıştı. Hastaneye kaldırılırken sevinç içindeydi. "Bir göz insana yeter. Vatanımız var ya! Omzumdaki yara da herhalde zararsız gibi geliyor bana". Ali Çavuş: "Komutanım şu yaralı kolumu kesiver. Arkadaşlar taarruzda, onlara yetişemiyorum". Yahya Çavuş ise kopan bacağını tüfeğinin kayışı ile boynuna asıp, tek bacak ile düşmana saldırıyordu. Bursalı Hüseyin ise "sakat, savaşamaz" evraklarını yakarak, tek bacak ile askerlik şubesinin kapısına dayanıp "cepheye gideceğim ve arkadaşlarımın intikamını alacağım" diye şube başkanına yalvarıyordu. |
ELÂZİZLİ ASKERİ ÖĞRENCİ HULUSİ BEY Rüştiye-yi Askeriye'yi Elâziz'de, İdadiyi Erzincan'da, l sene Çengelköy Kuleli Askerî İdadisinde ikmal ile Harbiye'ye geçmiş iken Harb-i Umumî'nin patlaması üzerine bir müddet ihtiyarî tâlim ve terbiye görerek 1330'da Çanakkale 3. Kolordu, 9. Tümen, 25. Piyade Alayına verildim. Muhtelif bölüklerinde çalıştım, l Temmuz 1331'de Zabit Vekili oldum. 26 Temmuz 1331'de Anafartalar, Conkbayırı muharebelerinde 25. Alay, 10. Piyade Bölüğünde iken yüzümden, göğsümden ve sol kolumdan yaralandım. Biga ve İstanbul Harbiye Hastanesi'nde tedavi edildim. Kanunu evvel 1331'de Anafartalardaki kıt'ama avdet ettik. 3 gün sonra düşman çekildi, l Kanun sâni 1331'de Kırklareli bölgesine intikal için Çanakkale mıntıkasından ayrıldık. MAKİNELİ TÜFEK AVI Arıburnunda düşman, hem kendisini yamacın böğrüne vermiş, hem iyi gizlenmiş bir makineli tüfeği siperimizin çoğu yerini ateşiyle dövüyordu. Bu ateşler, günün belirli, belirsiz zamanında ya bir yaralımıza, ya da bir şehidimize maloluyordu. Bir akşamdı. Bölük komutanı bir sığınakta oturuyordu. Takım komutanları yanında halka olmuştu. Birkaç çavuşla er de vardı. Konu, düşmanın o ağır makinelisiydi. Bunu ortadan nasıl kaldıralım, diye konuşuyorlardı. Bölük Komutanı, Mustafa Çavuş, sen ne dersin Can sıkmaya başlamadı mı bu makineli? Yüzbaşının Mustafa Çavuş dediği Akşehir'in Karapınar Nahiyesinden Mehmet oğlu Mustafa'ydı. Olduğu yerden doğrulur gibi oldu. Sonunda Mustafa Çavuş'un ayağa kalktığı görüldü: "- Ben gider onu getürürüm!" dedi. Şimdi gözü yere değil, karşıya bakıyordu. Mustafa Çavuş'un yiğitliğini bilen 2. Takım Komutanı araya bir şaka sokmak istedi. "- Mustafa Çavuş! O makineliyi satmıyorlarmış" dedi. Kötülüğüne söylememişti ama, Mustafa Çavuş7un içine çökmüştü bu söz. Karşılık vermedi. Sığınaktan dışarı uğradı. Makineli tüfeği alıp getirmeye gidiyordu. Düşünün bir, tek başına. Onu seven iki hemşehrisi yalnız bırakmadılar onu. Çok geçmedi. Gecenin sessizliğini bir ateş yağmuru sarstı. Belki bir çeyrek saat böyle geçti. Herkesin keyfi kaçmıştı. Bölük komutanı düşünüyordu: "Belki bu çocuklar düşman elinde kalacaklar. Bölükçe bir hücum yapıp kurtaralım mı?" diye. Derken inanılmaz bir şey oldu. Mustafa Çavuş, makineliyi kapıp getirmişti, yiğit oğlan. Arkasında da bir arkadaşı dikiliyordu. Mustafa'nın yüzünde ne sevinçten ne de çalımdan eser vardı. Yere bıraktığı silâha dönerek: "- Alın şu uğursuzu! Bana pahalıya oturdu." Bir arkadaşı şehit olmuştu. Çanakkale Savaşlarında siper arkadaşlığının dengi yok. Emsali olamazdı. Siperlerden şehirlere yani İstanbul, Biga, Gelibolu gibi kasabalara yaralı getiren kahramanlar; yatılı tedavi olunca da geri siperlere döneyim diye can atarlardı. Memleketime gideyim, köyüme uğrayayım kimsenin aklından bile geçmezdi. Nasıl bir vatan aşkı, yüce insan sevgisi. Tarifini bu zamana kadar yazacak bir müellif çıkmadı. Beşer gücü buna yetmezdi. Yani Yahya Çavuş'un, Mehmet Çavuş'un, Ali Çavuş'un 27. ve 57. Alayın kitabı daha yazılamadı. GANİMET BÖLÜĞÜ 26.alay Komutanı makineli tüfekçe eksikliğimizin farkına varan ilk komutanlardandı. Bu silâhtan düşmanda çok vardı. Bunun için makineli tüfek avlamaya karar verdi. Gönüllü bir bölük kuruldu. Bu bölük ansızın düşman siperlerine atıldı. 9 Makineli tüfek toplayarak siperlerimize döndü. Bu tüfeklerle birlikte hayli cephane de getirildi. Sonraki savaşlarda bu silahlar çok işe yaradı. Bunlardan Alaya, ikinci bir ağır makineli tüfek bölüğü kuruldu. Adına da "Ganimet Bölüğü" denildi. Türk erlerinin usta ellerinde bu silahlar, kaptıranlara çok zarar verdi. ORTAKLARIMIZIN KATILIM PAYLARI Biz yardım etmeyi, yapılan yardımın da altında kalmamayı seven bir milletiz. Ama bu harpte gördüğümüz ortak yardımı bizim yaptıklarımızla kıyaslanacak kertede değildi. Biz ortaklarımızın yardımına Galiçya'ya, Romanya'ya ve Makedonya'ya birer Kolordu kuvvetle koşmuştuk. Çanakkale'de gördüğümüz yardım ise 2 Avusturya Bataryası ile l Alman İstihkâm Bölüğü idi. Ordu komutanlarıyla birkaç tümen ve alay komutanı ve subay Alman'dı. Bunlar bizim hesabımıza çalıştılar. Bunlardan 28. Alay Komutanlığı'nda bulunan Yarbay Hunger, 5 yerinden yaralandığı halde görevine devam etti. Uçak pilotu Üsteğmen Buddeke'nin hizmeti de değerli oldu. Bununla birlikte Çanakkale'de en çok işimize yarayan kuvvet Alman denizaltı gemileri oldu. Yardımların azlığına bir de ortaklarımızla kesiksiz bir demiryolu bulunmaması ve düşmanın denizlerde üstün olması etki yapmıştır. TOP ONARIMINDAKI MAHARETİMİZ Silâh onarımında güçlük çekiyorduk. İstanbul'dan Tophane'den getirilen sivil, asker ustalarımızla Çanakkale'de Çim-enlik'te bir onarım atölyesi kurduk. İşten anlayan herkes geceli gündüzlü çalıştılar. 6 ay içinde 70 top, 80.000 tüfek onardılar. Başka onarımlar bunun dışındaydı. Türk kafası başka bir çare daha buldu. Düşmanla baskınla kaptığımız ya da elimize geçen makineli tüfekleri kullanabilmek çaresi. Bu silahlar bizimkilerden küçük çapta olduğundan bizim mermileri atamıyordu. Bir tüfekçi ustamız olan Ahmet, bu makineli tüfekleri bizim cephaneyi atar bir vaziyete soktu. Gayretimizle gelecekte bilim ve sanatta gelişeceğimizin örnekleri oldu. KIZLI ALAY Elinde silâh, şehitlerin üzerinden uçarcasına sıçrayarak siperden sipere koşan 12 yaşında bir kız çocuğu... Mevzilere dalıyor ve düşmana kurşun yağdırıyordu. Tıpkı Doğu cephesinde savaşan 7 yaşındaki Kerim gibi. Bu kızımız 12 yaşında 70. Alayın Onbaşılarından biridir. İsmi Nezahat. Kurtuluş Savaşı'nda Yunanlılar bu Alaya Kızlı Alay adını vermişlerdi. Önceki ismi "Bardanyol Alayı". Yani Balkanlarda Bardanyol mevkiinde kendinden üç misli fazla düşmanı tepelemişti. Onun için bu isimle anılırdı. Çanakkale'de de büyük kahramanlıklar göstermiş ve daha sonra İzmit'e gönderilmişti. Alayın Tabur Komutanlarından Hafız Halit Bey Alayı Kuvayı Milliye bölgesine kaçıp, Mustafa Kemal'in emrine iltihak etmiştir. İşte çok iyi silah kullanan ve at üzerinde uçarcasına dağlar, tepeler aşan 12 yaşındaki Nezahat Hanım: Bu kahraman Alayın, kahraman Kumandanı Hafız Halit Bey'in kızından başkası değildi. "Küçük ve Kahraman Nezahat, Çanakkale Muharebeleri sırasında 8 yaşındadır ve annesini kaybetmiştir. Halit Bey'in hemen hemen bütün yakınları savaşlarda tükendiği için kızını emanet edecek bir yakınını bulamayınca Çanakkale Cephesi'ne birlikte gelirler. İşte bu küçük mücahide, Çanakkale Savaşları'nın barut, şarapnel, kan ve ölüm cehenneminde yetişmiştir. Alay, İzmit'e geldiği zaman Nezahat 12 yaşındadır. Demek 4 yılı savaş meydanlarında geçmiştir. Bütün savaş ve talimlere babası ile birlikte katıldı. Ata binmesini ve silah kullanmasını çok iyi biliyordu. Yani öyle yetişmişti. Hocası da babası Hafız Halit Bey'di. Savaş meydanlarında babasına söyledikleri ise "Babacığım müteessir olma, ben sana yardımcı olurum. Gerçi annem öldü ve seni de vururlarsa, ben yine yetim kalmam, millet bana bakar" diye babasını teselli etmeye çalışırdı. 30 Ocak 1921 Pazar günü Türkiye Büyük Millet Meclisi toplantı halinde. Bursa Millet Vekili Operatör Emin Bey'in bir önergesi okunuyor: "Büyük Millet Meclisi Riyasetine: Muhtelif cephelerde, bilhassa son Gördes ve İnönü Meydan Muharebelerinde bilfiil çarpışmalara katılan ve her an askerlere ve zabitlere moral veren 70. Alay Kumandanı Hafız Halit BeyVin kerimesi 12 yaşındaki Nezahat Hanım'a ilk İstiklâl Madalyası'nın verilmesini teklif ve bu teklifi Heyet-i Umumiye'nin tasdikine arz edilmesini rica ederim," Zabıt Cerideleri: Bu önergeden sonra Meclis Başkanı, Emin Bey'in izahat vermesini istiyor. Emin Bey de şu tamamlayıcı bilgileri arz ediyor. "Efendim bu "Nezahat Hanım denilen küçük hanım, mini mini hanım 8 yaşında öksüz kalmış, başka kimsesi olmadığı için babasının kucağına düşmüş ve Harb-i Umumi'de, muhtelif cephelerde harp içinde büyümüştür. Hafız Halit Bey denilen zat da, gayet kahraman bir kumandammızdır. O kahramana lâyık bir çocuktur. O çocuk, kendi eliyle 100'den fazla düşman öldürmüştür. Ne zaman bir neferin, bir zabitin sarsıldığım görse, hemen yanına koşar: "haydi beraber çarpışalım" der, onunla birlikte vuruşurdu. Bu itibarla ilk İstiklâl Madalyasını bu çocuğa verirsek, büyük bir kadirşinaslık gösteririz. Hülâsa ikinci bir önergeyle yaşının küçük olması sebebiyle madalyanın ertelenmesi ve büyüdüğü zaman Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından çeyizini temin edecek bir hediye verilmesi teklifi ile birinci önerge ertelenmiştir. Fakat sonradan büsbütün unutularak hiçbir şekilde ödüllendirilmemiştir. Kendisi de hiçbir hatırlatmada bulunmamıştır. BULUT İÇİNDE KAYBOLAN İNGİLİZ BİRLİĞİ Konu: 12 Ağustos 1915 günü Anafartalar Bölgesinde Bir Bulut İçinde Kaybolan İngiliz Kraliyet Ailesi Muhafız Alayından 4. Tabur Hakkında / Norfolk / Olayın Şahitleri: Yeni Zelandalı Frederick Rerchardt ve iki arkadaşı. Ayrıca Yeni Zelandalı Araştırmacı I.C. McGibbon konuyu inceleyip araştırmıştır. Olay Mahalli ve Savaşa Katılan Birlikler: Türk kaynaklarında 163. İngiliz Tugayı, 35. ve 36.Türk Alaylarının 1. ve 3. Tabur Cephelerine yaklaşarak taarruza geçti, sonuçta 680 kayıp verdi. Türkler ise 282 şehit verdiler. Ayrıca 37 tutsak alınırken, 250 de tüfek ele geçirdiler. Bulut içine girip kaybolan asker sayısı da 250 idi. Elhasıl savaş mahalli Küçükanafartalar Ovası ve Kükürtlü Pınar mevkii. Olayın Tarihî Seyri: Bilindiği üzer İngilizlerin başını çektiği bağlaşık devletlerin deniz filosu 18 Mart günü dayanılmaz bir yenilgiye uğratıldı. Bunun üzerine 25 Nisan 1915 günü kara harekâtına giriştilerse de Temmuz sonu geldiği halde istenilen başarıyı hâlâ elde edemediler. Bunun için 4 Ağustos ile 10 Ağustos arası 50.000 - 60.000 kişilik takviye birlikleri ile Anafartalar Körfezi'ne yaptıkları çıkarma ile şanslarını bir daha denemek istediler. Ama yapılan 3. çıkarmada büyük bir fiyasko ile sonuçlandı. Mustafa Kemal ve askerlerini aşamadılar. Bu savaşlar onların son çıkışları olacağı için güçlerinin tamamını kullanmak istiyorlardı. Bu itibarla her bakımdan savaş gücü yüksek olan Kraliyet Muhafız Alayı NORFOLK Birliğine de 4 Ağustos günü ÇANAKKALE'ye Hareket Emri verildi. Sözkonusu birlik 5 Ağustos 1915 günü Limni'nin Mondros Limanı'na ulaştı oradan İmroz Adası'na vardı. 10 Ağustos 1915 günü de Anafartalar Limanfndan savaş bölgesine ayak basılmıştır. Gerekli hazırlıklar da yapıldıktan sonra 12 Ağustos 1915 günü Anafartalar Bölgesi Kükürtlü Pınar Mevkiinde savaşa katılmışlardır. 22 Ağustos kaydında mevcut ise de; esas olayın meydana geldiği savaş tarihi 12 Ağustos 1915 günüdür. İşte 12 Ağustos 1915 günü ve öğleden sonra piyade ateşinin şiddetlendiği saat 16.30'da Yeni Zelandalı askerlerin ifadelerine göre: Albay Berkham'ın emrindeki NORFOLK Alayı'nın 4. Taburu diğer bataryalardan ayrılarak sağa doğru kaymaya başlıyor. Yani komşu taburlarla temaslarını kaybetmiş oluyorlar. İşte o anda NORFOLK Alayının 4. Taburu subaylarıyla birlikte, gizemli bir şekilde ve görenlerin şaşkın bakışları arasında, katı görünümlü bir bulutun içine girip gözden kayboluyorlar. Burada hadiseyi ispatlayan ve bir o kadar da ilginç olan bir nokta da; internet kayıtlarından anlaşıldığı kadarıyla, 1918'de İngiliz Hükümeti bir yazı ile kayıp birliğin Türkiye'den iadesini talep ediyor. Türkiye ise verdiği kati cevabında; Sözkonusu birliğin esir alınmadığı ve herhangi bir temasın bulunmadığı şeklinde oluyor. Yalnız yazının sayıları ve ekleri hakkında malûmat sahibi değiliz. Sonuç: Hadise înternet kayıtlarında şöyle yorumlanıp özetleniyor. Yani olayı ünlü ve gizemli yapan üç faktör üzerinde duruluyor. l. NORFOLK / Norfok / Alayındaki İngiliz birlikleri bizzat İngiliz Kraliyet Ailesi tarafından seçilerek işe alınan seçkin askerlerden oluşuyor. Bizim Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı gibi. Bu da olayı büyütüyor ve ünlü yapıyor. 2.İki Gelibolu gazisi tarafından açıklandığı şekilde hadise; NORFOLK, çok ilginç ve gizemli olarak bir bulutun içine girmesi ve 4. Taburun bulutun arkasında hiçbir kimseyi bırakmayacak şekilde yükselip başka bir istikâmete sürüklenip gözden kaybolmasıdır. 3. Esas en ilginç gerçek ise kaybolan bu 250 kişilik birliğin en azından vücutlarının bir daha bulunamamış olmasıdır. Yalnız 1919'da İngiltere'den bir heyet sözkonusu 4. Taburdan 180 kişinin ölülerini Gelibolu Yarımadasında bir çiftlik tarlasında buldukları rivayeti mevcuttur. Buradaki iki askerin üzerlerindeki özel işaretlerden Norfolk oldukları tespit edilmiş rivayetidir.Bu işaretlerden ve buradaki ölülerin 4. tabura ait olduğu tahmin edilmektedir. Hülasa olay ilmî ve aklî olarak ispatlanması zor da olsa, Norfolk Alayı'nın tarihinde meydana gelmiş bir vakıa olarak kalacaktır. |
ÇANAKKALE SAVAŞLARTNIN SİMGESİ NUSRAT YA DA NUSRET'İN ÇİLESİ İsim / Bordo Numarası / İnşa Tarihi / Yeri Hizmete Giriş ve Hizmetten Çıkış Tarihi Temel Özellikler; Boyutlar Deplasman Tonaj Ana Tahrik Sürati Silahlar Nusrat - Nusret, 1911, Almanya 1913-1955 40x7.5x3.4 m. 365 Ton. 2 x Üçlü Ekspenşın sum Mk. 2 Pervane 15 mil. 2 x 4.7 cm.Hk top, 40 x mayın taşıma. Düşünceler: 1-Geminin "Nusrat" olan ilk ismi 1937'de "Nusret" olmuş ve 1939'da ise tekrar "Nusrat" olmuştur. Mamafı "Nusrat" tekrar "Nusret" olarak değiştirilerek günümüze kadar söylene gelmiştir. 2-18 Mart 1915'te Çanakkale'de tesis ettiği mayın hatları ile savaşın kaderini değiştiren gemi, "NUSRAT" mayın gemisidir. Düşman armadasının Çanakkale Boğazı'ndan içeri girmesi neticesi Çanakkale'de döşenmiş bulunan mayın hatlarına ilâveten yeni bir mayın hattının tesis edilmesine gerek duyulduğundan bu görev Yzb. Hakkı Bey komutasındaki "NUSRET" mayın gemisine verildi. Bu görevi alan gemi komutanı düşman gemilerine görünmeden seyrederek 7 Mart 1915 akşamı Erenköy Koyuna paralel olarak 26 mayın dökerek yeni bir mayın hattı meydana getirdi. 18 Mart 1915 günü düşman gemilerinin bombardımanına karşılık veren Türk bataryalarından açılan topçu ateşi sonucu manevra yapma ihtiyacını hisseden İngiliz ve Fransız donanmasına ait gemiler NUSRET mayın gemisinin döktüğü mayınlara çarpmış ve İngiliz donanmasına ait İRRESISTIBLE ve OCEAN ile Fransız donanmasından BOUVET Zırhlıları aldıkları mayın yarası nedeniyle batmıştır. 3-NUSRET mayın gemisi, 1955 yılında hizmet dışına çıkarılmış ve 1962'de de özel kişiye satılmıştır. 1983 yılında tekrar başka bir firma tarafından satın alınan gemi Omurga ve Postalar hariç herşeyi değiştirildikten sonra "KAPTAN NUSRET" adıyla kuruyük gemisi olarak MERSİN-MAGOSA arasında kullanılırken Mersin açıklarında Nisan 1990'da alabora olarak batmıştır. Daha sonra gemi, 1999 yılında gönüllü bir grup tarafından Mersin'de satha çıkarılmıştır. Yeniden inşa çalışmaları sürmektedir. 4-Bire bir saç modeli Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'nca 1982 yılında Çanakkale'de "Çimenlik Kalesi'nde inşa edilmiş ve müze olarak kullanılmaktadır. BASINDA NUSRET MAYIN GEMİSİ Nusret Mayın Gemisi Müze Oluyor /10 Ocak 2002 ZAMAN Gazetesi Çanakkale Savaşı'nın kazanılmasında büyük rol oynayan "Nusret mayın gemisi" restore edilecek. Yıllardır Mersin Limanı'nda terk edilmiş halde bulunan tarihî gemi, Tarsus Belediye Encümeni'nin kararı ile müze yapılmak üzere İçel Valiliği'nden talep edildi. Tarsus Belediye Başkanı Burhanettin Kocamaz, geminin Kültür Bakanlığı'na ait olduğunu; ancak İçel Valiliği tasarrufunda bulunduğunu hatırlattı. İçel Valisi Akif Tığ'in gemiyi vermeyi kabul ettiğini vurgulayan Kocamaz, "Biz de encümen kararı aldık. Yazışmaların yapılmasının ardından gemi teslim edilecek. Gemiyi parçalara ayırarak ya da bütün olarak Tarsus'a getireceğiz. Gemiyi, Tarsus girişinde düzenlemesini yaptığımız alana yerleştirmeyi düşünüyoruz." dedi. Tarsus Belediyesi Yazı İşleri Müdürü Niyazi Yıldız da, 20 gün sonra geminin maliyet tespitini yapıp bir buçuk yıllık süre içinde restorasyonunun tamamlanacağını söyledi. İçel Valisi Akif Tığ, talebin Kültür Bakanı İstemihan Talay'ın İçel'i ziyareti sırasında belediye başkanı tarafından dile getirildiğini k aydetti. Zaferin Simgesi Müze Olacak / 14.08.2002 SABAH Gazetesi Mersin'in Tarsus İlçe Belediyesi tarafından müzeye dönüştürülecek olan, Çanakkale Zaferi'nin simgesi tarihi Nusret Mayın Gemisi'nin restorasyonu için çalışmalara başlandı. Restorasyonu gerçekleştirecek Çağlar Mühendislik Firması'nın yetkilisi Aydın Çalım, 90 günde çalışmaları tamamlayacaklarını söyledi. Geminin mevcut durumunun denizde restorasyon edilmesine olanak tanımadığını kaydeden Çalım, karadan nakil işinin de zorluklarına dikkati çekti. Şu anda bulunduğu Mersin Limanı'ndan, ek donanımlarla Karaduvar Limam'na kadar yüzdürülmesi plânlanan Nusret mayın gemisi, buradaki onarım çalışmalarının ardından, Tarsus Çardak Kavşağı'nda yapılacak Çanakkale Parkına ulaştırılmak için 25 km. de karadan yürütülecek. Çalım, karadan yürütme işleminin 'sürüngen' ya da 'kırkayak' tabir edilen yöntemle gerçekleştirileceğini belirterek, şunları kaydetti: "Geminin yüksekliği karayollarından geçirilmesi için uygun değil. Bu yüzden mümkün olduğu kadar yekpare bir biçimde kalmasını sağlayarak, ancak özellikle yüksekliğini karayollarındaki köprü ve üst geçitlere uygun hale getirerek karadan yürüteceğiz." Hülâsa, mağrur düşman 18 Mart günü hiç düşünemediği bir akıbetle karşılaşmıştır. Teknolojik üstünlüğüne rağmen Çanakkale'yi geçememiştir. O günleri dünya basını "18 Mart Destanı-Başdöndürücü Bir Zafer" olarak yazmışlardır. Başka bir deyişle İstanbul'a ulaşmak için Londra'dan başlayan yolculuk 17 Mart Gecesi Karanlık Liman'a Nusrat'imin diktiği gül bahçesi içinde noktalanıp kaybolduğu gündür. ZAVALLI ANZAK Bir Anzak askeri, Conkbayırı'nın kuzey ve batı yamaçlarında aylarca zirveye ulaşmak için uğraşır durur. Ama nafile. Conkbayırı'nın üzerini göremeden savaş sona erer. O da ülkesine döner. Ama velâkin uğruna bunca insanın harcandığı o zirvede ne vardı? Sanki orada Nuh'un gemisi mi vardı? Her ne ise, Türkler için orası neden bu kadar önemli idi. Başkomutan Hamilton neden, hep Conktepe-Kocaçimen Tepe dedi durdu? Mutlaka bunda bir iş olmalı idi. O tepenin üstünü görmek için bir çare bulmalıyım ve buldumda. Şimdi savaş yok. Üstelik düşmanımız Türkiye dostumuz oldu. O halde gidip hem siperlerimi ve hem de Conktepe'yi göreyim Mariya-Coni: "Yürüyün Çanakkale'ye gidiyoruz". "Ne oluyor büyükbaba?". "Canım lâfı şimdi fazla uzatmayın. Haaydi çabucak biletleri alıp gelin. 2 gün sonra Türkiye'ye uçuyoruz." "Peki anlaştık." Nihayet 1915'te Conkbayırı'nda savaşan bir Anzak gazisinin 4 kişilik ailesi bir 25 Nisan sabahı Arıburnu Anzak Koyu'ndadır. Balıkçıdamları üzerinden zirveye ulaşmak için yolculuk başlar. Birkaç saat süren yorucu bir tırmanıştan sonra Conktepe'nin batı yamacının düzleştiği bir eşiğine varılır. "İşte şu siperleri atlayıp da oracığa varamadık. Binbaşı Alanson, 8 Ağustos günü ben çıktım diyor ama belli değil. Conktepe mi, Besim tepe mi, yoksa bir tepe daha varmış orası mı? Yoksa şuracıklardan herhangi bir tepecik mi? Baksanıza burada her yer tepe. Onu Alanson kendisi de bilemiyor. İşte şu zirve! Oraya, bir türlü çıkamadık. Biz çıkmak istedik, Türkler kovaladı. Biz çıkmak istedik onlar yine kovaladı. Hele Ağustos ayında burada ne dövüş ve çarpışmalar oldu, ne canlar gitti. Aha şu derelerden sel gibi kan aktı. Ben de şu hendeğin arkasına saklanarak canımı kurtarabildim. Tanrı hiçbir ulusa böyle bir savaş yaşatmasın. Amin deyin çocuklar, amin Hülâsa Anzak gazisi "Yürüyün çocuklar, hep birlikte tepeye çıkıyoruz" dedi. Çocuklar yürüdü, Türk siperlerinin içinden geçip zirvenin kenarına basmışlardı bile; baktılar ki büyükbabaları yanlarında yok. Başlarını geri çevirdiklerinde onu yerde yatarken gördüler ve hemen kolundan tutup kaldırmak istedilerse de olmadı. Büyükbabaları çoktan ölmüştü. Görmek için 7.000 km. yol katettiği manzaraya o kadar çok yaklaşmıştı ki ama yine olmadı. Savaş sırasında Mehmetçiğin süngüsünden kurtulmuştu ama şimdi ecelin pençesinden kurtulamadı. Yakınları; "Ne olurdu 10 saniye daha yaşasaydı, özlemini çektiği tepeyi görecekti. Kader bu ne yapabiliriz ki?" "Nasipse gelir, Hintden; Yemenden. Nasip değilse ne gelir elden." Bu söz bunun için, misal olmuştur. BEDELİ ÇANAKKALE'DE ÖDENDİ Bizim oturduğumuz yerin her taşı için cevheri can verdik. Her avuç toprağımız nazarımızda, o yola feda olmuş bir kahraman vücudundan yadigardır. Vatan bizim kılıcımızın ekmeğidir. Daima kendimize mahsus, kendimize hasredilmiş biliriz. Daima onu nefsimizden ziyade sever, nefsimizi uğruna feda ederiz. Namık Kemal 948 Mehmet Muzaffer ve en son Filistin Cephesinden Gönderdiği ve Üzerinde İntikamımı Alın Yazısı olan Kanlı Zarf Osmanlı İmparatorluğunun İstanbul Mekteb-i Sultanisi Cumhuriyetle birlikte "Galatasaray Lisesi" oldu. Bu okulun öğrenci ve mezunları 1911 Trablusgarp-İtalya Savaşı ile 1921 İstiklâl Savaşı arasında 10 yıl savaşlarda ve 1974 Kıbrıs Barış Harekâtında toplam 45 şehit verdi. 150 kadarı da gazi oldu. Çanakkale Şehitler Abidesi'nin inşasında da emekleri vardır. Galatasaraylıların özelliği 1909 ve 1914 askeri yasalarına göre hiçbirisinin savaşa ve askeri gitme mecburiyeti yoktur. Bu şehit ve gazilerin yaşları 17-22 arası idi. Hepsi Avrupa ve Darülfünun Üniversitelerinin öğrencileridir. Hatta Irak Cephesinde şehit düşün 646 numaralı Celâl İbrahim, seferberliğin ilanıyla beraber geceden gidip askerlik şubesinin kapısında sabahlamış ve l numaralı gönüllü yazılmak şerefini elde etmişti. Bunlardan bir tanesi de Mehmet Muzaffer idi. Bu kahramanın dünyada eşi yoktur. Üç aylık bir talimden sonra Mehmet Muzaffer Çanakkale'ye gönderildi. Savaş bitmişti. Çanakkale'deki birlikler Kafkas, Irak, Filistin, Galiçya cephelerine sevk ediliyordu. İşte Mehmet Muzaffer bu sevkıyatı yapılan ve yapılacak olan birliklerin işlerine bakmak üzere Alay Karargâhında görevlendirildi. Ama birden kendini yoksulluğun içinde buldu. Sevkıyat işlerinde en çok araba lâzım oluyordu. Ama onların da lâstikleri ya hiç yok veya patlak oluyordu. Yani Muzaffer'in işi zordu. Bir kere lâstik ancak İstanbul7dan temin edilebiliyordu. Mehmet de İstanbullu idi. O halde bu işi ona verirlerdi ve verdiler bile. Alay Komutanı İstanbul Erkan-ı Harbiye Katma resmi bir yazı yazıp Mehmet Muzaffer'i lâstik alması için İstanbul'a gönderdi. Ancak İstanbul'da her şey karaborsa idi. Muzaffer İstanbul'un altından girdi üstünden çıktı. Nihayet Karaköy'de bir Yahudi tüccarında aradığı lâstikleri buldu. Fiyatta da anlaştılar. Şimdi rahat bir nefes almıştı. Yahudinin işyerinden ayrıldı ve doğruca para almak için Harbiye Bakanlığı'na çıktı. Onu yaşlı bir Yarbayın huzuruna çıkardılar. Yarbay uzatılan teskereyi okudu. Sonra hazırolda bekleyen zabite baktı ve "bu para ile ne alacaksınız?" dedi. O da "oto kamyon lâstiği" deyince Yarbay birden Muzaffer'in yüzüne sert sert bakarak: "- Bana bak oğlum. Sen deli misin? Ben askerin ayağına postal, sırtına kaput parası bulamıyorum. Siz oto lâstiği diyorsunuz! Olmaz böyle şey, beni günaha sokmadan yürü git karşımdan" diyerek adeta Muzaffer'i kovalamıştı. Artık yapılacak bir şey kalmamıştı. Mehmet Muzaffer binayı terk etti ve bahçeye indi. Şimdiki İstanbul Üniversitesi ve oradan Beyazıt Meydanına doğru giderken düşünüyordu: Ne yapmalı idi. Eli boş Çanakkale'ye dönemezdi. Arabaları zaten Almanlar vermişti. Biz şimdi lâstik bulamıyoruz. Bulsak, alacak paramız yok. Bunları düşünerek Beyazıt Meydanı'na gelmişti ki, birden durdu ve gülmeye başladı. Çare bulmuştu, bunun için sırıtıyordu. Hemen Yahudi tüccarının yanına koştu. Muzaffer Yahudiye: "- Paranın resmi işleri akşamüstü. Gece de iş olmaz. Yarın sabah Çanakkale'ye gidecek vapur da erken kalkıyor. Bunun için para işini hemen halletmeliyim ve erkenden de gelip götürülecek malları alıp gitmem gerekiyor. Bu itibarla mallarım çabuk hazır olsun. Hatta akşamdan hazırlanırsa daha iyi olur." Tüccar: "- Peki olur." Muzaffer tam ayrılırken: "- Altın para vermiyorlar. Kağıt para verecekler." Tüccar, buna da peki olur deyince Muzaffer âlâ dedi ve hızla Yahudi'nin yanından çıkıp gitti. Bakalım altından ne çıkacaktı? Ertesi günün sabahında tan yeri ağarırken Mehmet, Yahudi'nin kapısını çaldı. Tüccar malları hazırlamıştı. Merkez Komutanlığından getirilen arabaya alelacele kondu ve atlar dörtnala Sirkeci'nin yolunu tutmuşlardı. Neticede gemiye yüklendi ve gemi de Çanakkale'nin yolunu tuttu bile. Muzaffer'in keyfi yerinde idi. Sonunda birliğine ulaştı ve görev de yapılmıştı. Alay Komutanı tarafından taltif edildi. Çünkü Alay Komutanı lastiklerin bulunabileceğinden ve en azından Mehmet'in bunları Çanakkale'ye getirebileceğine inanmıyordu. Beri taraftan Yahudi tüccar ise elindeki yüzlük kaimeyi bozdurmak üzere Osmanlı Bankası'na vardı. Ancak parayı bozduramadı. Çünkü para sahte idi. Yahudi şaşırdı. Olay şöyle gelişmişti: Muzaffer, Beyazıt Meydanında sırıttığında bir hile düşünmüştü. Çini mürekkebi ile sahte bir Osmanlı Parası yapacaktı ve yaptı. Bu para öyle iyi yapılmıştı ki gerçeğinden ayırmak mümkün değildi. Bir de o devir kağıt paralarının üzerinde şöyle bir yazı vardı. "Bedeli Dersaadette Altın Olarak Tesviye Olunacaktır" Muzaffer ise yaptığı taklit paranın üzerine şu harika ibareyi yazmıştı: "Bedeli Çanakkale'de Altın Olarak Tesviye Olunacaktır". Onun altın dediği, Mehmetçiğin akıttığı kanı idi. Yahudi tüccarı, olayı iyice anlayınca bunu mesele yapmadı. Ancak, bir anda bütün İstanbul duydu. Şehzade Halim Efendi de duymuştu. Lalasını gönderip bedelini ödedi ve makbuzunu aldı. Çünkü böyle bir olayın dünyada benzeri bulunamazdı. Onu çok zarif sedef kakmalı, içi kadife bir mücevher çekmecesine yerleştirdi ve İstanbul Polis Okulu'ndaki Emniyet Müzesi'ne hediye etti. Uzun yıllar orada kaldı. Son durumu bilmiyorum ancak 1983'de Ankara Emniyet Müdürlüğü'nde görüldüğüne dair bir kayıt vardır. Hülâsa Mehmet Muzaffer, Çanakkale'den birliği ile Sina Cephesine gitti. Birinci ve İkinci Gazze Savaşlarına katıldı. İkinci Gazze Savaşlarından sonra mektep arkadaşı Faik Soydan Bey'e mektup yazmıştı. Yaralandığını ve şimdi hastahanede olduğunu iyileşince yine cepheye döneceğini anlatıyordu. Haziran 1917. Bu arada İngilizler 6 Aralık 1917'de Gazze'ye tekrar saldırdılar ve 7 Aralıkta da Gazze'ye girdiler. Gazze şehrinin sokaklarında çok şiddetli çatışmalar oldu. Mehmet Muzaffer de bu çatışmaların içindeydi. Bu sokak çatışmalarında akşam karanlığı basarken Mehmet Muzaffer de o karanlıklar içinden nurlu aydınlığa açılan kapıdan uçup gidiyordu. |
ÇANAKKALE SAVAŞLARTNIN SİMGESİ NUSRAT YA DA NUSRET'İN ÇİLESİ İsim / Bordo Numarası / İnşa Tarihi / Yeri Hizmete Giriş ve Hizmetten Çıkış Tarihi Temel Özellikler; Boyutlar Deplasman Tonaj Ana Tahrik Sürati Silahlar Nusrat - Nusret, 1911, Almanya 1913-1955 40x7.5x3.4 m. 365 Ton. 2 x Üçlü Ekspenşın sum Mk. 2 Pervane 15 mil. 2 x 4.7 cm.Hk top, 40 x mayın taşıma. Düşünceler: 1-Geminin "Nusrat" olan ilk ismi 1937'de "Nusret" olmuş ve 1939'da ise tekrar "Nusrat" olmuştur. Mamafı "Nusrat" tekrar "Nusret" olarak değiştirilerek günümüze kadar söylene gelmiştir. 2-18 Mart 1915'te Çanakkale'de tesis ettiği mayın hatları ile savaşın kaderini değiştiren gemi, "NUSRAT" mayın gemisidir. Düşman armadasının Çanakkale Boğazı'ndan içeri girmesi neticesi Çanakkale'de döşenmiş bulunan mayın hatlarına ilâveten yeni bir mayın hattının tesis edilmesine gerek duyulduğundan bu görev Yzb. Hakkı Bey komutasındaki "NUSRET" mayın gemisine verildi. Bu görevi alan gemi komutanı düşman gemilerine görünmeden seyrederek 7 Mart 1915 akşamı Erenköy Koyuna paralel olarak 26 mayın dökerek yeni bir mayın hattı meydana getirdi. 18 Mart 1915 günü düşman gemilerinin bombardımanına karşılık veren Türk bataryalarından açılan topçu ateşi sonucu manevra yapma ihtiyacını hisseden İngiliz ve Fransız donanmasına ait gemiler NUSRET mayın gemisinin döktüğü mayınlara çarpmış ve İngiliz donanmasına ait İRRESISTIBLE ve OCEAN ile Fransız donanmasından BOUVET Zırhlıları aldıkları mayın yarası nedeniyle batmıştır. 3-NUSRET mayın gemisi, 1955 yılında hizmet dışına çıkarılmış ve 1962'de de özel kişiye satılmıştır. 1983 yılında tekrar başka bir firma tarafından satın alınan gemi Omurga ve Postalar hariç herşeyi değiştirildikten sonra "KAPTAN NUSRET" adıyla kuruyük gemisi olarak MERSİN-MAGOSA arasında kullanılırken Mersin açıklarında Nisan 1990'da alabora olarak batmıştır. Daha sonra gemi, 1999 yılında gönüllü bir grup tarafından Mersin'de satha çıkarılmıştır. Yeniden inşa çalışmaları sürmektedir. 4-Bire bir saç modeli Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'nca 1982 yılında Çanakkale'de "Çimenlik Kalesi'nde inşa edilmiş ve müze olarak kullanılmaktadır. BASINDA NUSRET MAYIN GEMİSİ Nusret Mayın Gemisi Müze Oluyor /10 Ocak 2002 ZAMAN Gazetesi Çanakkale Savaşı'nın kazanılmasında büyük rol oynayan "Nusret mayın gemisi" restore edilecek. Yıllardır Mersin Limanı'nda terk edilmiş halde bulunan tarihî gemi, Tarsus Belediye Encümeni'nin kararı ile müze yapılmak üzere İçel Valiliği'nden talep edildi. Tarsus Belediye Başkanı Burhanettin Kocamaz, geminin Kültür Bakanlığı'na ait olduğunu; ancak İçel Valiliği tasarrufunda bulunduğunu hatırlattı. İçel Valisi Akif Tığ'in gemiyi vermeyi kabul ettiğini vurgulayan Kocamaz, "Biz de encümen kararı aldık. Yazışmaların yapılmasının ardından gemi teslim edilecek. Gemiyi parçalara ayırarak ya da bütün olarak Tarsus'a getireceğiz. Gemiyi, Tarsus girişinde düzenlemesini yaptığımız alana yerleştirmeyi düşünüyoruz." dedi. Tarsus Belediyesi Yazı İşleri Müdürü Niyazi Yıldız da, 20 gün sonra geminin maliyet tespitini yapıp bir buçuk yıllık süre içinde restorasyonunun tamamlanacağını söyledi. İçel Valisi Akif Tığ, talebin Kültür Bakanı İstemihan Talay'ın İçel'i ziyareti sırasında belediye başkanı tarafından dile getirildiğini k aydetti. Zaferin Simgesi Müze Olacak / 14.08.2002 SABAH Gazetesi Mersin'in Tarsus İlçe Belediyesi tarafından müzeye dönüştürülecek olan, Çanakkale Zaferi'nin simgesi tarihi Nusret Mayın Gemisi'nin restorasyonu için çalışmalara başlandı. Restorasyonu gerçekleştirecek Çağlar Mühendislik Firması'nın yetkilisi Aydın Çalım, 90 günde çalışmaları tamamlayacaklarını söyledi. Geminin mevcut durumunun denizde restorasyon edilmesine olanak tanımadığını kaydeden Çalım, karadan nakil işinin de zorluklarına dikkati çekti. Şu anda bulunduğu Mersin Limanı'ndan, ek donanımlarla Karaduvar Limam'na kadar yüzdürülmesi plânlanan Nusret mayın gemisi, buradaki onarım çalışmalarının ardından, Tarsus Çardak Kavşağı'nda yapılacak Çanakkale Parkına ulaştırılmak için 25 km. de karadan yürütülecek. Çalım, karadan yürütme işleminin 'sürüngen' ya da 'kırkayak' tabir edilen yöntemle gerçekleştirileceğini belirterek, şunları kaydetti: "Geminin yüksekliği karayollarından geçirilmesi için uygun değil. Bu yüzden mümkün olduğu kadar yekpare bir biçimde kalmasını sağlayarak, ancak özellikle yüksekliğini karayollarındaki köprü ve üst geçitlere uygun hale getirerek karadan yürüteceğiz." Hülâsa, mağrur düşman 18 Mart günü hiç düşünemediği bir akıbetle karşılaşmıştır. Teknolojik üstünlüğüne rağmen Çanakkale'yi geçememiştir. O günleri dünya basını "18 Mart Destanı-Başdöndürücü Bir Zafer" olarak yazmışlardır. Başka bir deyişle İstanbul'a ulaşmak için Londra'dan başlayan yolculuk 17 Mart Gecesi Karanlık Liman'a Nusrat'imin diktiği gül bahçesi içinde noktalanıp kaybolduğu gündür. ZAVALLI ANZAK Bir Anzak askeri, Conkbayırı'nın kuzey ve batı yamaçlarında aylarca zirveye ulaşmak için uğraşır durur. Ama nafile. Conkbayırı'nın üzerini göremeden savaş sona erer. O da ülkesine döner. Ama velâkin uğruna bunca insanın harcandığı o zirvede ne vardı? Sanki orada Nuh'un gemisi mi vardı? Her ne ise, Türkler için orası neden bu kadar önemli idi. Başkomutan Hamilton neden, hep Conktepe-Kocaçimen Tepe dedi durdu? Mutlaka bunda bir iş olmalı idi. O tepenin üstünü görmek için bir çare bulmalıyım ve buldumda. Şimdi savaş yok. Üstelik düşmanımız Türkiye dostumuz oldu. O halde gidip hem siperlerimi ve hem de Conktepe'yi göreyim Mariya-Coni: "Yürüyün Çanakkale'ye gidiyoruz". "Ne oluyor büyükbaba?". "Canım lâfı şimdi fazla uzatmayın. Haaydi çabucak biletleri alıp gelin. 2 gün sonra Türkiye'ye uçuyoruz." "Peki anlaştık." Nihayet 1915'te Conkbayırı'nda savaşan bir Anzak gazisinin 4 kişilik ailesi bir 25 Nisan sabahı Arıburnu Anzak Koyu'ndadır. Balıkçıdamları üzerinden zirveye ulaşmak için yolculuk başlar. Birkaç saat süren yorucu bir tırmanıştan sonra Conktepe'nin batı yamacının düzleştiği bir eşiğine varılır. "İşte şu siperleri atlayıp da oracığa varamadık. Binbaşı Alanson, 8 Ağustos günü ben çıktım diyor ama belli değil. Conktepe mi, Besim tepe mi, yoksa bir tepe daha varmış orası mı? Yoksa şuracıklardan herhangi bir tepecik mi? Baksanıza burada her yer tepe. Onu Alanson kendisi de bilemiyor. İşte şu zirve! Oraya, bir türlü çıkamadık. Biz çıkmak istedik, Türkler kovaladı. Biz çıkmak istedik onlar yine kovaladı. Hele Ağustos ayında burada ne dövüş ve çarpışmalar oldu, ne canlar gitti. Aha şu derelerden sel gibi kan aktı. Ben de şu hendeğin arkasına saklanarak canımı kurtarabildim. Tanrı hiçbir ulusa böyle bir savaş yaşatmasın. Amin deyin çocuklar, amin Hülâsa Anzak gazisi "Yürüyün çocuklar, hep birlikte tepeye çıkıyoruz" dedi. Çocuklar yürüdü, Türk siperlerinin içinden geçip zirvenin kenarına basmışlardı bile; baktılar ki büyükbabaları yanlarında yok. Başlarını geri çevirdiklerinde onu yerde yatarken gördüler ve hemen kolundan tutup kaldırmak istedilerse de olmadı. Büyükbabaları çoktan ölmüştü. Görmek için 7.000 km. yol katettiği manzaraya o kadar çok yaklaşmıştı ki ama yine olmadı. Savaş sırasında Mehmetçiğin süngüsünden kurtulmuştu ama şimdi ecelin pençesinden kurtulamadı. Yakınları; "Ne olurdu 10 saniye daha yaşasaydı, özlemini çektiği tepeyi görecekti. Kader bu ne yapabiliriz ki?" "Nasipse gelir, Hintden; Yemenden. Nasip değilse ne gelir elden." Bu söz bunun için, misal olmuştur. BEDELİ ÇANAKKALE'DE ÖDENDİ Bizim oturduğumuz yerin her taşı için cevheri can verdik. Her avuç toprağımız nazarımızda, o yola feda olmuş bir kahraman vücudundan yadigardır. Vatan bizim kılıcımızın ekmeğidir. Daima kendimize mahsus, kendimize hasredilmiş biliriz. Daima onu nefsimizden ziyade sever, nefsimizi uğruna feda ederiz. Namık Kemal 948 Mehmet Muzaffer ve en son Filistin Cephesinden Gönderdiği ve Üzerinde İntikamımı Alın Yazısı olan Kanlı Zarf Osmanlı İmparatorluğunun İstanbul Mekteb-i Sultanisi Cumhuriyetle birlikte "Galatasaray Lisesi" oldu. Bu okulun öğrenci ve mezunları 1911 Trablusgarp-İtalya Savaşı ile 1921 İstiklâl Savaşı arasında 10 yıl savaşlarda ve 1974 Kıbrıs Barış Harekâtında toplam 45 şehit verdi. 150 kadarı da gazi oldu. Çanakkale Şehitler Abidesi'nin inşasında da emekleri vardır. Galatasaraylıların özelliği 1909 ve 1914 askeri yasalarına göre hiçbirisinin savaşa ve askeri gitme mecburiyeti yoktur. Bu şehit ve gazilerin yaşları 17-22 arası idi. Hepsi Avrupa ve Darülfünun Üniversitelerinin öğrencileridir. Hatta Irak Cephesinde şehit düşün 646 numaralı Celâl İbrahim, seferberliğin ilanıyla beraber geceden gidip askerlik şubesinin kapısında sabahlamış ve l numaralı gönüllü yazılmak şerefini elde etmişti. Bunlardan bir tanesi de Mehmet Muzaffer idi. Bu kahramanın dünyada eşi yoktur. Üç aylık bir talimden sonra Mehmet Muzaffer Çanakkale'ye gönderildi. Savaş bitmişti. Çanakkale'deki birlikler Kafkas, Irak, Filistin, Galiçya cephelerine sevk ediliyordu. İşte Mehmet Muzaffer bu sevkıyatı yapılan ve yapılacak olan birliklerin işlerine bakmak üzere Alay Karargâhında görevlendirildi. Ama birden kendini yoksulluğun içinde buldu. Sevkıyat işlerinde en çok araba lâzım oluyordu. Ama onların da lâstikleri ya hiç yok veya patlak oluyordu. Yani Muzaffer'in işi zordu. Bir kere lâstik ancak İstanbul7dan temin edilebiliyordu. Mehmet de İstanbullu idi. O halde bu işi ona verirlerdi ve verdiler bile. Alay Komutanı İstanbul Erkan-ı Harbiye Katma resmi bir yazı yazıp Mehmet Muzaffer'i lâstik alması için İstanbul'a gönderdi. Ancak İstanbul'da her şey karaborsa idi. Muzaffer İstanbul'un altından girdi üstünden çıktı. Nihayet Karaköy'de bir Yahudi tüccarında aradığı lâstikleri buldu. Fiyatta da anlaştılar. Şimdi rahat bir nefes almıştı. Yahudinin işyerinden ayrıldı ve doğruca para almak için Harbiye Bakanlığı'na çıktı. Onu yaşlı bir Yarbayın huzuruna çıkardılar. Yarbay uzatılan teskereyi okudu. Sonra hazırolda bekleyen zabite baktı ve "bu para ile ne alacaksınız?" dedi. O da "oto kamyon lâstiği" deyince Yarbay birden Muzaffer'in yüzüne sert sert bakarak: "- Bana bak oğlum. Sen deli misin? Ben askerin ayağına postal, sırtına kaput parası bulamıyorum. Siz oto lâstiği diyorsunuz! Olmaz böyle şey, beni günaha sokmadan yürü git karşımdan" diyerek adeta Muzaffer'i kovalamıştı. Artık yapılacak bir şey kalmamıştı. Mehmet |
Muzaffer binayı terk etti ve bahçeye indi. Şimdiki İstanbul Üniversitesi ve oradan Beyazıt Meydanına doğru giderken düşünüyordu: Ne yapmalı idi. Eli boş Çanakkale'ye dönemezdi. Arabaları zaten Almanlar vermişti. Biz şimdi lâstik bulamıyoruz. Bulsak, alacak paramız yok. Bunları düşünerek Beyazıt Meydanı'na gelmişti ki, birden durdu ve gülmeye başladı. Çare bulmuştu, bunun için sırıtıyordu. Hemen Yahudi tüccarının yanına koştu. Muzaffer Yahudiye: "- Paranın resmi işleri akşamüstü. Gece de iş olmaz. Yarın sabah Çanakkale'ye gidecek vapur da erken kalkıyor. Bunun için para işini hemen halletmeliyim ve erkenden de gelip götürülecek malları alıp gitmem gerekiyor. Bu itibarla mallarım çabuk hazır olsun. Hatta akşamdan hazırlanırsa daha iyi olur." Tüccar: "- Peki olur." Muzaffer tam ayrılırken: "- Altın para vermiyorlar. Kağıt para verecekler." Tüccar, buna da peki olur deyince Muzaffer âlâ dedi ve hızla Yahudi'nin yanından çıkıp gitti. Bakalım altından ne çıkacaktı? Ertesi günün sabahında tan yeri ağarırken Mehmet, Yahudi'nin kapısını çaldı. Tüccar malları hazırlamıştı. Merkez Komutanlığından getirilen arabaya alelacele kondu ve atlar dörtnala Sirkeci'nin yolunu tutmuşlardı. Neticede gemiye yüklendi ve gemi de Çanakkale'nin yolunu tuttu bile. Muzaffer'in keyfi yerinde idi. Sonunda birliğine ulaştı ve görev de yapılmıştı. Alay Komutanı tarafından taltif edildi. Çünkü Alay Komutanı lastiklerin bulunabileceğinden ve en azından Mehmet'in bunları Çanakkale'ye getirebileceğine inanmıyordu. Beri taraftan Yahudi tüccar ise elindeki yüzlük kaimeyi bozdurmak üzere Osmanlı Bankası'na vardı. Ancak parayı bozduramadı. Çünkü para sahte idi. Yahudi şaşırdı. Olay şöyle gelişmişti: Muzaffer, Beyazıt Meydanında sırıttığında bir hile düşünmüştü. Çini mürekkebi ile sahte bir Osmanlı Parası yapacaktı ve yaptı. Bu para öyle iyi yapılmıştı ki gerçeğinden ayırmak mümkün değildi. Bir de o devir kağıt paralarının üzerinde şöyle bir yazı vardı. "Bedeli Dersaadette Altın Olarak Tesviye Olunacaktır" Muzaffer ise yaptığı taklit paranın üzerine şu harika ibareyi yazmıştı: "Bedeli Çanakkale'de Altın Olarak Tesviye Olunacaktır". Onun altın dediği, Mehmetçiğin akıttığı kanı idi. Yahudi tüccarı, olayı iyice anlayınca bunu mesele yapmadı. Ancak, bir anda bütün İstanbul duydu. Şehzade Halim Efendi de duymuştu. Lalasını gönderip bedelini ödedi ve makbuzunu aldı. Çünkü böyle bir olayın dünyada benzeri bulunamazdı. Onu çok zarif sedef kakmalı, içi kadife bir mücevher çekmecesine yerleştirdi ve İstanbul Polis Okulu'ndaki Emniyet Müzesi'ne hediye etti. Uzun yıllar orada kaldı. Son durumu bilmiyorum ancak 1983'de Ankara Emniyet Müdürlüğü'nde görüldüğüne dair bir kayıt vardır. Hülâsa Mehmet Muzaffer, Çanakkale'den birliği ile Sina Cephesine gitti. Birinci ve İkinci Gazze Savaşlarına katıldı. İkinci Gazze Savaşlarından sonra mektep arkadaşı Faik Soydan Bey'e mektup yazmıştı. Yaralandığını ve şimdi hastahanede olduğunu iyileşince yine cepheye döneceğini anlatıyordu. Haziran 1917. Bu arada İngilizler 6 Aralık 1917'de Gazze'ye tekrar saldırdılar ve 7 Aralıkta da Gazze'ye girdiler. Gazze şehrinin sokaklarında çok şiddetli çatışmalar oldu. Mehmet Muzaffer de bu çatışmaların içindeydi. Bu sokak çatışmalarında akşam karanlığı basarken Mehmet Muzaffer de o karanlıklar içinden nurlu aydınlığa açılan kapıdan uçup gidiyordu. SÜNGÜSÜ ÎLE DOKUZ FRANSIZI DEVİREN DÜZCELİ HASAN Hasan 3. Tümen 31. Alayın 2. Tabur ve 6 Bölük erlerinden ufak tefek bir Mehmetçik. Kumkale siper savaşlarında ani olarak bir Fransız askeri ile kucak kucağa gelen Hasan, yıldırım hızı ile süngüsünü Fransız askerlerine sapladı. Fakat daha süngüsünü çıkarmaya fırsat bulamadan iki Fransız askeri ile daha karşılaştı. Bu defa kendi süngüsünü bıraktı ve Fransız askerinin süngü takılı tüfeğini kaptığı gibi, iki Fransız askerini daha devirdi. Sonuçta o gün Kumkale Fransızlardan temizlendi ama Hasan da tek başına 9 Fransız askerini tepelemişti. Onun bu kahramanlığına o gün bütün bölük şahit olmuştu.34 Kısacası 25 ve 26 .5 ve Nisan 1915 günleri 3. Tabur ile 27. ve 57. Alayların kahramanları da bire 25'le dövüşerek destanlar yasmışlardı. BİR KOL VERİP DOKUZ DEFA YARALANAN ÜSTEĞMEN ŞEVKET Şevket Bey, Kumkale'yi işgal eden düşman birliklerine karşı 26 Nisan 1915 günü 31. Alay'm 10. Bölük komutanı olarak taarruz edecektir. Fakat ateşin yoğun bir şekilde yaladığı bir yerden önce kendisi ve sonra erlerinin geçmesini istiyordu. Bunun için dedi ki: "Arkadaşlar ben şimdi karşıya sıçrama yapacağım ve arkamdan siz geleceksiniz. Şayet ben burada şehit olursam naşımı siper yapıp savaşa devam edeniz." Sonuçta bu tehlikeli bölgeden geçildi ve Orhaniye mevzilerindeki düşman müthiş bir taarruzla püskürtüldü. Ne var ki Üsteğmen Şevket belinden ağır şekilde yaralandı ve İstanbul'a hastaneye kaldırıldı. O orada tedavi olurken Çanakkale'de düşmanın defteri duruldu ve 31 Alay da Sina Cephesine sevk edildi. Şevket Bey onları Haydarpaşa Garında bekledi ve böylece sevgili bölüğüne kavuştu. Netice itibarıyla İstanbul'dan hareket eden birlik Gazze bölgesine geldi. Burada giriştikleri çok çetin savaşlarda inanılmaz başarılar elde ettiler. Üsteğmen Şevket defalarca yaralandı, kolunu şehit verirken ve kendisi de dokuz yara alıp Gazi oldu. Hatta İngilizlerin geri alınamaz dediği bir tepeyi zapteden 10. Bölüğün hatırasına "Şevket Tepesi" adı verilmiştir. Bu tepe halen Gazze bölgesinde Şevket Tepesi olarak bilinir ve anılır. 5 Hülâsa böyle bir milletin savunduğu yurt parçasını hangi düşman alıp da esir edebilir? İSMİNİ DİDAR KOYSUNLAR GÖZBEBEĞİM 18 Marta 1915 Deniz Harekâtından önce batarya komutanı Yüzbaşı Hasan Bey'in bir kızı dünyaya gelir. Durum Çanakkale Müstahkem Mevkii Komutanlığı'na telgrafla bildirilir. Bunun üzerine Cevat Paşa atma atlayıp bataryaya gelir. "- Evladım Hasan, kızın dünyaya geldi. Allah ömrünü uzun etsin. İzinlisin." Hasan; "- Komutanım vatan görevi daha mukaddestir. Her an saldırabilirler. Gidemem. Kızımın ismini Didar koysunlar. Velhasıl 18 Mart günü Hasan Bey özlediği mertebeyi bulmuştur. Kızı Didar hanımla görüşmesi darul şühedaya kalmıştır. Yahya Çavuşlar, Avni Beyler, Mehmet Çavuşlar, Hasan-Hüseyinler ve Münirler gibi o da Mevlâ'sına kavuşmuştur. BİR DE KÜÇÜK ABDULLAH'IMI KORU Hücum başladığı saatten itibaren kuduran zırhlılar her karış toprağın savunmaya yeminli Mehmetçiğin sinesine ateşler yağdırıyordu. Başlarında şahin bakışlı bir yüzbaşının dudağından çıkacak kelimeleri tek nefes halinde bekleyen, Mehmetçikler bilendikçe bileniyorlardı. Geriye doğru bir adım dahi atmamaya yeminli: 80 yiğidin 15 katıydı düşman. Artık ikindiye doğru burun burna gelmişlerdi. Bölüğün başında abide duruşlu ve şahin bakışlı yüzbaşı ne yapacağını düşünüyor ve çavuşlarını topluyordu. Yarım saat sonra düşmana süngü taarruzu yapılacaktı. Bu arada Yüzbaşı ellerini açtı ve; Rabbim. Bu azgın düşmanın üzerine yürümekle sana kavuşmak yoluna giriyoruz. Vatan anamız artık sana emanet. Onu düşmana çiğnetme. Bir de küçük Abdullah'ımı koru. Onu ismine lâyık insan eyle." Yarım saat sonra yüzbaşı ve askerleri kükremiş aslanlar gibi idiler. Allah Allah nidaları yeri göğü inletiyordu. Sanki 80 kişi değil de binlerce Mehmetçik haykırıyordu. Bu doğru idi. Zira doğu ufkundan birilerinin bulutları yara yara geldiğini gördüler. Düşmanın üzerine yıldırımlar yağdırmaya başladılar. Olayı canlı müşahede eden Yüzbaşının gözlerinden seller gibi yaşlar akıyordu. Tabii ki bu sevinç gözyaşları idi. Düşman ise tepelerinde şimşekten atlara binmiş Allah'ın sevgili kullarının onlar üzerine yağdırdığı yıldırımları görünce var güçleriyle denize doğru kaçıyorlar değil, paralanırcasına adeta yuvarlanıyorlardı. Ne var ki o şahin bakışlı yüzbaşı bunları dünya gözüyle doya doya göremeden şehit olmuştu. Ama şehit düştüğü yerde ılık ılık gülümsemesi ruhlar aleminden seyrediyordu sanki. O anda deniz ise "Ey Şehit Oğlu Şehit! Gül Gül Açılan Yaralarla Bezenmiş Bedenin Bu Topraklarda Bulundukça Daha Hiçbir Düşman Yan Gözle Bakamayacak" diye seslendiğini bütün şehitler duyuyordu. Siz de duyuyor musunuz? SEDDÜLBAHİR KAHRAMANLARININ YAZDIĞI DESTANIN DEĞERLENDİRİLMESİ 25 Nisan 1915 günü Çanakkale Kara Savaşları'nda savaşacak 6 Tümenden; 19. Tümen Maydos'ta yedekte, 3. ve 11. Tümenler Asya yakasında ve 5. ile 7. Tümenler de Bolayır'da bulunuyorlardı. Geriye kalan 9. Tümen ise esas çıkarmaların yapılacağı Azmak Dere'den Morto Koyu'na kadar yaklaşık 40 km. uzunluğundaki bir kıyı şeridini savunacaktı. Bunun 27. Alayı Arıburnu'nu savunacak ve 25. Alayı Sarafm Çiftliği'nde ihtiyatta bulunacak ve 26. Alayı da Seddülbahir Cephesinde çarpışacaktı. 25. Alayın Karargâhı Sarafm Çiftliği'nde bulunuyordu. 22 Nisan sabahı Kirte Tepesi'ne karargâhını kurdu. Birlikleri, Tekkeburnu, Yeldeğirmenler bölgesi, Ertuğrul ve Harapkale, Aytepe, Morto Limanı ile Sarıtepe ile Zığındere ağzına yerleştirdi. 7km'lik bir kıyı şeridi idi. Bu kıyı bölgesinin, taburun savunma gücünü çok fazlasıyla aştığı dikkat çekiyordu. Bunun için Mehmetçik, içindeki iman cevherine dayanarak savaşacaktı. Bunun farkında olan Hamilton, önceden yaptığı plân çerçevesinde ve birinci derecede ele geçirmek için 25 Nisan günü kilit nokta oluşturan Seddülbahir ve yakın çevresini seçmişti. Bu itibarla bölgeye bir Fransız Tümeni ile 29. ve 1. İngiliz Tümenlerini ve l. Hint Tugayını ayırmıştı. İlk hamlede Alçıtepe ele geçirilecek ve sonra Kilit-ül Bahr'e uzanılacak ve kuzeydeki Anzak Kolordusu da Maltepe üzerinden yürüteceği taarruzla Eceabat dolaylarında birleşmeleri hususu Hamilton'un genel hareket plânının önemli bir parçasını oluşturuyordu. İlk kanlı ve çok yoğun savaşlar 25-27 Nisan arası cereyan etmiştir. İlk saldırıda Türklerin kaybı %40, İngilizlerin ise %70 idi. 25 Nisan 1915 Günü Ertuğrul Koyu Çıkarması; Birinci kademede 3 bölük, ikinci kademede l bölük, üçüncü kademede 7 bölük. Toplam 11 bölük. Bu kuvvetlere karşı koyacak Türk tarafı ise yalnız l bölüktü. 4 gemi ile de destekleneceklerdi. Aslında ilk kademede 13 bölüklü bir tugay çıkarılması plânlanıyordu. Bir Alay da yedekte bekletilecekti. Buna göre birinci kademede 13 kat üstünlük ve ikinci kademede 25 kat fazlalıkla savaşılacaktı. İngiliz general ve tarihçi Oğlander demektedir ki: Seddülbahir Köyü içindeki çarpışmalarda şehit olan Takım Komutanlarına rağmen 25 nisan sabahından beri dövüşen iki Türk Takımı, 26 Nisanda bir İngiliz taburuyla göğüs göğse yaptıkları korkunç savaşın anlatılması ve ifade edilmesi hiç mümkün değildir. Şu kadar ki, savaş ve mücadele, sözcüğün tam anlamıyla bir destandır/ Oğlander, C:l, s. 307-308//. Burada korkunç olan, öğleden sonraki saatlerde hemen hemen elinde ihtiyat kuvveti kalmamış olan 3. Tabur Komutanı Binbaşı Sabri Bey, dokuz kişiden ibaret olan mandayı; "Dayanın evlâtlarım, selâmet için gayret zamanıdır" gibi canhıraş sözlerle ayakta durdurmaya çalışmasıdır. Binbaşı Sabri Bey raporunda; " Saat 06.00'dan sonra düşman avcı hendeklerine tekrar açtığı ateş desteği altında ikinci kademedeki taburlarını çıkarmaya teşebbüs etti. Fakat mevzilerini muhafaza eden kahramanlarımızın ateşleri karşısında ikinci kademenin çıkarması da başarılı olamadı. Düşman askerleri çekildi. Deniz suyunun kırmızılaşmış olması ve sahile yığılmış cesetler düşman askerlerinin maneviyatını sıfıra indirmişti. Üçüncü çıkarma |
teşebbüsüne geçildiği zaman nakliye gemilerindeki düşman askerleri merdivenlerden inerken subaylarının kılıç zoru ile indiriliyorlardı. Tabur müdafaa ettiği cephesinde düşmana adım artırmazken düşman Teke burnunun 2 kilometre ilerisine bir tabur çıkarmıştı. Bu durum üzerine ihtiyatta bulunan 9. bölük iki t kımı ile Teke burnu kuzey doğusuna açılıp yayılarak burada beliren düşmanın kuşatma hareketini durdurmaya mecbur etti. Düşman korkunç bir ateş altında bulunduruyordu erlerimizi. 9. Bölük Kumandanı bu ateş sırasında yaralandı. Teke burnundaki müdafaa zayıflamıştı. Düşman buraya bir kısım kuvvet daha çıkardı ve ağır makineli tüfek ateşi altında kalan 12. Bölüğümüz iş yapamaz durumdan kurtulmak için çekildi. O zaman düşman Tekke Koyuna rahatça çıkarma yaptı. Saat 07:00'yi geçtiği sıralarda Seddülbahir ve civarı adeta cehenneme dönmüştü... Düşman Ertuğrul Koyu'nda da üçüncü ve dördüncü çıkarmayı yapıyordu. Böylece Tabur 2 cephede muharebe yapmak zorunda kalmıştı. Kuvvetlerin ikiye ayrılması tabii ki aleyhimize oldu. Seddülbahir ve civarı kuvvet bakımından takviye edilmesini istiyordu. Fakat elde burayı takviye edecek kuvvet kalmamıştı. Mevcut kuvvet 25 Nisan akşamına kadar dayandı ve çıkarma kuvvetlerinin büyük bir kısmını imha etti. Ertuğrul Koyu'ndaki tel örgüleri imha için düşman ateşe başladı ve tel örgülerin büyük bir kısmı imha edildi. Tekke koyuna çıkan düşman kuvvetleri bitmeyen sayıda ölüler vererek saat 15.00'de Aytepe'yi işgal edebilmişti. Ezineli Yahya Çavuş'un mevzileri düşmanın arkadan ateşi altında kalmıştı. Böylece düşman Ertuğrul Koyu'na çıkabildi ama, cesetlerine basa basa... Ezineli Yahya Çavuş, 12 saatlik şerefli bir müdafaasından sonra Harapkale'deki bölüğüne iltihak etmekten başka çare kalmadığını anladı ve düşündüğünü yaptı. Taburundan da 4 0 kişi muharebe dışı olmuştu. Düşmanın ise 2 taburunun tamamı 2000 kişi imha edilmişti. "Bir kahraman takım ve de Yahya Çavuştular, Üç Alayla da burada gönülden vuruştular. Düşman Tümen sanırdı, bu şahane erleri, Allah' ı arzu ettiler, akşama kavuştular." "Çanakkale Valisi Namık Bey" Hülâsa bu destan anlatılamaz. Bu destan insanın gözü önünde kaynayan bir cehennemin içinde yazıldı. Burada şehit olanlar son nefesini verirken bile vatanımın selâmeti diyordu. Böyle bir manzarayı kim unutabilir ve kim nasıl izah edebilir? Tekke Koyu Çıkarması: Bu bölgeyi 12. Bölük savunuyordu. Karşısında 3 savaş gemisi destekli 6 bölük, çıkarmayı plânlıyordu. Öyle de yaptılar ama gene de perişan olmaktan kurtulamadılar. İkiz Koyu Çıkarması: Tekke Koyu'nun hemen sağ ilerisinde daracık bir kum şerididir, l tabur çıkarmayı plânlıyordu. 4 yedek kafile ve 2 savaş gemisi ile desteklenecekti. İkiz Koy'a çıkan düşman kuvvetlerine 12 kişilik Türk gözcü birliği karşı koyacaktı. Karşı koydular ve İngilizleri de şeytan çarpmış gibi sersemleştirdiler. 25 Nisan 1915 Günü Santepealtı Çıkarması: Buraya çıkan 2.000 kişilik İngiliz birliği çok büyük tehlike arz etmiştir. Sabah 04.3 O'da karaya ayak basan bu 2.000 kişilik Tugay, Türk savunmasının tam arkasında idi. Her an Kirte'ye ulaşabilirlerdi. Karşılarında hiçbir Türk birliği yoktu. Buna rağmen hiçbir varlık gösteremediler. Sonuçta 25 Nisan akşamı, 25 Alaydan gelen yedeklerle giriştikleri savaşta 700 kişi savaş dışı oldu. Kalanların da cepheyi boşaltıp kaçıp gitmeleri ile bu çok tehlikeli çıkarma bölgesi bertaraf edilmiş oldu. Kısacası bu kadar az bir Türk askeri ile savunulan savaş bölgesine çok iyi şartlarda çıkan İngiliz kuvvetlerinin Kirte'ye ulaşma hayalleri rüzgar gibi uçup gitmiştir. Morto Koyu Çıkarma Noktası, Müttefikler için çok önemli, kritik bir yerdi. Türk savunmasının buraya ayırdığı kuvvet ağır silahlardan yoksun 150 kişilik bir takımdı. Karşı taraf ilk kademede 3 bölük çıkaracak ve sonra l muharebe ve 4 balıkçı gemisi ve 4 yedek kafile ile desteklenecekti. 25 Nisan sabahı 04.30'da Nelson ve Vengens Savaş Gemileri ile refakat gemilerinin topları Morto Koyu sırtını dövmeye başladı. İki saat kadar süren top ateşinden sonra filikaların içi asker dolu olduğu halde kıyıya yaklaştıkları bir sırada, Türk takımı öldürücü bir ateşe başladı. Düşmanı en kritik anında yakalamış ve derinliklerde ilerlemelerine şans tanımamıştı. Ancak Abide cihetinde 3 kişinin gözetlediği bölgeden düşman askeri çıkıp, kahramanları arkadan kuşatmaya başlamıştır. Takım Komutanı durumun farkına varıp yavaş yavaş geri çekilip tedbirini alsa da akşama kadar takviye alamaması sebebiyle 80 kişilik takımının hemen tamamına yakını savaş dışı olmuştur. Ta ki akşama doğru 25. Alay'ın 8. Bölüğünün bölgeye yetişmesi sonunda tehlike atlatılmış ve 25 nisan Morto Koyu çıkarması Türk savunması lehine sona ermiş oluyordu. 28 Nisan 1915 Birinci Kirte Savaşları: 28 Nisan 1915 günü sabahı saat 08.00'de başladı. Akşama kadar sürdü. Ancak başarılı olamadılar ve 3.000"i bulan kayıplarla geri çekildiler. 1-2 ve 3-4 Mayıs günleri tekrarladılar. Ancak yine başarılı olamadılar. Yalnız bizim 15. tümen de erimişti. Tümen Komutanı Yarbay Zoderstren görevden alındı. Bu savaşlarda düşman istediği neticeyi elde edemedi. Ancak güneyde Cephe kuruldu ve bölgeye ayak bastı. İstanbul'a ulaşamadılar ama Alçıtepe'ye kesin ulaşmak istiyorlardı. Heyhat! Mehmetçiğiaşmak ne mümkün... 6-9 Mayıs 1915 İkinci Kirte Savaşları: General Hamilton, Türkler mevzilerini tahkim edip takviye almadan Kirte bölgesini kesin ele geçirmek istiyordu. Bunun için Arıburnu bölgesinden 2 Tugay Anzak Askeri Seddülbahir'e getirildi. 6 Mayıs günü 11.30'da taarruza başladı ve 7-8 ve 9 Mayıs günlerinde taarruzlar yenilendi. Bu saldırılar İngilizlere 6.500 insana mal oldu. 7.000 kaydı da vardır. Türk tarafının kaybı da ağırdır. Biz vatan toprağını savunuyorduk da; onların neye ve niçin öldükleri bilinmiyordu. Ancak büyük bir hainlik içinde artniyet taşıdıkları biliniyordu. 4-6 Haziran 1915 Üçüncü Kirte Savaşları: General Hamilton, 2. Kirte Muharebelerinin yarattığı ezikliği ve moral çöküntüsünü atmak için başlattığı III. Kirte Muharebeleri başarılı görünse de Kirte önlerinde Türk karşı taarruzları ile geri atıldılar. Yani İtilâf Devletlerinin, Seddülbahir bölgesine 5. taarruzu da neticesiz kaldı ve hayallerindeki Kirte'ye / Alçıtepe Köyü / ulaşamadılar. Halbuki 100 yıldır bunun hesabım yapıyorlardı. Mehmetçiğin kahredici azmi, asırlık hayali Çanakkale Siperlerine bir daha hortlaınamak üzere gömüp bitirmiştir. Ill.Kirte Savaşlan'nda Fransız Kolordusunun insan gücü 30.000 kişi idi. İngilizlerin ise 31.000. Oğlander, 20.000 gösterir. Türk tarafında ise çeşitli Tümenlerden toplanmış 3 Alayın 8 piyade taburunda 7.000 er bulunuyordu. 6.000 kişi de ihtiyatta destek için vardı. Toplan 13.000 kişi. Bunun 9.000 kadarım kayıp verdik. Yani 9. kişilik 9. Tümen hemen tamamıyla erimişti. Cephe tamamıyla yarılmıştı. Yalnız muharebe sahası olan Sığınsırt'ta 12'lik muhasara bataryası ile 5. Alayın 2. Bataryası ve 150 Mehmetçik cepheyi savunmaya çalışıyorlardı. Sonuçta 150 yiğit birbiri ile helalleşip 3 gruba ayrıldılar, l .Grup, Teğmen Ahmet'in emrihde Kirte Deresinden, 2. grup, Teğmen Mehmet'in komutasında Kanlıdere'den, 3. Grup da Batarya Komutam Arif Tanyeri'nin emrinde merkezden derhal taarruza geçtiler. Karşılarında gördükleri manzara ise şu idi: Yaralı ve şehitlerle dolu olan Türk siperlerine düşman topluca saldırıyor ve ölmek üzere olan bir şehidimizin üzerine sekiz on süngü birden saplanıyordu. İşte bu manzara karşısında s ldırıya geçen erlerimizin Allah Allah seslerine, Batarya Komutanının genç ve gür sesi karışıyordu; "- Yetiş, vur. Vur ha vur." Hülâsa Üçüncü Kirte Savaşlarının son taarruzunu yapan 150 kişilik Türk Grubu 5-6 dakika içinde düşmanı Türk siperlerinden temizledi ve kendileri yerleştiler. Aradaki mesafe 150 m. kadardı. 5 Haziran günü artık düşmanın da savaşacak hali kalmamıştı ama gene de 150 kişinin 10 katı idi. İşte o, on misli kuvvete karşı koyan ruh, subaylarına güvenen ve vatanı için ölümü hiçe sayan Türk askerinin Çanakkale'de şahlanan karakteri ve inancının tezahürleri idi. Sonunda 15. Tümen birlikleri yetişip cepheyi 12'lik batarya birliklerinden teslim almıştır. Kısacası, 3. Kirte Zaferini 150 kişilik bu kahramanlar sonuçlandırmıştır. Bugünkü Son Ok Şehitliği, o kahramanların anısını taşır. Savaş bugünkü Son Ok Şehitliği'nin 600 m. kadar güney batısında yaşanmıştır. Kahramanların ruhları şad olsun. 21-22 Haziran 1915 Kerevizdere Savaşları: Bu Savaşların Hedefi, Fransız Kolordusu Kerevizdere sırtlarındaki 83 rakımlı tepeyi ele geçirmekti. 21 Haziran günü, Türk mevzilerine 32.450 top mermisi kullandılar. Cepheyi 2. Türk Tümeni savunuyordu. 12. Tümen de yedekte bulunuyordu. Fransızlar üçer taburlu 3 Alayla hücuma geçti. Türk savunması 6.000 kayıp verdi. Yani 2. Tümen üç Alayından ikisini zayiat vermişti. Fransız kaybı isi 2.500 idi. Ordu Komutanı Sanders, bu savaşları kastederek 22 Haziran 1915 günü çok gizli ve kişiye özel olarak Enver Paşa'ya gönderdiği raporunun özeti: "Düşman, öteden beri ve özellikle son zamanlarda yaptığı taarruzlarda anlatılamayacak kadar çok cephane ve az sayıda insan harcıyor. Biz ise pek çok insan ve az cephane feda ediyoruz." Bu sual asıl Enver Paşa kadar Sanders'in kendisine de biri tarafından sorulmalı ve bu da Enver paşa olmalı idi. Elhasıl, iki gün süren bu kanlı boğuşmalarda göze çarpan en büyük özellik; " Türk Komuta kademelerindeki soğukkanlılık, alınan karalardaki ustalık, karşılıklı işbirliği zihniyeti, uygulamaların noksansız yapılışı ile uygulayıcıların yarattıkları yiğitlik ve vatan toprağının savunulmasında sarsılmaz inanç ve içtenliğin dillere destan, dost ve düşmana parmak ısırtması olmuştur." 28 Haziran-5 Temmuz Arası Zığındere Muharebeleri: Çanakkale Savaşları'nın en kanlı sahnelerinden biri Zığındere'de yaşanmıştır. Saldırının ilk ateşi 28 Haziran 1915 saat 09.00'da başladı. 29 ve 30 Haziranda devam etti. Zığındere, Sargıyeri'nde bulunan Sahra Hastanemiz yerle bir oldu. Binlerce yaralı parçalanarak şehit oldu. Savaşa katılan 7. ve 12. Tümen birliklerimizdi. Yaralı ve şehitlerle dolu Zığındere batısındaki siperlerimizi işgal eden düşmanın hesabı görülemedi. Anadolu yakasından 3. Tümen, Arıburnu'ndan 5. Tümenler yardıma geldi. Bu yedeklerle 5 Temmuz günü yapılan savaşlarla da sonuç alınamayınca, Grup Komutanı Alman Weber Paşa görevden alındı. Yerine Kuzey Grubu Komutanı Esat Paşa'nın kardeşi Vehip Paşa getirildi. Bu savaşlara katılan!., 7., 12., 6., 4., 3., 5. ve 11. Türk Tümenleri 28 Haziran-5 Temmuz arası 16.000 kayıp vermişlerdir. 12-13 Temmuz Muharebeleri: İngiliz ve Fransız birlikleri saat 04.30'da Güney Grubu ceephesinin sol kanadındaki 4. ve 7. Tümen cephelerine karadan, denizden ve 14 kadar uçakla da havadan bombardıman etmeye başladı. Bombardıman üç saat sürmüştü. Bu zaman zarfında 4., 6. ve 7. Türk Tümenlerinin ilk iki günlük çarpışmalarda verdiği kayıplar, 113 subay ve 9.462 erdi. Kanlı Zığındere Muharebelerinden kısa bir süre sonra başlayıp iki gün süren Kerevizdere Muharebeleri, Seddülbahir Cephesinde hatta Çanakkale'nin diğer muharebe bölgelerindeki bütün komuta kademelerinde bir rahatlık yaratmıştır. Karşı tarafta ise bir bezginlik seziliyordu. Hele enerjik bir kişiliğe sahip olan 2. Ordu Komutanı Miralay Vehip Paşa'nın Grup Komutanlığına gelmesi Türk savaş gücünü ve güvenini iyice pekiştirmiştir. Ancak 13 Temmuz 1915 savaşlarından sonra İngiliz 157. Tugayının sağ kanadında başlayan bazı küçük geri gidişler, birden tüm cephedeki erlere kadar yayılarak sel gibi geriye doğru bir akış başlamıştır. Ne yazık ki, bizim ileri birliklerimiz bu durumdan faydalanamadılar. Bu panikten kayıpsız kurtulmaları bu defa İngilizler için büyük bir şans olmuştur. Hülâsa, İstanbul'a ulaşamadık bari Alçıtepe'ye ulaşalım özlemiyle girişilen bu taarruzları boşa çıkarmanın verdiği rahatlık ve kendine güveniyle Türk direnme ve moral gücünü kat kat arttırmıştır. İngiliz ve Fransızlara da iyice hazırlanmadan yer yer yaptıkları taarruzlardan vazgeçerek daha tedbirli ve ihtiyatlı hareket etmenin bilincini de öğretmiştir. Ayrıca 6-13 Ağustos 1915 günleri arasında yapılan muharebelerde de toplam 7.519 kaybımız vardır. Kısaca belirtmek gerekirse, Seddülbahir Bölgesinde yapılan muharebelerde binler şehit ve ölü verilmesine rağmen her iki taraf için de istenilen netice elde edilememiştir. En son olarak da düşmanın 9 Ocak 1916'da kaçıp gittiği bölge, Seddülbahir Savaş Cephesi olmuştur. 16. Seddülbahir'de Emre İtaat Etmiyen Yüzbaşı Hüseyin Hüsnü'nün Hatıraları: Aylarca devam eden çok kanlı muharebelere rağmen düşmanın bir türlü zaptedemediği "Alçıtepe"nin ismini kendisine soyadı olarak alan Önyüzbaşı Hüseyin Hüsnü Alçıtepe Çanakkale'de Seddülbahir'e çıkan 20.000 kişilik düşmana karşı koyan 26. Alay, 3. Tabur, 9. Bölük komutanı idi. Hüseyin Hüsnü Alçıtepe'ye neden bunu soyadı olarak aldığı sorulunca, şöyle cevap verdi: "- Düşmanın bütün emeli Alçıtepe'yi almaktı. Alçıtepe'ye giden yol üzerinde dövüştük, dövüştük. Birçok subay arkadaşlarım ve Mehmetçikler şehit oldular, ben de ayaklarımdan yaralandım, sakat kaldım. Alaydan gelen geri çekilme emrini dinlemeyerek dövüştüm. Eğer düşman Alçıtepe'yi alsaydı, şehit düşmesem bile, idam edilmekliğim muhakkaktı. Türk Ordusunun şan ve şerefini arttıran bir muharebeden, sakatlığımla beraber bu isim de hatıra kalsın, dedim. Alçıtepe, üçüncü taburun dövüşmesini şöyle anlattı: 25 Nisan 1915... Öğleden evvel iki zırhlı ile bir denizaltının süratle Boğaza gi diğini Morta limanındaki 9. Bölükten gözetleme postamız haber verdi. Efrat silahbaşı edildi. Bu esnada Arıburnu istikametinden de top sesleri geliyordu. Biraz sonra düşman gemileri Morto Limanını, Ertuğrul Koyunu ve tabyasını, Harapkale'yi, tabur karargâhını şiddetle bombardımana başladı. Kesif gemi ateşlerinden, siperler üzerinde parçalanan mermiler ve şarapnellerden çıkan gaz ve dumanların tesiriyle hiçbir şey görülemiyordu. Ağaçlar yerlerinden fırlıyor, taşlan havalarda uçuyor, toz duman birbirine karışıyordu. Sanki kıyametten bir sahne idi. Bu kadar ufak bir bölgeye yapılan ateş altında nakliye gemileri Tekke ve Ertuğrul Koylarına yaklaşmıştı. Tayyareler de pek alçaktan, tepemizde uçuyordu. Bölükler bu cehennemi ateş altında hiçbir şeye ehemmiyet vermeden vatan ve namus vazifelerini yapıyorlardı. Gösterilen bölgelere, telefata bakmayarak, siperler içinde kalan arkadaşlarına yetişmek için koşuyorlardı. Dokuzuncu Bölük, Tekke Burnuna yaklaştığı zaman bîr tabur kadar düşmanın Zığınderesine doğru süngü takmış olarak ilerlediğini, Tekkeburnu'na çıkarmış olduğu iki bölük kadar, makineli tüfekli bir kuvvetin de Tekkeburnu'nu işgal etmekte olduğunu gördük. Yedi yüz metre kadar bir mesafeden düşmana ilk ateşi açtık. Düşman makineli tüfek kullanmaya fırsat bulamadan kaçmaya başladı. 12. Bölük kumandanı yaralanınca, kumandasız kalan efrat, 9. Bölük emrine girdi. Zığındere' sindeki bölüğe taarruz eden düşman da hücuma uğrayınca kaçmaya başlardı. Yaralılarını almadan gidiyorlardı. Sahile vardıkları zaman onları alacak vasıtalar açılmıştı. Bunun üzerine düşman mukabil hücuma kalktı. Muharebe ileri geri şeklinde devam etti. Dört defa denize kadar sürmüştük düşmanı! Tekke Koyu siperleri şiddetli bombardıman neticesinde berhava edilmişse de sağ kalan efradımız ihraç hareketine müthiş surette karşı koyuyordu. Buraya çıkmaya muvaffak olmuş düşman ise eriyordu. Ertuğrul tabyasının cephanelik civarındaki Ertuğrul Koyu'nü yandan ateş altına alan Yahya Çavuş ismindeki kahraman, arkadaşlarıyla düşmana pek ziyade telefat verdiriyordu. Seddülbahir Kalesi içine çıkmaya çalışan düşman öyle bir mukavemete maruz kalmıştı ki, kayıkları sahile sağlam gelmiyor, vapurlardan kayıklara efrat kamçı ile indiriliyor ve biz bunu görüyorduk. Öğleden sonra Tekke Koyu'na ihraca muvaffak olan düşman, Ay Tabya'yı ve Ertuğrul Tabyası'nı işgal etti. Böylelikle Tekke Burnu'ndaki bölüklerimiz yandan ateş altına girdi. Harapkale'yi aşan mermiler de geriden bölükleri taciz ediyordu. Bu durum üzerine, tabur kumandanı telefatı azaltmak için biraz geriye çekilme emrini verdi. Tabur Komutanı Binbaşı Mahmut Bey, gece bütün cephede hücuma geçerek karaya çıkan düşmanı denize dökmemizi, şehit ve yaralıların intikamının alınacağını söyledi. Buna hazırlandık. Gece olmuştu. Düşman bütün bölgeyi karadan ve denizden kurşun yağmuru altına aldı. Fasılalı olarak dumdum kurşunu da gönderiyordu. Bölgemiz fişeklerle aydınlatılıyor, bu arada top ateşi de yapılıyordu. Bu hal şafak sökünceye kadar sürdü. 26 Nisanda her taraftan yine ateş başladı. Zığındere'ye taarruz eden düşman burasını ve Hisarlık Burnu'na çıkan düşman da Hisarlığı aldı. Seddülbahir Kalesi içinde pek kanlı muharebeler oluyordu. 40 saat fasılasız devam eden muharebe neticesinde taburun mevcudu yarıya inmişti. Kalanlar yarı beline kadar su içinde Kanlıdere'den Kirte civarındaki siperlere çekilmeye başladı. |
Zabitler şehit düşüyor, kıt'alar kumandansız kalıyordu. 25. Alay çavuşlarından Ayvacık'lı Rifat Çavuş yaralı olarak geldi, başsız kalan efradın durumundan haberdar olan düşmanın her tarafta mukabil taarruza geçtiğini söyledi. Bölüğüm bu sırada ihtiyatta bulunuyordu. Alay Kumandanı zabitsiz kalan diğer bölüğü de alarak ileri atılmamızı emretti. Dere içindeki bine yakın er teşçî ve teşvik ederek kumandama aldım. Bölüğümle beraber taarruza geçtik. Biraz sonra düşman kaçıyordu. Bunu gören diğer kıt'a efradımız da fasılasız ilerliyordu. Muharebe böyle muzafferhane şekilde devam ederken, kıt'aların Soğanlıdere'ye doğru çekilmesine dair Alay emri geldi. 26. Alay Kumandanı karargâhı ile birlikte Alçıtepesi'ne doğru gidiyordu. Düşmanın bütün cephede ricat etmesinin manevî kuvvetimizi arttırdığı bir sırada bölüğüme gelen bu Alay emrini dinlememeye karar verdim. Bu topraklarda çarpışmış, birçok şehit ve yaralı vermiş, Seddülbahir'e "Zafer Sütunu" dikmeye namus sözünde bulunmuştuk. Böyle yeminli bir kıt'anın savaşı yarı bırakarak geri gitmesi yarımadanın mukadderatını tayin edecek mühim bir mevkii bırakması çok şerefsiz bir iş olurdu. Nitekim askerlerimle birlikte çekilmedim ve taarruza devam ettim. Bu topraklarda ölecektik. Bu anlayışla düşmanı ta Morto Limanına kadar sürdük. Düşman askerleri gemilere binerek kaçmak istiyordu fakat kendi askerleri tarafından üzerlerine ateş açılıyor, savaşa mecbur bırakılıyorlardı. Bir müddet sonra Alçıtepe eteklerinden Domuzderesi'ne doğru, telefata bakmayarak bir kıt'a geliyordu. Bu 19. Alaydı. Alay Kumandanı Sabri Bey, Alçıtepe'sine geldiği zaman, 26. Alay Kumandanını ve bazı müfrezeleri geride görünce, cephe hattına bakmış, çarpıştığımızı görünce Alayını ateşe sürmüştü. 19. ve daha sonra 20. Alayın imdadımıza yetişmesi üzerine düşman bir daha sürüldüğü yerden ileriye bir adım atamadı. Askerlikte emir dinlememenin cezası idamdır. Eğer mukavemetimiz başarı ile neticelenmeseydi, bu cezaya çarptırılacağım muhakkaktı. Kader böyle tecelli etti.Alçıtepe'yi düşman eline geçmekten kahraman erlerimle birlikte kurtardım. Geri çekilme emrinin, Alay Kumandanına bazı müfreze kumandanları tarafından verilen yanlış bilgi neticesi olduğunu sonradan öğrendim. Liman Von SardersMn bu muharebe hakkında Başkumandanlığa çektiği iki telgraftan birinde öğleden evvelkinde şöyle denilmişti: Düşmanın zayiatı 10.000 kadardır. 27-28 Nisan tarihleri mevzii muharebelerle geçti. 29-30 Nisan gecesi umumî hücuma, 19. Alayla birlikte katıldım. Sabaha karşı idi, siperde iken tepemizde bir şarapnel patladı, yanımda bulunan zabit vekili Galip Efendi ile birlikte beş yerimden yaralandım. Bir şarapnel parçası sol diz kapağımı parçalamış, bir diğeri sağ bacağıma girmişti ki, bu hâlâ bacağımın içindedir. Yaralanınca bayılmışım. Gözlerimi açtığım zaman, şiddetle devam eden muharebe gürültüleri arasında, yanıma uzanmış bulunan onbaşıya şunu dediğimi hatırlıyorum: "- Beni alınız!" Bir sedyeye koydular, sargı yerine götürdüler. Zabit vekili Galip Efendiyi daha evvel götürmüşler. Orada akşama kadar kaldık. Çünkü geriye hastaneye götürmek üzere geceyi beklemek lâzım geliyordu. Sargı yerinde iken tepemizde tayyareler uçuyordu. Nihayet bahriye hastanesine getirildim. Burada ayağımı kesmek istediler. Razı olmadım. Yedi ay tedavi sürdü. İyileştim fakat sakat kaldım Güzeller güzeli Hüseyin Hüsnü; kabrin ismin gibi cennetül fırdevs'inmürgızarlarından biri olsun. Vatan sağolsun GENELKURMAY YAYINLARI Genelkurmay Ataşe Başkanlığı Stratejik Kurul üyelerinden Em. Kur. Albay Talat ÖZDOĞAN, Genelkurmay Başkanhğı'nın yayınladığı Çanakkale Muharebeleri 75.Yıl Armağanı adlı hacimli eserde "Çanakkale'de Türk Kahramanlığı" başlıklı yazısında Çanakkale Savaşlarına Türk Ordusu 700.000 kişi ile katıldığını yazıyor.50 Tarihçi Yılmaz ÖZTUNA'nın tespiti de 700.000 askerdir. "Gene adı geçen yayında tarih uzmanı Em. Top. Albay Rauf AT AKAN ise 1915 "Nisan sonunda asker alma bölgesinden Gelibolu'ya 20.000 er gönderilmiş51 ve Mayıs ayında ise 24.300 er daha ilave edilmiş; 10.000 er de hazır bulunduruluyormuştu.52 Temmuz ayında kayıp sayısı 124.000'i bulunca bu defa söz konusu kayıpları karşılamak üzere 101.000 er daha ikmal edilmiş ve 20.000 de gönderilmek üzere araç beklemekteymişti. "53" Böylece Çanakkale savaşlarına toplam gelen yedek asker sayısı 175.300 ü bulmuştur. Savaşan 17 Tümenin mevcudu ise 350.009 kişi. Toplam mevcut 525.309 "54" Yalnız 700.000 sayısını göz önüne alırsak : O zaman Çanakkale Savaşlarına katılan asker sayımız 600.000'nin üzerinde olur. İngilizler 5000.000'le katıldı ve yarısını kayıp verdi. Buna göre Türk şehit sayısı da 250.000 den aşağı olamaz. Zira karşı taraf çok üstün ateş gücü ile saldırıyor ve sizde onun üzerine gidiyorsunuz. Ve onlar 500.000 askerlerinin yarısını kaybediyor ve siz 50 ve 100.000'lerde kalıyorsunuz. Bu hem savaş mantığına ve hem de tarihi kayıtlara uygun geldiği söylenemez. Hülasa bunlarla birlikte George H. Cassar'ın Çanakkale ve Fransızlar adlı eserinde demektedir ki: "Osmanlı İmparatorluğunda resmi kayıtlar titizlikle tutulmuyordu. Onun için bazı otoriteler kayıpların 350.000 kişiye yaklaştığını açıklamaktan çekinmemişlerdir." Sanders'in kayıpları titizlikle tespit edip Harbiye Nezaretine ulaştırdığı da şüphelidir. Kendi hatıratında da konuyla ilgili kesin bir açıklık yoktur. JAMES'IN TESPİTLERİ Gelibolu Seferi, sekiz buçuk ay sürdü. İki tarafın da kayıplarını, sıhhatli bir şekilde tahmin etmek son derece güçtür. Bir ker Türk kayıpları pek gelişigüzel tutulmuş olup, resmî rakamları olan 86.692 ölü ile 164.617 yaralı ve hastaların, hakiki kayıplarından adamakıllı eksik olduğu muhakkaktır. James, hatta yer ve isim vermeden bir Türk kaynağı kayıplarını 470.000 gibi büyük bir rakamla ifade eder, Fakat bunu: 200 - 250.000 değil; 300.000 civarında tahmin etmek daha makûldür. İngiliz ve dominyon kayıpları da 198.340 ile 215.000 arasında hatırı sayılı değişiklikler arzeder. Fransız zayiatı ile boğularak kaza sonucu ölümler dahil olmak üzere; toplam müttefik kayıpları muhtemelen 256.000 idi. Bunlardan 46.000'i harekât esnasında ölmüş veya hayatlarını aldıkları yaralar yüzünden kaybetmişlerdir. Elhasıl Türklerin savaşa katılan asker sayısı: 500.000. Ölü: 55.177, yaralı: 100.177, kayıp: 10.067., hastalıktan ölen: 21.498, hastalık nedeniyle askerliği terk: 64.440, Toplam zayiat: 251.309. Fransızların savaşa katılan asker sayısı: 79.000. Kayıpları: 47.000. İngilizlerin savaşa katılan asker sayısı: 410.000. Kayıpları: 205.000 olarak gösterilmektedir. Mamafih, bu ve benzeri sayıların gerçeği yansıttığı söylenemez. ALAN MOOREHEAD'IN TESPİTLERİ: İtilâf Devletleri toplam 489.000 askerle katıldılar ve toplam : 252.000 kayıp verdiler. Türkler ise yaklaşık 500.000 askerle katıldılar ve toplam 251.000 kayıp verdiler. Burada İngiliz ve Fransızların kayıpları hakkında hemen yerli ve yabancı kaynaklar: Sayılar itibariyle pek farklılık arzetmez. Yalnız Türk zayiatı hakkında aralarında epeyce farklılıklar olan sayılar verilmesi kafaları hep karıştıra gelmiştir. Hele yabancılar Türkler 500.000 / BEŞYÜZBİN / askerle katıldı derken: Türk kaynakları bu sayının 310.000 / ÜÇYÜZONBİN / olduğunu söylemesi akıl almaz bir sayı farkı olarak görülür. Şehit ve kayıpları ise; 250 - 251 - 252.000'lerden birden 57 ve 180 veya 211.000 gösterilmesi yanlışları belgeler. Bir kere 250 - 300.000'den aşağı olamaz. Çünkü karşı taraf en modern silahlarla üzerine geliyor ve 5.000 - 10.000 kişi ölüyor ve sizde 500 - 1.000 kişi zayiat olacak. Olmaz. Elhasıl kayıplar genelde eşit sayıda olmuştur. Çünkü Türkler iptidai silahlarla olsa bile, mevziide ve geleni görüyor. Çoğu kere. Karşı tarafın silahları modern ve deniz bombardımanı desteği var ama: O da çoğu kere körü körüne ve düzensiz ve disiplinsiz savaşıyor. Burada eldeki imkanlar değerlendirilince; kayıpların eşit miktarda olduğu söylenebilir. ÇANAKKALE SAVAŞLARININ KESİN KAYIP LİSTESİ HAZIRLANAMAZ Çanakkale Savaşlarında verilen kayıpların tespitini yapabilmek için bizzat savaşın cereyanı sırasında teferruatlı malûmatın kroki, istatistik, cetvel ve sairelerin elde bulunması şarttır. Burada kanaatim o ki, I. Cihan Savaşında, savaş durumunu gösteren cetvellerin bize tam olarak ulaştığı söylenemez. Yani bazı uzmanlara göre savaşın ilk günlerine mahsus bilgileri kapsayan cetvellerden ötesi, berisi hırpalanmış belgeler ve cetveller bizim elimize geçmemiştir. Özellikle I. Cihan Harbinden önceki Harp Tarihinin esasını teşkil eden Harp Ceridelerinin kıymeti I. Cihan Savaşından önce pek bilinmemiş ve bu sebeple Balkan Savaşında, savaşan birliklerin durumu günü gününe yazılıp ciddi bir şekilde ceridelerde-zabıtlarda saklanmamış ve en nihayet verilen ve alınan emirler lalettayin tertipsiz ve sırasız olarak bir defterden başka bir şey kalmamıştır. Ne acı ki, bunlardan ders alınmadan ve hazırlanmaya imkân bulunamadan I. Cihan ve Çanakkale Savaşlarına girmişiz. Sonra bu işlere bakacak şube de lâvedilmiş ve tekrarı ise 1332 de kurulmuştur. Bir de savaş içinde küçük kıt'aların kayıpları belki hiç ciddiye alınmamış ve ilâve cidden çok müşkül bir iş olan bu husus bilhassa heyecanlı ve buhranlı anacan, babacan günleri savaşlarında ziyâdece mühemmel kalmıştı. Yani ihmal edilmişti. Buraya şunu da eklemek lâzımdır: Gelibolu Yarımadası Savaşlarında özellikle Tümen ve Alaylardan aşağı kıtaat savaşlarında subay kayıpları çok fazla olduğundan ve bu defa sarp arazi içinde kayıp ceridelerini tutacak okur yazarın kalmamış olması ve Çanakkale Savaşları sonrası sağ kalan subaylar ise hemen diğer cephelere şevki ile savaşların uzun yıllar sürmesi ve oralarda şehit olmaları sebebiyle Gelibolu Yarımadasında cereyan eden o müthiş savaşın kayıpları hakkında bize bilgi verecek kaynaklar iyice azalmış oluyordu. Bu itibarla kayıplar hakkında söz konusu bilgilerin bize tam olarak ulaştıkları söylenemez. Bu savaşlar o kadar şiddetli geçti ki, müdafaanın ruhu neferin ve yanlarındaki küçük zabitan ve çavuş rütbesindeki kişilerin iman kuvvetinde idi. Yani kimsenin sağ ve solundaki ahvalden haberdâr olması mümkün olamayan bu muharebelerde, düşman eline düşen esirlerden hiçbir neferin özellikle'25 Nisan - 6 Mayıs Savaşlarında geriye döndüğüne pek rastlanmamıştır". Hülâsa, zayiat müthişti. 29/30 Haziran Muharebeleri hariç olarak Seddülbahir Cephesinde toplam 99.855 şehit, yaralı ve kayıp vardı. Subay kaybı pek büyüktü. Özellikle 7. Tümenin Taburlarından savaş boyunca 72-75 Subay kaybı olmuştur. Önce 4 km. sonra 6 km. ye çıkan bu cephede 70 günde verilen bu kayıp korkunçtu. Bunun sebebi ise tarafeynin şiddet ve asabiyet ve sonra gayet dar ve her tarafı ateşe maruz bir noktaya külliyetli kalabalığın toplan-masıdır. Binaenaleyh, en sakin günlerde dahi 150/400 asker kaybımız oluyordu ŞEHİT KELİMESİNİN ANLAMI: Şehitlik ifadesi ve şehitlik mefhumu İslâmî bir değerdir. Hizmet karşılığında insanlara verilen bir payedir. İslâmda hizmet ise niyete bağlıdır. Niyet halis ve lekesiz olmazsa hizmetin bir değeri olmaz. İşte Çanakkale Savaşlarına gelebilmek için gece 02.00'de Askerlik Şubesinin önünde sıra beklerken heyecandan ölenler Çanakkale Şehidi'dir. İşte, o savaştan sonra her türlü zayiat ilk kaynaklarda şehit olarak değerlendirilmiş ve toplam kaybın 250.000'in üzerinde olması sebebiyle 250.000 şehit sayısı ile ifade edilmiştir ki yerinde ve güzel bir tarihe mal olmuştur. Gerçekten de mezkûr sayının üzerinde kaybımızın olduğu, görüldüğü üzere bütün kaynaklar ittifak halindedir. Elhasıl, Allah yolunda ölen veya öldürülen kimseler şehittir. Kelimenin çoğulu Şühedâ, Türkçede yardımcı fiilde "şehid" olmak veya "şehid düşmek" şeklinde söylenir. Şehid veya şehâdet kelimeleri hukukî anlamda şehid veya şahidlik anlamında kullanılır. Bu itibarla "Allah yolunda: Yani Allah ve milleti için hiç karşılıksız maddî ve manevî çalışmaları sırasında ölerek veya öldürülerek "çok yüksek manevî mertebelere ve ilâhî lütûflara nail olan bahtiyarlara" Şehid denilmesi onların gasil ve nakillerinde meleklerin hazır bulunup, onları görmesinden dolayı veya bizzat şehidlerin Allah katında diri olarak birçok ilâhî nimetleri görebilmeleridir. İşte bu bahtiyar insanlara şehid denmesi bu sebeptendir. Yani her şeye ayan ve beyan şahittirler, görürler. "Siz şehidlere ölü demeyiniz. Onlar diridir. Ama siz bilip anlayamazsınız." Hülâsa, Türk Milleti 1000 yıldır: içten ve dıştan gelen son derece ağır tehdit ve terör olaylarına karşı samimiyetle hürriyet-barış ve Tevhid inancı için seve seve kanını sebil etmiş ve sayısız şehid vermiştir. Yani Tevhid-Hürriyet ve İstiklâl uğruna en çok şehid veren Millet: TÜRK Ulusu olmuştur. Onun için İstiklâl marşı şairimizin Türk vatanı için; "Toprağı sıksan şühedâ fışkıracak" şehidlerimiz için de "Bastığın yerleri toprak diyerek basma, Tanı. Düşün altında binlerce Çanakkale'de yüzbinlerce / kefensiz yatanı" ifadeleri, bu tarihî gerçeğin mübalağasız bir tespitinden ibarettir |
susalımmı artık FEHMI KARDESIM daha belge bılgı lazımsa cekınme ısteyebılrsın. Bunlar Googleden de dııl Benım arsıvımden arama bulamazsın ama burdan kopyalayabılırsın. :) |
http://img212.imageshack.us/img212/655/phto00145pm.jpg 19 Mayıs 1915 günü Arıburnu Savaşlarında 6.5 saat gibi kısa bir zamanda 10 Bin kayıp verdik. işte 10,000 bin kişinin şehit olduğu ve orman yangınında her yer yanmasına rağmen yanmayan ağaçlık bölge...bir mucize... |
Ya seni psikoloğa götürcem yada ben burada tedavi edicem..:D bunları ben zaten kitap okumasını çok seven biri olarak biliyorum...daha da dun geldim çanakkale'den.. hayatım kitap benim... ama yapman gereken şeyin bu olduğu anlatmaya çalıştım sana. sende nihayet anlayıp birşeyler yaptın...:) Şimdi teşekkürü hak ediyosun... teşekkür ederim. old_eagle:) |
|
Senın cok okuduguna falan ınanmıyorum OKUMAK tek taraflı dııldır. Kaldıkı adamlar bızım tarıhımıze bızden daha cok sahıp cıkıyorlar Turkıye de bulunan bır cok belge ve bılgı den daha fazla belge Brıtısh Museum VE Avustralian Museum da var .Savas sa koınu her ıkı taraftan da okuyup bakmanın daha dogru olduguna ınanıyorum. Psıkolojık yardım KONUSUNA GELINCE almam gerekırse seve seve alırım :) Buna gercekten ıhtıyacı olup REDDENLER dusunsun bence :) |
Alıntı:
google de aramayalım nasıl olsa sende kaynak vardır...okumak tek taraflı deildir demiişinde ne alaka sı var bu olayla... |
sen msn ne eklesene benı burda olmıcak bu ıs |
Alıntı:
|
Alıntı:
|
çanakkale savaşından gerçek bir olay... > Üsttegmen Faruk cepheye yeni gelen askerleri kontrol ediyor bir > taraftan da onlarla lafliyordu nerelisin gibi sorular soruyordu. Bir ara > sacinin ortasi sararmis bir cocuk gordu. Merakla adin ne senin evladim? > der. Çocuk Ali diye cevap verir. > Nerelisin? der. Ali Tokat Zilede?nim der. Peki evladim bu kafanin hali > ne?? Ali anam cepheye gelirken kina yakti komutanim der. > Neden? der komutan. Ali bilmiyorum komutanim? der: Peki gidebilirsin > Kinali Ali? der. > O gunden sonra herkes ona Kinali Ali der. Herkes kafasindaki kinayla > dalga gecer. Kisa surede cana yakin ve cesur tavirlariyla tum > arkadaslarinin sevgisini kazanir. > Bir gun ailesine mektup yazmak ister. Ali?nin okuma yazmasi da yoktur > arkadaslarindan yardim ister ve hep beraber baslarlar yazmaya. Ali > soyler arkadaslari yazar. > --sevgili anne babacim ellerinizden operim ben burda cok iyiyim beni > merak etmeyin? diye baslar. Kiz kardesini kendinden bir kucuk erkek > kardesini sorar, > koyundekilerin burnunda tuttgunu yazdirir. Kendilerini merak etmemesini > kendileri var oldukca dusmanin bir adim bile ilerleyemeyecegini > yazdirir. > Gururla mektubu bitirir neden sonra aklina gelir ve yazinin sonuna > anasina NOT duser: Alinin kendisinden hemen sonra askere gelecek bir > kardesi daha vardir. > Anacagim kafama kina yaktin burda komutanlarim ve arkadaslarim benle hep > dalga gectiler sakin kardesim Ahmete de yakma onla da dalga gecmesinler > der > ellerinden optum? diye bitirir. > Aradan zaman gecer. Ingilizler kati netice almak icin tum > gucleriyle Gelibolu?ya yuklenirler. Bu cepheyi savunan erlerimiz teker > teker sehit düsmüslerdi. > Bunlara takviye olarak giden yedek kuvvetlerde yeterli olmamis onlarin > sayilarida epey azalmisti gelibolu dusmek uzereydi kinali alinin > komutani da olayi gorup yerinde duramiyordu. Kendisinin bolugu henuz > sicak temasa hazir degildi. Onlar yeni gelmisti, onlari insan bedeninin > sungu ve mermilerle orak gibi bicildigi bu yere gelmemesı ıcın dua > ediyordu Komutanlarin bu dusunceli hali goren ve durumun vehametini > bilen Kinali Ali ve arkadaslari komutanlarina yalvar yakar oraya gitmek > istediklerini soylerler. > komutanlari onlari olume gonderdigini bile bile caresiz gonderir. Kinali > Ali?nin bolugunden kimse sag kalmaz hepsi sehit olmustur. Aradan zaman > gecer. Kinali Ali?nin ailesine yazdigi mektubun cevabi gelir. > Komutanlari buruk ve gozleri dolu dolu mektubu acip okumaya karar > verirler. (bu mektubun asli Çanakkale muzesinde sergilenmektedir) Babasi > anlatir. Ali? nin. oglum ali nasilsin iyi misin > gozlerinden operim selam ederim dedikten sonra okuzu sattik, paranin > yarisini sana yarisini da cepheye gidecek kardesine veriyoruz. simdi > okuzun yerine tarlayi ben suruyorum zaten artik zahireye de fazla > ihtiyacimiz olmadigi icin yorulmuyorum da siz sakin bizi merak etmeyin, > bizi dusunmeyin der Köyü akrabalarini anlatir ve mektubu bitirir ali > ananin da sana diyecegi bir sey var? > Anasini anlatir: oglum ali yazmissin ki kafamdaki kinayla dalga gectiler > kardesime de yakma demissin kardesine de yaktim komutanlarina ve > arkadaslarina soyle senle dalga gecmesinler bizde 3 seye kina yakarlar > 1- gelinlik kiza gitsin ailesine cocuklarina kurban olsun diye > 2- kurbanlik koc a ALLAHA kurban olsun diye > 3- askere giden yigitlerimize vatana kurban olsun diye..... gozlerinden > oper selam ederim ALLAHA emanet olun? > > Mektubu okuyan Alinin komutani ve digerleri hickira hickira > aglamaktadirlar... |
işte biz bu aslanların torunlarızyız gururluyuz!!!emegine saglık.. |
herkezin emeğine sağlık.. |
yiyemediği ekmeği çöpe atanlar bir kez daha düşünsün.. |
Türkiye`de Saat: 05:58 . |
Powered by: vBulletin Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
SEO by vBSEO 3.3.2